Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Her gün daha çok yoksullaşıyoruz

authorYALÇIN KARATEPE

Her gün daha çok yoksullaşıyoruz

Enflasyon yoksullaştırır, yüksek enflasyon ise çok daha hızlı yoksullaştırır. TÜİK’in dün açıkladığı tüketici fiyat enflasyonu yoksullaşmanın hızla derinleştiğini gösteriyor. Resmi verilere göre Ocak ayında %11,1 yıllık bazda ise %48,69 olarak gerçekleşen enflasyon, ülkenin en temel sorunu olmaya devam ediyor. Üstelik bu oranlar manşete taşınanlar. Bizim harcamalarımızda ağırlıklı olarak yer alan mal ve hizmetlere baktığımızda artışın bunun çok daha üzerinde olduğunu görüyoruz. Mesela yıllık bazda gıda fiyatları %55,61, elektrik %95’e yakın artmış. Sanırım TÜİK, fiyatları böyle hızlı artan ürünleri daha az kullanacağımızı varsaymış olmalı ki bunların enflasyon sepetindeki ağırlığını düşürmüş. Siz de buna uygun davranırsınız artık; az yiyin, karanlıkta oturun ki TÜİK’in ortalama değerlerini yakalayabilelim.

Tabi enflasyon böyle hızla artarken gelirlerimizdeki artış buna paralellik göstermiyor, daha düşük artıyor. 2022 yılı asgari ücret açıklamasını kimin yaptığını hatırlıyor musunuz? Evet, Erdoğan yaptı ve asgari ücreti 1.425 lira artırarak 4.250 liraya çıkardıklarını duyurdu. Peki, bu açıklamayı neden Erdoğan yaptı? Çünkü yapılan artış “yüksek oranda” idi: %50. Bunu duyurmak siyaseten önemli bulunmuş olmalı. Oysa son açıklanan enflasyon verileri bize gösteriyor ki asgari ücrete yapılan zam enflasyonun altında kalmıştır ve ücret geliri elde edenler reel olarak yoksullaşmışlardır. Gelin bunun nasıl olduğunu gösterelim.

2021 yılı Ocak ayında asgari ücret 2.825 lira olarak açıklandı ve tüm yıl uygulandı. Fakat 2021 yılında yaşanan %36,02’lık enflasyon bu ücretin satın alma gücünün 1.018 lirasını eritmişti. Ama olsun, yeni ücret nasıl olsa 4.250 lira. Fakat Ocak ayında ortaya çıkan %11,1’lik enflasyon da bu yeni ücretin 472 lirasını silip götürdü. Satın alma gücü açısından toplam kayıp şimdi ne kadar oldu? Evet, 1.490 lira. Peki, asgari ücret kaç lira artmıştı? 1.425. Sonuç? 2021 yılına göre 65 liralık daha az alışveriş yapabilirsiniz. Üstelik henüz ilk ayın verisi ile durum bu. Gelmekte olan 11 ay daha var. Üstelik enflasyonun çok yüksek seyredeceğini Merkez Bankası bile söylüyor, yılın ilk yarısında %55 civarında olacağını grafiklere aktarmışlar. Dolayısıyla sabit gelirlilerin hızla yoksullaştığı bir dönemdeyiz. Burada asgari ücretlileri örnek olarak aldık ama diğer çalışanların durumu da farklı değil, onlar da yüksek enflasyon karşısında eziliyorlar.

ÜCRETLER GÜNCELLENMELİ

Peki, bunu önlemenin bir yolu yok mu? Var.

  • Ücretlerin en geç üç ayda bir enflasyona göre artırılması gerekir. Bunu talep etmeliyiz.

Gerçi bu reel olarak artış anlamına gelmese de, en azından satın alma gücünü birkaç ay korumamıza yardımcı olur. Koruma sözcüğünü kullanınca birden aklım “kur korumalı mevduata” gitti. Bu tanımdaki “koruma” sözcüğünü fark ediyorsunuz sanırım. Evet, birikimleri olanları “korumak için” her çabayı sarf eden iktidar, birikimleri olmayanları korumak için parmağını kıpırdatmıyor. Oysa asıl korunması gereken, ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan, sabit ve düşük gelirli olanlardır çünkü enflasyon onları doğrudan yoksullaştırıyor.

Üstelik iktidar, birikimleri olanların KKM üzerinden korunmasını her derde deva olarak sunuyor. Hangi ekonomik sorunu onlara sorsanız yanıtları KKM şu kadar arttı şeklinde oluyor. Sayın iktidar sahipleri, çözüm bu değildir. Çözüm doğrudan enflasyonu düşürmeyi hedefleyen politikaları hayata geçirmekle başlar. Ama görüyoruz ki onlar enflasyon ile mücadele etmeyi çoktan bırakmışlar. Onların her yeni ay bir öncekinden daha iyi olacak söylemlerine itibar etmeyiniz. Maalesef tam tersi oluyor ve olmaya devam edecek.

  • Unutmayın yoksullaşmanız kader değildir, iktidarın uyguladığı politikaların bir sonucudur.

Erdoğan’ın şansı

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet, 07 Şubat 2022 Pazartesi

 

“AİHM ne demiş, bizi ilgilendirmiyor” diyen Erdoğan, aldığı 10 ay hapis cezası için, daha sonra o cezanın adli sicil kaydından silinmesi konusunda, ardından Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) “milletvekili olamaz” kararına itirazında AİHM’ye başvurmuştu. Ancak gerek kalmamıştı.

2003… CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Erdoğan’ın imdadına yetişti! “Demokrasi” güzellemeleri içinde anayasada değişikliğe gidildi ve Erdoğan’a milletvekili olma yolu açıldı. Özetle, Erdoğan’ı başbakan yapan Deniz Baykal’dı. Demokrasinin geldiği yer ise ortada!

2007… AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’dü. Ancak TBMM’de 367 bulunamadığı için seçilemiyordu. Öyle ki Gül artık umut görmüyor ve cumhurbaşkanı olma sevdasından vazgeçiyordu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Gül’ün imdadına yetişti. MHP milletvekilleri TBMM’de 367’yi sağladı ve Gül cumhurbaşkanı seçildi. Özetle Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yapan, Bahçeli’ydi.

KILIÇDAROĞLU – BAHÇELİ İKİLİSİNİN ROLÜ

2014… Kılıçdaroğlu ve Bahçeli Cumhurbaşkanlığı seçiminde ittifak yaptı ve Erdoğan’ın karşısına Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkardı. Erdoğan kadar dinci bir adayla Erdoğan’ı yeneceklerini sandılar.

Ne dediğimizi anlatabilmek için öncesini anımsayalım: Türban konusu 2006’da hukuken kapanmış ve Erdoğan konuyu rafa kaldırmışken imdadına CHP’nin “özgürlükçü” yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yetişti. 22 Ağustos 2010’da “Türbanı biz çözeriz” dedi, 22 Eylül 2010’da Laiklik tehlikede değil dedi, 24 Ocak 2011’de “Siyaset yapmayan tarikatlara ve cemaatlere saygılıyım” dedi.

Sonuç? Türban, bırakın üniversiteleri, ilkokullara kadar girdi, “Türbana özgürlük” sloganı atanlar bugün “etek boylarına” karışıyor. Yasal olmadığı halde tarikat ve cemaatler yaygınlaştı. Şimdi Türkiye, çocuklarını tarikatlardan kurtarma sorununu tartışıyor.

Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesinin gerekçesi şuydu: Erdoğan’ın elindeki kozu almak! Oysa alındığı sanılan koz, hayata geçiyordu. İşte Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı da aynı mantığın sonucuydu. Tabii aslı varken kopyası işe yaramadı, Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi. Özetle, Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yapan Kılıçdaroğlu-Bahçeli ikilisiydi.

BAHÇELİ BAŞKANLIK YOLU AÇTI

1 yıl sonra… 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamadı. Başbakan Davutoğlu koalisyon arıyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim tekrarı istiyordu. Erdoğan’ın imdadına yine Bahçeli yetişti; önce hükümet kuramayan AKP’ye TBMM Başkanlığı kazandırdı, ardından koalisyon seçeneklerini baltalayarak erken seçimle AKP’nin hükümet kurabilme sayısına ulaşmasını sağladı.

1 yıl sonra… Bahçeli 11 Ekim 2016’da “Madem Erdoğan anayasaya uymuyor, fiili durum yaratıyor, o zaman anayasayı Erdoğan’a uyduralım” diyerek Erdoğan’a başkanlık yolu açtı.

Daha iki yıl önce miting meydanlarında birbirlerine en ağır hakaretleri savuran Erdoğan ve Bahçeli, Cumhur İttifakı’nı kurdu. Ardından yargıya baskıyı, “Anayasa Mahkemesi kapatılmalı” seviyesine çıkardılar.

KILIÇDAROĞLU’NUN SON DESTEĞİ

2018… CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ydi. AKP’nin elindeki olanakları kullanarak emrivaki yaptığı şartlarda CHP’nin sandıkları, tutanakları iyi denetlemesi hatta sonuç açıklama işine de el atması gerekiyordu. Beceremedi. Bugün o süreçle ilgili İnce, Kılıçdaroğlu’nu, Kılıçdaroğlu, İnce’yi suçluyor ancak iki tarafın da hatalı olduğu görülüyor. Sonuçta CHP sandık tutanaklarının önemli bir kısmını alamadı, CHP’nin sonuç açıklama sistemi çuvalladı, İnce“Adam kazandı” mesajı atarak ortadan kayboldu. Oysa bir yıl önceki referandumda Erdoğan’ın “Atı alan Üsküdar’ı geçti” demesinden bile CHP’nin çok ders çıkarması gerekiyordu.

Ve bugün… CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Erdoğan’ın 3. dönem adaylığına itirazımız yok” diyor! Oysa anayasanın 101. maddesi açık: “Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir.”

Ana muhalefet partisi liderinin anayasayı takmayanlar kervanına katılması, YSK’nin Erdoğan’ın adaylığını kabul etmeme olasılığını iyice azaltmış oldu. Dahası kamuoyunun bu yönde yapacağı baskıyı da şimdiden frenlemiş oldu.

Kısacası, Erdoğan şanslı!

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 09 Şubat 2022

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 09 Şubat 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

BAĞIMSIZ

Avrupa Konseyi, AİHM kararına rağmen Kavala’yı tahliye etmeyen Türkiye’yi AİHM’e havale etti.

Karara tepki gösteren Dışişleri Bakanlığı; ”Ülkemizde devam eden bağımsız yargı sürecine müdahale edildiğini ”açıkladı.

Yargı süreci tamam da “bağımsız yargı” anlaşılmadı?..

KDV

CHP Milletvekili Turhan Aydoğan’ın elektrik, su, doğalgazdan KDV alınmaması için verdiği önerge Cumhur ittifakınca reddedildi.

Seçimde KDV olarak döner…

PİK

Şubat ayı %48.6 enflasyon ile rekor kırdı. “Enflasyon Ocak’ta pik yapar” diyen Bakan Nebati şimdi de “Nisan’da pik yapar” dedi.

Nisan olmazsa Mayıs, o da olmazsa Haziran iyidir.

SOY

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Feleknas Uca, bölücü terör örgütü PKK’ya karşı yapılan “Kış Kartalı” operasyonunu ‘soykırım’ yalanıyla hedef aldı. Uca, NATO ve AB’ye çağrı yaptı.

Terörün vekili…

DUA

Corona’ya yakalanan RTE mesajında “… Görevimizin başındayız. Çalışmalarımıza evde devam edeceğiz. Dualarınızı bekliyoruz.” yazmış.

Her dakika duacıyım…

HAPİS

RTE, “Ben istirahatlere pek alışık değilim, şimdi böyle bir durum oldu, yani bizi eve hapsettiler.”

Beteri var…

BANKAMATİK

İBB’den 1.5 milyon TL’ye yakın astronomik burs alan AKP’li Eski Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın kardeşi de 18 yaşında üniversiteye başladığında İBB’de işe başlamış.

Bunlar İmamoğlu’nu hedef tahtasına koymasın da ne yapsınlar…

ÖNEMSİZ

Corona vakaları günlük yüz bini, ölümler 200’ü geçmişken Sağlık Bakanı “ Endişelenmeye mahal yok” dedi.

Haklı, en fazla ölürüz…

HESAP

Kocaeli Belediye Başkanı Tahir Büyükakın “2023’te 100 yıllık büyük hesaplaşma olacak” dedi.

Geleceği görmüş. Seçim ve hesap kesim tarihi…

MİLLİ

Devlet Bahçeli, ABD Büyükelçisinin göreve başlar başlamaz İmamoğlu’nu ziyaret etmesine tepki gösterdi.

Haklı. Ancak:

Washington Büyükelçimiz Murat Mercan’ın güven mektubu, gidişinden aylar sonra Beyaz Saray Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi tarafından bir restoranda kabul edilmişken, ABD Ankara Büyükelçisinin gelişinden bir hafta sonra sarayda Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilişini de eleştirebilseydi, hem daha haklı hem dürüst hem de milliyetçi olurdu…

HELAL

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dönmez, perşembe gününden bu yana ciddi elektrik kesintileri ve kar esareti (AS: tutsaklığı) yaşanan Isparta’ya giderek “Hakkınızı helal edin, birkaç gün enerjisiz kaldınız” dedi.

Halk zamlı faturaları ödemezse helal mi edilecek, faizi mi istenecek?

Şeriatla mı yönetiliyoruz? Helallik dilemek mi hesap vermek mi?…

HAİN

Atatürk’e ve Kuvayı Milliyecilere hakaret eden ve vatana ihanetten idam edilen İskilipli Atıf, ölümünün 96. yılında, Çorum Valisi, Belediye Başkanı, Hitit Üniversitesi Rektörü ve AKP Çorum milletvekili tarafından anıldı. Vali, anmaya katılışını savunurken Uğur Mumcu’nun sözlerine sığındı.

Yumuşakçalar, sığınmak için sert kabuklu arar…

FETÖCÜ

Emekli Askeri Hâkim Ahmet Zeki Üçok, Milli Savunma Bakan yardımcıları Muhsin Dere’nin ByLock kullanıcısı, Yunus Emre Karaosmanoğlu’nun ise ABD’nin ‘güvenilir irtibatı’ olduğunu öne sürdü.

Bakan Akar?..

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’ten (Tekrar)

  • Eyy yobazlar alemi; Atatürk’e saldırmak daha kaliteli bir dindar olduğunuz değil, daha kaliteli bir şerefsiz olduğunuz anlamına gelir…

‘Cumhurbaşkanına hakaret’

Köksal Bayraktar‘Cumhurbaşkanına hakaret’

Prof. Dr. Köksal BAYRAKTAR

Son yıllarda, yargıyı ve kamuoyunu çok ilgilendiren konulardan biri cumhurbaşkanına hakaret suçu ile ilgili davalar ve bunlarla ilgili tartışmalar, görüşler ve eleştiriler olmuştur. Ceza kanunlarının kimi maddeleri zaman zaman çok uygulanır. Bu durum, yaşanan olayların, siyasal eylemlerin etkisi ile olmaktadır. 20. yüzyılın son yıllarında, “hükümeti tahkir, sosyal sınıfın diğer sosyal sınıfa tahakkümünün propagandası ya da övgüsü, laikliğe aykırı propaganda, suçu övme, suç işlemeye tahrik, müstehcenlik” ceza kanununun en çok soruşturma ve yargılama konularını oluşturmakta idi. Bugün bu gibi suçların bir bölümünden söz edilmezken başka maddeler daha çok yargılama konusu olmaktadır. Bunlardan biri TCK 299. maddede yer alan cumhurbaşkanına hakaret suçudur.

