Etiket arşivi: II. Cumhuriyetçiler

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Bige SÜKAN ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi,
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyesidir.

“Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi”

başlıklı önemli ve özlü yazısını okuyalım. okutalım..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi

portresi

Prof. Dr. BİGE SÜKAN

 

 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet; ulusal devlet, tam bağımsızlık ve
ulusal egemenlik
temelleri üzerinde yükselen bir Cumhuriyet’tir.
Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus, aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Dolayısıyla sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre bağımsızlık, her alanda tam ve gerçek bağımsızlıktır; yani siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel alanlarda tam bağımsızlık ve serbestliktir.
Atatürk’ün, ulusal devlet ve tam bağımsızlık ilkelerinin dışında, kurduğu yeni devlet düzeninin temel taşlarından biri olarak gördüğü bir diğer ilke “ulusal egemenlik”ti. Ulusal egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten kişi tabii ki O’ndan başkası olamazdı.
Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştı. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, sadece padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa bazı hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasi hayranı Atatürk, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922), ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir. Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün tasarladığı, uygulamaya koyduğu ve arkasına Türk ulusunu alarak başarıya ulaştırdığı Türk Devrimi’nin ürünüdür. Türk Devrimi ya da Atatürk Devrimi ise, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında gerçekleştirilen çağdaş ve uygar boyutlu ani ve köklü değişiklikler (devrimler) olarak tanımlanabilir. Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu: “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir.
Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir kampanya sürdürülmektedir. Bu kampanyanın odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır.

Türkiye’de Cumhuriyetin laik ve demokratik niteliklerine yönelik eleştiri getiren grupların başında herkesin bildiği gibi II. Cumhuriyetçiler ve dine dayalı düzen yanlıları bulunmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra bazı çevrelerin paniğe kapılarak liberalizme doğru kaydıkları ve bu çerçevede Atatürk’ü ve O’nun eseri Cumhuriyet’i yoğun bir eleştiri bombardımanına tutarak II. Cumhuriyet’i gündeme getirdikleri bilinmektedir. Bunların arasında gazetecilerin, bilim adamlarının, bürokratların, işadamlarının, siyasetçilerin bulunduğu da bilinen bir başka gerçek.
II. Cumhuriyetçiler, kendi ifadeleriyle “I. Cumhuriyet”i niçin beğenmemektedirler? II. Cumhuriyetçilerin genel anlamda eleştirdikleri Atatürk’ün kurduğu düzendir. Onlara göre bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından kurulan Cumhuriyet demokratik değildir;
o dönemde demokrasi olmadığı gibi, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesi bulunmamaktadır. Devrimler ise, halka rağmen hazırlanarak yukarıdan aşağıya bir hareket olarak zorla kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla bu çerçevede Atatürk diktatördür.
Tüm bu asılsız, bilimsellikten uzak ve kasıtlı iddialara karşın Atatürk, 1930 yılında yazdığı ve 1932-1939 yılları arasında ortaöğretimde Yurttaşlık Bilgisi kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet”, “vatandaşlık”, “devlet”, “ulus” kavramlarını işlemektedir. Görülüyor ki, Avrupa’da Nazizmin ve Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde demokrasi el kitabı niteliğinde bir kitap yazarak Türk halkını bu kavramlarla tanıştıran Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildir. Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: “Demokrasi prensibi, esas olarak ulusun egemenliğe sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.” Bu durumda, egemenliği padişahın elinden alıp Türk halkına veren, böylece demokrasinin temel koşulu olan “ulusal egemenlik” ilkesini daha Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin açılmasını sağlayarak uygulama alanına koyan Atatürk değil de kimdir?
Bu gerçekler tabii ki yadsınamaz; diğer yandan yoğun eleştirilere hedef olan Atatürk dönemindeki tek parti uygulamasının da Cumhuriyet rejimini koruma, devrimleri gerçekleştirme ve yerleştirme ihtiyacından doğan bir zorunluluk olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Atatürk’e göre demokrasi ile Cumhuriyet arasında zorunlu olan öncelik Cumhuriyet’tedir. Çünkü O’nun “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da belirttiği gibi, “Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Atatürk’ün de belirttiği üzere, Laiklik ilkesini benimsemeyen, saltanat ve hilafet özlemi çeken Cumhuriyet karşıtlarının gerek 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda gerekse 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda odaklanmaları, bu partilerin kapatılmasında veya kendi kendini feshetmesinde etken olmuştur. Dünyada hiçbir rejim kendi antitezini yaşatmaz veya hiçbir rejim kendisini ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere izin vermez. Türkiye’de de doğal olarak böyle olmuştur. Ünlü Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’ye göre, Türkiye’de 1945’e kadar tek parti olgusu olmuş, fakat tek parti ideolojisi veya doktrini mevcut olmamıştır. Dolayısıyla tek parti, zorunluluklar nedeniyle başvurulan geçici bir rejim olarak görülmüştür.

II. Cumhuriyetçiler’in şiddetle eleştirdikleri diğer konu ise, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışıdır. Böylesine haksız bir eleştirinin cehaletten mi yoksa gafletten mi kaynaklandığını bilmek güç! Ancak yadsınamayacak gerçek, altı ilkenin özünde demokrasi ilkesinin bulunduğudur. Bu durumda, “6 Ok” ile simgeleşen ve 1931’de CHP’nin ana nitelikleri olarak tüzüğe alınan, 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle de Anayasaya giren Kemalizmin dayanağı ilkelerle demokrasi ilkesi arasındaki ilişkinin irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Demokrasi-Cumhuriyetçilik                :

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir. Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik                       :

Ulusal bir devlet olan yeni Türk devleti içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ”tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık                          :

Atatürk, kendi eseri olan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır: “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir…” Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir. Kaldı ki, yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik                    :

Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü asgariye indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik                           :

Laiklik olmadan demokrasi olamaz. Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil, halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik                 :

Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır; ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenlerden ötürü halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet düzenini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar. Dolayısıyla Atatürk, devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı. Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni büyük rol oynamıştır. Diğer yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde şu gerçeği de görmezden geliyorlar: Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak; Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı. Bunun da ötesinde Atatürk devrimlerini sürekli kılan olgu, ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.

Prof. Dr. Bige SÜKAN
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü