Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

KERBELA VAHŞETİ ve Hz. HÜSEYİN’İN ONURLU ve YÜREKLİ DURUŞU …

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Yazar ve Halk Şairi

8″HÜSEYNİ DURUŞ” adlı şiir, yazının altındadır.)

Dün 30 Temmuz’du. Bundan tam 1342 yıl önce Muaviye oğlu Yezid, İslam Dininin kurucusu ve bu dinin peygamberi Hz. Muhammed’in torunu, Hz Fatima’nın ve Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’İ Kerbela’da susuz bırakarak çok zalim ve vahşice 72 aile yakını ile birlikte şehit etti. Böylece sonsuza dek, lanetlenmiş oldu. (AS: İslam dini de bize göre orada, 1342 yıl önce çöl topraklarına gömüldü..)

Yezid, Kerbela vahşeti ile birlikte, Hz. Muhammed’in çekirdek ailesi anlamına gelen Ehlibeyt yoldaşları ve tüm sağduyulu İslam aleminin lanet ve nefretini üzerine çekti. Bu vahşette, Yezid’in bireysel iktidar ve saltanat hırsı yanında, Haşimoğullarından öç alma tutkusu da vardı. Çünkü Süfyanilerin Hz. Muhammed’e karşı, yani İslamın ölüm – kalım direnişleri olan Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Başta Hz. Ali ve Hz. Hamza yani Haşimoğulları tarafından Emevi soyuna büyük kayıplar verdirilmişti. Yezid ve Süfyanilere göre Kerbela, halifelik ve saltanatın gaspı kadar, Bedir ve Uhud’un intikamı anlamına da geliyordu.

Kerbela kırımı ile birlikte, Tanrı buyruğu olan Kur’anı Kerim, Hz. Muhammed’in dinsel öğretileri, ahlak, vicdan ve topyekun (tümüyle) İslam tersyüz edildi. Hilafet ya da İmamet saltanata dönüştü. İslam dini giderek siyasallaştı, saltanat ve hilafeti meşrulaştırma aracı olarak kullanılmaya başlandı. İslam toplumu hala bu burgaçtan kurtulamadı…

Ünlü din sosyoloğu Ali Şeriatı diyor ki :

  • “Hz. Hüseyin canıyla ve kanıyla Yezid’i protesto ederek,
    büyük bir AHLAK ve VİCDAN DEVRİMİ yaptı.”

Muhammed İkbal diyor ki;

  • “Hz. Hüseyin salt İslamın değil, tüm insanlık aleminin ORTAK ŞEHİDİDİR.”

İslam Alemi 1342 yıldır, Kerbela ve Hz. Hüseyin travması ile hem yanıp kavruluyor ve hem de dinsel, siyasal, kültürel (ekinsel) vb. açılardan farklı yönlere savruluyor…

Çözüm yolu; acılardan acı, kin ve nefret üretmek değil, bu acılardan doğru ders alıp ilaç üretmek olmalıdır. Bu ilaç da din, inanç ve vicdan özgürlüğünü temel alan GERÇEK ve ÖZGÜRLÜKÇÜ LAİK BİR DİN.. ki yakarışlar ve paylaşılan lokmalar Hakk katında kabul ve makbul olsun. Gerçekler değiştirilemez…

Not: Hz. Hüseyin ve insanlık alemi, ahlak ve adaletin tarafına geçip ortaklaşa Hüseyni duruşu benimsemeden, Kerbela için dört yıl önce yazmış olduğum bir şiirimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü tüm bütün dünyada zalimlerin ve zulmün sonu gelmez…
***

HÜSEYNİ DURUŞ

Korkudan, baskıdan zulümden yılmam,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Ahlaktan, vicdandan başka yol bilmem,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
İkrarı bozanlar kavlinden dönse,
Mert bildiğim herkes korkudan sinse,
Zalimin kılıcı boynuma inse,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Zalim beni köşe bucak arasa,
Ağzım, dilim susuzluktan kurusa,
Ciğerlerim zehirlense, çürüse,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Hüseyin’in yolu Hakkın yoludur,
Hakkın yolu tüm yollardan uludur,
Ceddi, soyu Muhammed’dir, Ali’dir,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Düşürseler zalimlerin toruna,
Atsalar da İbrahim’in narına,
Ben yansam da fikrim kalır yarına,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Zalim Firavun’sa Musa olurum,
Zulüm çarmıh olsa İsa olurum,
Yezid gaddar ise ben Şah olurum,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Paraya, makama, şehvete kanmam,
Ölmeden ölmüşüm, zalimden sinmem,
Şah Hüseyin olur, yolumdan dönmem,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Yezid Kerbela’da kılıcı çekti,
Kur’anı, ahlakı, İslamı yaktı,
Lanet halkasını boynuna taktı,
Hüseyni duruşum asla değişmez
Xxx
Resulallah hadisinde söyledi,
Yezid zulmü ciğerleri dağladı,
İnsan olan bu vahşete ağladı,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx
Halil Çivi inancından çarketmez,
Nefsi için Ehlibeyt’i terketmez,
Zulüm ateş olsa yine farketmez,
Hüseyni duruşum asla değişmez.
Xxx

Prof. Dr. Halil Çivi
8.8.2018, Doğanbey / Seferihisar/ İzmir

“Yıkın, hukuk sonradan gelsin”, “hanım kız”!

“Yıkın, hukuk arkadan gelsin”! emri, kolluk güçlerinin ve mülki idare amirlerinin amiri konumumdaki İçişleri Bakanınca verildi.

Üç Anayasa maddesinin doğrudan ihlali:

  1. Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı (md.11),
  2. Kanunsuz emir (md.137),
  3. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı (md.138).

Konusu suç teşkil eden emir’, Türkiye İçişleri’nin ne durumda olduğunun ya da kimlerin yönetimi altında bulunduğunun ibret verici bir göstergesi.

YA DIŞİŞLERİ?

2017 Anayasa kurgusu, yüzyıllar boyu gelişen Anayasal ve siyasal mirası bir çırpıda sildi. Ulusal alandaki kuralsızlaştırma, kurumsalsızlaştırma, kazanımları değersizleştirme ve sistemsizleştirme , uluslararası savrulmalara da yansıdı. Cumhuriyet dönemi yansız dış politikası ve Anayasa’nın amir hükümleri (AS: buyurucu kuralları) bir yana bırakılarak, kişisel ilişki ve tercihler, kısa dönemli çıkarlar öne çıkarıldı.

ABD Başkanı Biden ile resmi görüşmesinde Dışişleri Bakanlığı çevirmeni yerine Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın özel bir kişiyi tercihi, belirgin bir gösterge.

Siyasal partiler, haklı eleştirilerini yaptı: CB, Türkiye Cumhuriyeti adına ABD Başkanı ile resmen görüştüğüne göre, çevirmenin resmi sıfat taşıması, bu işin doğası gereği.

Bunu, ana muhalefet partisi lideri Sn. Kılıçdaroğlu’nun dillendirmesi, demokratik hukuk devleti ereğinde anayasa değişikliğini gerçekleştirmek amacıyla farklı siyasal akımları bir araya getirmeyi başarmış olan bir siyasal şahsiyet (AS: kişilik) olarak görevi de.

Sn Kılıçdaroğlu’nun, gayri resmi özel çevirmen için “hanım kız” demesi ise, eleştiriler karşısında aylardır suskun kalan Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY) çevrelerini harekete geçirdi. Fransızların ‘matmazel’ hitabını çağrıştıran ‘hanım kız’, dilimizde bir nezaket söylemi olduğu halde, neredeyse işin özünü unutturdu ve konu hemen mahkemeye taşındı.

PBDBY YORDU…

İşte PBDBY’nin Türkiye’yi, içi ve dışı bakımından getirdiği durum: Bakan, yasa uygulayıcılarına, ‘hukuku tanımayın, yıkın’, Devleti temsil eden kişi ise, uluslararası en önemli görüşmelerinde bile, ‘ben Devlet görevlileri ile değil, özel ilişkilerimle belirlediğim kişiler ile çalışırım’ diyebiliyor.

Özetle; Türkiye, Cumhuriyeti ve yurttaşları ile ‘monokrasi yorgunu bir ülke’ durumuna düşürüldü.

SOSYAL DEVLET ÖNCELİKLERİ

Sayın Kılıçdaroğlu’nun, PBDBY’ye uyarı, öneri ve eylemleri, dayanağını Anayasa’da bulmakta:

Kanunsuz emir yasağına uymayanları uyarmak, md. 137.
•Kamu görevine girişte liyakat ilkesini savunmak, md.70.
•Tüketicilerin haklarını savunmak, md.172.
•KYK borçları faizlerinin ödenmemesini önermek, md.5 ve 65.

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Demokratik muhalefet olarak CHP, Anayasal çerçevede tutarlı bir siyasal tutum ile sosyal devlet öncelikleri doğrultusunda güçsüz toplumsal katmanların korunması ve yoksullaşmanın yıkıcı sonuçlarının önüne geçilmesi amacıyla çok yönlü çabalarını sürdürüyor:

Bir yandan, yasama çalışmalarında engelleyici değil, yapıcı ve ön açıcı öneriler geliştiriyor, anayasallık güvencesini işletmek için çok yoğun bir çaba harcıyor; öte yanda, sosyal devlet önceliklerini ve liyakat ilkesine dayalı kamu yönetimi kurallarını gündeme getirerek güçsüz toplumsal katmanların korunmasına katkıda bulunurken, kamu yönetiminin bir an önce hukuk devleti gereklerince yapılanması için sürekli çaba gösteriyor.

Özetle;
– TBMM’de Anayasaya saygı çerçevesinde nitelikli yasa,
– Parlamento dışında Anayasa’nın uygulanması için çok yönlü faaliyetler,
– Seçimler sonrası için de somut anayasa ve yasa çalışmaları

üçlüsü karşısında panikleyen PBDBY, güdümü altındaki yargının kapısını sık sık çalıyor…

Bu itibarla (AS: bakımdan), ‘yıkın, hukuk arkadan gelsin’ diyen kişi karşısında sus pus olanların, ‘hanım kız’ hitabını mahkemeye taşıyanlar, aslında CHP’ye, mahkeme önünde, PBDBY’nin Türkiye’nin içini ve dışını ne hale getirdiğini teşhir olanağını da sunmuş oldu.

  • Türkiye Cumhuriyeti, PBYDBY yükünü taşıyamaz hale geldi...

Bu nedenle, demokratik hukuk devleti yolunda ‘hak, hukuk, adalet için daha büyük dayanışma gereksinimi her geçen gün artmakta.

Ülkemizde Artan KIRIM – KONGO KANAMALI ATEŞİ HASTALIĞI

logo

Ülkemizde Artan KIRIM – KONGO KANAMALI ATEŞİ HASTALIĞI

Prof. Dr. Saltık: “Hastalıkların ardı arkası kesilmeyecek”

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, yaz aylarının gelmesiyle birlikte Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığından ölümlerin artmasına dikkat çekerek, “Çevrenin giderek kirlenmesinden dolayı bu çevresel hastalıklarla karşı karşıyayız. 2 yıl içinde birçok hastalıkla karşılaştık. Yeni hastalıkların da ardı arkası kesilmeyecekdedi.

İLEYDA ÖZMEN AZE HABER AJANSI, 28.07.2022

ANKARA- Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, yaz aylarının gelmesiyle birlikte Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığından ölümlerin artmasına dikkat çekerek, “Çevrenin giderek kirlenmesinden dolayı bu çevresel hastalıklarla karşı karşıyayız. 2 yıl içinde birçok hastalıkla karşılaştık. Yeni hastalıkların da ardı arkası kesilmeyecek” dedi.

KKKA hastalığı nedeniyle bu ay başından bu yana başta Tokat, Bingöl ve Sivas üzere birçok ilde çok sayıda kişi yaşamını yitirdi. Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, bu hastalığın ara konakçısı keneler konusunda GAZETE DURUM‘a çarpıcı açıklamalar yaptı. Saltık’ın iletileri şöyle:

KKKA hastalığının ölüm oranı çok yüksek: KKKA hastalığı COVID-19 gibi değil. Ölüm oranı çok yüksek. Bu oran %30’lara varıyor. Hatta %50’lere çıktığı yazında (literatürde) kayıtlı. Yarı yarıya öldürücülük son derece yüksek. Bu yüzden kişinin korunması çok önemli.

KKKA hastalığında ilk temel bulguyu hastalığın adından anlıyoruz. Bu virüs hastalığında deri altında küçük toplu iğne başı boyutunda ve büyüyebilen yaygın kanamalar oluşuyor. COVID-19 gibi zoonotik bir hastalık, yani hayvanlardan insana geçiyor. 

Çevrenin giderek kirlenmesinden dolayı bu çevresel hastalıklarla karşı karşıyayız. 2 yıl içinde birçok hastalıkla karşılaştık. Yeni hastalıkların da ardı arkası kesilmeyecek.

Maymun çiçeğini de buna eklemek isterim.

  • Yakın zamanda DSÖ maymun çiçeği hastalığı için küresel alarm uyarısı da yaptı.

En genel anlamda insanoğlu çevreyi kirletmeyen, koruyan, bozmayan, dağıtmayan, ona saygılı bir tutum izlemek zorunda. Bu yapılmadığı takdirde bu hastalıkları göreceğiz ve daha ağırlarıyla karşılaşacağız.

KKKA Temmuz ayında tepe yapıyor: KKKA 2002 yılında ortaya çıktı. Genellikle yaz aylarında KKKA hastalığıyla uğraşıyoruz. Bu hastalık daha çok Temmuz ayında tepe yapıyor. Ağustos ayıyla birlikte hava soğudukça azalışa geçiyor.

Ağır bir tablo görüyoruz: Belirtilerinde birden ateşle birlikte şiddetli baş ağrısı görülüyor. Hastalarda aşırı halsizlik ve yorgunluk gözlemliyoruz. Belirtiler eklem, kas, karın ağrıları, bulantı, kusma biçiminde sürüyor. Bu bulgular kenelerce ısırıldıktan 3 ile 9 gün sonra başlıyor. Daha sonra deri altında kanamalar başlıyor. Burunda, ağızda diş eti kanamaları ve akciğer içinde kanamalar başlıyor. Kan tükürme, kanlı kusma ve dışkının kömür gibi simsiyah olması başlıyor. Kadınlarda beklenmedik vajinal kanamalar da belirtiler arasında görülüyor. İç organ kanamaları da başlıyor çünkü bu virüsle birlikte vücudun pıhtılaşma mekanizması bozuluyor. Böylesine ağır bir tablo görüyoruz.

En riskli ilimiz Tokat: HastalıkAfrika’nın ortasından başlayıp kuzeyine dek batısı dışında, orta Ekvator çizgisinin altı ve yukarı doğru kuzey ve Afrika’nın doğusu, Arap yarımadasının ve Türkiye’nin tümü, Irak, Suriye, Kırım yarımadası, Pakistan, Çin’e dek uzanıyor. Türkiye’de en riskli ilimiz Tokat. 2004 tarihli veriler var elimizde. Bugünkü verileri bilmiyoruz ama o zaman en çok hasta Tokat’ta görülmüştü. 249 hastanın 101’i Tokat’taydı. Yozgat, Sivas yoğun görülen iller oluyor.

Hayvanlarda düzenli kene muayenesi yapılmalı: Hayvanlarda düzenli kene muayenesi yapılmalı. Gerekli ilaçlamalarla hayvanların kenelerden arındırılması gerekiyor.

Bedeni gözlemek gerekiyor: Kene, deriyi ısırırken salgıladığı kimyasal madde ilk olarak o bölgede duyu yitirilmesine neden olur. Dolayısıyla kene ısırdığında duymazsınız. Acıtmaz, duyumsamazsınız (hissetmesininiz). Bu yüzden açık alanlarda, kırsal kesimlerde bulunduktan sonra kene ısırığı var mı diye tüm bedeni, biri yardımıyla gözlemek gerekiyor.

Paçalarınızı çorabın içine koyun: Kenenin çok olduğu riskli yerlerde uzun kollu giymeli, paçalarınızı çorabınızın içine koymalısınız. Bu alanlarda gerekmiyorsa uzun süre kalmamalısınız.

Keneyi tutup koparmayın: En büyük hata keneyi tutup kopartmak oluyor. Keneyi tutup koparmayın. Bu çok tehlikeli. Ölüm oranını artırır. Üzerine kolonya dökmek, sigara dumanı gezdirmek, sigara ateşi basmak da doğru değil. Çünkü refleksle kene bedenindeki tüm virüsü insan bedenine boşaltmış oluyorsunuz.

TickCheck.com - How to safely remove a tick

Çivi çıkarır gibi çıkarılmalı: Bir cımbızla, kenenin deriye giren ağız bölümünün de olabildiğince altından tutularak, bir çivi çıkarırcasına sağa sola hareket ettirerek çıkartmak gerekiyor. Bu gibi durumlarda en yakın sağlık kuruluşuna başvurulmalı.

Koruyucu giysiler giyilmeli: Hayvancılıkla uğraşanlar, çobanlar, çiftçiler, kesim evlerinde (mezbaha) çalışanların özel koruyucu giysiler giymesi gerekiyor. Riskli bir ortamda bulunulduysa 2 hafta dikkat etmek gerekiyor. Sağaltımda (tedavide) antiviral antibiyotikler (Ribavirin) kullanıyoruz. Özgün bir sağaltım elimizde bulunmuyor. Dolayısıyla kenelerin yaşayabileceği ortamda tüm beden incelenmeli. Bedene yapışmamış keneler çevrede toplanıp öldürülmeli ve gömülmeli.

Biyolojik savaş yararlı olabilir:  Samsun’da yetiştirilen 340 bin sülünün KKKA hastalığına neden olan keneleri yok etmek için Türkiye’nin çeşitli illerinde doğaya bırakılacak olması biyolojik savaş dediğimiz bir yöntem. Keneleri avlayarak yaşayan hayvanlarla böyle bir yol izlenmesi yararlı olur diye umuyoruz. Çünkü yaygın otlak alanlarını, su kıyılarını.. kene taşıyabilir diye ilaçlama olanağımız yok. Bu yöntem riskli ve çevreyi kimyasal açıdan kirletici olur. Belki kenenin çok olduğu sınırlı bölgelerde kimyasal ilaçlama yapılabilir.

KKTC’de BM BARIŞ GÜCÜ MİSYONU VARLIĞI HUKUKSAL DAYANAKTAN YOKSUNDUR

Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
E. Albay, Tarih uzmanı

Kıbrıs, yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden, yakın bir gelecekte de çözülebilmesi pek de olanaklı görülmeyen sorunların başında gelmektedir. Peki Kıbrıs sorunu ne zaman oluştu? Sorunu çözmek için gösterilen çabalar gerçekçi ve içten miydi? Güncel durum (statüko) kimin veya kimlerin işine gelmektedir?

Kıbrıs sorununun başlangıcından bu yana yapılan girişimler, bilinçli veya bilinçsiz, öylesine kötü inşa edildi ki, bugün Arap saçına dönmüş olan güncel durumu çözecek bir aktör var mı veya hangi önerilerle bunu çözecek bilinmemektedir!!

Kıbrıs sorunu, kökleri 18’inci yüzyıla dek uzansa da, 1955 yılından bu yana görünür duruma gelmeye başlamıştır. Rumların, Kıbrıs’ın Yunanistan ile siyasal birleşmesinin kavramsal karşılığı olan ENOSİS‘i gerçekleştirmek amacıyla 1955 yılı nisan ayının ilk günü başlattıkları saldırıların kısa bir süre sonra toplumlararası çatışmaya dönüşmesi ile sorun Ada dışına taşınmıştır. Ancak ABD, birkaç yıl önce NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan’ın Adadaki çatışmalardan dolayı doğrudan olmasa bile savaş konumuna gelmesinden rahatsız olmuş ve Kıbrıs’taki gelişmelere katılan (müdahil) olmuştur. ABD’nin karışması (müdahalesi) Kıbrıs’taki çatışma ortamını geçici olarak durdurmuş ve çözüm sürecini başlatacak olan Zürih ve Londra Konferansı’na giden yolu açmıştır.

Zürih ve Londra’da 1959 yılı şubat ayında yapılan görüşmeler sonunda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturacak kurullar kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalar yaklaşık 1,5 yıl sürdükten sonra 16 Ağustos 1960’ta bağıtlanan (imzalanan) Lefkoşa Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk ve Rum halklarının anayasal organlara birlikte katılımını öngören ve sayıca daha az olan Kıbrıs Türk halkının haklarını koruyan düzenlemeler üzerine getirilmiştir. Ancak Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, daha Lefkoşa Antlaşmasının mürekkebi kurumadan, yürürlükteki anayasal düzenden yakınmaya başlamış, Kıbrıs Türklerine tanınan hakların çok olduğunu sürekli gündeme getirmiş ve Anayasa’daki açık kurallara karşın Kıbrıs Türklerinin; Lefkoşa içinde, 5 farklı ilçede ayrı belediyeler kurmasını, Kıbrıs ordusunda 40/60, kamuda ise 30/70 oranında görev almasına engel olmuştur. Kıbrıs’ta kurulan düzeni korumak amacıyla çalışan Anayasa Mahkemesi’nin Alman Başkanı, Cumhurbaşkanı Makarios’un anayasaya aykırı söylem ve eylemleri karşısında tepkilerini açıklamış, ancak bunların dikkate alınmadığını görünce istifa etmek zorunda kalmıştır. Batı dünyası ise Kıbrıs’ta olanlara karşı herhangi bir konum almamış, Cumhurbaşkanı Makarios’un hukuka aykırı tutum ve davranışları ile EOKA militanı kimi kişilerin bürokraside görevlendirilmeleri karşısında sessiz kalmış, bir bakıma yakın gelecekte Adada yaşanacaklar karşısında Rumların yürekliliğini (cesaretini) artırmıştır!

Bu durumdan güç alan Cumhurbaşkanı Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 3,5 yıl sonra 13 maddeden oluşan anayasa değişiklik önerisini 1963 Kasım sonlarında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e vermiştir. Kıbrıs Türk siyasetçileri daha anayasa değişiklik önerisine verilecek yanıtı görüşürlerken 21 Aralık 1963’te Kanlı Noel olarak tarihe geçen saldırıları başlatmışlardır.

  • Kıbrıs Türk halkını yok etmeyi amaçlayan Akritas Planı doğrultusunda yapılan ve
    dört gün süren bu saldırılarda yüzlerce Kıbrıs Türk’ü yaşamını yitirmiştir.

Türkiye’nin 25 Aralık 1963’teki müdahalesi ile saldırılar sona ermiş, yaklaşık 25 bin Kıbrıs Türk’ü güneydeki evlerini terk ederek kuzeye göç etmek zorunda kalmışlardır.

Cumhurbaşkanı Makarios, sonraki günlerde Kıbrıs’taki gelişmeleri ENOSİS doğrultusunda biçimlendirmeye başlamış ve Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Küçük de içinde olmak üzere Kıbrıs Türk Bakan ve Milletvekillerinin Rum kesiminde kalan çalışma ofislerine ve Temsilciler Meclisine gitmelerini engellemiş, Kıbrıs’ta yaşanan olayları anlatmak amacıyla New York’a giden Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş’ın adaya girişini  Anayasaya aykırı olarak yasaklamıştır. Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük, yaşanan bu olayları BM başta olmak üzere İngiltere ve ABD’ye bildirmesine karşın herhangi bir girişim yapılmamış, Makarios’un önderliğinde oluşturulmaya başlanan yapılanma (statüko) eylemli olarak (de facto) kabul edilmiş ve Kıbrıs Cumhuriyeti Rumların denetimine bırakılmıştır. Bir bakıma Kıbrıs’taki gelişmeler ABD ve İngiltere’nin istediği gibi olmaya başlamıştır!

Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünü pekiştiren bir başka hata (?) ise BM Barış Gücü‘nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesi sürecinde yaşanmıştır. BM Barış Gücü‘nün bir ülkede görev yapabilmesi için biçim koşularından biri isteyen ülkenin onamının olmasıdır. Ülkesindeki çatışma ortamını durdurmak amacıyla Barış Gücünün topraklarında görev yapmasını isteyen devletlerin BM’ye başvurmaları gerekmektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de süreç böyle işlemiştir. Ancak bir farkla! Cumhurbaşkanı Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti adına BM’ye yaptığı başvuruda, Ada’da BM Barış Gücü’nün görevlendirilmesini isterken, anayasaya aykırı işlem yapmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası md. 57’ye göre bu vb. uluslararası kuruluşlara yapılacak çağrı, işbirliği gibi başvurularda Cumhurbaşkanı Yardımcısının da onayı gereklidir. Ancak Cumhurbaşkanı Makarios’un başvurusu Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’ün onayı olmadan BM’ye gönderilmiştir.  Cumhurbaşkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük, bu durumu 2 Nisan 1964’te BM’ye gönderdiği yazıda, Cumhurbaşkanı Makarios’un BM Barış Gücü’nün Ada’da görevlendirilmesi ile ilgili yaptığı başvurunun anayasaya aykırı olduğunu açıkca belirtmiş ve BM Güvenlik Konseyi‘nin Kıbrıs Barış Gücü’nün görevlendirilmesi ile ilgili aldığı 186 Sayılı Karar’ın da “biçimsel bakımdan” (şeklen) hukuksuz olduğunu vurgulamıştır.

Gerek uluslararası gerek ulusal hukuksal düzenlemelerde kurulan ilk işlem temeldir. Yapılan ilk hukuksal işlem biçim ve/veya öz (esas) bakımından yanlış ise; bu hukuksal işleme dayalı sonraki tüm düzenlemeler “hükümsüz” dür. Dolayısıyla, 31 Temmuz 2022’de görev süresi dolacak olan BM Kıbrıs Barış Gücü’nün durumu bir kez de bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı olan Türkler, BM Barış Gücü’nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesine ilişkin kararda yer almamış ve onamlarına başvurulmamıştır.

  • BM Kıbrıs Barış Gücü’nün Kıbrıs’ta görevlendirilmesi ile ilgili alınan ilk karar,
    biçimsel olarak Kıbrıs Anayasası’na aykırıdır.

Halen Mağusa ve Lefke’deki BM Barış Gücü misyonları Kıbrıs Türk halkının istencine başvurulmadan görevlendirilmişlerdir. Uluslararası alanda tanınmamasına, –Türkiye dışında– karşın, KKTC egemen – eşit bir devlettir ve topraklarında görev yapan BM Kıbrıs Barış Gücü misyonunun varlığına kendi istenci ile karar verebilecek siyasal gücü vardır.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı Türklerin onamı olmadan ve Cumhurbaşkan Yrd. Dr. F. Küçük’ün itirazını dikkate almadan görevlendirilen BM Barış Gücü misyonunun Kıbrıs’taki varlığı ile Kıbrıs Türk halkının anayasal haklarını yok sayıp Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek temsilcisi olarak Rumları kabul eden (!) BMGK 186 Sayılı Kararı yeniden tartışılmalı ve Kıbrıs Türklerinin siyasal istencini, egemen – eşitliğini görmezden gelen bu yanlıştan dönülmelidir.

Türkiye Ekonomisi Nereye ??

ŞEHRİBAN KIRAÇ
Cumhuriyet 
https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kur-korumali-mevduatin-butceye-yillik-maliyeti-200-milyar-tlyi-asacak-1962381 24.07.2022

SORULAR ve YANITLAR

Prof. Dr. Oğuz Oyan: BİR OPERASYONLA BÜYÜK BİR SERVET TRANSFERİ YAPILDI! -  YouTube

Prof. Dr. Oğuz OYAN

(Cumhuriyet’te yayınlanmayan bölümleri kırmızıyla gösterdim).

SORU:  Türkiye’deki yüksek enflasyon ve hayat pahalılığının sonu nereye varacak?

Cumhurbaşkanı Erdoğan enflasyonu önemsizleştirmek için “hayat pahalılığı daha büyük sorundur” diyebiliyor ama bunun nereye varacağını kestiremiyor: Hayat pahalılığı olmasın istiyorsanız, o zaman gelirleri enflasyonun üzerinde artıracaksınız! Devlet, memurlarının / kamu işçilerinin ücretlerini, emekli maaşlarını, asgari ücreti doğrudan belirlerken, tüm ücret / gelir düzeylerini dolaylı etkilemektedir. Kaldı ki maliye politikalarıyla, tarımsal desteklemeyle bölüşüm ilişkilerine müdahale edebilmektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da, “sendikalaşma oranının düşüklüğünden” yakınırken, hangi “tehlikeli sulara” girdiğinin farkında değildir: Siyasal iktidar, sendikalaşmanın önünü açarak, grev yasaklarına başvurmayarak, daha önemlisi sermaye teşviklerini şirketlerdeki sendikalaşma oranına bağlayarak pekalâ özel sektördeki sendikalaşma ve ücret düzeylerini yükseltebilir.
Peki bir sermaye iktidarı bunu yapar mı? Hayır.

SORU: Ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor, her gün yeni önlemler açıklanıyor,
bunlar sorunları çözmeye ne derece etki ediyor?

Saray ve ekonomi yönetiminin enflasyona karşı mücadeleyi öncelikli görmediğini Bakan Nebati veciz biçimde (!) itiraf etmişti. Gerçi AKP iktidarının ekonomik büyümeyi önceleyen politikaları bu denli fiyat ve kur çarpılmalarına meydan vermeden de başarılabilirdi. Şimdi artık bu tren kaçmıştır.

Para politikası araçları ters yönde kullanılınca, ekonomi yönetimi kendisine bırakılan sığ alanda
yan yollardan etkisiz ve maliyetli çareler üretmeye itildi. Ancak dışa açık bir ekonomide hem kur hem de faizleri birlikte belirlemek gibi “olmayacak duaya amin” denildiğinde, her türlü şoklara
açık olunacaktır. Bunu 1994 krizinden öğrenemediyseniz, 2018 sonrasında bizzat yarattığınız ve deneyimlediğiniz 3 döviz krizinden öğrenme aklına sahip olacaksınız.

SORU: Döviz kurunu düşürmek için atılan adımların hiçbir işe yaramadığını gördük,
kur tarafında ne tür riskler sözkonusu olacak?

Döviz kurunu düşürmekten çok, belirli ara platolarda bekletmek politikasının ne denli yüksek maliyetlere sahip olduğunu TCMB rezervlerinin hızla eritilmesinde gördük. Dışa açık bir ekonomide hiçbir rezerv büyüklüğü, kur şoklarını durdurmak için yeterli olamaz ve faiz aracını ikame edemez.

Kurları tutmak için getirilen KKM’nin Bütçeye yükü şimdiden 37,2 milyar TL ve bu harcama, yasal dayanağa sahip olmadan yapıldı. Ek Bütçe’ye konulan 40 milyar TL’lik ödenekse kesinlikle yetersiz; ayrıca kur farkları için Gelir ve Kurumlar Vergileri istisnaları, TCMB tarafından üstlenilen KKM maliyetleri de eklenirse, yıllık toplam maliyet 200 milyar TL’yi aşabilecektir.

Kurları tutmak yanında, döviz arzını artırmak için başvurulan kısmî kambiyo kontrollerinin (ihracat ve turizm gelirlerinin kısmen TL’ye çevrilmesi zorunluluğu; şirketlerin fazla döviz tutmasının TL krediye erişimlerini engellemesi…) sorunlara çare üretmesi zordur. Ancak Türkiye’nin tam sermaye kontrollerine zorunlu kalması şaşılacak bir durum olmayacaktır.

Ekonominin dış ticari ilişkilerinin beklenenin ötesinde açık üretme eğilimi de (ilk 6 ayda 51,4 milyar $ dış ticaret açığı; ilk 5 ayında 28,1 milyar $ cari açık) bu tabloyu karartmakta, kur risklerinin artışını körüklemektedir. Ekonominin döviz geliri yaratma kapasitesi aşınırken, ithalat başta olmak üzere gider cephesi büyümektedir. Bunun sonucunda yılın 2. yarısında büyüme ve ithalatın frenlenmesi kaçınılmaz görünmektedir.

SORU: Türkiye’nin risk CDS’leri 900 puanı aştı. Artık yabancı yatırımcının Türkiye’ye güveni olur mu? 

Türkiye ekonomisinin kırılganlık artışı kuşkusuz yabancı yatırımcının güvenini sarsar; nitekim, önceki yoğun çıkışlara karşın 2022’de yabancı sermaye çıkışı sürebilmiştir.

  • Daha önemli sorun ise, Türkiye’nin dış borçlarını ve cari açığı çevirme maliyetlerinin olağanüstü yükselmiş olmasıdır.

Bir yıl içinde vadesi gelen borçlar ile cari açık toplamının 230 milyar doları bulacağı hesaba katıldığında, libor + risk / temerrüd primi olarak $ bazında %12’lerde oluşan bir borçlanma faizinin, sürdürülebilmesi zordur.

İki not düşülebilir               :

  1. Bu maliyetlerde bir borçlanmanın bizzat kendisi ülkeyi / şirketleri temerrüde düşürecek niteliktedir;
  1. Eğer temerrüt durumu oluşursa, yüksek CDS’lere karşın (yani riskleri önceden Türkiye’ye ödetmiş olmalarına karşın) dış güçler alacaklarına şahin kesilip (Demirbank’ın batışında görüldüğü gibi), ülke yönetimini sorumlu tutar ve alacaklarını hiç risk yokmuş gibi tahsil etme kapasitesine sahip olurlar. Bu tür bir mali emperyalizme kafa tutabilecek bir siyasi irade görebiliyor musunuz?

SORU: Yıl sonu büyüme, işsizlik, faiz ile ilgili öngörüleriniz neler, bu alanlarda ne tür riskler var?

Kaynak sorunları nedeniyle, ilk çeyrekteki büyüme hızının sürdürülmesi zordur. Dünyadaki durgunluğun etkileri de büyümeyi sınırlayacaktır. Böyle bir ortamda iktidarın seçime giderken faizleri artırması –bir döviz şoku dışında– düşünülemez.
(Bu paragraf, metinde soru olarak düzenlenerek verilmiş!).

Ekonomik yavaşlamanın yüksek seyreden işsizlik üzerinde olumsuz etkileri olacaktır.
Ama sorun daha boyutludur:

  • Enflasyon, reel ücret erimesi, işsizlik, iç ticaret hadlerinin çiftçi aleyhine seyretmesi gibi nedenlerle tarihsel bir yoksullaşma yaşanırken,
  • sermayeye kapsamlı gelir / servet transferleri üzerinden derin ve hızlı bir bölüşüm şoku yaratılmaktadır.

Bunun toplumsal ve siyasal sonuçları şimdilik kısmen yaşanmaktadır.

SORU: Şu anda Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunları nelerdir, çözüm için atılması gereken adımlar hangileridir?

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları:

AKP döneminde katmerlenen erken sanayisizleşme ve teknolojik gerilik; sanayide, tarımda ve enerjide büyüyen dış bağımlılık; düşük tasarruf ve yatırım kapasitesi; işgücünün ileri teknolojiye uyumunu sınırlayan vasatlıklardır.

AKP’nin plansız / hesapsız yönetimiyle yüksek ekonomik / mali kırılganlıkların oluşması, dış açık sorununun büyümesi; sermayeyi ve özel olarak parazit sermayeyi aşırı kayıran politikalarıyla gelir / servet dağılımındaki uçurumları ve sermaye kaçışlarını büyütmesi de cabasıdır.

Ancak bunlar o kadar da beklenmeyen sorunlar mıydı? 2000’leri düzenleyen IMF / DB politikaları farklı neyi öngörmüştü ki? Sermayenin ufku bunun ötesine gidiyor muydu?

Şimdi gelinen noktada, 3 “sistem-içi” seçenek bulunuyor:

1) 2000-2008 tarzı sert bir IMF programı

2) 2008-2015 tarzı IMF’siz IMF disiplini

3) Sermaye kontrolleri rejimine geçiş ve türevleri (dış borç konsolidasyonu da içerilebilir).

Bu sonuncusu sol bir program bile sayılmaz ama IMF’siz bir seçenek olarak değerlidir. Fakat Türkiye’nin sistem-içi siyasetlerinin bunu uygulama irade ve kapasiteleri sınırlıdır veya tartışmalıdır.

Her durumda, Türkiye’nin önünde bölüşüm ve üretim öncelikli bir kamuculuğu,
planlamayı,
yüksek teknolojiye dayalı bir sanayileşmeyi, enerjide ve tarımda atılımı,
ekonomik bağımsızlığı yeniden düşünmekten başka gerçek seçenek bulunmuyor.

Bunun için kamu ekonomik girişimciliğini yeniden canlandırmak; yüksek eğitimli, yüksek becerili ve yüksek ücretli bir işgücü oluşturmak; başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim sistemini yenilemek; her alanda vasatlığı ve dinsel bağnazlığı aşmak gerekecektir.

Çetin Doğan’dan Anayasa Mahkemesi’ne açık mektup

Yılmaz Özdil
yozdil@sozcu.com.tr
SÖZCÜ, 22.7.22

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Bu mektup 28 Şubat Davası’na ilişkin bir savunma amacıyla hazırlanmamıştır.

Anayasa Mahkemesi’ne bir yıla yakın süre önce intikal eden davanın bir an önce ele alınıp sonuçlandırılması isteminden ibarettir.

28 Şubat Davası’nda geç gelen adalet, ‘adalet’ olmayacaktır.

Davanın gerçek mağdurları olan sanıklarda yaprak dökümü başlamıştır.

Yan koğuşta ‘demans’ teşhisi ile yatan sayın Çevik Bir nerede olduğunu bilmemekte, korumaları sandığı infaz memurlarının yardımı ile hayata tutunmaya çalışmaktadır.

Bu açık mektup, mukayeseye olanak sağlamak amacıyla, Anayasa Mahkemesi’nin ortalama altı ay içinde sonuçlandırdığı adil yargılama hakkının ihlaline ilişkin ‘kumpas davaları’nda verdiği kararlar ışığında hazırlanmıştır.

28 Şubat Davasında Hak İhlalleri

Anayasa’nın 36. maddesi’ne göre mahkemelerin “tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi” bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına göre; “bir mahkemenin davaya yaklaşımı, başvurucuların iddialarına yanıt vermekten ve başvurucuların temel şikayetlerini incelemekten kaçınması halinde, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi uyarınca davanın düzgün bir biçimde incelenmesi hakkı bakımından ihlal edilmiş olacağı” belirtilmiştir.

28 Şubat Davası’nın bir ‘kumpas davası’ olduğunu kanıtlayan onlarca delil, İlk Derece Mahkemesi dahil, İstinaf ve Yargıtay sürecinde mahkemeye sunulmuş olmasına rağmen incelenmekten kaçınılmıştır.

Bu konuda ayrıntıya girmeden, öne çıkan iki yalın gerçeği hatırlatmakla yetinelim:

– Birincisi; atılı suça dayanak olarak gösterilen bütün delillerin dijital olarak 5 No’lu CD’ye kayıt edilmiş olması ve Mahkemece tayin edilen Ortadoğu Teknik Üniversitesi mensubu uzman ‘bilirkişi heyetince’ söz konusu CD’nin yasal delil niteliği bulunmadığı yolunda rapor vermiş olmasıdır. Buna karşılık 28 Şubat Davası’na ilişkin kararında Yargıtay, 5 No’lu CD’nin sanıklar hakkında verilen hükümde belirleyici olmadığını belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da hükme esas alınan “gerek ilgili kurumlarla yapılan yazışmalar gerekse hukukiliği hususunda tartışma bulunmayan diğer yazılı delillerle beyan delilleri tarafından teyit edilen (diğer delillerin)” varlığı belirtilmektedir. Dava dosyasında bulunmayan ancak Yargıtay kararında varlığı belirtilen “ilgili kurumlarla yapılan yazışmalar, hukukiliği hususunda tartışma bulunmayan diğer yazılı delillerle beyan delillerin” varlığı, Yargıtay’ın soyut bir kanaatidir. Oysa Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ‘suçun sübutuna ilişkin’ hükme esas aldığı söz konusu CD’de kayıtlı sahte dijital delillerden başkaca bir delil dosyada bulunmamaktadır. Yargıtay ilamında yer alan asılsız iddialar, sadece dönemin “yandaş medyasında” kumpasın bir parçası olarak yer almıştır.

– İkincisi; atılı suça dayanak yapılan belgelerin sahte olduğu, ‘bilirkişi raporları’ dışında mahkemeye sunulan ayrıntılı delillerle de kanıtlanmıştır. Bu bağlamda en son Mahkeme’ye sunulan kesin kanıt, söz konusu belgelerin üzerinde ‘Evrak Güvenlik Numarasının’ varlığıdır.

Kısaca açıklayalım:

TSK’da ‘Gizli’ gizlilik derecesine sahip evrakların yetkili olmayan kişi ve kurumlara sızmasına bir önlem olarak, Kasım 2002’den itibaren ‘GİZLİ’ gizlilik derecesine sahip bütün evraklara büyük puntolarla “Evrak Güvenlik Numarası” kaşelenmeye başlanmıştır. Evrakın gönderildiği her adrese farklı güvenlik numarası verilmeye başlanmıştır. Atılı Suç ile ilişkilendirilen bütün belgeler 1997 yılının tarihini taşıdıkları halde, üzerlerinde “Evrak Güvenlik Numarasının” damgalandığı görülmektedir. 28 Şubat Kumpası‘nı kurgulayanlar; ‘Evrak Güvenlik Numarası’ uygulamasının ne zaman başladığı konusunda bilgileri olmadığı için, CD’ye tarayarak yükledikleri sahte ve tahrif edilmiş bütün evraklar ‘Evrak Güvenlik Numarası’ ile damgalamışlardır. Bu hususu teyit eden kanıt (Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi yazısı) İstinaf Mahkemesi aşamasında ve Yargıtay’a sunduğumuz temyiz dilekçesinde yer almaktadır. Ne var ki; bu kanıt üzerinde araştırma yapma lüzumu dahi duyulmamıştır. Bu önemli kanıt Yargıtay’ca yok sayılmıştır.

Bu suretle, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi uyarınca “davanın düzgün bir biçimde incelenmesi hakkı” ihlal edilmiştir.

Gerekçeli Karar Hakkının İhlali

Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda hak ihlalinin varlığını kabul ettiği davalarda “Gerekçeli Karar Hakkının İhlali” önemli bir yer tutmaktadır.

28 Şubat Davası’nda sanıkların iddialarının incelenmemesinin yanı sıra, ‘Gerekçeli Kararında’ , da iddiaların incelenmeyiş nedeni ortaya konmamıştır.

Oysa muhakemede usule ilişkin koruma sağlayan adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olan ‘Gerekçeli Karar Hakkı’ kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlanmasının yanı sıra, denetlenmesini de amaçlamaktadır.

Bu kapsamda, Anayasa Mahkemesi kararlarında yer alan aşağıdaki ifadeler önem taşımaktadır:

“Sanıkların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun bir biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri gereğinin yanı sıra demokratik bir toplumda, toplumun kendi adına verilen yargı kararlarının sebeplerini öğrenmelerinin sağlanması için de gereklidir. Bu nedenle mahkemelerin, ‘kararlarını hangi temele dayandırdıklarını yeterince açık olarak belirtme’ yükümlülüğü altındadırlar.”

Ayrıca, “Mahkemelerin sanıklarca ileri sürülen iddia ve savunmalara şeklen cevap vermiş olmaları yeterli olmayıp, iddia ve savunmalara verilen cevapların dayanaksız olmaması, mantıklı ve tutarlı olması da dikkate alınmalıdır. Diğer bir ifadeyle mahkemelerce belirtilen gerekçelerin davanın şartları dikkate alındığında makul olması gerekmektedir.”

Bu bağlamda 28 Şubat Davası’nda 5. Ağır Ceza ve İstinaf Mahkemesi’nin gerekçeli kararlarında ve son olarak Yargıtay İlamında makul bir gerekçenin yer almayışıyla, başvurucuların “gerekçeli karar hakkı” ihlal edilmiştir.

Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında “gerekçeli karar hakkı” kapsamında “mahkemelerin bir hükme varırken neleri dikkate aldığı ya da almadığını gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması ‘gerekçeli karar hakkı’ yönünden zorunlu olduğu” açıkça yer almıştır.

Bu bağlamda başvurucuların dava sürecinde iddia makamı tarafından ileri sürülen bütün delillerin sahte olduğunu kanıtlayan belgelerin ve cebren iskat edildiği ileri sürülen 54. T.C. Hükümet üyelerinin tanık olarak mahkeme huzurundaki aksine beyanlarının niçin gerekçeli kararda yer almadığı belirtilmemiştir.

Konuya ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında yer alan aşağıdaki ifadeler, her şeyden önce Anayasa Mahkemesi’ni bağlamaktadır:

“Mahkemeler, tarafsızlığı, keyfiliği, denetimden kaçmayı ve perdelemeyi önlemek için kararın verilmesine neden olan temelleri yeterince açık olarak belirtmekle yükümlüdür… Derece mahkemesi kararlarının, adalet gereksinimini giderecek ölçü ve nitelikte yeterli gerekçe ile açıklanıp açıklanmadığı hususlarının, adil yargılanma hakkının ihlali iddiasıyla yapılan bireysel başvurularda Anayasa Mahkemesi’nce yapılacak denetimin kapsamında yer almaktadır.”

Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin verdiği kararlara atıflar yaparak yaptığımız açıklamamızı, Anayasa Mahkemesi’nin kamuoyunca ‘Balyoz Davası‘ olarak bilinen davaya ilişkin “Bilirkişi Raporları ve Uzman Mütalaalarına” ilişkin 28 Şubat Davasında da emsal olabilecek kararından yaptığımız aşağıdaki alıntı ile sonlandıralım:

“Savunmaların dayanağını oluşturan ve dijital verilerin güvenilirliğine ilişkin ciddi kuşkular uyanmasına neden olan bilirkişi raporları ve uzman mütalaaları gözetildiğinde, önemli ölçüde, dijital veri ve içeriklerine dayanan İlk Derece Mahkemesince verilen kararın gerekçesinin, adalet gereksinimini giderecek ölçü nitelikte, yeterli ve makul olarak değerlendirilemeyeceği, bu sebeple Anayasa Mahkemesince ‘gerekçeli karar hakkının’ ihlal edildiği, sonucuna ulaşılmıştır.”

28 Şubat Davası’nda da geçerli olan yukarıdaki hak ihlalleri Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlalleri 28 Şubat Davası’na ilişkin bütün sanıklar tarafından yukarıda belirttiğimiz hak ihlalleri dışında pek çok hak ihlalini içeren bireysel müracaatlarını Anayasa Mahkemesi’ne sunmuşlardır. Bu bağlamda mahkemede yaşanan usulsüzlükler, 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra davanın genişletilmesi dahil, sanıkların mahkemece gerekçesiz reddedilen talepleri ile son olarak mahkemeye sunulduğu halde göz ardı yeni deliller yer almaktadır.

28 Şubat Davasında Siyasetin Gölgesi

Bilindiği gibi T.C. Devleti’nin yapı taşlarından birisi olan Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası uyarınca kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin işlevi, parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığı prensibinin korunmasında olduğu kadar, Anayasa’da belirlenmiş temel hak ve özgürlüklerin sadece yasama ve yürütme organlarınca değil, aynı zamanda yargı erkinin verebileceği kararlarda da gözetilmesinin teminatı niteliğindedir.

Ülkemizde siyasi davaların açılması ve sürdürülmesinin bütün aşamalarda siyasi iktidarın belirleyici rol oynadığı acı bir gerçektir.

Son dönemdeki gelişmeler; siyasi davalarda yaşanan bireysel hak ihlallerinin Anayasa Mahkemesi’nde gündeme alınması, görüşülmesi aşamasında da siyasi iktidarın bilinen yaklaşım ve temayülünün dikkate alındığı kuşkusunu yaratmıştır.

Saygılarımla. 20.07.2022

Çetin Doğan
‘F’ Tipi Ceza İnfaz Kurumu, Buca-İZMİR
===============================================

Evet… Bu mektup, varlığıyla onur duyduğumuz Çetin Doğan‘a ait.

  • Sahte delillerle, apaçık kumpasla, 11 aydır demir parmaklıkların ardında esir tutuluyor.

Gerçekler halk tarafından öğrenilmesin diye, ağır baskı, ağır sansür, ağır ambargo uygulanıyor. Sesini duyurabilme imkanı olmadığı için, size iletilmek üzere bana gönderdi.

Anayasa suçu işleniyor. (AS: Anayasayı ihlal suçu, TCK m.309)
İnsan hakları suçu işleniyor. (AS: insan haklarını ihlal suçu)
14 general
80 yaşında olanlar var.
85 yaşında olanlar var.
90 yaşında olan var.
Çevik Bir örneğinde olduğu gibi, nerede bulunduğunu bilmeyenler, kim olduğunu bilmeyenler var.
Ameliyat olan, dikişleri bile alınmadan hücresine geri gönderilen, dikişleri patlayan, kan revan içinde tekrar hastanelik olan var.
Ziyaretler sırasında bitkinlikten baygınlık geçirip yere yığılanlar var.
Parkinson yüzünden kendi başına ihtiyaçlarını göremeyenler var.
Yürüyemeyenler var.
Eşleri mektup gönderiyor mesela, sadece isim yazmaları gerekiyor, ismin önüne rütbeleri yazılırsa, o mektup teslim edilmiyor, “rütbelerini söktük, burada korgeneral yok, orgeneral yok, er var” deniyor, mektup geri gönderiliyor, böylesine zulüm var.

Nobel ödüllü yazar Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı gibi… Herkesin sustuğu, herkesin gözyumduğu, engellemek için kimsenin kılını bile kıpırdatmadığı, işleneceğini herkesin bildiği bir cinayet bu!

Geç gelen adalet, adalet midir? Anayasa Mahkemesi’nin bu kumpas davasını bir an önce ele alması, bir an önce sonuçlandırması, sadece hukuk değil, insanlık görevidir.
=======================================
Dostlar,

Liste aşağıdaki gibi.
Biz de Sn. Em. Org. Çetin Doğan’ın tarihsel çığlığına katılıyoruz.
Düpedüz tuzak ve intikam kokan bir tablo ve karar var ortada.
Yargı yerleri MİLLET ADINA karar vermekteler. Milletin bir üyesi, bir yurttaş olarak gerçek gerekçeleri bilmek istiyoruz. Adına yargı kararı verilen bir Millet üyesi olarak, bizim adımıza ADİL KARAR verilmesini istiyoruz.

Anayasa Mahkemesi bu dosyayı karara bağlamayı uzatırsa, adil karar vermiş olmayacak, adalete hizmet etmiş olmayacaktır. Bu 14 yüksk rütbeli subayımızın her an cezaevlerinde ölüm haberi gelebilir! Öyle ki, hapishane koşullarında olmasalardı yaşanmayacak olan ölümler.. Bu durumda kumpasın yıkıcı – yakıcı sonuçlarını giderme olanağı olmayacaktır; giden geri gelmeyecektir. AYM de bu ağır ve bağışlanmaz sorumluluğa ortak olmuş olacaktır.

Sevgi, saygı ve derin kaygı – üzüntü ile. 28 Temmuz 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 27 Temmuz 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

TEŞEKKÜR

28 Şubat haksızlığı ve hukuksuzluğunu; intikam amaçlı-sonuçlu  siyasi yargılama ile hapsedilen yaşlı komutanların durumunu sık sık dile getiren dürüst ve yürekli gazeteciler Saygı Öztürk ve Aytunç Erkin ile SÖZCÜ Gazetesi’ne teşekkürler.

Adalet ve insanlık herkese bir gün gerekli olacaktır.

Güce ve güçlüye aldanmayınız…

ET

Ankara Melike Hatun Camisi İmamı Halil Konakçı, kadınları et olarak niteleyerek, ”100 yıl önce dedelerimizin yatak odasında görmediği kıyafetleri biz çarşıda pazarda görüyoruz.” dedi.

Behey yobaz, sana yüz yıl gerisi az gelir…

ÖVGÜ

Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişci, tarımsal yatırım için gittiği Venezuela’da tarım ve hayvancılığı övdü, ülkemizi yerdi.

“20 yıldır neden bizi iktidar yapıyorsunuz?” demek istemiş…

MİSYON

Atatürk heykelini yıkanları öven ve cihatçı militanlara destek paylaşımları yapan TRT Diyarbakır Bölge Müdürü Hamit Yaz, TRT Radyo Dairesi Başkanı olarak atandı.

AKP misyonun gereği…

DOLANDIRICILAR

Sabiha Gökçen Havalimanı 2. Pist güçlendirme tünel ihalesini alan şirkete dolandırıcılık ve vergi kaçakçılığından el konduğu öne sürüldü.

Dolandırıcılar iş başında…

BARON

Cumhuriyet savcısı uyuşturucu baronu çıktı!

Kokuşma zamanı…

N’OLMUŞ?

MGK bildirisinde, “Yunanistan’ın kışkırtıcı eylemlerine ek olarak karasuyu ve hava sahası ihlallerini artırarak sürdürmesinin kabul edilemez olduğu” ifade edilmiştir.

Eeee?..

YAKIN

RTE’nin durup durup yinelediği ”Gezi olaylarında camilerimiz yakıldı” sözleri İtfaiye tarafından yalanlandı.

İtfaiye yandı!..

HAYALET

İ. Melih Gökçek’in 801 milyon Dolara mal ettiği Ankapark ucubesinde 50.4 milyar harcanan teleferiğin direklerinden başka bir şey bulunamamış.

Ay’a yol yapımında kullanmışlardır…

SORUMLU

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Kurum, Ankapark’ın harabeye dönmesinde Ankara BŞB‘nin de sorumluluğu olduğunu belirtti.