1931 ÖNCESİNE DÖNDÜRÜLÜŞ

Ceza kanununun tarihçesi kısaca incelendiğinde cumhurbaşkanına hakaret suçunun, unsur ve yaptırım yönünden değişiklikler geçirdiği görülür. Kanunda, maddenin düzenlendiği 1931 yılına kadar “Reisicumhura karşı muvacehesinde hakaret edenler veya reisicumhur aleyhine tecavüzkârane neşriyatta bulunanlar üç yıldan aşağı olmamak üzere hapse konulur” denilmiş, eylem cumhurbaşkanının yokluğunda işlendiğinde cezanın indirileceği öngörülmüştü. Kanunun 1931 değişikliğinde madde unsur yönünden daha ağırlaştırılmıştı. Bu değişiklik “Reisicumhurun şahsına karşı edep ve hürmete münafi (aykırı) hakaret ve neşriyatta bulunanlar altı aydan üç seneye kadar hapsolunurlar” şeklinde bir cümle eklenmişti. Burada ceza, suçun olağan cezasına göre daha hafif gibi görünmesine rağmen “edep ve saygıya aykırılık” gibi belirsiz ve her türlü yoruma elverişli terimler bu suçun yaptırımını daha da ağırlaştırmıştı. Bu durum pek çok aşırı uygulamayı beraberinde getirmişti. Bir Yargıtay kararında bugün de tartışılan bir durum o tarihlerde de konu olmuş, “Devlet başkanının parti başkanı olarak tutumunun eleştirisi hürmete aykırı fiil olarak sayılmıştı.”

Söz konusu madde 05.01.1961 tarihli kanunla yeniden değiştirilmiş edep ve saygıya aykırılık gibi belirsiz ve geniş kapsamlı terimler kanundan çıkarılarak madde unsur ve yaptırım yönünden, 1931 öncesine döndürülmüştü.

SİYASAL ELEŞTİRİ HAKKI

Ceza kanununun 2005 tarihinde (AS: yılında) bütünü ile yeniden yapılandırılıp yürürlüğe konulmasında cumhurbaşkanına, hakaretin eski Türk Ceza Kanununa göre çok farklı olarak düzenlendiği görülmektedir. Cezanın, alt sınırında eski kanun daha hafif, üst sınırında ise yeni kanun daha lehte görülmektedir. Bunun yanı sıra, eski ceza kanununun 158/2. maddesinde var olan “Reisicumhurun ismi sarahaten zikredilmeyip ima veya telmih suretiyle vaki olsa bile mahiyeti itibarıyla reisicumhura matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derece karineler varsa tecavüz sarahaten vuku bulmuş addolunur” şeklindeki cümlenin yeni kanuna alınmayışı cumhurbaşkanına yokluğunda hakaretin yeni kanun yönünden geçersiz sayılmasını gerektirmektedir.

Bugün Türk yargısını binlerce dava ile uğraştıran cumhurbaşkanına hakaret, Türkiye’de ve karşılaştırmalı hukukta çok tartışılmaktadır. Türkiye’de söz konusu suçun ceza kanununda artık yer almaması gerekliliği ileri sürülmektedir. Benzer eğilime yabancı modern kanunlarda da rastlanmakta, Cumhurbaşkanına hakaret tıpkı vatandaşa hakaret suçu ile aynı ceza ile cezalandırılmaktadır. Örneğin İrlanda, Finlandiya, Fransa gibi ülkelerde ayrı bir Cumhurbaşkanına hakaret suçu kanunlarda yer almamaktadır. AİHM de 14/03/2013 tarihli Eon/Fransa ve 15/03/2011 tarihli Otegi-Mondragon/ İspanya kararlarında devlet başkanlarının, siyasal olaylar içinde eleştirilerle, sert yorumlarla karşılaşabileceği ve konumları yönüyle bu durumun olağan karşılanması gerektiğini kabul etmiştir. Basın hürriyeti, haber alma ve “siyasal eleştiri” hakkı bu durumun diğer sebeplerini oluşturmaktadır.

Son yıllarda açılan davalarla sürekli söz edilen bu suç ile ilgili olarak tarihsel hukuki gerçekler ve karşılaştırmalı veriler dikkate alınarak, suçun kapsamı ve içeriği geniş değil dar yorumlanmalıdır. Kamuoyunun Türk yargısından beklediği budur.

Sedef Kabaş’tan Cumhuriyet’e mektup: ‘Kim suçlu kim haklı?’

Sedef Kabaş’tan Cumhuriyet’e mektup:
‘Kim suçlu kim haklı?’

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili kullandığı ifadeler nedeniyle 22 Ocak 2022’de tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş, tutuklu bulunduğu Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi’nden Cumhuriyet’e mektup yolladı.

cumhuriyet.com.tr  06 Şubat 2022

Sedef Kabaş'tan Cumhuriyet’e mektup: 'Kim suçlu kim haklı?'Sedef Kabaş’ın Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi’nden Cumhuriyet’e yolladığı mektup şu şekilde: 

Eğer yargı kişilerin ne yaptıklarından ziyade kim olduklarına ve hatta kimlerden olduklarına bakarak değerlendirme yapıyorsa; 

Eğer yargı kararları siyasi erkin baskısı ya da güç odaklarının talimatları doğrultusunda alınıyorsa; 

Eğer mahkemeler sanıkları “bizden mi, değil mi”, “inançlı mı kâfir mi”, “kadın mı, erkek mi”, sıradan biri mi, popüler mi”, “ iktidara yakın mı, muhalif mi” diye kategorize ediyorsa;

Eğer bir Adalet Bakanı’nın ifadesi ile tutuklama ve hapis “siparişleri” veriliyorsa;

Eğer ifadeye çağrılması gerekenler gece yarısı operasyonları ile gözaltına alınıyorsa;

Eğer bir kişiye dair daha polis tarafından ifadesi dahi alınmamışken bir Adalet Bakanı hüküm veriyor ve bunu milyonlara ilan ediyorsa;

Eğer istisna olan tutuklu yargılama, delil karartma ve kaçma şüphesi olmayanlar için ve hatta hüküm giyse bile hapis cezası almayacaklar için cezalandırma aracı olarak kullanılıyorsa;

Eğer siyasi otorite mahkemelere ihtiyaç duymadan bunun “suçlu”, kimin “hain”, kimin “terörist”, olduğuna peşinen karar verebiliyor ve buna göre yargıya işlem yapılmasını emredebiliyorsa;

Eğer bir suça dair somut delil, belge, kanıt sunmadan yazılan iddianameler ile sırf “sakıncalı” diye birileri “siyasi rehin” olarak demir parmaklıklar arkasında tutuluyorsa;

Eğer nice cana mal olmuş suikast, linç, ağır ihmal, cinayet, katliam, terör saldırıları davaları kasıtlı biçimde örseleniyor, öteleniyor ve engelleniyorsa;

Eğer alt mahkemeler en üst mahkeme olan Anayasa Mahkemesi kararlarını örneği olmayacak şekilde hiçe sayabiliyorsa;

Eğer ülkeyi yönetenler kendilerinin hukukun üstünde görüp “Anayasayı tanımıyoruz”, AİHM’e de kulak asmıyoruz tavrını sergileyebiliyorsa;

Eğer siyasi bir el, bir gecede tek bir imza ile hukuka aykırı şekilde uluslararası sözleşmeleri iptal edebiliyorsa;

Eğer bakanlar “kırın kapıyı girin içeri”, “yıkın” geneline hukuk arkadan gelir yönlendirmelerini pervasızca yapabiliyorsa;

Eğer bir taraf yağma, talan, hırsızlık, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, “mala çökme”, rüşvet, yolsuzluk, uluslararası uyuşturucu ticareti, iman ticareti, silah ticareti, hedef gösterme, tehdit, linç, tecavüz, cinayet, teröre destek ve hatta terör suçlarını aleni şekilde işliyor ve bırakın ceza almayı haklarında soruşturma bilraçılmıyorsa;

Eğer bunları görüp de susmayanlar, eleştirenler, itiraz edenler, protesto edenler, ortaya çıkaranlar, haber yapanlar, kamuoyu ile paylaşanlar yine yargı araç yapılarak sindirilmeye, susturulmaya ve cezalandırılmaya çalışılıyorsa;

Orada yargıya güven olur mu?

Orada “Adalet mülkün temelidir” sözü inandırıcı bulunur mu?

Orada demokratik, huzur, barış ve refah dolu bir düzen kurulmuş olur mu?

Buz gibi gerçek, esasen bu sorular verdiğiniz yanıtlarda saklı…

Belki de o yüzden bir an için düşünün; kendilerini haklı gösterenler gerçek suçlu, suçlu ilan edilenler ise sonuna kadar haklı...”
==================================

Sedef Kabaş’tan mesaj:

Bu hukuksuzluğu kimse savunamaz

Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş, “Hüküm giysem 1 saat bile infazı olmayan bir suç isnadıyla 11 gündür demir parmaklıklar arkasındayım” dedi.

12 gündür tutuklu bulunan Sedef Kabaş’ın avukatı Uğur Poyraz, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda müvekkilini cezaevinde ziyaret ettiğini duyurdu.

Avukat Poyraz, yaptığı paylaşımda, “Bugün Sedef Kabaş’ı ziyaret ettim.

  • ‘Hüküm giysem 1 saat bile infazı olmayan bir suç isnadıyla 11 gündür demir parmaklıklar arkasındayım. Bu hukuksuzluğu kimse savunamaz’ diyor” ifadelerini kullandı.

Poyraz paylaşımını, yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a “Adalet Bakanı olarak bu konuda siz ne diyorsunuz Bekir Bozdağ?” diye seslenerek sonlandırdı. (Cumhuriyet, 02.02.22)
============================================

Tutuklu Sedef Kabaş’a cezaevinde ziyaret

Bağımsız Türkiye Partisi’nin genel başkan yardımcıları Ahmet Erimhan ve İbrahim Berk, ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçundan tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş’ı cezaevinde ziyaret etti

08 Şubat 2022, Cumhuriyet

Tutuklu Sedef Kabaş'a cezaevinde ziyaretBağımsız Türkiye Partisi’nin (BTP) genel başkan yardımcıları Avukat Ahmet Erimhan ve İbrahim Berk, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sözleri nedeniyle tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş’ı İstanbul’daki Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda ziyaret etti.

Erimhan ve Berk, ziyaretinin ardından cezaevinin önünde bir açıklama yaptı.

İbrahim Berk, şunları söyledi:

“Sedef Kabaş Hanımefendi’yi ziyaret ettik. Genel Başkanımız Hüseyin Baş’ın selamlarını ilettik. Sedef Hanım, ‘Ben önce cezalandırıldım, şimdi niçin cezalandırıldığıma dair bir yargılama yapılacak’ diyor. Maalesef, biz de hukukçu olarak son 20 yıldır Türkiye’de hep gözlemliyoruz, tutuklama cezalandırma aracı olarak kullanılıyor. Cumhurbaşkanına hakaretle ilgili açılan davaların üçte biri ancak mahkumiyetle neticeleniyor. Bir mahkumiyet, bir ceza gerektirip gerektirmediğine bakılmaksızın önce tutuklama kararı verilmesi AİHM kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, hukukumuza, ceza yasalarına aykırıdır.

* Bir gözdağı, bir korkutma aracı olarak tutukluluk kararının verilmesi çok ciddi mağduriyetlere sebep oluyor. Sonuçta burada yatan bir gazeteci.”

“15 GÜN SONRA TUTUKLULUĞUNA İTİRAZ İÇİN YENİDEN BİR BAŞVURU YAPILACAK”

Avukat Ahmet Erimhan ise Sedef Kabaş’ın kendisinin siyaseten “esir” gibi tutulduğunu düşündüğünü belirterek, “Sedef Hanım, toplumun da gerçek anlamda hürriyet ortamına kavuşmasının, parlamenter demokrasiyle ve bütün partilerin bir demokrasi bayrağı altında buluşarak ancak mümkün olabileceğini söyledi. 15 gün sonra tutukluluğuna itiraz için yeniden bir başvuru yapılacak. Adaletle özgürlüğüne yeniden kavuşturulmasını diliyoruz” diye konuştu.

Salgında neden müsterih olamıyoruz?

authorBAYAZIT İLHAN

Salgında neden müsterih olamıyoruz?

Omicron varyantı ile birlikte Türkiye dahil tüm dünyada vaka sayıları ve ölümler artarken Sağlık Bakanı “müsterih olunuz” diyor.

Türkiye’de günlük bildirilen vaka sayıları 110 bini, can kayıpları 210’u geçti. Temaslılara test yapılmaması, güvenilir hızlı antijen testi gibi uygulamaların olmaması nedeniyle test sayıları düşük kalıyor. Test pozitiflik oranının sürekli artarak %20’ye yaklaştığını da düşünürsek gerçek vaka sayılarının bunun çok üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Hastane başvuruları artıyor, önceki hafta özellikle İstanbul ve İzmir’de yoğun bakım yatağı bulmakta zorluklar yaşandığı bildiriliyor. Sağlık çalışanları da fazla sayıda hastalanmaya başladılar.

Gelinen nokta rahatlatıcı mı?

Böylesi bir tabloda Sağlık Bakanı’nın salgını hafife alan mesajlarını bilim çevreleri hayretle karşılıyor. İkisinden alıntı yapalım:

  • “Artan vaka sayıları konusunda sağlık bakanınız olarak yüksek sesle söylüyorum. Endişe etmeyiniz. Hastalık eski günlerinde değil. Grip olan vatandaşlarımızın sayısını günlük olarak ilan etsek benzer manzaralarla karşılaşırız. Müsterih olunuz.”
  • “Vaka sayılarında görülen Omicron varyantı kaynaklı artış umut kırıcıymış gibi anlaşılmamalı. Virüs eski gücünde değil. Salgının endişe verici dönemi artık geride kaldı. Tedbirlere uyarak, aşılarımızı aksatmadan hayatımıza devam edeceğiz. Dünyanın gündemi normale dönüyor.”

Temaslı takibinin gevşemesi, şehirlerarası otobüs ve tren seyahatlerinde, konserlerde, tiyatro ve sinemalarda, maçlarda aşısızlardan test istenmemesi gibi gelişmeler kamusal tedbirler yönünden ipin ucunun bırakıldığını gösteriyor. Sağlık Bakanı’nın uyulmasını önerdiği tedbirler kişisel tedbirler, dolayısıyla hastalanırsanız siz suçlusunuz. Tabii bu arada bazı yurttaşlarımız sağlığından, canından olabilir, yine de “müsterih olunmalı.”

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve bilim çevrelerinin o kadar rahat olamadıklarını görüyoruz. Omicron’un ortaya çıkmasından itibaren 10 hafta içinde dünyada 2020 yılının tamamından fazla sayıda insanı, 90 milyon kişiyi hasta ettiği bildiriliyor. DSÖ Başkanı

  • “Omicron’un kolay bulaşması ve hafif geçirilmesi nedeniyle bulaşmayı önlemenin artık mümkün de gerekli de olmadığı yönündeki anlatının endişe verici olduğunu” belirtiyor ve ekliyor:
  • “Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz, daha çok hastalanmak daha çok ölüm demektir, ülkeleri halklarını sadece aşı değil, belirleyebildikleri tüm yöntemlerle korumaya çağırıyoruz.”

Virüs tehlikeli olmaya devam ediyor. Yeni ve daha tehlikeli varyantların ortaya çıkması, delta varyantının tekrar dolaşıma girmesi ihtimalleri endişe uyandırıyor. Omicron’un çocuk yaş gruplarında diğer varyantlara göre daha fazla hastane yatışına neden olması da dikkat çekiyor.
Aşılamanın ve kamusal tedbirlerin artması gerektiği ortada.

Hastaneler açılmalı

Salgının başından beri belirgin olan ihtiyaç, bilimsel olarak kendini büsbütün gösteriyor. Hastanelere başka nedenlerle yatmış olan hastaların hastanede Omicron’a yakalandıkları rapor ediliyor. Hastaneler kapasitelerinin büyük bölümünü Covid-19 hastalarına ayırmak zorunda kaldıkları için, Covid dışı nedenlere bağlı tıbbi bakım ve tedavi hizmetleri yeterince verilemiyor. Bizdeki açıklanmıyor, Omicron dalgası ile birlikte bazı ülkelerde toplam ölümlerde de daha önce hiç görülmemiş yüksek düzeylere ulaşıldığı bildiriliyor.

  • İnsanlar ihtiyaç duydukları sağlık hizmetine salgının yarattığı koşullar nedeniyle erişemediklerinden daha fazla ölüyorlar.

Türkiye’de bu konuda dünyada benzerine rastlanmayan başka bir sorun karşımıza çıkıyor; şehir hastaneleri nedeniyle kapatılan, çürümeye terk edilen, daha da kapatılacağı söylenen çok önemli hastaneler.

  • Kapatılan hastaneler doğru planlamayla tekrar açılmalı, başta Ankara ve İzmir olmak üzere Kocaeli ve Kütahya’da planlanan hastane kapatmalarından derhal vazgeçilmeli.

Bu amaçla mücadele eden Hastanemi Açın Platformu’nun, Ankara’da yurttaşların hastanelerine sahip çıkmak için kurdukları Onkoloji Hastanesi Kapatılmasın Platformu’nun çığlığına kulak vermek gerekiyor.

TUNÇ ADAM: ATATÜRK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ),
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
05.11.2016, https://add.org.tr/tunc-adam-ataturk/

TUNÇ ADAM: ATATÜRK

Halkının büyük çoğunluğu “ölenin ardından kötü konuşulmaz” diyen bir inanca mensup insanların ülkesiyiz. Irz düşmanlarını, katilleri, hırsızları, vatan satıcılarını “iyi bilirdik” tanıklığı ile sonsuzluğa “uğurluyoruz” kimi kandırdığımızı sanıyorsak?

Böyle bir inancı, herkesten daha “güçlü” olduğunu iddia eden kimi nankörler, 84 yıl önce aramızdan ayrılmış bir büyük insana on yıllardır saldırıyor. Ulusuna vatan, yoksuluna aş, işsizine iş, çocuğuna okul, öğretmenine öğrenci, tüm halkına özgür, onurlu, umut dolu aydınlık bir gelecek armağan etmiş büyük Atatürk’e hayasızca saldırıyor.

Bu saldırılarını kimi zaman sinsice, kimi zaman kabaca, apaçık yapıyorlar. Kimi zaman tepki karşısında “meczup” adını verdiklerince, kimi zaman da Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin olanaklarını kullanarak devletin yücelerine gelebilmişlerce…

Sıra büyük Atatürk’ün inkar edilemeyecek (yadsınamayacak) kazanımlarına geldiğinde Osmanlıcılığa sarılarak Atatürk adını ağzına almadan “Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya Sultan Vahdettin gönderdi” teraneleri ile zaferin (utkunun) meyvelerine sahip çıkıyorlar.

Bu Osmanlıcılar bırakın tarih bilimini, Osmanlıyı, olayların kronolojik (zaman dizinsel) sıralamasını bile bilmiyorlar. Bizlerden çok inandıkları İngiliz belgelerindeki tarih sıralaması ile Mustafa Kemal Paşa‘nın Anadolu’ya geçiş kronolojisine bakalım.

Sultan Vahdettin, 30 Nisan 1919 günü Mustafa Kemal Paşayı İngilizlerin de onayını alarak 9. Ordu Müfettişi olarak tayin eder. Bu haber 6 Mayıs günlü gazetelerde yer alır. Yine 6 Mayısta Mustafa Kemal Paşa’nın kararnamesi yazılır. Bilindiği gibi Paşa, yanındaki 18 kişi ile birlikte 16 Mayıs günü Samsun’a hareket edip 19 Mayıs günü Samsun’a ayak basar. Ancak Paşa daha hareket etmeden İngilizler pirelenmiştir. 23 Mayıs günü İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu Sait Molla bütün belediye reislerinden İngiliz Muhipleri Cemiyetlerini himaye etmelerini isteyince Mustafa Kemal Paşa 26 Mayıs tarihinde ilk önemli genelgesini yayınlar:

  • “İstiklâli milli ve siyasimizin kurtarılmasının ancak milletin yekvücut olarak müdafaası ile kabildir.”

Bu genelge İngilizlerin Karadeniz Bölge Komutanı General Milne’i harekete geçirir. 6 Haziran 1919’da Sultana ve Sadrazam Damat Ferit’e telgrafla başvurarak “Kemal Paşa ve heyetinin derhal İstanbul’a dönmesi için emir verilmesini” istediğinde  Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basıp göreve başlamasının üzerinden yalnızca 18 gün geçmişti.

Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın İngilizlerin baskısı sonucu 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Bakanlar Kurulu Kararı ile İstanbul’a çağırdığı sırada, Paşa’nın Samsun’a ayak basmasının üzerinden yalnızca 20 gün geçmiş ve Havza’ya gelebilmişti. Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in 23 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşanın görevden azil yazısını çıkarttığında, Samsun’a ayak basmasının üzerinden 35 gün geçmişti. Yani Vahdettin ve İngilizler Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da bulunmasına salt 35 gün tahammül edebildikleri (katlanabildikleri) halde, şimdilerde Osmanlıyı zafere ortak etmeye çalışıyorlar.

Bugünün Osmanlıcıları şunu da bilmiyor ki 9 Eylül 1922 tarihinde Türk orduları İzmir’e girdiğinde Sadrazam Tevfik Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telgrafı göndermesine Sultan Vahdettin onay vermeyerek Mustafa Kemal’i ülkeyi kurtarma görevi ile Anadolu’ya gönderdiği yalanın baştan yok etti.

