Etiket arşivi: Oğuz Oyan

“AKP FETRET DÖNEMİ” BİTİYOR MU?

BİRGÜN PAZAR 2023-7
Nisan / OĞUZ OYAN

Osmanlı’nın “Fetret Dönemi”nden 10 yıl daha uzun sürmüş bir “AKP fetret dönemi” sona ermek üzere mi?

Önce niçin ve neye göndermeyle bir “AKP fetret dönemi”? AKP dönemi, Cumhuriyet’in kuruluş döneminin tam zıttını temsil etmek bakımından Cumhuriyet’in tasfiyesiyle özdeşleştiği için bir fetret dönemidir. Bu fetret döneminden yalnızca 6 hafta sonra çıkılması imkânının (olanağının) belirmesi, Cumhuriyeti felce uğratan / fetretçi / düşmanlaştırıcı iktidar anlayışına teslim olmayan kitleler açısından azımsanmayacak bir umut ve öncelik taşımaktadır.

Sınıf ekseninden bakanlar açısından ise, ağır bir sınıfsal baskı rejimini temsil eden dinci siyasetin durdurulması, aynı zamanda açık faşizme geçişin durdurulmasıyla eş anlamlıdır. Ama, bugüne kadar siyaset sahnesine çıkmış en gerici ittifakı temsil eden güçlerin önümüzdeki seçimlerde yenilgiye uğratılması, dinci siyasetlerin etki alanının hemen hızla geriletilmesi anlamına da gelmeyecektir. Birkaç nedenle:

Birincisi, bugünkü gerici iktidar bloğunun idarede, siyasette, yargıda, askeriyede ve toplumda yarattığı 21 yıllık tahribatın bir günde buharlaşması beklenemez.

İkincisi, iktidar adayı olan Millet İttifakı’nın dinci siyasete de geniş yer açan sağ ağırlıklı yapısı, AKP döneminde önemli zemin kazanan dinci yozlaşmanın üzerine gidilmesine ciddi bir engel oluşturacaktır. Kaldı ki, AKP öncesi döneme dönüşün bile hedeflenmediği de bilinen bir olgudur. Bugünden oluştuğu görülen şey, Millet İttifakının aslında Cumhuriyetin kurucu partisinin temsil ettiği veya etmesi gereken değerler ile dinci-milliyetçi anlayışlar arasında bir sentezin temellerinin atılmakta olduğudur. CHP’nin bu yoldan kısa sürede dönmesi zor görünmektedir. Bu nedenle de siyaset denklemine laikliği/aydınlanmayı da temsil eden sosyalist solun güçlü bir giriş yapmasına olan gereksinim büyüyecektir.

Üçüncüsü, AKP ve müttefikleri seçimlerden sonra da Meclis’te, bürokraside ve yerel yönetimlerde önemli bir siyasal güç olmaya devam edebileceklerdir. (Hatta seçimlerden sonra siyasi kartların yeniden dağıtılması ve ittifakların tazelemesi sonucunda kısa sürede yeniden güç kazanması olasılığı da dışlanamaz).

Dördüncüsü, seçimden sonraki iktidarın çok zor gündemlerle baş etmesi gerekecektir. Kahramanmaraş Depremleri’nin yol açtığı insani ve fiziki yıkım, öncelikli olmakla birlikte bunlardan yalnızca birisidir. Ekonomik/mali dengesizliklerden orta vadede (erimde) kurtulmayı öngören ciddi bir programa, hukuksuz/Anayasasız bir dönemden “bağımsız” bir hukuk rejimi inşasına, Cumhurbaşkanlığı merkezli yönetim biçiminden güçler ayrılığını içeren bir siyasi/idari yapılanmaya, imar/ihale yolsuzluklarından ve bütçe hakkının gaspedildiği bir yapıdan denetlenebilir ve hesap sorulabilir bir kamu mali yönetimine,  yığılan dış mali yükümlülükler ile sertleşen emperyalist dayatmalara karşı kararlı tavırlar üretebilecek bir siyasi yapılanmaya, gelir/servet dağılımındaki uçurumlarla beslenen yapısal ve toplumsal bunalımlardan dengeli bir ekonomik-toplumsal duruma geçişi hızlandıracak adımlar atılamazsa, pusuda bekleyecek olan radikal İslamcı siyaset karşı saldırıya geçmekte gecikmeyecektir. 

Kapkaççı ve Talancı Zihniyet

Kapkaççı zihniyetin bugünkü iktidar kadrolarına ve iktidarın eteklerindeki sermaye çevrelerine ne denli nüfuz ettiğini seçim sürecine girildiği son dönemde apaçık gözlemlemek mümkün. Gün geçmiyor ki yeni bir kamu emlakı satışı, bir imar peş keşi, bir ihale cambazlığı haberi çıkmasın. Deprem bölgesinde, felaketin enkazı bile kaldırılmadan girişilen acul inşaat girişimleri tam da bu “selden kütük kapma” telaşının en çarpıcı göstergesidir. Üstelik depremden hiç ders almadan meraları/tarım topraklarını yerleşime açmaya devam ederek, betonu tarıma yeğlemeyi sürdürerek.