Oysa park belediyenin el değiştirmesinden üç yıl sonra (5 gün önce) mahkeme kararı ile BŞB‘ne devredildi.

Sorumlu makamlarda olanlar sorumluluklarının bilincinde olmalı…

DEĞERLİ

Oyuncu Birce Akalay’ın “Birileri ülkeyi yemeye devam ediyor, yargılanacağınız günleri görmek üzere” mesajı üzerine Türkiye Gazetesi yazarı ve Ulusal Kanal’ın değerli konuşmacısı Cem Küçük, “Son yirmi yılda böyle konuşanlar ya içeri girdi ya kaçtı ya kariyeri bitti.” dedi.

Küçük…

OLDU

RTE üç yıl önceki bir TV programında KYK borçlarının affı veya indirim yapılması konusu sorulması üzerine “Bay Kemal olsaydım sildim gitti derdim” demişti.

Sildi gitti.

Gölge Bay Kemal…

SABIR

RTE milletten sabır istedi ve “Kimseyi muhanete muhtaç etmedik” dedi.

Daha muhaneti de mi var?..

DEKANIM

İki yıldır öğrencisi olmayan Harran Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ne AKP Milletvekili Mehmet Ali Cevheri’nin kardeşi ziraatçı Abdulcenap Cevheri’nin dekan olarak atandığını duyurdu.

Evde rakı yapanları yönetir…

ARAP

Arşivinde Feto’ya övgüler dolu olan AKP Trabzon Milletvekili Bahar Ayvazoğlu, Körfez ülkelerinden Trabzon ve bölge illerine gelen Arap turistlerle ilgili yakınmada bulunan kişileri ırkçı ve vatan haini olmakla suçladı.

Fazla ileri gidenlere Anadolu köylüsüne der?…

BİZİM TV Konuşmamız : 26 Temmuz 2022

Dostlar,

Dün, 26 Temmuz 2022 Salı günü saat 21:00 – 22:05 arasında, BİZİM TV‘de Sn. Burcu UĞUR’un konuğu olduk. Bizimle, aşağıdaki görselde (ve linkte) görülen konuları işledi. 65 dakika boyunca bilimsel gerçekleri ve AKP’nin Kovit-19 ile gerçekte savaşmadığını….. irdeledik.

Örneğin, en son 11-17 Temmuz 2022 haftası veri açıklandığını. Son 9 gündür (17 – 26 Temmuz 2022 arası) hiçbir veri açıklanmadığını, uluslararası istatistiklere de yollanmadığını… şaşkınlıkla..

Bu suç, bu ciddiyetsizlik, bu halka saygısızlık ve masum insanların hastalanmasına – ölmesine neden olan sorumsuz, sürdürülemez ve derhal terk edilmesi gereken bir tutum.

Haziran başında 7 bini aşan haftalık olgu sayısı 11-17 Temmuz haftasında 257 bini aştı. Genel savsamaların (ihmallerin) yanı sıra, 2 temel hatanın yinelenerek salgını daha da azdırdığını düşünüyoruz:

1. Kurban bayramı için hemen hemen hiçbir önlem alınmaması ve halka uyarı yapılmaması.;
2. Kırk bine yakın hacının dönüşlerinde hiçbir önlem alınmaması..

Turizmin olası olumsuz katkısını da eklemek gerek..

2020 ilkbaharında da benzer hatalar yapıldı ve salgın hızla tırmandı.  İktidar, hatalardan ders almıyor. Özenli bir filyasyon (kaynağını bulma) çalışması ile hacılar konusunda yapılan hatanın salgının büyümesine katkısı sayısal olarak hesaplanabilir. Sağlık Bakanlığı bunu yapar mı?

Anlaşılan, kovit-19 çok büyük boyutlara ulaşmıştır, bu yüzden sayısal veri açıklanAmamaktadır.. Peki nereye dek? Ölümler de geçen yıl ve bu yıl açıklanmadı! Bu nasıl bir yönetim anlayışıdır?

  • Türkiye bir Muz Cumhuriyeti midir? 

Yetkilileri anayasal, yasal, insani görevlerini yapmaya ve salgın hakkında güncel, dürüst veri paylaşmaya çağırıyoruz. Kamuoyunu ve muhalefeti, iktidarın bu kabul edilemez salgın politikası konusunda uyarıcı olmasını bekliyoruz.

Kış gelmeden 5-25 yaş arası tüm öğrencilerin öncelik ve ivedilikle 1!er ay ara ile 2 kez aşılanmasını çok önemli buluyoruz.

Ayrıntıları izlemek için lütfen tıklayınız..

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını diliyoruz.

Twitter ortamında da izlenebilir.

https://twitter.com/bizimtvcomtr/status/1552012059902185485?t=Kuw19ukoKV6AF2lWwRKslA&s=08

Sevgi ve saygı ile. 27 Temmuz 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

DEVRİMİN ÖLDÜRÜLMESİNE İZİN VERİRSENİZ, İÇİNİZDEKİ DEVRİMCİ DE ÖLÜR…

portresi

Lütfü KIRAYOĞLU
ADD Genel Başkan Başdanışmanı

Bugün, Avrupa Değerleri, Maastricth Kriterleri, Çağdaş Batı Uygarlığı dediğimiz kavramların, hiç ama hiçbirini, Batı ülkelerinde yönetimde kim olursa olsun (Kral, Prens, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Sosyalist, Faşist, Liberal, kendisine hangi yaftayı seçerse seçsin) kendi iradesi ile kendi halkına verdiği görülmemiştir.

İnsanlık adına hemen hemen bütün kazanımlar o ülkelerin halklarının mücadelesi ve bunun giderek öbür ülkelere de sıçraması; kanla, gözyaşı ile elde edilmiştir. (8 saatlik iş günü, çocuk emeğinin sömürülmesinin engellenmesi, kadın hakları, 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü, dayanışma grevleri vs.) Vahşi kapitalizm çağından adına sosyal demokrasi” denilen yutturmacaya, küreselleşme, sibernetik çağı, yeni dünya düzeni denilen yalanlara kadar.

Bu nedenledir ki bizlere 1950 sonrası doğru dürüst dünya tarihi, Avrupa tarihi öğretmediler. Ne Cromwell’i biliriz ne İngiliz Kralının idamını ne de Boston Çay Partisini.. Ne Büyük Fransız Devrimini, ne 1848 devrimlerini ne 1871 Paris Komününü ne de Almanya’da devrime ramak kalışını biliriz. Robespierre denilince ödümüz patlar. Jakoben sözü bize yapıştırılacak diye Jakoben olmadığımızı kanıtlamak için 40 yemin ederiz. Laik olmamak için “seküler” oluveririz. Etiketlere kolayca kanarız. Avrupa’nın işçi hareketini ezmek için 150 yıllık “Sosyal Demokrat” kavramını bugünkü Sosyal Demokrasiye çevirişini kabulleniriz.

Çocukluğumuzun Çelik Bilek’i (Teksas) artık Rambo olmuştur. Mitterand “sosyalisttir” ya,.. Sömürgeler Bakanı ve İçişleri Bakanı iken Cezayir’de neler yaptığını hiç merak etmeyiz. Fransa neredeyse her kente “soykırım” anıtı dikmiştir. Onlar dünyaya Aydınlanma götürmüştür ya(!) şu halde “barbar” Türklerin soykırımcı olduğunu kabullenmemiz gerekir. Avrupa’da yoksullar hiç mücadele etmemiştir. Krallar onlara bütün haklarını hemencecik verivermiştir,. öyle mi..?

Fransa’nın en devrimci kitleleri olan Sankülot’ları kibar olsun diye “baldırı çıplaklar” olarak tanımlarız. Oysa gerçek tercümesi “donsuzlar” olmalıdır. Havalar sıcak olduğundan donsuz gezmiyorlardı, gerçekten de yoksulluktan donsuzlardı! Yakın Çağ Avrupa edebiyatçılarının eserlerinde anlattığı sefalet yoktu sanki. Viktor Hugo, Emil Zola, Charles Dickens hep hayal ürünü öyküler anlattı. Sefiller, İki Şehrin Hikayesi, Germinal.. hep hayal dünyasının eserleriydi, öyle mi?

Fransız Devriminin en önemli devrimcilerinin aynı zamanda en değerli bilim adamları olduğunu unutmayın..! Üniversite yıllarında Diferansiyel Denklemler dersinde okuduğumuz Lagrange, Legendre vb. denklemlerin yaratıcıları, boynunu giyotine uzatırken bile bilime katkı yapan Lovoisier.. hep Avrupa değerlerinin bugünlere gelmesi için üzerine basarak yükseldiğimiz insanlardır.

Büyük Atatürk, Avrupa tarihini ve özellikle Fransız devrimini çok iyi biliyordu. Kendi halkının durumunu çok iyi analiz etti ve Avrupalıların büyük eziyetlerle ulaştığı seviyeye ulusunun bir an önce ulaşmasını istedi. Bu nedenle pek çok kişi, özellikle “solcularımız” O’nu “üst yapı devrimcisi” olarak küçümsediler. Batılıların Medeni Kanunundan etkilendi. Çünkü Atatürk “Amerika’yı yeniden keşfetme” gibi boş işlerle vakit geçirecek adam değildi. Daha da ileri gitti. Kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkını verdiği için başta İngiltere olmak üzere pek çok ülkede kadınlar Türk kadınının elde ettiği seçme seçilme hakkı için mücadele etti.