Osmanlıcılar, bütün bu çelişkili tutumlarına karşın açık ve sinsi Atatürk düşmanlığını hiç elden bırakmadı. AB talimatları ile Atatürk fotoğraflarının devlet dairelerinden indirilip çöp konteynerlerine (kaplarına) atılması ile başlayan süreç, ders kitaplarından Atatürk fotoğraflarının ve adının çıkarılması ile de bitmedi. Stadyumları yenilemek gerekçesi ile ülkenin her yerinde “arena” adı vererek yaptıkları yeni yapıları rüşvet gibi sunarak Atatürk statlarını yok ettiler.

Kimi işgüzar belediye başkanları Atatürk anıtını kaldırarak yerine çay bardağı heykeli dikme kararı aldı. Cesareti ise en tepedekilerin “iki ayyaş” sözlerinden ya da Lozan saldırılarından aldılar.

Günümüzden 72 yıl önce DP iktidara geldiğinde (14 Mayıs 1950), Ticani tarikatı Atatürk heykellerine kaba ve çirkin saldırılara başlamıştı. Bunun üzerine DP iktidarı Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkararak bu saldırıların önünü kesmeye çalıştı. İşte bu sırada şair Mithat Cemal Kuntay “O’nun Heykelini Kırana” başlıklı aşağıdaki şiiri yazdı.

Sen ki yoktun, seni halketti bu heykel yoktan
Yoksa yurdunla Buhara’ya dönerdin çoktan

Tunç adam binmemiş olsaydı eğer tunç atına
Yurdun inmişti bugün bir otelin bir katına

Suç mu masum eşinin ırzını kurtardıysa?
Suç mu tarihini bayraklaşarak sardıysa?

Suç mudur şarka eğer başka güneş verdiyse?
Suç mudur, Akdeniz’in sırrını gösterdiyse?

Yirmi milyon yüreğin vurduğu ateştir, kırma!
Böyle mihrabı baban görmedi el kaldırma!

Sanma taştır, seni hala düşünür baştır o baş!
Sana yekpare vatan toprağı vermiştir o taş!

Sen de lütfet, O’na bir abidelik toprak ver;
Yurdu kurtarması suçsa eğer, hoş görüver.

Bu ülkeyi yönetme savındakiler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtardığı vatanda bir heykellik alanı O’na çok görse de, ezilen ülkeler başta olmak üzere, Dünyanın pek çok ülkesi O’na bir heykellik yer veriyor.

Aramızdan ayrılışının 84. yılında büyük devrimci Atatürk’ü saygı ve özlemle anıyoruz…

TECRÜBE VE DERS

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

TECRÜBE ve DERS

Sosyolojik olarak tarihsel ve güncel gözlemler göstermiştir ki; aşiret ya da cemaat kültürlerinde aşiret ve cemaat mensuplarının sadakatları devlete ve millete değil, daima aşiret ya da cemaat liderlerinedir. Yine aşiret ve cemaat liderleri de, devlet ya da siyasal iktidarlardan, yararlandıkları oranda devlet ya da siyasal iktidarlara sadık olabilirler.

  • Cumhuriyetimizi ve devletimizi yıkma girişiminde bulunan dış destekli ve uzaktan kumandalı FETÖ terör örgütü bunun en somut kanıtıdır.

Tam da bu nedenle Büyük Önderimiz ve Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk,

  • “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler ve mensuplar memleketi olamaz…” demiştir.

Çünkü aşiret ve cemaat-tarikat kültüründe bireylerin özgür iradeleri yoktur; aşiret ve cemaat-tarikat liderlerine koşulsuz ve itirazsız, zorunlu itaat vardır.

Geleneksel olarak “mürşit önünde mürit, gassal önünde meyit” metaforu kullanılarak mensuplarla cemaat-tarikat liderlerinin durumları, ölü ile yıkayıcısı arasındaki tek yanlı ilişkiye benzetilmiştir.

Çünkü aşiret ve cemaat-tarikat mensubu olanlar, irfanı ve vicdanı özgür bireyler olamadıkları için, ayrıklar dışında (istisnalar hariç), daima buyruk ya da talimatlara göre hareket etmişlerdir.

Kıssadan hisse                                 :

Bir toplumda laiklik kökleşip, feodalite artıkları cemaat-tarikat kültürü çözülüp, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü gelişip, bireysel bağımsız özgür düşünce yerleşmedikçe çağdaş bir demokratik doku zinciri ve demokrasi kültürü hep güdük kalır.

Çözüm ise; ayrıksız (istisnasız), öğretim birliğine, akla, bilime, inançlara saygıya ve inanç demokrasine dayalı gerçek laik eğitimdir.

Laiklik, laik eğitim, laik ve demokratik bir toplumsal yapı kişisel özlem ve dilekler değildir.
Yürürlükteki Anayasamızın hem buyurucu kuralları (amir hükmü) ve hem de kuruluş felsefemizin vazgeçilemez ana temasıdır.
=======================
Biz de Büyük ATATÜRK’ten bir uyarı paylaşalım:

  • «Gençliği yetiştiriniz, onlara bilim ve irfanın pozitif fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.» Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Yoksulluk – hastalık tuzağı

Orhan BursalıOrhan Bursalı
obursali@cumhuriyet.com.tr
Son Yazısı / Tüm Yazıları

Yoksulluk – hastalık tuzağı

Cumhuriyet, 01 Şubat 2022

Bugün sizlerle Özlem Kayım Yıldız’ın yoksulluk ve sağlıksızlığın kuşaklar boyunca derinleşerek aktarıldığını, yoksulluk-hastalık tuzağının kendiliğinden ortadan kalkmasının mümkün olmadığını anlattığı, bilimsel yazısını sunuyorum.
***
Yoksulluk ile sağlık arasındaki ilişki iki yönlüdür: Olumsuz sosyoekonomik, kültürel ve çevresel koşullar riskli sağlık davranışları, bulaşıcı olan ve olmayan akut – kronik hastalıklar ve erken ölümle ilişkilidir. Öte yandan hastalıklar daha fazla sağlık harcamalarına, engelliliğe, işgücü kaybına ve daha çok yoksullaşmaya yol açar.

Bu kısırdöngüye ek olarak yoksulların, koşulları değiştirebilecek politik ve sosyal gücü elde etmeleri zordur; yoksulluk ve sağlıksızlık, kuşaklar boyunca derinleşerek aktarılır. Bu yoksulluk-hastalık tuzağının kendiliğinden ortadan kalkması mümkün değildir.

HASTALIKLARI YOKSULLUK KAYNAKLI

Yoksullukla sağlık arasındaki bu çift yönlü ilişki hem düşük gelirli hem de yüksek gelirli ülkelerde mevcuttur. Gelişmekte olan ülkelerde yoksulluk, sağlık için en önemli sosyal belirleyicidir; bu ülkelerdeki hastalık yükünün neredeyse yarısı yoksulluk kaynaklıdır (https://doi.org/10.1098/rsos.211450).

Öte yandan, Avrupa ülkelerinde olumsuz barınma, yalıtım ve yetersiz ısınma koşulları kış aylarında ölüm oranında artışla ilişkilidir (Jonathan D. Healy, Housing, Fuel Poverty and Health: A Pan-European Analysis).

Amerika Birleşik Devletleri’nde ise gelir düzeyi ile yaşam beklentisi arasında doğrusal ters yönlü bir ilişki vardır: En zengin yüzde 1’lik dilimdekiler, en yoksul yüzde 1’lik dilimdekilere göre erkeklerde 14.6, kadınlarda ise 10.1 yıl daha uzun yaşamaktadırlar (https://doi.org/10.1001/jama.2016.4226). Ölüm oranlarındaki artışa ek olarak yoksulluk ile iyilik hali arasındaki ilişki değerlendirilirken başka verileri de dikkate almak gerekir: Yoksulluk, sağlıksızlık ve/veya engellilik hali, düşük yaşam kalitesi ve üretkenlik düzeyi ile de yakından ilişkilidir. 