Kapkaççılık daha çok fırsatçılığı çağrıştırır ama yağmacılığın da ikiz kardeşidir. Peki, tekrar Osmanlı örneğine dönersek, yağmacılık bugünkü dinci siyasetin tarihsel genlerine işlediği için mi aralarında bu kadar içli-dışlı bir ilişki var? Önce şu düzeltmeleri yapalım: Bir kere (kez) Osmanlı devletinin esas olarak dış talan (dış artık-ürün) üzerinde ayakta durduğunu iddia eden görüşler (veya “izlenimler”) dayanaksızdır. Bütün tarım toplumlarında olduğu gibi, Osmanlı devletinin de asli (birincil) gelir kaynakları tarımsal artığın (iç-artık ürünün) ele geçirilmesine dayalıdır. (Bu artığın ille de merkezileştirilmesi gerekmez; nitekim tüm feodal Ortaçağ toplumlarında olduğu gibi askeri ve diğer (öbür) hizmetler karşılığı olarak önemli bir bölümü üretildiği yerde kalır). Öte yandan, Osmanlı fetihlerinden elde edilen ganimet gelirleri de bütünüyle fetihçi askeri sınıfa bırakılmaz. Fetihlere katılanlar, İslami geleneğe de uygun olarak, ganimetten “hums-u şeri” (yani beşte bir) oranında pay alırlar; gerisi Padişah’ın özel hazinesine kalır. Dolayısıyla kuralsız bir paylaşıma izin verilmez. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin gerilemesiyle birlikte başka devletlerden sağladığı haraç gelirleri gibi fetihlerin bitmesiyle ganimet gelirleri de son bulur; bir anlamda dış-artık ürün eksiye döner.

21. yüzyılın dinci gericiliğinin tevarüs ettiği şey olsa olsa % 20 komisyonculuğu olabilir. Ama bunu bile bağlamından koparmadan bugüne taşımak mümkün olmaz. Burada artık ganimetin beşte birinden ziyade, parazit bir siyasetçi/sermayedar sınıfının, devletin rant dağıtma kanallarını kontrol etmesine bağlı olarak oluşturduğu haraç/rüşvet ağından bahsedebiliriz. Son dönem Osmanlı yönetici sınıfıyla özdeşlik kurulması burada daha mümkün hale gelir.

Ancak özdeşlik kurulamayacak şey, bugünkü dinci gericiliğin şeriatçı tasavvurlarının Osmanlı yönetici sınıflarında aranmasıdır; bunun bir karşılığı yoktur. Bakmayın Abdülhamit’in 31 Mart dinci ayaklanmasına tutunarak iktidarını korumaya çalışmasına, dinci/şeriatçı ayaklanma tehdidi Osmanlı sultanlarının en ürktüğü konu olmuştur. Esasen Osmanlı’da örfi hukukun uygulama alanı her zaman şeri hukuk alanından daha geniş tutulmuş, Tanzimat sonrasındaki dönemde bu eğilim daha da pekişmiş ve sekülerleşme yönünde adımlar da atılmıştır. (Tayyipgillerin Tanzimat sonrasından hoşlanmamasının bir nedeni de budur ama bugünkü dinci gericiliğin kendisine örnek alabileceği bir dönem Tanzimat öncesinde dahi  -16. yüzyıldaki Şeyhülislam Ebussuud Efendi dönemi dahil- bulunmamaktadır).

Sorun şudur                          :

  • Osmanlı’da bile doğrudan iktidar fırsatı bulamamış bir şeriatçı azınlığın, iç koşulların ve emperyalizmin Türkiye planlarının çakışması sonucunda iktidara çöreklenmiş olması ve
  • Cumhuriyetin hem manevi hem de maddi kazanımlarını yağmacı bir zihniyetle 21 yıldır talan edip durmasıdır.
  • Talancıların iktidara yapışmasının bir nedeni buysa, öbürü de hesap sorulmasından dehşetli ürküyor olmalarıdır.

Sonuç: Yeni bir Destan Yazılmalı

Osmanlı “Fetret Dönemi”nin en hayırhah olayı, merkezkaç bir “sosyalizan” güç olarak ortaya çıkan (veya çıktığı varsayılan) Şeyh Bedrettin isyanları olmuştu. Sol yazında “eşitlikçi” ve “paylaşımcı” bir hareket olarak anılan Şeyh Bedrettin olayı, bir yandan da geç feodal Ortaçağ’ın din temelli köylü isyanlarını hatırlatır. Belki bu bakımından, bugünkü aydınlanma ve sosyalizm mücadelesine ışık tutamayabilir. Ama sol mücadelenin de tarihsel efsanelere ihtiyacı vardır ve bu nedenle de Nazım Hikmet tarafından Şeyh Bedrettin Destanı zulme karşı halkın meydan okumasının bayrağı olarak yüceltilmiştir.

Şimdi AKP’nin zulüm ve fetret dönemini aşmanın mücadelesini verirken, yeni destanlar yaratmaya ihtiyacımız var. Bu destanlar, emekçi sınıfların ve sosyalist aydınların omuzlarında yükselecek ve iktidara karşı seçimlerin kazanılmasıyla sonlanmayacak; seçimlerden sonra egemen sistemi sürdürmeye yönelik tüm programlara karşı verilen mücadele sürecinde yazılacak.

Türkiye Ekonomisi Nereye ??

ŞEHRİBAN KIRAÇ
Cumhuriyet 
https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kur-korumali-mevduatin-butceye-yillik-maliyeti-200-milyar-tlyi-asacak-1962381 24.07.2022

SORULAR ve YANITLAR

Prof. Dr. Oğuz Oyan: BİR OPERASYONLA BÜYÜK BİR SERVET TRANSFERİ YAPILDI! -  YouTube

Prof. Dr. Oğuz OYAN

(Cumhuriyet’te yayınlanmayan bölümleri kırmızıyla gösterdim).

SORU:  Türkiye’deki yüksek enflasyon ve hayat pahalılığının sonu nereye varacak?

