Etiket arşivi: Küreselleşme = Yeni Emperyalizm

KRİZ, NEDEN VE SONUÇ

KRİZ, NEDEN VE SONUÇ

 

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

 

Şu günlerde ABD  karşıtı eylemler, protestolar son hızıyla sürüyor. Sözümüz ABD’ye  karşı duruşa değil, geç kalındığınadır. ABD’ye karşı olmak haksızlığa, sömürüye, zulme karşı olmaktır.

Biz ne zaman ABD ile bir pazarlığa, ortaklığa girdiysek hep zararlı çıktık. Hep arkamızdan vurdular.

Çok sayıda örnek arasından sanırım birkaçı yeterli olur.

ABD, 1974 Kıbrıs çıkarmamızın ardından silah ambargosu uygularken haksızdı.

Ülkemizde 1971’de haşhaş ekimini yasaklatırken de.

Askeri tatbikatta Muavenet gemimizi vururken ve 5 denizcimizi şehit ederken de.

4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta 11 askerimizin başına çuval geçirdiğinde de.

6. Filoyu Türk İstanbul Boğazı’na gönderirken de haksızdı…

6. Filoyu karşı devrimci gençler göğsünü açıp yürürken, kışkırtılan sağcı muhafazakâr gençlik taşla sopayla, devrimci gençlere saldırmışlar, 2 devrimci gencimizi ateş ederek öldürmüşlerdi!

Hatta yetmemiş, Dolmabahçe’ye demirlemiş 6. Filo’ya ait bir gemiyi kıble yaparak namaz kılmışlardı. Böylesine bir Amerikancılığa, Amerikan askerleri bile şaşırmıştı.

Ceplerinde bol Dolarlarla, İzmir kıyılarına çıkmış, Türk kadınları ile tanışmaya hevesli Amerikan askerlerine karşı, genelev kadınları genelevi kapatarak, Amerikan askerlerini içeri almamış, protesto etmiş, dünyada eşi benzeri görülmedik yurtsever bir tutum sergilemişti.  Sağcı gençlik ise, kıble yaptıkları 6. Filo gemisine karşı namaz kılmakla meşguldü.

ABD emperyalisttir. Emperyalizm evrendeki tüm kötülüklerin anasıdır. Ona karşı olmak için yurdunu sevmek yetmez. Emperyalizme karşı olmak geçici yaz yağmuru gibi bir heves değil, sistemli ve sürekli bir savaşım olmalıdır.

Bu savaşımın ülkemizde yakın geçmişte somut örnekleri vardır. ABD’nin  haşhaş ekim yasağı isteğini Ecevit hükümetinin tanımaması, 1974 Kıbrıs çıkarmamıza ikincil ABD silah ambargosuna karşılık İncirlik üssünün ABD kullanımına kapatılması ve Savunma Sanayisini, MİLGEM projesini kurup geliştirerek TSK’nın özyeterliğini artırmak…. gibi.

ABD dün neyse, bugün de odur, yarın da o olacaktır. Emperyalist politikalar sürdürüldükçe, Rahip A. Brunson olayı gibi nice benzerleri, Türkiye gibi tam bağımsızlığını yitirmiş, pek çok yumuşak karnı olan (örn. aşırı borç!) ülkelerde rahatlıkla silaha dönüştürülebilecek ve ciddi istikrarsızlıklar yaratılabilecektir.

Mustafa Kemal Paşa, ”.. bizi mahvetmek isteyen emperyalizm” ve ”..bizi yutmak isteyen kapitalizm” ile savaşımı ”meslek edinmiş insanlar” olduklarını kaydetmişti.

Dolayısıyla, 2 kadim düşmanla boş zamanlarda, tatillerde, Cumartesi-Pazar günleri savaşılmaz. Güncel deyimiyle 7/24 ve asıl işimizin yanı sıra bu savaşımı 2. bir meslek edinerek başarılı olunabilir. Üstelik, Büyük Atatürk‘ün bu sözlerinden günümüze emperyalizm ve kapitalizm sömürü – bölme – yok etme araçlarını Küreselleşme = Yeni emperyalizm çağında çoook daha geliştirmiş ve çeşitlendirmiş iken..

 

2017’de İş Cinayetleri ve İşçi Hakları

10 Soruda 2017’de İş Cinayetleri ve İşçi Hakları – Aslı Odman ile Söyleşi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
20 Temmuz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) eşliğinde 2017’de de biterken her alanda olduğu gibi işçi haklarında da kazanımlar yeniden kayıplara dönüştü. Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ve torba yasalar altında İş Kanunu işlevsizleştirilirken memurun güvencesi olarak bilinen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu sil baştan yazıldı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) verilerine göre, 28 Aralık 2017’ye dek 2000 işçi çalışırken hayatını kaybettiGeçtiğimiz yıl bu sayı senenin sonunda 1970 olarak açıklanmıştı. OHAL ile geçen bir senenin iş cinayetlerindeki artışa etkisi %10 oldu.
 
İSİG Meclisi’nden Aslı Odman 2017’de iş cinayetlerini Bianet’e anlatırken bu veriler için “Türkiye’nin utanç rekoru” ifadelerini kullandı ve ekledi: “Bu buzdağının bizim görebildiğimiz yüzü.”
 
* Fotoğraf: Zelal Yardımcı – Bianet
 
2017’de işçilerin (o)haline ilişkin Odman’ın değerlendirmeleri:
 
2016’da neydi, 2017’de ne oldu?

İSİG Meclisi‘nin aylık raporları, senelik hesaplarımız, adalet arayan işçi ailelerinin çıkardığı almanak da dahil olmak üzere hepsi buzdağının görünen yüzünü kayıt altına alabiliyor. 2016’da 1970 işçi ölmüştü. Bugün (28 Aralık) itibariyle 2000 işçi hayatını kaybetti. 
“Dünya Sağlık Örgütü’nün oranlarını kabul edersek, bunun altı katı işçi meslek hastalıklarından öldü. İşyeri intiharları Türkiye’de tescil edilmiyor. Meslek hastalıkları gibi intiharların da ardında yaşananlar kanıtlanamadığı için işyeri intiharları iş cinayeti olarak görülemiyor. OHAL sonrası somut bir şekilde kişinin elinden işinin alınması sonucu gerçekleşen intiharları sayabiliyoruz ama onun dışında kalanlar belgelenemiyor.
 
OHAL ve iş cinayetleri: “Hakları kullanmak imkansız hale geldi”

“OHAL işçinin hakkını savunmasını gittikçe imkansız hale getiren hukuki ve sosyal bir sistem yarattı. Nasıl politik düzlemde otoriterleşme artıyorsa işyeri zemininde de buradan alınan hakla otoriterleşme artıyor. Bu da işçilerin bedeninde ve psikolojisinde çok daha büyük baskılara neden oluyor. “Bu sene iş cinayetlerinin artmasının en büyük nedeni de işçilerin canlarını korumak için ufak bir söz söylemesi ya da İş Kanunundan gelen tehlikeli işi reddetme hakkını (AS: 6331 s. İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası d. 13) kullanmasının artık imkansız hale gelmiş olması. Zaten Türkiye’nin verili şartlarında çok zordu. Bunun üzerine meşrulaştırılmış otoriter rejim gelince ve devlet bir bütün olarak şirket gibi davranınca insanlar ‘verimlisin ya da yoksun’ seçeneğiyle karşı karşıya bırakılıyor.
 
“İş cinayetlerindeki %10 artışın en çok örgütlü, daha güvenceli çalışan, erkek sanayi işçilerinde olduğunu görüyoruz. Ama bu diğerleri ölmüyor demek değil aksine bizim ulaşabildiğimiz ve güvenceli çalışan kısımda bile bu denli artış varsa diğer kısımlarda çok daha fazla kişi hayatını kaybediyor anlamına geliyor.  OHAL sadece sokakta yürümemeyi getirmiyor aynı zamanda iş yerinde ‘ben bu tehlikeli işte çalışmayacağım‘ diyen işçinin de sesini kesiyor.
 
KHK’lar ve işçi hakları: “İş kanunundan doğan haklar kullanılamıyor”
“KHK ile İş Kanunu askıya alındı ve arabuluculuk sistemi getirildi. Bu da işçilerin İş Kanunundan doğan haklarını kullanamıyor olmaları demek.
* Her yerde KHK kisvesi altında işçiyi ölüme götüren,
işverenin gücünü arttıran eylemler yapılıyor.
 
“Sosyal haklar ve çevre dikkate alınmadan hem daha fazla işletme kuruluyor hem de var olan işletmelerde işçiler çok daha rahat çalıştırılabiliyor. Her ne kadar iş cinayetlerinde buz dağının ucunu belgeleyebilsek bile bizim ulaşabildiğimiz rakamlar bile artıyor.
 
Kazanılmış hakların kaybedilişi: “Kamu güvenliği için grev yasak”

Türkiye’de grev yapma hakkına sahip olan toplu iş sözleşmeli işçi sayısı yüzde dört bile değilken bu hak da işçilerin elinden alındı. Grev işyerindeki tartışmanın işçi lehine çözülebilmesi için bir haktı. Fakat grev yapmak artık imkansız; kamu güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle yasaklanıyor. “KHK sistemi bütün güvenceli memuriyet sistemini ve 657’yi bir rüya gibi değiştirdi. Bütün işçilerin kazanılmış haklarını bir anda elinden alabilecek sistem kurdu.
 