COVID ÖLÜMLERİYLE İLİŞKİSİ

Olumsuz sosyoekonomik koşullar, yakın zamana dek büyük oranda tüberküloz, sıtma, HIV / AIDS gibi bulaşıcı hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Hijyen ve beslenme yetersizlikleri ve uygun olmayan çalışma ve barınma koşulları enfeksiyona yatkınlığı ve hastalığın ağır seyretmesi riskini artırır.

Düşük gelirli ülkeler, bulaşıcı hastalıkların toplum içinde yayılımının önlenmesi ve hastalık sıklığının azaltılması için daha az kaynağa sahiptirler; aşılara, test ve takip sistemlerine erişimleri kısıtlıdır.

Öte yandan, ülkenin gelir düzeyinden bağımsız olarak toplum içerisinde daha yoksul olanların da bulaşıcı hastalıklardan daha çok etkilenebileceklerine dair veriler vardır. Örneğin OECD ülkelerinde gelir eşitsizliği, tüm yaş gruplarında COVID-19 ölüm oranları ile ilişkilidir (https://doi.org/10.1016/j.ssmph.2021.100904). Meksika’da en yoksul çeyrekte, en varlıklı çeyreğe göre COVID-19 nedeniyle ölüm oranı beş kat daha yüksek olarak bildirilmiştir (https://doi.org/10.1016/j.lana.2021.100115). Yüksek bulaşıcı hastalık ve ölüm oranları yoksulluk-hastalık tuzağı ile daha fazla sağlık harcamasına, işgücü kaybına ve uzun dönem engelliliğe yol açmaktadır.

DÜZELTİLEBİLİR RİSK FAKTÖRÜ

Öte yandan yoksulluk, obezite, kalp damar hastalıkları, diyabet, kronik akciğer hastalıkları ve kanser gibi bulaşıcı olmayan kronik hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür ve bu hastalıklar en yoksul ülkelerde hastalık yükünün yaklaşık üçte birini oluşturmakta ve çoğu 40 yaşın altında olmak üzere yıllık 800 bin ölüme yol açmaktadır.

The Lancet NCDI Poverty Commission (Lancet Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar ve Yaralanmalar Yoksulluk Komisyonu), küresel politikaların gözden geçirilmesini ve eşitliği sağlamaya yönelik bir sağlık ajandası oluşturmak üzere 2015 yılında kurulmuştur ve en yoksul ülkelerde sürdürülebilir, yüksek kaliteli sağlık sistemleri kurulmasını ve barınma, enerji, gıdaya erişim, eğitim gibi sağlığın sosyal belirleyicilerinin iyileştirilmesini sağlamayı hedeflemektedir (https://doi.org/10.1016/S0140-6736(20)31907-3).

Tüm bu veriler, yoksulluğun hastalık ve erken ölüm için düzeltilebilir bir risk faktörü (AS: etmeni) olduğuna işaret etmektedir.

  • Yoksulluk-hastalık tuzağını ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir tıp yaklaşımının toplumun sağlıklı olmasını sağlaması olası görünmemektedir.

PAZAR SOHBETİ : EN BÜYÜK SORUN

Nurzen Amuran ~ Ayda Bir ~ "Uğur Mumcu" Anısına. 1993 - YouTubePAZAR SOHBETİ : EN BÜYÜK SORUN

Nurzen Amuran

Seçime giderken siyasette beklenen saydamlığın olmayışı, etik kuralların göz ardı edilmesi, yanıtları verilmeyen yolsuzluk savları, usulsüzlüklerin önemsenmeyişi, nüfuz kullanma alışkanlıklarının sürmesi, siyasal iktidar için yeni sorunlar yaratacaktır. Rüşvetin, adam kayırmanın önüne geçilmesi ve yolsuzlukların üzerine gidilmesi için yeni yasal düzenlemelere gereksinim varsa, bu düzenlemelerin caydırıcı olması isteniyorsa, o zaman Meclis’e yeni yasa önerilerinin getirilmesi gerekmez mi?

Bu gelişmeler olurken Sosyolog ve Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ahmet Özer’in kaleme aldığı, Independent Türkçe de yayınlanan, “Temiz toplum ve temiz siyasete giden yolda siyasi partilerin rolü” başlıklı makaleyi okumanızı öneririm. Prof. Özer, “Temiz bir toplum yaratmanın yolu temiz siyasetten geçer. Temiz siyaset ise kuralları önceden belirlenmiş, ilkeli ve siyasi etik kurallarına göre işleyen bir sistem üzerinde yükselebilir ancak.” diye yazısına başlıyor.. İlerleyen bölümlerde şunu dile getiriyor: “…. Oysa bugün genellikle siyasi ve bürokratik kadroların bir kısmı siyasi iktidarı, ülkeyi yönetmenin aracı olmaktan ziyade, ganimet gibi algılamakta, devleti ise bu paylaşımın aracı olarak görmekte, kullanmakta ve ona göre yaklaşmaktadır.”

  Prof. Özer, ayrıntılı bir bilimsel değerlendirme yapmış.

Bugün siyasetin gölgesinde kalan yargı, yolsuzluk usulsüzlük iddialarına karşı yapılan suç duyurularında, iddiaların kanıtlarını yeterli bulmuyor, soruşturmaya gerek olmadığına da karar verebiliyor veya soruşturmayı uzatıyor. Bu gidişin ekonomiye, siyasete ve toplumsal değerlere vereceği zarar yanında, gelecek kuşaklara etkisi de göz ardı ediliyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün, 2021 yılı Yolsuzluk Algı Endeksi geçtiğimiz günlerde yayınlandı. BBC’nin haberine göre, hazırlanan raporda, “Sivil ve politik özgürlüklerin olduğu ülkelerde yolsuzluğun daha iyi denetim altına alındığı” belirtiliyor. İnsan hakları ihlallerinin ve demokratik düşüşün engellenmesi için acilen yolsuzluğa karşı savaşı hızlandırmak gerektiği vurgulanıyor. Endekse göre 131 ülke, yolsuzluğa karşı mücadelede 2021 yılında neredeyse hiçbir ilerleme kaydetmemiş. 27 ülkede ise son 10 yılda tarihsel bir puan yitimi yaşanmış. Bu ülkeler arasında Türkiye de var. 38 puanla 180 ülke arasında 96. sıraya düşmüş.

Peki öbür ülkeler yolsuzlukla savaşımda (mücadelede) ne gibi önlemler alıyor, siyasetin temiz kalması için nasıl bir düzen getirilmiş, kısaca değinelim:

En çarpıcı örnekleri Japonya’da görüyoruz. Siyasetçi ölçüsünde Japon halkı da yolsuzluklarla savaşımda son derece duyarlı. Geçen yılın Aralık ayında Eski Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Tokyo’da savcılar tarafından sorguya çekildi. Abe’nin siyasal fonlar yasasını ihlal ettiği, destekçileri için düzenlediği “Sakura-kai” yemekleri için 8 milyon Yen’lik tutarı, bu fondan karşıladığı savlandı.

1990’lı yıllarda “Temiz eller” operasyonuyla İtalya’nin ünlü savcısı Antonio Di Pietro dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş, öbür ülkelerde de “Di Pietro kadar yürekli savcılar” aranmaya başlanmıştı. Şubat 1992’den başlayarak 2 yıl İtalya’da üst düzey politikacılar, bürokratlar, iş adamları da içinde, 4500’den çok kişi hakkında soruşturma başlatılmış, açılan davalarda yolsuzluk ve bağlantılı suçlardan mahkum olanların sayısı 1233’e ulaşmıştı. Bu sonuçlardan mutlu olmayan 1 kişi vardı: O da, Antonio Di Pietro. 2012’de verdiği bir demeçte önemli bir konuya parmak basmıştı: Sözleri salt İtalya için değil, pek çok ülke için geçerliydi:

“20 yıl sonra acı olan şu: Her şey değişti ama hiçbir şey değişmedi… Dün iktidar, paraya erişim için kullanılıyordu, bugün para, iktidara erişim için kullanılıyor. Roller tersyüz edildi.”