Cumhurbaşkanı Erdoğan enflasyonu önemsizleştirmek için “hayat pahalılığı daha büyük sorundur” diyebiliyor ama bunun nereye varacağını kestiremiyor: Hayat pahalılığı olmasın istiyorsanız, o zaman gelirleri enflasyonun üzerinde artıracaksınız! Devlet, memurlarının / kamu işçilerinin ücretlerini, emekli maaşlarını, asgari ücreti doğrudan belirlerken, tüm ücret / gelir düzeylerini dolaylı etkilemektedir. Kaldı ki maliye politikalarıyla, tarımsal desteklemeyle bölüşüm ilişkilerine müdahale edebilmektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da, “sendikalaşma oranının düşüklüğünden” yakınırken, hangi “tehlikeli sulara” girdiğinin farkında değildir: Siyasal iktidar, sendikalaşmanın önünü açarak, grev yasaklarına başvurmayarak, daha önemlisi sermaye teşviklerini şirketlerdeki sendikalaşma oranına bağlayarak pekalâ özel sektördeki sendikalaşma ve ücret düzeylerini yükseltebilir.
Peki bir sermaye iktidarı bunu yapar mı? Hayır.

SORU: Ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor, her gün yeni önlemler açıklanıyor,
bunlar sorunları çözmeye ne derece etki ediyor?

Saray ve ekonomi yönetiminin enflasyona karşı mücadeleyi öncelikli görmediğini Bakan Nebati veciz biçimde (!) itiraf etmişti. Gerçi AKP iktidarının ekonomik büyümeyi önceleyen politikaları bu denli fiyat ve kur çarpılmalarına meydan vermeden de başarılabilirdi. Şimdi artık bu tren kaçmıştır.

Para politikası araçları ters yönde kullanılınca, ekonomi yönetimi kendisine bırakılan sığ alanda
yan yollardan etkisiz ve maliyetli çareler üretmeye itildi. Ancak dışa açık bir ekonomide hem kur hem de faizleri birlikte belirlemek gibi “olmayacak duaya amin” denildiğinde, her türlü şoklara
açık olunacaktır. Bunu 1994 krizinden öğrenemediyseniz, 2018 sonrasında bizzat yarattığınız ve deneyimlediğiniz 3 döviz krizinden öğrenme aklına sahip olacaksınız.

SORU: Döviz kurunu düşürmek için atılan adımların hiçbir işe yaramadığını gördük,
kur tarafında ne tür riskler sözkonusu olacak?

Döviz kurunu düşürmekten çok, belirli ara platolarda bekletmek politikasının ne denli yüksek maliyetlere sahip olduğunu TCMB rezervlerinin hızla eritilmesinde gördük. Dışa açık bir ekonomide hiçbir rezerv büyüklüğü, kur şoklarını durdurmak için yeterli olamaz ve faiz aracını ikame edemez.

Kurları tutmak için getirilen KKM’nin Bütçeye yükü şimdiden 37,2 milyar TL ve bu harcama, yasal dayanağa sahip olmadan yapıldı. Ek Bütçe’ye konulan 40 milyar TL’lik ödenekse kesinlikle yetersiz; ayrıca kur farkları için Gelir ve Kurumlar Vergileri istisnaları, TCMB tarafından üstlenilen KKM maliyetleri de eklenirse, yıllık toplam maliyet 200 milyar TL’yi aşabilecektir.

Kurları tutmak yanında, döviz arzını artırmak için başvurulan kısmî kambiyo kontrollerinin (ihracat ve turizm gelirlerinin kısmen TL’ye çevrilmesi zorunluluğu; şirketlerin fazla döviz tutmasının TL krediye erişimlerini engellemesi…) sorunlara çare üretmesi zordur. Ancak Türkiye’nin tam sermaye kontrollerine zorunlu kalması şaşılacak bir durum olmayacaktır.

Ekonominin dış ticari ilişkilerinin beklenenin ötesinde açık üretme eğilimi de (ilk 6 ayda 51,4 milyar $ dış ticaret açığı; ilk 5 ayında 28,1 milyar $ cari açık) bu tabloyu karartmakta, kur risklerinin artışını körüklemektedir. Ekonominin döviz geliri yaratma kapasitesi aşınırken, ithalat başta olmak üzere gider cephesi büyümektedir. Bunun sonucunda yılın 2. yarısında büyüme ve ithalatın frenlenmesi kaçınılmaz görünmektedir.

SORU: Türkiye’nin risk CDS’leri 900 puanı aştı. Artık yabancı yatırımcının Türkiye’ye güveni olur mu? 

Türkiye ekonomisinin kırılganlık artışı kuşkusuz yabancı yatırımcının güvenini sarsar; nitekim, önceki yoğun çıkışlara karşın 2022’de yabancı sermaye çıkışı sürebilmiştir.

  • Daha önemli sorun ise, Türkiye’nin dış borçlarını ve cari açığı çevirme maliyetlerinin olağanüstü yükselmiş olmasıdır.

Bir yıl içinde vadesi gelen borçlar ile cari açık toplamının 230 milyar doları bulacağı hesaba katıldığında, libor + risk / temerrüd primi olarak $ bazında %12’lerde oluşan bir borçlanma faizinin, sürdürülebilmesi zordur.

İki not düşülebilir               :

  1. Bu maliyetlerde bir borçlanmanın bizzat kendisi ülkeyi / şirketleri temerrüde düşürecek niteliktedir;
  1. Eğer temerrüt durumu oluşursa, yüksek CDS’lere karşın (yani riskleri önceden Türkiye’ye ödetmiş olmalarına karşın) dış güçler alacaklarına şahin kesilip (Demirbank’ın batışında görüldüğü gibi), ülke yönetimini sorumlu tutar ve alacaklarını hiç risk yokmuş gibi tahsil etme kapasitesine sahip olurlar. Bu tür bir mali emperyalizme kafa tutabilecek bir siyasi irade görebiliyor musunuz?

SORU: Yıl sonu büyüme, işsizlik, faiz ile ilgili öngörüleriniz neler, bu alanlarda ne tür riskler var?