696 sayılı KHK ve taşerona kadro: “Taşeronlukla iş cinayetinin ilişkisini anlayamayan mesele”
“Türkiye’de taşeron işi çok kısıtlı bir kesime tanınmış ve teknik uzmanlık gerektiren bir haktı. Ama devlet bile kendi kanununun üzerini çiğneyip kamuda da illegal bir şekilde taşeron çalıştırabiliyordu. Şimdi kamuda çalışan yaklaşık iki milyon işçiden sadece 400 bini onlar da özel bir sınava tabi tutularak yani ideolojik kontrolle kadroya alınacak. Zaten işçinin mahkemeye başvurduğu zaman hukuk işlediği takdirde alabileceği kadro hakkını ideolojik uygunluk arayarak verecekler“Taşeronlukla iş cinayetinin ilişkisini, iş güvenliğinin bütününü algılayamayan, taşeronluk sistemiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir mesele.
 
İşyeri intiharları ve OHAL: “İş cinayetleri artık bütün toplumun meselesi”
“Kişilerin var olan hakları, haklarla beraber işi, işle beraber iş üzerinden kurulmuş kimliği kişinin elinden alınıyor. O yüzden işyeri intiharları bizim ulaştığımızdan çok daha büyük. Çünkü burada çalışmaya bağlı toplumsal travma yaşanıyor.
 
“Öte yandan memur kesim, belli bir toplumsallığı temsil eden bir kitle olduğu için cumhuriyet ideallerinin ellerinden alınması sadece bireysel acıya neden olmuyor. Aynı zamanda cumhuriyetin çalışmayla kurduğu ilişki de yeniden tanımlanıyor. Artık iş cinayetlerinin başkasının derdi olmadığını en güvenceli kesimler de görüyor. Orta sınıf burjuva kesimle Şırnak’ta kuyuya inen madencilerin çalışma koşulları birbirine eşitleniyor. Bütün toplumun meselesi olarak algılanıyor artık.
 
Meslek hastalıkları: “Türkiye’nin politikasızlık politikası alanı”
“Türkiye’de bu alanda politikasızlık politikası var. Hiçbir şeyin kaydı tutulmuyor. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) verilerine baktığımızda Türkiye’de geçen yıl meslek hastalıklarından bir kişi bile ölmemiş. 
 
“Yeni çıkan mega projelerin var ve sonuçları da mega oluyor. Örneğin biz 3. Havalimanındaki ölümlere kesinlikle erişemiyoruz. Kamusal planlama yok. Şirketler üzerinden kişisel lobiler yapılıyor. Hepsine onay verince o bölgenin ne insani ne çevresel olarak ne de atıklar üzerinden çekemeyeceği bir ağırlıkta sanayi oraya yığılıyor.
 
“Esenyurt’ta aynı anda 10 inşaata çalışma izni veriliyorsa sokaktan geçecek hafriyat kamyonlarının yoğunluğu bellidir. Binlerce insanın geçtiği caddeye bir anda o kadar kamyon sokulursa senede 40 kişi ölür, bu bir kuraldır. Hem kamyon şoförlerinin ve çarptığı insanların ölümüyle iş cinayeti yaratıyor hem kent hem de inşaat suçu. Mega projelerle böyle üçlü bir form oluşturuldu.
 
“Artık Türkiye’de çevreyle ilgilenmek iş cinayeti çalışmak; mülteci çalışmak mülteci işçi ve yine çevre çalışmak demek. Bizim bütün iş cinayeti raporlarımız, ayrımın giderek anlamsızlaştığını gösteriyor.
 
Mülteci ve çocuk işçiler: “En kontrolsüz işçi enjeksiyonu”
“Mülteci işçilerle ilgili 2016’da ilk defa ayrı bir rapor yapmıştık. Çocuk işçi ölümlerinin en fazla olduğu alan da mülteci işçiler katmanında yer aldı. Suriyeli çocuk işçilerin oranı Türkiyeli çocuk işçilerin sayı ve iş yükü bakımından oran olarak çok daha fazla. En kontrolsüz işçi enjeksiyonu o kesimde yaşanıyor.
 
“Mülteci işçilere çok kısıtlı bir şekilde çalışma izni çıkarıldı ama o çalışma izninden faydalanan yaklaşık 101 kişi. Fakat esasında fiilen çalışanlar çocuk işçiler, tekstil atölyeleri, mevsimlik işçilik ve madenler gibi en görünmez alanlarda oluyor. Üstelik kurumsal bir ırkçılık baskısı altında bunları yaşıyorlar. Suriyeli 13 yaşında bir işçi öldüğü zaman biz onun çalıştığını anlayabiliyoruz.
 
Kadın işçiler: “Sosyal devletin görevini de kadınlar üstleniyor”
“Bu yıl 25 Aralık itibariyle 115 kadın işçi hayatını kaybetti. Türkiye’de kadınların ekonomik istihdama katılımı zaten çok düşük, yüzde otuzu geçemiyor. Her 10 çalışandan üçü kadınsa bu defa içlerinde sigortalı olan biri geçemiyor. Kadınlarda enformellik oranı %60 erkeklerde %40 olarak seyrediyor.
 
“Kadın devletin sağlamadığı işçi sağlığı iş güvenliği tedbirlerini tek başına sağlıyor. İşçinin psikolojik ve fizyolojik yeniden üretimi noktasında bütün işler ve ev yükü kadının omuzunda. Halbuki bu sosyal devletin görevi. Ayrıca kadınlar temizliğe gidiyor, ev içinde el işi gibi enformel işler de yapılıyor. Fakat ev içi üretim gibi bunlar da kayıt dışı kalıyor.
 
Yargıda iş cinayetleri: “Ceza hukuku şirket hukukuna yaklaştırılıyor”
“İş cinayetlerini ceza mahkemesine taşıyan örgütlü tek ekip, Adalet Arayan İşçi Aileleri. Davutpaşa patlamasından beri tekil ve toplu ölümlerin olduğu setten madene kadar 14 vakada aileler birbirlerini buldu ve bu arayışı başlattı. 2008’den beri öncü bir kazanım sağlanamadı ama öncü bir birlik oluşması bu davaların yalnızca tazminatla kapatılır halden çıkarılıp ‘iş cinayetleri esas kamu sorunudur o yüzden ceza hukukunun alanıdır’ tescili için çok faydalı bir adımdı.
 
“Ceza mahkemelerinde davaların çoğunluğunun konusu cumhurbaşkanına hakaret ya da örgüt propagandası. Ceza hukuku seçimlik bir şey değildir. Belli suçları oraya koyarsın ki toplumsallığı sağlamaya devam edebilesin. Şu anda özünden koparılıyor. ‘Kamuya karşı işlenen ceza’ tanımlaması sarsılıyor ve ceza hukuku şirket hukukuna yaklaştırılıyor.
 
İş cinayetleri de esas kamu güvenliği sorunudur ve yeri ceza kanunudur. Günde 30 insanın ölmesine kimse doğal, normal, olağan diyemez. Biz zaten daha önce OHAL yaşıyorduk. Savaş olsa bu ülkede her gün 30 insan ölmez. Ama biz olağan işyeri barışı içinde 30 kişiyi işyeri intiharlarında, meslek hastalıklarında, iş cinayetlerinde kaybediyoruz.” 
 
Aslı Odman hakkında
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim görevlisi. Uzun yıllar yurtdışında yaşadıktan sonra 2002 yılında Türkiye’ye döndü. Mekânsal Tarih, Kent Tarihi, Tarihsel Coğrafya, İstanbul Tarihi ve Sosyolojisi akademisyenin başlıca araştırma alanlarını oluşturuyor. Ayrıca iş cinayetleri konusunda da çalışmaları var ve İSİG Meclisi’nde yer alıyor. Odman “Gezi’yi Soldan Kavramak 18 Brumaire’den Taksim Direnişi’ne” kitabının yazarları arasında. (02.01.2018   Tansu Pişkin / Bianet)
==============================================
Dostlar,

Gerçek anlamda ülkemizin acı sorunlarından biridir İŞÇİ SAĞLIĞI – GÜVENLİĞİ..
Gerçekte “çalışan”  öznesinin kullanılarak sorun ve sorumluluk alanının daha da genişletilmesi gerek. Ulusal ve uluslararası hukuk mevzuatında önemli bir boşluk olduğunu söylemek zor. Tersine, alana ilişki mevzuat (yazılı hukuk kuralları) “oldukça” yeterli sayılabilir. Özellikle AB’ye katılım sürecinde Türkiye bu mevzuatını iyice pekiştirdi.. Örn. Avrupa Sosyal Şartı daha 3. maddesinde tüm çalışanların sağlıklı ve güvenli çalışma hakkını tanıyor ve vurguluyor.