Bugün İtalya’da sorun elbette çözülemedi ama yasal düzenlemelerle, oluşturulan bir kurumla (ANAC) yolsuzluklar, daha önlenebilir, daha denetlenebilir duruma geldi.

ABD’de 1972 yılında patlayan Başkan Nixon’un istifasına yol açan Watergate skandalından sonra gelişen olaylar çerçevesinde Amerikan Yolsuzluk ve Rüşvetle Mücadele Yasası FCPA çıkarıldı. Yasa, hem ulusal hem de küresel boyutta düzenlemeler getiriyor. Yalnızca gerçek kişilerin değil, tüzelkişilerin de rüşvet ve yolsuzluğa karşı uyması gereken kuralları düzenliyor.

Otoriter sistemlerde ise saydamlık olmadığı için yolsuzluk ve rüşvetin daha çok olduğu kesin. Nüfuz kullanma, haksız çıkar elde edilmesi, kamu kaynaklarının kuralsız kullanılması, rüşvetin yaygınlaşması ve toplumsal çıkarların göz ardı edilmesi bu sistemlerin adeta bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak kimi ülkelerde çok ciddi önlemler alınarak soruna çözüm aranıyor.

Çin Devlet Başkanı Şi Cin Ping, 2012’de Çin Komünist Partisinin liderliğini devralmasından sonra yolsuzluğa karşı savaşım başlatarak, “tüm partinin tetikte olmasını” istemiş ve “yolsuzluğu, partinin yaşamda kalmasına karşı tehdit olarak gördüğünü” belirtmişti. Bugün Çin’de, caydırıcı cezalarla önlem alınmaya çalışılıyor.

Çin’de yolsuzluk nedeniyle kamunun enerji şirketi olan Sinopec Group’un eski Genel Müdürü Vang Tienpu’nun yargılandığı davada, “sanığın yasa dışı yollardan elde ettiği iddia edilen kazancına el konulmasına ve 3,2 milyon Yuan (yaklaşık 468 bin 300 Dolar) para ödemesine ayrıca 15 yıl 6 ay hapis cezasına” karar verilmişti.

Daha önce Çin Merkez Bankasında çeşitli görevlerde bulunan, sonra Varlık Yönetimi Şirketinin başına getirilen Lai, ülkenin yolsuzluk soruşturması geçiren üst düzey yetkilileri arasındaydı. Lai’ın şirkette gelişigüzel operasyonlar yaptığı, devlet malını zimmetine geçirerek rüşvet aldığı, kamu malıyla lüks restoranlarda yemek verdiği ve akrabalarının seyahat giderlerini şirket bütçesinden karşıladığı ileri sürülmüştü.

Ulusal Denetleme Kurumu Başkanı Hu Zejun, 970 yetkilinin yolsuzlukla savaşım fonunda usulsüzlük yaptığını, 1.363 kişinin ise barınma fonlarını kötüye kullandığını açıklamıştı.

Bugün Almanya’da da, para karşılığı yabancı bir ülkenin lobi faaliyetlerini sürdürdükleri savıyla siyasetçiler sorgulanmaya başlandı. Ama bu arada Alman halkının siyasal etiğe duyarlığını da anımsatalım.

Genel olarak evrensel boyutta yalnızca yasal önlemler yeterli değil, aynı zamanda ulusların ve yönetimlerin, etik kurallarında yolsuzluklara karşı siyasal bir kültürün oluşması da önemli.

Dünyada bu yönüyle hoşumuza giden olaylara da rastlıyoruz. Ben bu yazımda dünya basının da yer alan kimi çarpıcı örnekleri vermekle yetineceğim.

– Çok sayıda insanın öldüğü bir tren kazasının sorumluluğunu üstlenerek bakanlıktan istifa eden Mısır Ulaştırma Bakanı Rashad Al-Mateeni;

– Elektrik faturalarının kabarık gelmesi yüzünden ülke genelinde yapılan protestolar üzerine görevinden istifa eden Bulgaristan Başbakanı Borisov:

– Bir alışveriş merkezinde çatının çökmesiyle 54 kişinin yaşamını yitirmesinde, “Benim de sorumluluğum var.” diyen Letonya Başbakani Valdis Dombrovskis;

-Kamu malını kötüye kullandığı suçlaması üzerine henüz soruşturma başlamadan istifa etmeyi tercih eden Fransa İletişim Bakanı Alain Carignon;

-Yabancı kaynaklardan yasadışı bağışlar aldığı yönünde savlar basında yer alınca, anında istifa eden Japonya Dışişleri Bakanı Seiji Maehara.. daha niceleri örnek olarak gösterilebilir.

İhalelerde yolsuzluk yaptığı ve bir işadamından 10.350 Euro değerinde saat aldığı ortaya çıkınca istifa eden İtalya Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Maurizio Lupi ve vadettiği yaşlılık maaşını uygulamaya geçiremediği için istifasını veren Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı Jin Yong, siyasi etik açısından unutulmayanlar arasında.

Bir de bugün bizim durumumuza bakalım:

Çorlu yakınlarındaki hızlı tren kazasında ölenlerin sorumluluğu iki üç çalışanın üzerine kaldı, söz verildiği halde 3600 ek gösterge verilemedi, (Yasanın Mayıs ayında TBMM’ye geleceği söyleniyor), EYT’lilerin durumu göz ardı edildi. Ekonomideki sorunlar çözülemedi, yüksek enflasyonun ağır baskısında kalan halk, artmayan gelirleriyle geçinmek için büyük savaşım verirken, 2-4 maaş alan kamu görevlileri ortaya çıktı. Bu süreçte yüksek elektrik faturalarının sorumluluğunu hiçbir kurum ve siyasi üstlenmedi, özelleştirmeye karşı çare olarak önerilen kamulaştırma kararına yanaşılmadı. İşsiz sayısı arttı, üniversite öğrencileri tarikat yurtlarına mahkum edildi, dernek – vakıf adı altında tarikatlar, sivil toplum örgütü işlemi gördü, siyasetin gölgesinde kalan yargı, zaman zaman beklenen adaleti sağlayamadı, haklıyla haksız karıştı,

  • 80 yaşına ulaşmış / aşmış Paşalar, FETÖ’nün oluşturduğu sahte belgelerle cezaevlerine gönderildi,

Anayasal hakları olan gösteri yürüyüşü yapan Boğaziçi’li gençler tutuklandı, kamudaki görevlendirmelerde liyakatın yerini, sadakat aldı. Kısacası çok övülen sistem tıkandı.

Şu anda gerek duyulan, etkin denetlenebilir parlamenter sistemin yeniden oluşturulması, yolsuzluklara karşı siyasal duyarlık sağlanması, ayrıca caydırıcı yasal düzenlemeler getirilmesi ve yasaların uygulanmasını sağlayacak yansız ve bağımsız yargı düzeninin yerleştirilmesi, saydam yönetimle halkta güven sağlanması..

İşte o zaman “HERKESİN KISKANDIĞI GÜÇLÜ TÜRKİYE’NİN” yollarını açabiliriz.

Hepinize güzel bir hafta diliyorum. 06.02.2022