Kaynak sorunları nedeniyle, ilk çeyrekteki büyüme hızının sürdürülmesi zordur. Dünyadaki durgunluğun etkileri de büyümeyi sınırlayacaktır. Böyle bir ortamda iktidarın seçime giderken faizleri artırması –bir döviz şoku dışında– düşünülemez.
(Bu paragraf, metinde soru olarak düzenlenerek verilmiş!).

Ekonomik yavaşlamanın yüksek seyreden işsizlik üzerinde olumsuz etkileri olacaktır.
Ama sorun daha boyutludur:

  • Enflasyon, reel ücret erimesi, işsizlik, iç ticaret hadlerinin çiftçi aleyhine seyretmesi gibi nedenlerle tarihsel bir yoksullaşma yaşanırken,
  • sermayeye kapsamlı gelir / servet transferleri üzerinden derin ve hızlı bir bölüşüm şoku yaratılmaktadır.

Bunun toplumsal ve siyasal sonuçları şimdilik kısmen yaşanmaktadır.

SORU: Şu anda Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunları nelerdir, çözüm için atılması gereken adımlar hangileridir?

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları:

AKP döneminde katmerlenen erken sanayisizleşme ve teknolojik gerilik; sanayide, tarımda ve enerjide büyüyen dış bağımlılık; düşük tasarruf ve yatırım kapasitesi; işgücünün ileri teknolojiye uyumunu sınırlayan vasatlıklardır.

AKP’nin plansız / hesapsız yönetimiyle yüksek ekonomik / mali kırılganlıkların oluşması, dış açık sorununun büyümesi; sermayeyi ve özel olarak parazit sermayeyi aşırı kayıran politikalarıyla gelir / servet dağılımındaki uçurumları ve sermaye kaçışlarını büyütmesi de cabasıdır.

Ancak bunlar o kadar da beklenmeyen sorunlar mıydı? 2000’leri düzenleyen IMF / DB politikaları farklı neyi öngörmüştü ki? Sermayenin ufku bunun ötesine gidiyor muydu?

Şimdi gelinen noktada, 3 “sistem-içi” seçenek bulunuyor:

1) 2000-2008 tarzı sert bir IMF programı

2) 2008-2015 tarzı IMF’siz IMF disiplini

3) Sermaye kontrolleri rejimine geçiş ve türevleri (dış borç konsolidasyonu da içerilebilir).

Bu sonuncusu sol bir program bile sayılmaz ama IMF’siz bir seçenek olarak değerlidir. Fakat Türkiye’nin sistem-içi siyasetlerinin bunu uygulama irade ve kapasiteleri sınırlıdır veya tartışmalıdır.

Her durumda, Türkiye’nin önünde bölüşüm ve üretim öncelikli bir kamuculuğu,
planlamayı,
yüksek teknolojiye dayalı bir sanayileşmeyi, enerjide ve tarımda atılımı,
ekonomik bağımsızlığı yeniden düşünmekten başka gerçek seçenek bulunmuyor.

Bunun için kamu ekonomik girişimciliğini yeniden canlandırmak; yüksek eğitimli, yüksek becerili ve yüksek ücretli bir işgücü oluşturmak; başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim sistemini yenilemek; her alanda vasatlığı ve dinsel bağnazlığı aşmak gerekecektir.

İKTİDARIN HESAPLARI

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
SOL PORTAL 2021-19, 11 Mayıs

AKP iktidarı adına niyet okuyanlar günümüzde bol miktarda mevcut. Bunlar gazetecilerden siyaset bilimcilere ve siyasetçilere kadar uzanan geniş bir yelpazede buluşuyor. 

Okunan niyetlerin başında da bir “erken seçim” olasılığı üzerine çeşitlemeler geliyor. Hakim görüş, seçimlerin erkene alınacağı üzerinde yoğunlaşıyor. Daha geçen yıl, bu yılın Haziranı için takvimler bile “açıklanıyordu”. Bu vade haliyle artık kadük oldu. Salvolarını sonbahar için atmaya devam edenler de var elbette ama “bari 2022’yi tuttursak” eğilimi sanki artık hakim olacak gibi. Gerçi seçimlerin 2022’ye alınması ne kadar bir erken seçim sayılabilir o da kuşkulu. Çünkü, daha önce belirtiğimiz gibi, Türkiye’de -birçok ülkede olduğu gibi- seçimlerin olağan döngüsü (parlamento siyasetinin eskime-yenilenme çevrimi) dört yıldır; şimdiye kadar sadece bir kez beş yıllık bir seçim dönemi (2002-2007) yaşandı. (Bunun önemli bir nedeni de seçim yasalarında uzun süre dört yıllık dönemler öngörülmesidir).

Ancak geldiğimiz noktada seçimlerin zamanında yapılması olasılığı, bir yıl erkene alınmasından daha fazladır. Çünkü, birincisi, Meclis’e bir erken seçim kararı aldırarak Anayasa m.116’ya göre Cumhurbaşkanının (CB) 3. kez aday olmasının yolunun açılması gibi “ince ayarlara” gerek olmadığı anlaşılmıştır: Muhalefet, mevcut CB’nın yeniden aday olmasını sorun etmeyeceğini belli etmiştir; hatta anamuhalefet konuyu YSK’ya (yani RTE’nin arka bahçesine) havale etmiştir. Eh zaten muhalefet tarafından erken seçim talepleri sürekli dillendirildiği için, Meclis’in seçimleri süresinden önce yenileme kararı alması (yani 360 evet oyunu bulması) işten bile değildir. Anayasa 116’da seçimlerin zamanından önce yenilenmesi bakımından bir süre sınırı konulmamış olduğundan, gerektiğinde 2023 Martında bile (olağan vadeye üç ay kala) bir “erken seçim” olanağı vardır! 