Sorunun odağında gerçekte sermayenin içtenlikli olmayışı yatıyor. Bu bağlamda siyasal iktidarlar da zorlanarak sınırlandırılıyor. Örn. 6331 sayılı İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu 30 Haziran 2012’de yürürlüğe kondu genel olarak Kimi hükümleri ise zamanla yürürlüğe girecekti. Bunların başında kamuya ait sanayiden sayılmayan işler de dahil tüm toplu çalışma alanlarında, çalışanların yasal statüsü ayrımı yapılmadan Çalışan Sağlığı ve Güvenliği Birimlerinin kurulması 3. kez ertelenerek 30 Haziran 2020’ye bırakıldı. Bu yasa adeta çalışma yaşamında sıkıyönetim kuralları getiriyor kağıt üstünde ancak yaşamın gerçekliği karşısında gene işletilemiyor. 6331 s. İSG Yasasının kabulünden yaklaşık 1 yıl sonra 13/14 Mayıs 2013 gecesi Soma faciası yaşandı ve resmen açıklandığına göre 301 emekçiyi kurban verdik. Onu izleyen pek çok toplu iş cinayeti (kazası!?) olaylandı.

Bir kez Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı etkin denetim yap(a)mıyor. 1,5 milyon dolayında kayıtlı işyerini sayısı 1000’i (bin) bulmayan denetçi ile etkin olarak denetlemek olanak dışıdır. Sermaye, neredeyse 500 (beş yüz!) yıllık alışkanlığını (hatta bağımlılığını!) bırakamıyor :
Maksimum kâr!
Siyaset kurumunu da büyük ölçüde sermaye finanse ettiğinden, ikisi arasında sıkı bir organik dayanışma – işbirliği (ittifak) kaçınılmaz olarak doğuyor. Emekçi yalnızlaştırılıyor. En başta örgütlenme hakkının içi boşaltılmış durumda. Özelleştirme ile emek sendikacılığı avuç içinde kar gibi eritiliyor. Oysa;
* Sendika yoksa işçi sağlığı – iş güvenliği de yoktur!
Kayıt dışı bir başka sorun..
Yüksek işsizlik resmen %12’lerde, gerçekte 2 katı!
Düşük ücretler – yoksullaştırma, iş güvencesizliği, esnek istihdam..

Nereye dokunulsa kanıyor. Buna bir de halkımızın yazgıcılığı eklenince..
Hele hele en tepedeki siyasetçilerin bile böylesi ürkünç (vahim) tablo karşısında “.. bu işin fıtratında ölüm var..” gibisinden akıl – bilim ve vicdan dışı söylemleri belki de en temel sorumlu!

Türkiye, taaa 1932’de üye olduğu ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) İş Sağlığı – Güvenliği bağlamında yayınladığı 200 (iki yüz!) dolayındaki Sözleşmenin (Convention) ancak 1/4’ünü kağıt üstünde benimsemiş durumda.. Niçin?? Sorunun ciddi küresel boyutları da var..

Türkiye çalışma yaşamının aktörlerini (işçi ve işveren sendikaları), ILO ve Dünya Sağlık Örgütü uzmanlarını, akademiyi, meslek odalarını… bir Ulusal Çalışma Güvenliği Kurultayı‘nda toplamalı ve Ulusal Ölçekte bir bilimsel – emekten yana pozitif ayrımcılık koyan bir İşçi Sağlığı – İş Güvenliği Politikası üretmeli, katılımcı olarak kararlılıkla uygulamalıdır.

Özerk bir “Türkiye Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Kurumu” oluşturmak (örn. ABD, NIOH modeli benzeri) büyük önem taşımakta. Küreselleşme = Yeni emperyalizm küresel ölçekte dayanışma ile geriletilmeli ve yabanıl (vahşi) kapitalizm ehlileştirilerek – terbiye edilerek “maksimum kârdan makul kâra” çekilmelidir.
– Yerel – küresel sermaye tarafından gaspedilen Devlet, yeniden özgürleştirilerek sosyalleştiril-meli, emekçiler de politik iktidarda adil siyasal katılma sağlayabilmelidir.
Sorun, tüm yakıcılığıyla toplumsal gündemde hak ettiği yerde tutulmalıdır.
……
Yazı zaten epey uzun.. biz de fazla uzatmayalım. Sitemizde soruna ilişkin epey yazı var..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sağlıkta Dönüşüm Programı Sağlık Çalışanlarının Yaşamına Mâl Oluyor!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın uygulanmaya başlamasıyla (AS: Haziran 2013) birlikte,
– hastaneler ticarethaneye
– hastalar da müşteriye dönüşmüştür.

Kârlılığı artırmak amacıyla kısa sürede çok hasta bakmak, gereksiz tetkikler istemek olağanlaşmıştır.

Bu sistemde beklentileri yükselen ancak nitelikli bir sağlık hizmetine de ulaşamayan hastalar, tek sorumlu olarak sağlık çalışanlarını görmektedir. Toplumsal ilişkilerdeki iletişimsizlik ve hoşgörüsüzlüğün de etkisiyle sağlık alanındaki şiddet olayları gün geçtikçe artmaktadır.

Üniversite hastaneleri, performansa dayalı döner sermaye ödeme sistemine geçilmesiyle birlikte finansal kriz içine girmişlerdir. Öbür sağlık kuruluşlarında tanı, tedavi ve izlemi yapılamayan zor ve karmaşık olgulara tedavi hizmetini sunan, çoğu hasta için son başvuru noktası olan üniversite hastaneleri, giderek artan borç yükü altında çöküşe doğru sürüklenmektedir.

Bu çöküşün nedenlerine baktığımızda ilk dikkati çeken nokta, üniversite hastanelerinin sağlık harcamalarının büyük bir oranının döner sermaye kaynaklarından gerçekleşmesidir. Başka bir anlatımla, üniversite hastaneleri döner sermaye gelirlerine mahkum edilmişlerdir.

Öte yandan, Sağlık Uygulama Tebliği’nin (SUT) fiyatlarının yaklaşık 10 yıldır güncellenmemesi nedeniyle Sosyal Güvenlik Kurulu (SGK) tarafından sağlık hizmeti üretme maliyetlerinin çok altındaki değerlerde geri ödeme yapılması, üniversite hastanelerini büyük bir borç yükü altına sokmuştur. Kamu üniversite hastanelerinin toplam borcunun 4 milyar TL’yi aştığı, son beş yılda borçların 2,7 kat arttığı bilinmektedir. Borçların büyük bölümü ilaç, tıbbi sarf (AS: tüketim) malzemesi ve laboratuvar giderlerinden oluşmaktadır. Ödeme süreleri 250 günden başlayıp (AS: 8 aydan uzun!) 3-4 yılı bulabilmektedir.

Günümüzde bir sağlık işletmesine dönüştürülmüş olan ve ödeme güçlüğü çeken üniversite hastanelerinde yönetici olan hekimler, büyük baskılar altında görevlerini sürdürmektedirler. Geçtiğimiz hafta alacaklı bir medikal firma yetkilisinin silahlı saldırısı sonucu yaşamını yitiren Fırat Üniversitesi Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Muhammed Said Berilgen, sağlıkta ticarileşmenin son kurbanı (AS: ama bitmeyecek!) olmuştur.

  • Tıp fakülteleri hastaneleriyle birlikte, işletme değil; bilim üreten, öğrencilerini geleceğe en iyi biçimde hazırlayan, nitelikli sağlık hizmeti ile eğitimin iç içe verildiği kurumlar olmalıdır.
  • Sağlık çalışanlarının yaşamlarına mal olan Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan vazgeçilmeli,
  • İnsanı odağına alan, ücretsiz, nicelikten çok niteliği önceleyen, basamaklandırılmış bir
    sağlık sistemi yaşama geçirilmelidir.

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
=========================================
Dostlar,

Sağlık sektöründe sürüklendiğimiz yer akıl ötesidir.
Kâr hırsı sağlık sektöründe de başta AKP iktidarı olmak üzere iç ve dış piyasanın (sermayenin) gözünü (sağduysunu!) kör etmiştir.
Ödenmekte olan bedel çok ağırlaşmıştır, sürdürülemez kerteye dayanmıştır ve inat edilirse
daha da ağır faturalar ödeneceği kesindir.
Kesintisiz 13 yılını tamamlayan kökü dışarıda, IMF – DB dayatması olan bu sistem (Health Transformation), dayatma ile uygulatıldığı ülkelerde çok yönlü ağır bunalımlara yol açmıştır.

KüreselleşTİRmenin temel kaldıraçlarından olan SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME – TİCARİLEŞTİRME – PİYASALAŞTIRMA – HASTALARI MÜŞTERİLEŞTİRME süreçleri giderimi (telafisi) olanaksız zararlar doğurmuştur..

  • Temel kuramsal ideolojik çerçeve olan KÜRESELLEŞME (=Yeni emperyalizm!)
    artık çökmüştür!

Başta ABD, İngiltere, AB ülkeleri olmak üzere oyunun = KUMARHANE KAPİTALİZMİ’nin
motoru olan SERBEST TİCARET’i terk ederek katı korumacı politikalara dönmektedirler, dönmüşlerdir büyük ölçüde.

Dolayısıyla sağlık  politikalarının da artık yerel + küresel sermaye ortaklıklarının (tekellerinin!) çıkarları odaklı değil; ULUSAL ÇIKAR / YARAR odaklı olarak yeniden tasarımı zorunludur.

Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep AKDAĞ çok ağır bir tarihsel sorumluluk altındadır…
Partisi AKP’nin doğru yönlendirilmesini sağlamak zorundadır. Yanlıştan dönmek erdemdir. Küresel koşullar AKP’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana köklü biçimde değişmiştir. Türkiye’nin, kör kuruşun hesabını sorması gereken kalkınmakta olan bir ülke olarak verimsiz kaynak kullanımına dayancı (tahammülü) yoktur. Son 14 yılda sağlık sektöründe kabaca birkaç yüz milyar dolar ulusal servet heba edilmiş, ilgili sermaye çevrelerinin ve
kimi siyasilerin – yöneticilerin ceplerine aktarılmıştır.
Yine de skandallar hemen her gün basına bile yansımaktadır.

Halkımızın sağlık düzeyi göstergeleri, bu sektörde harcanan muazzam servet ile asla uyumlu değildir.

SGK, finansal yoğun bakımda dev bir kara deliktir ve bütçe açığının hatta cari açığın temel nedenlerindendir. Finansal sürdürülebilirliği kalmamıştır ve bu çıkmaz doğrudan ilgili Bakanlarca bile itiraf edilmektedir.

Çare;

  • KESİN OLARAK KORUYUCU SAĞLIK HİZMETİ OMURGALI, Kamusal,
    Basamaklı, kazanç amaçlı olmayan SOSYAL NİTELİKLİ SAĞLIK SİSTEMİDİR..
    Dünya bu yöne kaymaktadır. Ulusal gelirden, önemli oranda, vergi temelli %5-7 düzeyinde bir harcama ile çok daha sağlıklı bir topluma erişmek olanaklıdır. Türkiye halen bu orandan daha fazlasını kayıt içi – dışı harcamaktadır.

ŞEHİR HASTANELERİ Batı’da denenmiş ve iflas etmiştir. 
Türkiye bir kez daha laboratuvar / deney ülkesi yapılamaz, yapılmamalıdır!

  • SAĞLIKLI + EĞİTİLMİŞ insangücünün sosyo-ekonomik kalkınmanın en temel girdisi olduğu gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.

Türkiye’nin kişi başına 10 bin Dolar / yıl gelir eşiğini aşması insanına yatırım ile olanaklıdır. Tersinden söylemek gerekirse, günümüzdeki çok yönlü tıkanma, insangücümüzün nitelik sorununa doğrudan bağlıdır.

Daha sağlıklı ve daha eğitimli bir toplum dışında çıkış yoktur!

Türkiye, Ulusal nitelikli sağlık politikalarını üretebilecek ve yürütebilecek ciddi bir özgüce (potansiyele) sahiptir. Sitemizde konuya ilişkin onlarca yazı vardır.

– Sağlık Düzeyi Ölçütleri / Göstergeleri
– Sağlık Ekonomisi
– KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı
….. Tıp Fakültesi ders notlarımız (kapsamlı power point yansıları) yol göstericidir.

  • Erdoğan, bir kez de ”Sağlıkta da kandırıldım..’‘ diyebilir, demelidir. 

    Sevgi ve saygı ile. 05 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Genç Karl Marx

Kerem YıldırımKerem Yıldırım
aydinlik.com.tr, 22.5.2017

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Genç Karl Marx‘ın asıl anlamı devrimci Marks’tır. Genç kavramı özellikle biz Türkiye devrimcileri açısından daha da anlamlıdır. Bilindiği üzere Genç ya da Jön olmanın bizim devrimci tarihimizdeki yeri çok özeldir. Türkiye devrimci gençlik tarihinin ilk derli toplu devrimci gençlik kuşağının ismi Jön Türklerdir. Jön olmak yaşadığın toplumu değiştirme arzusunun kavramsallaşmasıdır. O nedenle genç olmanın politik tanımı devrimci olmaktır.

Geçen hafta sonu vizyona giren, yönetmenliğini Raoul Peck‘in yaptığı Genç Karl Marx filmi, Marks ve Engels’in devrimci olma sürecini anlatıyor. Film bir solukta geçiyor. Tıpkı Marks ve Engels’in hayatı gibi. Bu yazıyı kaleme almamızın temel nedeni bir film değerlendirmesi yapmak değil, dünyayı değiştiren düşünceleri insanlığa armağan eden iki devrimcinin eylemci yönüne dikkat çekmektir.

Genç Karl Marx‘ta bizi sarsan mesele Marks ve Engels’in geleneksel olarak sunulduğu gibi
ki buna sosyalist çevreler de dahil– salt oturup kitap ve makale yazan adamlar olmadığını, eylem adamları olduklarını sergilemesidir. Film 1843-48 arasını anlatıyor. Bu süreç aynı zamanda Marks ve Engels’in ideolojik/politik kimliklerinin belirginleşme ve netleşme sürecidir. Marks ve Engels’in devrimci tezlerinin bam teli olan işçi sınıfının dünyayı değiştirecek olan devrimci özne olduğunun keşfedilmesi bu tarihsel aralığa denk gelir.

Marks ve Engels yine bu dönemde polis gözaltısıyla, işçi toplantılarıyla, grevlerle ve işçi direnişleriyle tanıştı.

Marks’ın Genç Hegelci kabuğundan sıyrılması, metaryalizmi tarihsel bir çerçeveye oturtma çabası, Anarşist Proudhon’la felsefi düzlemde yürüttüğü mücadele; Engels’in İngiltere’deki işçi sınıfını incelemeleri devrimci bir savaşıma hazırlık içindi. Marks ve Engels devrimci pratik içinde, emekçilerden öğrenerek bir teori inşa ettiler.

Zaten filmin en çarpıcı iki sahnesi; Marks’ın Engels’e, “Bugüne kadar bütün filozoflar dünyayı yorumladı. Ama mesele dünyayı yorumlamak değil, dünyayı değiştirmektir (Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler isimli ortak eserinden meşhur 11. tez).” dediği sahne ile Engels’in Komünist Enternasyonel’in öncülü olan Komünistler Birliği’ni kurdukları toplantıda,İşçi sınıfı kendisini özgürleştirirken aynı zamanda bütün toplumu özgürleşirecektir. Felfefe ise o zaman gerçekleşecektir (Marks’ın Proudhon’un Sefaletin Felsefesi kitabına karşı yazdığı Felsefenin Sefaleti isimli eserden).” demesiydi.

Marks ve Engels’in ortak ya da yalnız yazdıkları bütün eserler, işçi sınıfının devrimci davasının gelişmesi için oluşturuldu. Bütün teorik/bilimsel çalışma devrimci davanın ihtiyaçlarına göre biçimlendirildi. Bu yüzden henüz ortada somut bir parti yokken (Komünistler Birliği bir parti sayılmazdı), Marks ve Engels Komünist Partisi Manifestosu’nu yazdı. Komünist Partisi Manifestosu o günün işçi sınıfının devrimci davasının eylem kılavuzu mahiyetindeydi.
Çünkü devrimci teori ve program devrimci pratik içindi.

Filmin ülkemizin yalnız 6 kentinde oynaması ve 18 sinemada gösterime girmesi oldukça utanç verici bir durumdur. Ancak biz inanıyoruz ki, Türkiye’nin aydınlanma birikimi bu gibi eserlere gerektiği değeri verecek kadar güçlüdür.
***
Jenny Marks’ın Karl’ın eşi olmasının ötesinde devrimci bir fedai olduğunu izlemek, sandalye üzerine çıkıp nutuk atan ve polisten ustalıkla kaçan Marks ve Engels’i “canlı” görmek çok heyecanlı ve keyifliydi.

Eğer filmi izlerseniz; artık Kutsal Aile‘yi elinize aldığınızda yüzünüzde anlamlı bir tebessüm belirecek. Alman İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler ile Komünist Parti Manifestosu‘nu
art arda okumak- zaten böyle okunmalı- isteyeceksiniz. Marks’ın polemikçi mizacını en iyi yansıtan eserlerinden olan Felsefenin Sefaleti‘nin kıymetini daha iyi anlayacaksınız.
***
19. yüzyılın ortalarında Avrupa’da dolaşan “hayalet” artık bütün dünyada, özellikle bizim coğrafyamızda, Asya’da daha canlı ve olgun bir halde dolaşıyor. O “hayaletin” bütün dünyayı saracağı, ete kemiğe bürüneceği zamanların özlemi ve bilinciyle…
================================
Dostlar,

Sözü edilen filmi 21.5.17 günü Büyülü Fener / Kızılay’da izledik (14:00…. matinesi).
1 elin parmaklarınca izleyici olabileceği kaygısı bizi sarmıştı..
Ana öyle olmadı.. Kestirimle (tahminen) 100’ü aşkın koltuğun yarısından çoğu doluydu!
Yaşasın, Ankara’da umut var! Yaklaşık 2 saat sürdü film ve ara verilmedi.
Özellikle İngiltere’deki dokuma tezgahları ortamları son derece gerçekçi ve başarılıydı.
Genç ve yoksul K. Marx ile yine genç ama varsıl (zengin), fabrika sahibinin oğlu F. Engels’in
biraradalığı ne mutlu rastlantı oldu. İlki, ikinciden maddi, moral, hatta düşünsel destek aldı. Marx’ın akıllı karısının değer biçilmez desteği, özverisi, dahası yönlendirmesi ne çok anlamlıydı. Sıradışı Jenny böylesine sorumlu davranmasa idi dünya Karl Marx’ı ve görkemli yapıtlarını tanıyamayabilirdi!