Atatürk, çağdaş ölçü birimlerine de bilimsel gerçeklere uygun olduğu için geçti. Luvr müzesinde Ekvatorun çevresinin kırk milyonda biri ölçüsünde etalon metre duruyor. Ama İngilizler halen “inch”, “feet” olarak kral bilmem kimin parmak ve ayak ölçüsünü kullanıyorlar. Kılıç, top tüfek ve yenilmez armadaları ile kurdukları denizler egemenliği (hakimiyeti) sayesinde bütün dünya Deniz Mil’i ölçüsü kullanıyor. Oysa, Osmanlı güçlü iken Araplardan geçme “fersah” kullanılıyordu.

Çok “medeni” dediğimiz Avrupalıların tam egemenliği altındaki ülkelere bir bakınız. Hindistan tarihi tam bir faciadır. En “uygar” Hintli Roy Dranat (Tagore) bunun çok geç farkına varmış ve isyan etmiştir. Fransızların, Belçikalıların, İngilizlerin, Portekizlilerin, Afrika’da yaptığı vahşi sömürü şu dakikalarda bile sürüyor.

Bugün Avrupa’da emekçi sınıflar rahat ediyorsa, bu, başta Afrika olmak üzere yoksul ülkelerin kanını emmeleri sayesindedir. 1970’lerin ortalarına dek Almanya, Belçika ve Fransa’da görülen büyük işçi grevleri, bu ülkelerin yöneticilerinin bizim gibi ülkelerin sömürülerinden kendi emekçi sınıflarına verdikleri payı artırmaları sayesinde olmuştur. Gençlik yıllarınızı hatırlayınız. Türkiye’ de 12 Mart faşizmi hüküm sürerken Alman işçileri Hamburg limanında gemilere yükleme yapmaz, dayanışma grevleri yapardı.

Dünya sinemasına bakınız. Vietnam savaşının sürdüğü o yıllarda çevrilen Vietnam filmlerine bakınız. Neden şimdi benzer filmler yok! Neden bir Afganistan ya da Irak işgalini kınayan film yok? Amerikan yerlilerinin katliamını işleyen filmler neden yok? Nerede “Mavi Askerler” filmi? Marlon Brando’nun “Baba” filmi yüzlerce kez oynadı. Aynı aktörün “Adada İsyan” (Quemada- Ada Yanıyor) filmini görebilen kaç kişi var. (12 Mart döneminde Türkiye’de 2 gün oynayabilmişti)

Güney Amerika tarihini kaçımız biliyoruz? Dünyada enflasyonun başlangıcını, gümüş döngüsünü, Patosi dağının öyküsünü kaç kişi biliyor? Herkes Machu-Picchu gezisi yapmayı hayal ediyor. İnkaları, Mayaları, Aztekleri ne denli biliyoruz? Büyük devrimci yazar Eduardo Galeano’ nun ardından çok göz yaşı döktük. Kaçımız Galeano’nun eserlerini ve Güney Amerika’nın vahşice sömürüsünü okuduk. Uruguay, Paraguay gibi ülkelerin başına neler geldi? Dünyanın en büyük petrol ülkesi Venezuela neden bu duruma getirildi? Fenerbahçe’ye antrenör olan Jesus’u 3 ayda ezberledik. İspanyolların Güney Amerika yerlilerine yaptığı zulmü anlatan Rahip Jesus’un, “Yerlilerin Gözyaşları” adlı küçücük kitabını da bir arayın bakalım yayınevleri yeniden basmış mı? Öyle ya kitabı bir 68 devrimcisi çevirmiş. Belki de tahrifat yapmıştır..!

Güney Amerika’nın “Atatürk’ü” Simon Bolivar unutturuldu. Tam unutuldu denirken birtakım “deliler”, “kamyon şoförleri” Bolivar’ı diriltmeye kalktı. Bu yüzden bütün Batılı haber ajanslarının geçtiği haberlerle günümüz Bolivarcılarını küçümseyip alay ediyoruz.

Unutmayın..!

Bolivar’a ne yaptılarsa Atatürk’e de onu yapmak istiyorlar. “İki ayyaş”, “keşke Yunan kazansaydı”, “Lozan hezimettir” sözleri bu yolun taşlarını döşüyor. Ne var ki; bugün bütün halkı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” savsözü (sloganı) ve İzmir Marşı birleştiriyor. Bunu bildikleri için, aradan geçen bunca yıldan sonra daha çok saldırıyorlar. Bunu salt RTE mi yapıyor? O, daha iktidarda çok yeni iken, Belçikalı Ost Lander “devlet dairelerinden Atatürk fotoğraflarını indirmemizi” buyurmuştu. 1968’lerin ünlü devrimcisi “Kızıl Rudi” Alman meclisine girince bizlere “Kemalizm‘i terk etmeye hazır mısınız” diye akıl vermiş; Ahmet – Mehmet Altan kardeşler de bunu TV kanallarında geliştirmişlerdi. Türk subayları bundan sonra cezaevlerine dolduruldu.

Demek Batının “aslan terbiyecilerinin” kamçısı altında medenileşeceğiz. Medeniyete bu denli düşkün olan şu “Batılılar”, neden çok sevdikleri Suudi Arabistan ya da Körfez ülkelerini medenileştirmiyorlar?

Mehmet Akif boşuna mı söylemiş: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye…

Unutmayın..!

  • Yönetimini beğenmediğiniz bir ülkede, o yönetim devrilecekse,
    onu ancak ve ancak o ülke halkı devirir.

Eğer bu yönetimleri dışarıdan bir güçle devirmek doğru idiyse, on yıllardır beynimi delen o soruyu bir kez daha sorarım:

  • “Batılılar, Hitler İktidarını neden devirmediler ve Dünyayı ateşe vermesini beklediler?”

“Devrimciyim” demek, diyebilmek güzel de…

Devrimin öldürülmesine izin verirseniz, içinizdeki devrimci de ölür.

Unutmayın..!

Atatürk, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” diyerek yola çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’yı etkileyen Fransız devrimcileri, 10 Ağustos 1792’den sonra mecliste şöyle yemin ediyorlardı:

Millet adına bütün gücümle hürriyet ve eşitliği korumaya, yahut ölmeye yemin ederim“.

İşte bu gün, Türk ulusunun temsilcileri, Mecliste 12 Eylülcülerin karmaşık yemini yerine, Atatürkün kısa ve özlü yeminini etmeliler ve hesabını da vermeliler.

Ulusal bağımsızlık ancak böyle korunur…

SİYASAL BİLİNÇLENMEDE ARTIŞ ve UYARI

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Günümüz dünyası dahil; son 300 yıldır, sömürgeci emperyalistler dünyanın neresine, hangi ülkesine gittilerse, uygarlık, özgürlük ve demokrasi kisvesi ile oralara ırk, dil, din, mezhep, bölge… ayrımcılığı götürüp bölücülük tohumları ektiler. Halkları birbirlerine düşman ettiler. Devletleri parçaladılar. Ülkeleri böldüler.

Bu emperyalist politika kurbanlarına, Atatürk Dönemi dışında, Osmanlı Devleti ve günümüz Türkiye’si de dahildir…

Türkiye için yeni bir seçim dönemi yaklaşırken, umarım siyasetçiler, emperyalistlerin projelerine uyarak ırk, dil, din, mezhep vb. insanların doğarken hazır buldukları doğal kimliklikler üzerine siyaset yapmazlar. Halkın ekonomi, işsizlik, eğitim, sağlık, adalet, özgürlük, gönenç (refah), demokrasi, barış, kardeşlik ortak yaşama bilinci vb. zorunlu gereksinimlerini karşılayabilmek için, çağdaş akla ve bilime uygun proje ve programlar üzerine siyaset üretme yarışına girerler…

Yazılı, görsel ve sosyal medya verilerine bakılırsa, artık ülkemizde seçmenlerin büyük çoğunluğunun siyasal bilinç düzeyleri yeterince yükselmiştir. Bilinç düzeyleri yeterince yükselen seçmenler, toplumun doğal gereksinmelerini göz ardı edip her türlü ayrıştırıcı, bölücü tarihsel ve doğal kimlikler üzerine siyaset yapanlara oy vermekten uzaklaşıyorlar. Çünkü toplumdaki hem ekonomi kaynaklı gereksinmeler hem de hukuk, adalet ve demokrasi… vb. istekler ağır basmaya başlamıştır.

Her türlü bölücü siyasetin ve bölücü siyaset yapanların Türkiye’nin geleceğinde yeri yoktur ve olmamalıdır. Partiler arası siyasal dürüst rekabet topluma sağlanacak her türlü kamu hizmetlerin etkinliği, yaygınlığı, sürekliliği, hukuka, adalete uygunluğu ve kalitesinde olmalıdır.

İnsanlar hayal ve umut ettikçe yaşarlarmış.