NİÇİN ERKEN SEÇİM OLMAZIN ASIL NEDENLERİ

İkinci ve asıl önemli neden ise, iktidar bloğunun seçimleri erkene alma gündeminin oluşmamış olmasıdır. Bunun da çeşitli nedenleri vardır. Sıralamaya çalışalım: 

(i) AKP, 2015 Haziran seçimlerinden itibaren -zorlama Kasım 2015 seçimleri hariç- tek başına Meclis çoğunluğunu alamamıştır. Son anketlerin gösterdiği ise, küçük ortağıyla birlik olması halinde bile önümüzdeki her iki seçimi de kaybetme olasılığının hayli yükselmiş olmasıdır. 

(ii) Ekonomik ve pandemik kriz koşullarının yıpratıcı etkileri (işsizlik, gelirsizlik, açlık) ile bunlara karşı başarılı ve halktan yana çözümler üretememiş/sözlerini tutamamış olmanın yetersizlikleri iktidarın imajını çok sarsmıştır. Bu eğilimi tersine çevirecek bir davranış değişimi içine girmesi zor gözüktüğü gibi, buna girişse bile yeterli sonucu hızla alabilme olasılığı zayıftır.

(iii) İktidarın bazı projelerinin seçim sonuçlarının tesadüfiliğine bırakılamayacak kadar dayatıcı öncelikleri vardır. Yalnızca Kanal İstanbul örneği bile yeterli olabilir: Bu projeye ilişkin arazi rantlarının önemli bölümü dağıtılmış (ilerde yeni kentsel dokunun oluşumunda çıkacak rantlar daha fazla olacak olsa da, şimdilik bunların hesabı için erkendir), komisyonlar alınmış ve bunların karşılığında sözler verilmiştir. Seçimlere kadar bu projenin ‘geri dönülmez noktaya’ getirilmesi (kanalın kazılması evresinin ilerletilmesi) iktidarın ‘olmazsa olmaz’ önceliği gibi durmaktadır. Salt bu proje bile seçimlerin erkene alınmasının önünde ciddi bir engeldir.

(iv) İktidarın seçim koşullarını lehine döndürmek için seçim yasası ile siyasi partiler yasasında ve diğer mevzuatta yapmak istediği değişiklikler olacaktır. Bunları yapmadan, hatta yerel yönetimlerin elini kolunu daha fazla bağlamadan, seçime girmek istemeyecektir. (Bu konuda daha fazla ayrıntı için bkz. Ali Rıza Aydın, “81 İlde Büyükşehir Belediyeleriyle İktidar Oyunları”, Sol Gazete, 29 Nisan 2021). Aslında seçim bölgelerine ilişkin yapılacak kesip biçme hesapları kadar, bir kısmi seçim aracılığıyla Meclis’te beşte üç çoğunluğa ulaşıp bir Anayasa değişikliğinin zorlanıp zorlanamayacağı da iktidarın masasındadır mutlaka.

(v) İktidarın yıpranmışlığının, yönetememe sorunlarının birikmesi; iktidar içi ihale / rant / kariyer / ballı ve çoklu maaşlar kavgalarının kızışması (bkz. Kadir Sev, “Kamu İhaleleri Rant Kapısı“, 28 Nisan 2021); iktidarın radikal tarikatlar kanadına daha fazla yaslanarak yol almaya yönelmesi, böylece toplumun geneline sunacağı bir gelecek projesini tamamen (AS: tümüyle) tüketmiş olması gibi nedenler, seçimlerin öne alınmasını değil ertelenmesini gerektirmez m? Bu yağmanın mümkün olduğunca sonuna dek sürdürülmesi fırsatçılığı, aynı zamanda bir daha bu fırsatların ele geçmeyebileceği hesaplarıyla da ilişkili.

SONUÇ

Her durumda iktidarın durumu kendi lehine düzeltmek için zamana ihtiyacı olduğu görülmekte. Ekonomik / pandemik krizin atlatılması, aşılamada belirli bir noktaya gelinmesi ve bunun başarı olarak pazarlanma fırsatının yakalanması; büyük rant projelerinde belirli mesafelerin alınması, çeşitli yasal düzenlemelerle siyasi coğrafyaya müdahale edilmesi, vs. 

Bu bağlamda unutulmaması gereken son bir şey de, iktidarın kendi bekası için tam da seçimlere az kala ülkeyi dış maceralara sürükleme olasılığıdır. Bu, dış tehdit algısı üzerinden sadece seçmen tercihlerine baskı yapmak bakımından değil, seçimlerin bilinmeyen bir vadeye ertelenmesi bakımından da elverişli bir araç olarak görülebilir. Her durumda, teyakkuz halinde olmak gerekiyor. 

Bu koşullarda,  “bir erken seçim olur mu?” sorusundan ziyade “2023 vadesinde bu seçimler gerçekten yapılır mı?” sorusu belki de daha anlamlı olmaz mıydı? Muhalefetin tek kaygısının toplumu kazasız belasız seçimlere götürmekten ibaret olduğu ve bu nedenle de iktidarın bütün aşırılıklarına göz yumduğu / düşük tepki verdiği bir siyasi konjonktürün, iktidarın kendi rejimini inşa yolunda önemli bir fırsata dönüştürüldüğünü de görmezden gelemeyiz.

YOL TV, TELE1, HALK TV ve ARTI TV Konuşmalarımız

Dostlar

Birtakım teknik sıkıntılar nedeniyle web sitemizi birkaç gün kullanamadık..
Hoş görülmesini dileriz.
Hiçbir yerden hiçbir destek almaksızın bu savaşımı uzun yıllardır sürdürmekteyiz.
Sitemizin reklam vb. hiçbir geliri olmadığı gibi, akçalı destekçisi de (sponsoru) yok.
Bir de saldırganlarla uğraşmamız gerekiyor..
Neyse, hepsi de caaaaanım Türkiye Cumhuriyetimiz için değer..
***

Kaldığımız yerden ATATÜRK CUMHURİYETİ’nin AYDINLANMA uğraşını sürdürüyoruz.