Sanayi Devrimi sonrası (İngiltere, 1760’ı izleyen yüzyıl) insanlık tarihinin en dramatik ve sancılı dönemlerindendir. Ortaçağ’ın sefil skolastik karanlığı ile boy ölçüşebilecek kertede neredeyse! Bu ağır – katlanılması olağanüstü zor yabanıl (vahşi) sömürü koşulları, o dönemin Manchester’daki devasa dokuma tezgahlarının sahibi sermayedar patronun genç ve asi oğlu Engels’i bile isyan ettirmişti..
Film yer yer Almanya, İngiltere ve Fransa mekanlarında çekilmiş ve 3 dilli, alt yazılı idi.

1848, insanlık tarihinin dönüm noktalarındandır ve Komünist Manifesto‘nun yayımlanma tarihidir. Kuşku yok, Marx da, Engels de ve görkemli ürünleri Komünist Manifesto da
ayrı ayrı ve başlı başına Diyalektiğin kaçınılmaz ürünleri ve kanıtlarıdır.

Manifesto’nun temel felsefesi ve istemi günümüzde de geçerlidir ve insanın insanı her tür sömürüsüne son verilene dek insanlığın gündeminde, canlı, haklı, meşru kalmaya ve de milyarlarca insanı doğallıkla heyecanlandırıcı, uğruna savaşılası… olmaya devam edecektir. Günümüzde bu vahşet, “Küreselleşme” = Yeni Emperyalizm… adı altında post-modern (!)
yüz kızartıcı ve o ölçüde de ağır(laştırılmış) sömürü yöntemleriyle sürdürülüyor ne yazık ki!

İlkel kapitalizm “maksimum kâr”dan hiç olmazsa “makul kâr” a terfi edemedi!?

Batı cephesinde hem yeni bir şey yok, hem de çooook şey var Marx – Engels’in olağanüstü katkılarıyla.. Köprülerin altından çoook sular aktı 169 yılda..

  • Ve umarız – öngörürüz ki;
    çağımızın proleteryası mavi yakalı sanayi emekçileri değil,
    yüksek ve iyi eğitimli, donanımlı – bilezikli, birkaç yabancı dil bilen
    ve geçerli meslek sahibi, çağcıl kitlesel iletişim araçları ustası;
    ama yine de utanmaz – akılsız – köhnemiş – yaşlanmış.. vahşi kapitalizm tarafından
    hala gelecek umutlarını yok edercesine ölçüsüz sömürüyü dayatmaya kalkışan,
    500 yaşını geçmiş, dişleri dökülmüş… tükenmiş kapitalizmi = sermaye diktasını..
    bu beyaz yakalı gençler tarihin çöplüğüne atacaklardır..
    Hem de 21. yy. bitmeden, şafak yakındır!
  • Yok edin insanın insana kulluğunu, bu hasret bizim.. (Nazım H. Ran)

Düşmezse Düşmesin Yakamızdan Ölüm,
Bizim de Üstümüze Güneş Doğacak Gülüm,
Gülüşüne Bir Kurşun Sıksa da Ölüm,
Unutma ki Umuda Kurşun İşlemez Gülüm…

Filmin izlenmesini şiddetle salık veririz.. İzleyiniz, öneriniz..
Gençleri götürüp ardından onlarla gelecekleri hakkında sohbet ediniz..
İnanın çok güzel olacak.

Sevgi ve saygı ile. 22 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Gürhan Fişek’i kaybettik

Prof. Dr. Gürhan Fişek’i kaybettik

 14 OCAK 2017, http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/gfisek-6524.html 

TTB İşçi Sağlığı Kolu kurucu başkanı ve 1988-1990 ile 1990-1992 dönemi TTB Merkez Konseyi üyesi Prof. Dr. Gürhan Fişek,  14 Ocak 2016 günü yaşamını yitirdi. Fişek, 16 Ocak 2016 Pazartesi günü saat 10.00’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenecek tören ve Maltepe Camisi’nde kılınacak öğle namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

Türkiye’de halk sağlığının önderi ve sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerinin mimarı olan
Prof. Dr. Nusret Fişek’in oğlu Prof. Dr. Gürhan Fişek, 30 Mart 1951’de dünyaya geldi.
1976 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1985’te Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sosyal politika konusunda, 1987’de ise Hacettepe Üniversitesi’nden iş sağlığı alanında doktora derecesi aldı.

Sosyal güvenlik, iş sağlığı güvenliği, iş sağlığı güvenliği denetimi, hükümet dışı kuruluşlar, sosyal hekimlik politikaları, sosyal dışlanma başlıklı dersler verdi.
1999 yılında Profesör unvanı aldı.
1982 yılında hazırlıklarına başlanan Fişek Enstitüsü’nün kurucuları arasında yer aldı.

Bir dönem Ankara Üniversitesi SBF’de Fakülte Yönetim Kurulunda görev yapan Fişek, fakültede ders vermeye devam ediyordu.

TTB Merkez Konseyi olarak Prof. Dr. Gürhan Fişek’in vefatından duyduğumuz üzüntüyü
dile getirir, yakınlarına ve ailesine başsağlığı dileriz.

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/gfisek-6524.html)
=============================
Dostlar,

Acımızı tarif etmemiz çoook güç. Merhum Gürhan hoca Hacettepe Tıp’tan arkadaşımızdı. Bizden 1 yıl önce mezun olmuştu (1976). Babası Prof. Nusret Fişek Haccetepe’de modern Halk Sağlığı Bilimlerini kurmuştu,
biz de daha 1. sınıfta kendisini tanımış ve Toplum Hekimliği – Koruyucu Hekimlik – Sosyal Tıp – Halk Sağlığı dalında uzmanlaşmıştık.

Gürhan İşçi – Emekçi sağlığına gönül vermişti. Bu alanda Doktora eğitimine başladı.
Hocası Prof. İsmail Topuzoğlu O’nu, “Sosyal Politika” alanında kendini geliştirmek üzere SBF’ye yönlendirdi. Bu master eğitiminde çoook başarılı olunca Doktoraya devamı istendi.
Onu da çok başarılı tamamlayınca (1985), çok ilginç biçimde,

  • Bir Tıbbiyeli olmasına karşın, SBF’de (Mülkiye’de) kariyer yapması istendi, yaptı!
    2 yıl sonra İş Sağlığı Doktorasını Hacettepe’de tamamladı (1987). 

Gürhan’ın ağabeyi Kurthan abimiz SBF’de “Yönetimbilm” hocası idi.
Karizmatik ve efsane bir hoca.. “Sıfırcı hoca”! “YÖNETİM” adlı kitabı klasikleşti ve ardılları bu kitabı “Das Yönetim” adıyla SBF’de – Mülkiye’de sürdürüyorlar.

Fişek Enstitüsü‘nün kurucusu oldu. Çalışan Çocuklar Eylem ve Bilim Vakfı oldu burası.
Emekçinin özellikle de çocuk emeğinin savunmanı oldu bu vakıf yıllarca…
Örnek İş Sağlığı Güvenliği hizmetleri veren işletmeler kurdu, yönetti.
Sosyal Politika ve İş Sağlığı Güvenliği alanına değerli bilimsel katkılar verdi.

Birkaç yıl önce, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 3’te verdiğimiz Küreselleşme ve
Halk Sağlığı (seçmeli) dersinde konuk öğretim üyemizdi. Küreselleşme = Yeni emperyalizmin emeğe, iş ve işçi sağlık ve güvenliğine, emek haklarına dönük sistemli ve yabanıl (vahşi) saldırılarını anlattı bize.. Hayranlıkla izledik..

Gürhan son birkaç yıldır şiddetli bel ağrıları çekiyordu. Tekerlekli sandalyeye düşmüştü.
Derdini sormuş ama özeline saygımız gereği de yanıt verip vermeme hakkı olduğunu belirtmiştik elbette. Elden gelen her şey tıbben yapıldı. Ama olmadı, olamadı..

Edirne‘den ayda bir yapılan Toplum Hekimliği – Sosyal Tıp toplantılarına evine konuk olduğumuz olurdu. Eşi sevgili Oya‘nın güleryüzü ve cömert ikramları ile bir fikir kulübü imecesi idi yapmaya çalıştığımız..

Gürhan ile bir ortak özelliğimiz daha vardı : O lisansüstü eğitim ile Sosyal Politika Doktorası yapıp Mülkiyeli ve Mülkiye’de hoca olmuştu. Biz ise Mülkiye’de lisans eğitimi yaparak
klasik anlamda Mülkiyeli olmuştuk.

  • Tıbbiyeden 2 Mülkiyeli idik.. Ya da Mülkiye’de 2 Tıbbiyeli..
    Şimdilerde yalnız hatta öksüz kaldık!

Ülkemize kattıkları sayıp – yazmakla bitmez.. O’nu yetiştiren babası Prof. Dr. H. Nusret Fişek ile annesi Perihan hanıma, abisi Kurthan ağabeye de şükran doluyuz elbette..

Aziz anısının ve Fişek Enstitüsü‘nün yaşatılması gerekiyor..
Gayret Oya hanım ve oğul Doruk.. Hep yanınızda olacağız.. Acınız acımızdır..

O’nu, sevgili dostum Gürhan’ı yarın, 16 Ocak 2016 Pazartesi günü saat 10.00’da
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenecek tören ve Maltepe camisinde kılınacak öğle namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığında toprağa vereceğiz…

O’nu, büyük yurtsever ozanımız Nazım Hikmet‘in doğumunun 115. yıldönümünde aşağıdaki şiiriyle anarak uğurlamak istiyoruz..

YAŞAMAYA DAİR 
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Vatan Partisi’nin Tahran temasları : BOP’a karşı BAPP

BOP’a karşı BAPP

Vatan Partisi’nin Tahran temaslarıyla bölgede barışı sağlamak için ilk adım atıldı. Kurulan ortak platform için Korkmazcan, ‘Bu Türkiye için değil dünya barışı adına zorunlu bir
inşa hareketidir.’
dedi

BOP'a karşı  BAPP
Aydınlık / Ankara

VATAN Partisi‘nin Tahran temaslarının sonunda Türkiye ve İran arasında Batı Asya Parlamenterler Platformu’nun (BAPP) temeli atıldı. Platformun Türkiye temsilcisi,
Türk Parlamenterler Birliği Onursal Başkanı Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hasan Korkmazcan olarak belirlenirken İran temsilcileri ise eski İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ile İran İslami Danışma Meclisi Dış Siyaset ve Milli Güvenlik Komisyonu Başkanı Alaaddin Burucerdi oldu. Vatan Partisi heyeti, İran ziyaretini önceki gün tamamladı. Vatan Partisi
Genel Başkan Yardımcısı E. Korgeneral İsmail Hakkı Pekin ile Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hasan Korkmazcan, temaslara ilişkin değerlendirmelerini basın mensuplarına aktardı.
Hasan Korkmazcan, BAPP’ın kurulduğu müjdesini verdikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Artık emperyalist ülkelerin belirlediği ölçülerle bu ülkelerin dış politikaları güvenlik
ve ekonomi politikaları tespit edilemeyecek, bölge ülkeleri karşılıklı saygı çerçevesinde, karşılıklı çıkarlarını ortaklaşa belirleyebilmek amacıyla değişik alanlarda kurullar oluşturacaklar. Bunun siyasi alanı da Batı Asya Parlamenterler Platformu‘dur.
Şu anda bölgedeki siyaseti BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) belirliyor.
Biz BOP’a karşı BAPP diyoruz.”

Vatan Partisi olarak İran’la her alandaki çalışmayı entegre bir plan çerçevesinde yürüteceklerini vurgulayan Korkmazcan, “Türkiye-İran ilişkilerinin, küresel siyasete
çok etki edecek bir çekirdek hareketi başlattığı kanaatindeyim.”
dedi.
AVRASYA’NIN AĞIRLIĞI
Korkmazcan, BAPP’ın neden kurulduğuna ilişkin bilgi verdi. Korkmazcan,
“Küresel açıdan dünyadaki bütün eğilimler, bütün araştırmalar Avrasya bölgesinin ağırlığının önümüzdeki on yıllarda artacağını gösteriyor. Türkiye’de çok ciddi bir siyasi paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Bu sadece Türkiye için değil dünya barışı için de zorunlu bir
inşa hareketidir.” açıklamasını yaptı.
Bölgesel ve küresel sorunları konuştuklarını belirten İsmail Hakkı Pekin, “Ahmedinejad’ı
ziyaret ettik. Kendisi antiemperyalist bakışıyla bilgiler verdi ve bizim partimizi ve önerilerimizi desteklediğini söyledi. Stratejik Araştırma Merkezleri arasındaki çalışma gruplarıyla Türkiye ve İran’da bölgesel ve küresel olaylarla ilgili senaryolar ve düşünceleri değerlendireceğiz.” dedi.
Gezinin çok verimli geçtiğini ifade eden Pekin, “İranlı yetkililer Türkiye ile bölgesel sorunları görüşmeye hazırlar. Ama Türkiye’nin çıkışları onları korkutuyor. İran’la ilişkilerimizde
çok daha dikkatli davranmamız gerekiyor. İran bölgede bizim dayanak olabileceğimiz,
barış sağlayabileceğimiz bir ülke olursa, bölge barışını tesis edebileceğimiz büyük, geniş
ve olanakları olan bir ülke.” diye konuştu.

VATAN PARTİSİ İRAN MECLİSİ’NDE

Genel Başkan Yardımcısı İsmail Hakkı Pekin başkanlığındaki Vatan Partisi heyeti önceki gün İran Meclisi’nin Merkez Bankası konulu oturumuna katıldı. Heyet, İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Siyaset Komisyonu Başkanı Alaeddin Burucerdi ile görüştü. Burucerdi, Vatan Partisi heyetinin BAPP önerisinin İran tarafından kabulünü ilan etti. Yaklaşık 2 saat süren toplantının gündemi ise bölgesel gelişmeler, emperyalizme karşı mücadele ve
Batı Asya Birliği oldu.
Vatan Partisi heyetini İran Meclisi’nde ağırlamaktan duyduğu mutluluğu dile getiren Burucerdi, AKP Hükümeti’nin özellikle Suriye’de uyguladığı dış politikayı da sert bir şekilde eleştirdi. Burucerdi, “Vatan Partisi’nin devrimci ve dik duruşunu takdir ediyoruz. Ayrıca bölge ülkelerinin işbirliği halinde Amerika burada hiçbir şey yapamaz.” dedi.
==========================================

Dostlar,

Vatan Partisi’nin bu girişimi gözden kaçırılMAmalı..
Son derece önemlidir..Bu sitede BOP = Türkiye’yi bölerek Büyük İsrail denklemi kuruldu ve yazılar yazıldı.
AKP’nin ilk genel başkanı Bay RTE de onlarca kez, kameralar önünde

“Biz BOP eşbaşkanıyız ve bu görevi yapıyoruz..” buyurmuştu.BOP_haritasi

BOP’un bölücü anlamı ve işlevi yukarıdaki haritada..Bu eylemin hukukta karşılığını yazamıyoruz.. Suç oluyor..
Suçun konusunu oluşturan kabul edilemez hukuk dışı eylemi apaçık yapan ve meydan okuyarak itiraf edenlere birşey yapılamıyor ama bu tabloyu açıklayanlara hakaret davası açılıyor..

Böylesi rejimler siyasal yazında (literatürde) DİKTATÖRLÜK – DESPOTİZM – FAŞİZM’dir.
Türkiye tam da böylesi bir dayatma içindedir.

Bu bakımdan Vatan Partisi’nin BOP’u çöplüğe atacak BAPP girişimi son derece önemlidir ve sahip çıkılması gerekmektedir. Ortadoğuya barış, Batı Emperyalizminin bu bölgede koçbaşı / taşeronu olarak rol üstlenen Türkiye ile getirilemez. Bugüne dek yapılan tam da budur ve
ağır sonuçları ortadadadır. Bölge kan gölüdür ve ülkeler iç savaşla parçalanmaktadır.
Filistin, Lübnan, Ürdün, Suriye, Irak, Libya, Sudan.. parçalanmıştır. Türkiye de bu tehlikeli
ve kabul edilemez aşamanın kritik eşiğine sürüklenmiştir.

Bir an önce bu tehlikeli – ülkemizi iç savaş ve bölünmeye sürükleyen politikalar bırakılmalı
ve Bölge ülkeleri ile dayanışma içinde Küreselleşme = Yeni emperyalizme karşı direnişi Küreselleştirmelidir!

Vatan Partisi’ne bu ufuklu – derinlikli stratejik girişimleri için teşekkür ederiz..
Başbakan Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabını – tezlerini nereye koymalı bu arada?

Sevgi ve saygı ile.
2 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

16 Ekim 2014 Dünya Gıda Günü


16 Ekim 2014 Dünya Gıda Günü

Dostlar,

Bu gün Dünya Gıda Günü..

Çok bir anlam taşlıyor mu bilemiyoruz..

2002’de bir BM konferansında FAO Başkanı haykırıyordu :

  • AÇLIK; sosyal ve siyasal gerilim yaratır. Uluslararası istikrar ve barışa tehdittir! Açlıkla mücadele ediniz!” (FAO Genel Müdürü Jacques Diouf;
    IFAD, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu; WFP, Dünya Gıda Programı 
    BM Konferansı , 19.03.02 / Monterrey, Kanada)

ERADICATE EXTREME POVERTY AND HUNGER

Görüldüğü gibi ağır yoksulluğun ve AÇLIĞIN kökünü kazımak,
3. Binyıl Kalkınma Hedefleri (MDG- Millenium Developmental Goals) içinde
8 hedeften 1 numara olanı.