Az önce, Türkiye’nin en seçkin ekonomistlerinden Sn. Prof. Dr. Oğuz Oyan’ın “PARAYA EGEMEN OLMAK” başlıklı nefis irdelemesini yayınladık.. Mutlaka okunmasını ve paylaşılmasını dileriz.. (PARAYA EGEMEN OLMAK  – Prof. Dr. Ahmet SALTIK)
***

Bu arada 4 TV konuşmamız oldu…

14 Ocak       : YOL TV
15 Ocak       : TELE1
16 Ocak       : HALK TV
17 Ocak       : ARTI TV

TELE1 dışında elimize ulaşan youtube erişkelerini (linklerini) aşağıda sunuyoruz.

14 Ocak 2021 günü yaptığımız YOL TV konuşmasının erişkesi (linki) aşağıda..

15 Ocak 2021 günü yaptığımız TELE1 TV konuşmasının görseli (posteri) aşağıda..

16 Ocak 2021 günü yaptığımız HALK TV konuşmasının erişkesi (linki) aşağıda..

17 Ocak 2021 günü yaptığımız ARTI TV konuşmasının erişkesi (linki) aşağıda..

Arayıp sorarak web sitemize erişemediklerini belirten, dayanışma sergileyen dostlarımıza şükranlarımızı sunarız.

Sizlerin giderek artan, büyüyen desteği ile daha da güçleneceğiz.

Bu arada, sitemize ek olarak;

e-ileti adresimiz : profsaltik@gmail.com

facebook sayfamızfacebook.com/profsaltik

ve

twitter adresimiz : @profsaltik

bilginize sunmak isteriz.

Özellikle twitter’de 1 milyonu aşan sayıda okunan iletilerimiz oluyor.

İlgi ve bilginize sevgi ve saygı ile. 18 Ocak 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

PARAYA EGEMEN OLMAK 

PARAYA EGEMEN OLMAK 

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
BİRGÜN PAZAR 2021-2
17 Ocak 2021

AKP’nin iktidara egemen olmasının 19. yılındayız.

Bunun ilk beş yılında gerek Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’in (bazı yasaları Meclis’e iade etmesi veya AYM’ye bizzat başvurusu) gerekse anamuhalefetin AYM’ye sıkça gitmesi üzerinden bir denetim düzeneği çalışmaktaydı. Diğer denetim kurumları da henüz tasfiye edilememiş veya tamamen edilgenleştirilememişti.

2007 sonrasındaki A. Gül’ün döneminde Cumhurbaşkanlığı anayasal denetimi gözeten bir kurum olarak çalışmadı.  Ancak, Erdoğan da henüz yürütmenin tümüne egemen olamamıştı; 2014’ten itibaren kendi Cumhurbaşkanlığıyla bu yol açılmış oldu. 2017 Anayasası ve Temmuz 2018’de yeni anayasanın mevzuata yansıtılması sonucunda, merkezileştirilmiş ve kişiselleştirilmiş uygulama araçları da artık yürütmenin emrine sunulmuş oldu.

“DEVLET BENİM” DÖNEMİ

2014’ten itibaren başlayan “Devlet benim” dönemi, 2018 dönüşümüyle birlikte artık perçinlenmişti. Cumhurbaşkanı zaten kamu alanında önemli gördüğü bütün para trafiğini, ihale düzenini, imar kararlarını, şirketlere/vakıflara/derneklere kamu varlıkları transferlerini tepeden yönetiyordu. 2018’den itibaren yeni olan, yürütmenin başının artık kamu yönetimini tam tekeline alması, Maliye Bakanlığına Hazine’yi de katarak paranın tam kontrolünün sağlanabileceği bir alan oluşturması ve başına da damadını getirmesiydi.

Bununla da yetinmiyor, Ağustos 2016’da  oluşturulmuş ama atıl kalmış Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) yönetim yapısını 2018’de -dünyada benzeri bulunmayan bir biçimde- değiştiriyor, başkanlığına kendisini, vekilliğine de damadını getiriyordu. Adeta bir “kamu iktisadi holdingi” niteliğindeki bu fonun yönetiminden damadının Kasım 2020’de istifasının da birşeyi değiştirmesi beklenmemeli. Çünkü Cumhurbaşkanı, kendisi dahil TVF’nun YK üyelerini, Fonun kurabileceği diğer şirketlerin ve alt fonların yönetimlerini; Fon bünyesine katılan KİT ve diğer kamusal kuruluşların yöneticilerinin tek belirleyicisi konumundadır.

Esasen, Temmuz 2018’de çıkardığı Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (CBK) ile kendini tüm kamu kurumlarında kariyer ve özlük haklarının tek belirleyicisi olarak tanımlayan Cumhurbaşkanının gözetiminden kaçacak hiçbir makam ve işlem kalmamış gibidir. Bu arada son torba yasalara sıkıştırılmış maddelerle yeni yetkilerle donatılmayı da ihmal etmemekte, malvarlıklarını dondurma yetkisi, ormanları ve kıyıları imara açma yetkisi gibi inanılmaz boyutlarda yeni yetkilere sahip olmaktadır. Bu arada polise ve MİT’e TSK’nın her türlü silah donanımına istediği zaman erişebilme yetkisinin tanınması da, herhalde süper güçlü olduğu kadar süper zaaflı ve iktidarını yitirmeyi bir tehdit olarak algılayan bir yürütmenin güvenlik ihtiyacına karşılık gelmektedir. 

MALİYE-HAZİNE-TVF ÜÇGENİ: DAHA NE OLSUN?

Kamu ekonomisinin kapsamı yalnızca merkezi yönetim bütçesinin temsil ettiği alanla sınırlı değildir. Daha geniş ölçekte “Genel Devlet” denilen çerçeve bulunur. Genel Devlet kapsamı içine giren kurumlar/bütçeler şöyledir:

  • Merkezi Yönetim Bütçesi
  • Mahalli İdareler
  • Bütçe Dışı Fonlar
  • İşsizlik Sigortası Fonu
  • Sosyal Güvenlik Kuruluşları
  • Genel Sağlık Sigortası ve
  • Döner Sermayeler.

Önce Merkezi Yönetim Bütçesini ele alalım. Bütçenin birçok harcama kalemi katılaşmıştır; üzerinde kolayca oynanamaz. Örneğin bütçenin yaklaşık yüzde 24’ünü oluşturan personel ödeneklerine personel için devletin prim giderleri de eklenirse personelin bütçedeki payı yüzde 28’e varır. İkinci büyük harcama kalemi yüzde 40 boyutundaki “cari transferlerdir” ve büyük bölümü SGK’na transferlerden oluşur. Cari transferler içinde sosyal yardımlar, tarımsal desteklemeler gibi transferler de bulunur ama bunlar hem küçük boyutlu hem de tepeden baskılandıkları için esnek sayılamazlar. Buna karşılık yandaş vakıflara/derneklere yapılan ve ayrıntıları gösterilmeyen transferler her türlü esnekliğe ve şaibeye açıktır ama bunların boyutu da bütçenin yüzde birini geçmez. 2021 Bütçesinin yüzde 13,3’ünü bulacak faiz transferleri de hem artan hem esnekliği azalan kalemlerdendir. Görüldüğü gibi bu üç kalemin toplamı yüzde 81’i bulmaktadır.

Bütçenin “esnek” sayılabilecek yani ödenekleri sınırlandırılabilecek ve ihale düzenekleriyle kısmen istismara konu olabilecek kalemleri ikilidir: Yatırım harcamaları ile mal ve hizmet alımları. Bu iki kalemin bütçedeki birlikte payı 2020’de yüzde 15,8; 2021’de yüzde 14,3’tür. (2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, s. 64, t. I:42). Bütçe açıkları büyüdükçe üzerlerinde ödenek azaltma baskısı yapılan kalemlerdir bunlar aynı zamanda.

Bir başka açıdan, Merkezi Yönetim Bütçesi üzerinden yandaş şirketlere ve siyasal alana rant aktarma olanakları sınırlıdır. Bu sınırlar birkaç biçimde aşılır: (i) Bütçe satın almaları ve yatırımları üzerinden beslenecek büyük şirket sayısı asgari düzeye düşürülür (bir milyon liranın altındaki küçük ihalelerde kuşkusuz binlercesi olacaktır); (ii) Yıllara sari büyük yatırımlar Yap-İşlet-Devret ve Kamu Özel İşbirliği modelleriyle merkezi bütçe ve Genel Devlet dışına çıkarılır; (iii) Şirketlerin ilgisi diğer Genel Devlet kurumlarına ve KİT’lere uzanır; TVF kurulur; (iv) Kentsel/ kırsal imar ve taşınmaz rantları daha büyük hacimlerde kullanılır. (v) Milli Emlak ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi geniş kamusal taşınmaz patrimuanına sahip kurumlar özel olarak izlenir/yönetilir.

Genel Devlet içinde Merkezi Yönetim Bütçesi’nden sonra gelen en önemli bütçeler yerel yönetim bütçeleridir. İktidar bloğu, İstanbul, Ankara, Antalya, Adana, Mersin gibi çok önemli büyükşehir belediyeleri elinden kaçırmış olmanın sancılarını yaşamaktadır. İBB’nde AKP dönemi yolsuzluklarına ilişkin soruşturmaların haberleştirilmesine dahi yasak getirilmesi bununla ilgilidir. Ama iktidarın asıl aşması gereken şey, tıkanmış büyük rant kanallarının yeniden açılabilmesidir. Bunun yolu, yerel yönetimlerin imar yetkilerinin kısmen merkezi yönetime (Cumhurbaşkanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ gibi) aktarılmasında bulunmaktadır. Kayyım ataması yoluyla belediyelere doğrudan el koyma tehdidi de elden bırakılmış değildir.

Merkezi ve yerel yönetim bütçeleri dışındaki Genel Devlet kurumlarının/ bütçelerinin Merkezi Yönetim Bütçesi ile doğrudan/dolaylı ilişkileri vardır.  Bunlar daha çok (karşılıklı) transferler biçimini alır.

Genel devletin toplam büyüklüğü nedir? Merkezi Yönetim Bütçesi’nin GSYH’ya oranla büyüklüğü 2020’de %25 iken 2021 öngörüsü %23,8’dir. “Genel Devlet”in GSYH’ya oranı 2020’de %38,6 iken 2021 öngörüsü %36,3’tür. (2021 Yılı Programı, s. 56-57, tablo I: 39, 40). Demek ki, Merkezi Yönetim Bütçesi dışında önemli bir kamu ekonomisi alanı bulunmaktadır ve yürütmenin dikkatini sadece merkezi bütçeyle sınırlaması beklenmemelidir.

Genel Devlet dışında Kamu Kesimi Genel Dengesi’ne ulaşmak için KİT’lerin de hesaba katılması gerekmektedir. Bunların sayısı çok azalmış ve artık birikimli bilançoları 2019-2022 için olumsuz sonuç veriyor olmakla birlikte, önemli işlem hacimlerine ve yatırım büyüklüklerine sahiplerdir. KİT’lerin önemli bölümünün TVF içine aktarıldığını, TVF’ninse “Genel Devlet” içinde bile gösterilmediğini ayrıca hesaba katmak gerekir. 

TÜRKİYE VARLIK FONU: FARKI NEREDE?