Ancak aradan geçen 13 yılda bu hedeflere yaklaşmak şöyle dursun,
giderek uzaklaşıyoruz.

Bu KABUL EDİLEMEZ sapmadan başlıca sorumlu olan; elbette
KÜRESELLEŞME = YENİ EMPERYALİZMİN dayattığı vahşi kapitalizm ve piyasacılık, sosyal devletin tasfiye edilmesi, esnek istihdam ve iş güvencesizliği,
emeğin örgütsüzleştirilmesi, gelir dağılımının iyice bozulması ve ..
YOKSULLUĞUN – YOKSULLAŞTIRMANIN yatay ve dikey boyutlarda büyümesi..

Aşırı, gereksiz ve dengesiz hızlı nüfus artışı da başlıca etmenlerden..
Her yıl 80 milyonluk bir kitle (Türkiye nüfusunca!) hiç ama hiç gerekmezken,
tehlikeli biçimde dünya nüfusuna ekleniyor..

  • ARTIK HER AİLEYE 1 ÇOCUK KAÇINILMAZ OLDU!

Günümüzde kabaca her 7 insandan 1’i (yaklaşık 1 milyar kişi!) -haydi AÇ demeyelim- yeterli ve dengeli beslenemiyor.. Bunların 300 milyonu çocuk.

Bu muazzam “AÇ” kitle, yıllık her 5 ölümden 1’inin de kaynağı.

Öte yandan 1 milyar da şişman (obes) dünyalı var..

Etti mi 2 milyarlık devasa bir yük..

Toplam nüfus da yaklaşık 7,25 milyar..
Muazzam bir sosyo – ekonomik yük; benzetmek uygunsa bi-polar bozukluk..
Ama Küreselleşen kapitalizm rantının peşinde..
3-4 onyıl önce hızlanan “fast food” kültürü bu süreçte çoook kazandı.
İnsanlar şişmanladı.. (başka nedenlerle de).. şimdi de obesite tıbbı – cerrahisi ile kazanıyor..

Win win bu olsa gerek.
Kapitalistler her durumda kazanıyor..

Nasıl başetmeli?

Bizim de geçmişte Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği Dalında Tıpta Uzmanlık eğitimi aldığımız Hacettepe Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD’nın çalışkan – üretken akademisyenleri böylesi günleri değerlendirerek bir kamuoyu farkındalığı yaratma, kitlelere sağlık eğitimi verme fırsatını kullanma amaçlı metinler üretiyor ve
web sitelerinde yayımlıyorlar, ilgili sanal ortamlarda paylaşıyorlar..
Kendilerine (başta genç Prof. Dilek Aslan olmak üzere) teşekkür borçluyuz.

Bu gün yayımlanan metin aşağıda.. Lütfen tıklayarak okur musunuz??

16.10.14_Dunya_Gida_Gunu

HALK SAĞLIĞI Dalında Uzman bir hekim olarak elbette biz de benzer çabalar içindeyiz.
Geçmişte (1980 ortaları), Gıda ve Su Analizleri yapan bir Bölge Halk Sağlığı Laboratuvarı’nın Müdürlüğünü üstlendik. O dönemde Sağlık Bakanlığı sorumlu idi
bu işlevden. 2010’dan bu yana (5996 sayılı yasa ile) Gıda işleri Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına devredildi. Su ise hala Sağlık Bakanlığında (5996 sayılı yasa md.27).

Çalıştığımız Üniversitelerde Gıda – Beslenme… konularının eğitimini üstlendik,
bilimsel araştırmalarımız oldu.. Halen AÜTF (Ankara Üniv. Tıp Fak.) Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda da bu dersleri yıllardır üstlenmiş durumdayız.

Dönem V’te verdiğimiz bu dersleri sürekli güncelleyerek öğrencilerimizin – ilgilenenlerin bilgisine sunuyoruz. Son biçimiyle bir kez de bu dosya aracılığıyla paylaşalım…
140 yansıdan oluşan oldukça kapsamlı – varsıl, emekli bir bilimsel dosya..

  • “GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONU”.. başlıklı.

İncelemek için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??
Bu emekli dosyanın paylaşılması, önerilmesi, dağıtılması dileğimizdir.

Gida_Guvenligi_ve_Sanitasyonu

Yeterli ve dengeli beslenme bir temel insanlık hakkıdır (İHEB md. 25)
ve yer yüzünde tek 1 insan bile bu haktan yoksun bırakılmalıdır..

Hemen BU GÜN!

Sevgi ve saygı ile.
16 Ekim 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Doğumunun 96. yılında NELSON MANDELA ve Gazze’de İsrail’in Soykırımı


Doğumunun 96. yılında NELSON MANDELA ve Gazze’de İsrail’in Soykırımı..

Nelson_Mandela'nin_96._ dogum_gunu_kutlu_olsun

Dostlar,

Bir özgürlük kahramanı, bir bilge, bir filozof, bir halk savaşçısı, bir direniş anıtı..

İngiliz emperyalizmi, Güney Afrika’nın gerçek sahibi olan Güney Afrikalılarca yönetilmesi için bağımsızlık savaşı başlatan Mandela’yı sudan gerekçelerle hapse atmış ve
bu onurlu tutsaklık 26 yıl sürmüştü..

  • Mandela zindanlarda vereme yakalanmış, kan tükürmüş
    ama diz çökmemişti..

Utku, direnen ve savaşımını sürdüren örgütlü Güney Afrika halkının oldu..

İngilizlerin ırkçı APPARTHEID rejimi uzun onyıllar süren özgürlük savaşımı ile
ve on binlerce can bağımsızlık uğruna şehit – gazi verilerek Soweto’da, Johannesburg’da… çökertildi.

Mandela serbest bırakldı ve halkının başına geçti yaşamının son yıllarında..

Geçtiğimiz yıl O’nu yitirdiğimizde (5 Aralık 2013) web sitemizde kapsamlı dosyalar yayımladık (http://ahmetsaltik.net/2013/12/17/nelson-mandela-yasamini-yitirdi/, 17.12.13). Bakılmasını dileriz..

Güney Afrika’nın Efsane lideri öldüğünde 95 yaşındaydı.
Mandela’nın ölümünü saat 22.45’te Devlet Başkanı Jacob Zuma
‘Halkımız babasını yitirdi’ sözüyle açıklarken ulusal yas ilan edildiğini belirtti.

Tıbbiye’de öğrenci iken, “zindanda kan tüküren Mandela”,
karabasanlı ıslak düşlerimizin konuğu olurdu.. Dertleşirdik!

İngiliz kültür emperyalizminin koyduğu İngiliz adıyla Nelson Mandela,
halkının – oymağının (kabilesinin) koyduğu özgün adıyla MADİBA!
Selam olsun sana…

İnsanlık tarihi, senin paha biçilmez katkılarını ve öğrettiklerini, özgürlük savaşı destanını, kahrolası emperyalizme boyun eğmeyen yiğit ve onurlu başını
hiç ama hiç unutmayacak!

Senden öğrenmeyi ve dahası güç almayı sürdüreceğiz koca kara derili anıt adam!

  • Taa ki; senin gibi büyük bir özgürlük savaşçısı olan masum – mazlum – mağdur Anadolu halkının bağımsızlık önderi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün
    büyük bir öngörüyle haykırdığı gibi :
  • “Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak
    ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.”

Ve tüm dünya senin ve Yüce ATATÜRK’ün öğütlerini – uyarılarını hiç aklından çıkarmamalı :

  • Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak kapitalizme karşı
    ulusça savaşmayı gerekli gören toplumsal bir mesleği izleyen insanlarız.

Demek ki Madiba; hepimizin 2 mesleği olacak.. Biri olağan uğraşımız, ekmek kapımız ve klasik toplumsal sorumluluğumuz;

Öbürü Madiba; 2 kadim düşmanı iyi belleyeceğiz.. Kadim Mustafa Kemal onları beynimize kazıdı.. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak kapitalizme karşı sürekli olarak, 2. bir meslek edinerek, moda deyimle “7/24 örgütlü savaşım”ı sürdüreceğiz.

İnsanlık onuru elbet üstün gelecek..

Son onyıllarda bu kez KÜRESELLEŞME = YENİ EMPERYALİZM masalları ardına saklanarak insanlığa kan kusturmayı sürdürüyorlar..

Bu hayasız yüzsüzlüğü insanlara vargücümüzle anlatacağız, anlatmalıyız Madiba!.

MADİBA“; sana selam olsun çoooook hoş sada bıraktığın bu ölümlü dünyadan!

Yapacak çoook işimiz var..
Eli kanlı iğrenç SİYONİZM, Ortadoğu’da Gazze’de mazlum Filistin halkına
kan kusturmayı sürdürüyor. Uygar dünya seyrediyor..

Türkiye’nin stratejik (trajik?!) müttefiki göz yummayı sürdürüyor ve Türkiye de kuru gürültü çıkarıyor.. Düne dek Gazze’yi bombalayan İsrail uçaklarına yakıt sağlıyordu
AKP iktidarı hiç sıkılmadan.

260’ı aşkın masum ve silahsız Filistin’li kadın-çocuk-yaşlı kahpece öldürüldü..
Zaten 360 km2 bir avuç toprakta 1,75 milyon yoksul – yoksun garip halk yaşama tutunmaya çalışıyor.. Havadan-karadan-denizden İsrail ablukası yıllardır utanmazca sürdürülüyor. Tek yaşam kanalı yeraltından Mısır’a bağlanan Gazze tunelleri..

Bir halk, kendi topraklarında yaşayabilmek için yeraltından tunel kazarak yaşam umudunu Mısır’a bağlıyor ve “tek dişi kalmış medeniyet” (Mehmet Akif Ersoy) izliyor..

Batsın sizin emperyal – soykırımcı – eli kanlı uygarlığınız.. ve de özellikle işbirlikçileriniz..

  • Mazlum Filistin halkına en içten dayanışma duygularımızı bildiriyor;
    Yahudi ırkçılığı olan SİYONİST EMPERYALİZMİNİ lanetle kınıyoruz.
  • Önceki gün, İsrail Büyükelçiliğinin önünde “kınama” eylemine katıldık;
    görün-duyun!
  • İsrail, uluslararası hukuk terimi ile “HAYDUT DEVLET” olmuştur.
    İsrail Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne götürülmeli, yargılanmalı
    ve hak ettiği ceza yaptırımlarını görmelidir.
  • BM Güvenlik Konseyi derhal İsrail’i kınamalı, saldırıyı durdurma kararı almalıdır. Bölgeye ivedilikle BM Barış Gücü yerleştirilmelidir.

Bu zulmü – soykırımı – etnik temizliği onaylamayan Dünyanın her yerindeki Yahudileri özellikle ve en başta, en önde derhal ayağa kalkarak İsrail hükümetini durdurmaya
davet ediyoruz.

İlk ve asıl görev, SİYONİST OLMAYAN (?!) bu büyük ve yaygın
Yahudi diyasporasınındır.

Bu gün ve hemen ve derhal girişim yapmazlarsa, “jenosit suçuna ortak” olacaklardır ve Yahudi = Musevi = SİYONİST denklemi ister istemez kurulacaktır..

Madiba; iyi ki Filistin’deki İsrail zulmünü görmedin, yüreğin kanardı bizim gibi..

(Yazının pdf biçimi : Dogumunun_96._yilinda_NELSON_MANDELA_ve_Gazze’de_Israil_Soykirimi)

Sevgi, saygı ve ACI ile, İSYAN ile.
18 Temmuz 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Mali’de Son Durum..


Dostlar
,

Uzun yıllar Fransız sömürgesi olarak tutulan Mali’de Fransız işgali ve

  • “Uygar Batı” nın bir “koalisyon klasiği” daha..
BM’den ses yok, Atlantik ötesinden de tık..
Her şey uluslararası hukuka uygun (!)
İşte böyle bir BM sistemi içindeyiz.
Adına da Küreselleşme (= Yeni Emperyalizm!) demekteler.
Japon arabası Toyota’nın üzerinde, hiçbirini kendisi üretmediği silahlar ve de cephaneyle kısır çekişmeler içindeki İslami terörist gruplar da bu “müdahaleye” zemin hazırlamakla adeta misyon yüklü..

El Kaide
şimdi başta ABD, Batı için tehdit mi?
Evet, sistemin düşman gereksinimini karşılamakla ödevli!
Bu harami düzeni nereye dek ??
  • Dünya halklarının uyan(dırıl)ması ve
  • DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ.. tek yol!
Mali’de son durumu Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan, Der Spiegel‘den derlemiş..
Bizlerle paylaştı, teşekkür ederiz.. Biz de sizlere PDF olarak sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 18.1.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

Dostlar,

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Bilim Danışma Kurulu’nda birlikte çalıştığımız, Ankara Üniversitesi’nden de akademik meslektaşımız, değerli Devrim Tarihi uzmanı Prof.Dr.Bige Sükan’ın 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

başlıklı özlü ve çok öğretici yazısını paylaşmak istiyoruz.

Özellikle gençlerimizle okumalı, tartışmalıyız..

Sevgi ve saygı ile.
18.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Prof.Dr.Bige Sükan
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
bige sukan

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

Ulusal Devlet

Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru, “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır. Dolayısıyla kimi çevrelerce dile getirilen “Türk ulusunu bir arada tutan unsur dindir” söylemi, Türk ulusunun varlığını, birlik ve bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek son derece tehlikeli bir yaklaşımdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması yine Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya atılan ve Türkiye’nin eski Osmanlı sınırları içindeki bölgelerde yeni politikalar üreterek etki alanı oluşturması gerektiği düşüncesine dayanan Neo-Osmancılık, günümüzde ulusal devleti zedeleyebilecek yaklaşımlara verilebilecek bir başka örnektir. Öte yandan yine 1990’lı yıllardan başlayarak gerek iç gerek dış güç odakları tarafından Türkiye’de Kemalizmin ve
ulus-devlet anlayışının terk edilmesi düşüncesinin aşılanmaya çalışılması acaba bir tesadüf müdür?

Tam Bağımsızlık

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği ise “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre “tam bağımsızlık”; siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık demektir. Dolayısıyla nasıl ki Atatürk döneminde imzalanan tüm uluslararası antlaşmalarda kapitülasyonlar konusunda ödün verilmemiştir, günümüzde de aynı uygulamaların sürdürülmesi gerekmektedir. Özellikle Türkiye’yi uygarlık ailesinin bir üyesi yapmak isteyen Atatürk’ün Türkiye için öngördüğü “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak” hedefine uluslararası ilişkilerde tam bağımsızlıktan ödün vermeden ulaşmak temel ilke olmalıdır.

1990’lı yıllardan başlayyarak gerek iç gerekse dış güç odakları tarafından Türkiye’de federasyonlardan oluşan bir yapılanmaya gidilmesi önerilirken, öbür yandan 2000’li yıllardan başlayarak Lozan Barış Antlaşması’nın yerine Türkiye’nin parçalanmasını öngören, ancak Ulu Önder Atatürk sayesinde yürürlüğe konulamayan Sevr Antlaşması’ nın Türkiye’ye kabul ettirilmesi ve bu çerçevede bağımsız bir Kürt devletinin kurulması yolunda istemler uluslararası düzlemlerde dile getirilmektedir.
Öte yandan “etnik ve mezhep milliyetçiliği” teşvik edilerek Kürt milliyetçiliğinin
yanı sıra Lazlık, Çerkeslik vb. gibi ayrıştırıcı etnisite bilincinin aşılanmaya çalışıldığı, bunun da ötesinde Avrupa Birliği’nin Kürtleri, Lazları, Çerkesleri, Yezidileri ayrı azınlıklar olarak kabul ettiği, örneğin Avrupa Birliği 2001 İlerleme Raporu’nda Alevi yurttaşlarımızdan “Müslüman azınlık” olarak söz edildiği bilinmektedir.
“Küreselleşme (yeni emperyalizm)” ise, bir yandan devletler üstü yetkilerle donatılmış örgütlenmelerle klasik devlet yapısını sarsmaya başlarken, öbür yandan “ulus” kavramının da giderek yerini etnik, kültürel ya da çıkar birliğine dayalı kavramlara bırakması tehlikesini birlikte getirmektedir. Küreselleşme sürecinde karşılıklı bağımlılık ilkesi savunularak tam bağımsızlık ilkesi göz ardı edilmektedir.

Ulusal Egemenlik

Ulusal Egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten Ulu Önder Atatürk olmuştur. Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştır. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, yalnızca padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa kimi hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasiyi özümsemiş ve benimsemiş olan Atatürk,
Milli Mücadele’nin ilk günlerinden başlayarak, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922),
ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir.

Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edildi.

Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu:

  • “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı; Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir. Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir saldırı kampanyası sürdürülmektedir. Bu sistematik saldırının odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik, asla iyi niyetli olmayan yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır. Öyle ki, kendi yıkıcılıklarını gizlemek için “numaracılık” da yapmaktadırlar. Gerek kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevrelerin gerekse dine dayalı düzen yanlılarının en çok eleştirdikleri konular arasında, Atatürk’ün diktatörlüğü ve altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışı gelmektedir.

ATATÜRK İLKELERİ – DEMOKRASİ İLİŞKİSİ

Demokrasi-Cumhuriyetçilik:

  • Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir.
Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, yalnızca hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik: Ulusal bir devlet olan yeni Türk devlet içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık: Atatürk, kendi yazdığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır:

  • “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka,
    halkın çoğunluğuna aittir…”
Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir.

Kaldı ki; yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek, herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik: Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü enaza indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik: Laiklik olmadan demokrasi olamaz.

Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil,
halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik: Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır;
ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenle halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet modelini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde
bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun
ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar.

  • Atatürk: devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı.
Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni
büyük rol oynamıştır. Öbür yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde
şu gerçeği de görmezden geliyorlar:
Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki
köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak, Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları
eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı.

Bunun da ötesinde;
  • Atatürk devrimlerini sürekli kılan ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.