TVF, dünya örneklerine bakıldığında, kuruluşu bakımından bir anomalidir. Dolayısıyla, işleyişinin de bir anomali olması kaçınılmazdır. TVF, kamusal varlıklardan (cari fazlalardan veya hidrokarbür kaynaklarından) elde edilen dönemsel gelir fazlalarının biriktirilmesi ve işletilmesi esasına değil de, gelir fazlaları olmayan bir takım kamu kurumlarının bir sepette toplanıp onların aktifleri üzerinden borçlanma tarzı finansman olanakları yaratılmasına dayandığından, akıntıya karşı kurulmuş bir yapıdır.

Bünyesine katılan kuruluşların birbirine benzemezliğine bakıldığında da elmalarla armutların toplandığı bir yamalı bohçadır. Finansal şirketlerin ve özellikle de kamu bankalarının da bu yapıda yer alması, Fona ilişkin her türlü bilanço, sermaye, kâr, ciro büyüklüğü  ve diğer değer takdirlerini anlamsız veya tartışılır kılmaktadır. Ağustos 2016’da kurulan TVF’nun aktif büyüklüğü, Hazine Müsteşarı Osman Çelik’e göre  (25 Şubat 2017 demeci) 160 milyar dolar, öz kaynak büyüklüğü de 35 milyar dolardır. TVF’nun şimdiki Genel Müdürü Zafer Sönmez’e göre (Bloomberg söyleşisi, 1.12.2020) ise, TVF’nun bilanço büyüklüğü 245 milyar dolarken, “kabaca atfedilen bir 33 milyar dolarlık da sermaye büyüklüğü söz konusudur”. 2019 yılı itibariyle “Fonun 26 milyar dolarlık bir toplam satış hasılatı bulunurken, 8-9 milyar TL’lik kabaca net kârı bulunmaktadır”.  Şimdi en yetkili yöneticinin bile “kabaca” ifadesi arkasına sığınarak konuşabilmesindeki tuhaflığa dikkati çekelim. Kârın TL cinsinden verilmesine de dikkat edilmeli; çünkü sonuçta bu, 2019 itibariyle, 1,5 milyar dolarlık bir kâr yakıştırmasından ibarettir ve eğer bilanço büyüklüğü gerçekten 245 milyar dolarsa anlamsız bir büyüklüktür.

TVF, bir borçlanma fonudur. 6741 sayılı Yasanın 4/3. maddesine göre “Finansman sağlanırken Türkiye Varlık Fonu portföyü üzerinde teminat, rehin, kefalet ve ipotek tesis edilebilir”. Oysa Fonun finansman sağlayabilmek için bünyesinde topladığı kamusal varlıkları teminat olarak göstermek durumunda kalması, bir ülke zaafiyetidir. Zaafiyettir çünkü, Hazine halen hiçbir teminat göstermeden borçlanabilmektedir. Üstelik teminata rağmen TVF’nin bazı dış borçlanma girişimlerinin başarısız olması, ders alınması gereken bir durumdur.

Ama ders alınmayacağı anlaşılmaktadır. İlk bono ihracı denemesindeki fiyaskoya rağmen TVF’nin 18-24 aydabir bono ihraç etmesinin; BİST’in yüzde 10’luk hissesinin Katar şirketine satılmasıyla yetinilmeyip iki yıl içinde TVF payı yüzde 51’e düşene kadar halka arz edilmesinin; değer oluştuktan sonra TPAO ve BOTAŞ’ın halka arzının planlanması (Bloomberg söyleşisi), TVF’nin hangi mantıkla kaynak sağlamak peşinde olduğunu göstermektedir. Ama bunlar Özelleştirme İdaresi’nin yapamayacağı şeyler değildi.

Peki bu Fon gerçekte neden kuruldu? Birkaç ilave neden sayabiliriz:

Birincisi, bu yazının başlığındaki ana gerekçedir. Yürütmenin başı, hiçbir büyük para ve varlık hareketinin kendi kontrolü dışında gerçekleşmesini istememektedir. Fon bünyesindeki şirketlerin kullanılabilir nakit varlıkları fazla olmayabilir; ama bunlar, bazıları uluslararası olan, devasa ihalelere girişmekte, önemli taşınmaz varlıklara sahip olabilmektedirler.

İkincisi, TVF yönetimi, iktidara yakın bazı şirketlerin fonlanmasında, iktidarın peşinde olduğu bazı özel projelerin finansmanında (İstanbul Finans Merkezi, Kanal İstanbul gibi), gerektiğinde dış borçlanmaya dahi giderek kaynak yaratmak istemektedir. Mustafa Sönmez (13 Ocak 2021, Al Monitor), batık durumdaki İstanbul Finans Merkezi projesinin üstlenici üç inşaat firmasından Fon tarafından “yükümlülük” satın alınarak kurtarılmasının altını çizmektedir.

Üçüncüsü, Fon bünyesindeki şirketlerin çoğu bakımından geçerli olan Sayıştay denetimi, Varlık Fonu Yönetimi AŞ (kısaca Şirket) ve onun kuracağı şirketler ve alt fonlar bakımından geçerli değildir. Bunlar bağımsız denetime tabidir. Gerçi bu denetimin raporlarının TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülerek denetlenmesi (6741 sayılı Yasa/m.6) öngörülmüştür. Ama bu görüşmeler biçimseldir; raporlar yeterli ayrıntıya sahip değildir; üstelik, bu raporlar bile zamanında iletilmemektedir. TBMM’nin denetim hakkı hukuken ve fiilen elinden alınmaktadır. Demek ki yürütme, denetimsiz mali/ekonomik yapılara önemli bir ihtiyaç duymaktadır.

Bunlar o denli önemli ihtiyaçlar olmalıdır ki, yürütmenin başı kendi kendini TVF başkanı olarak atamak konusunda herhangi bir hukuki sakatlık veya etik sorun görmemektedir. 6741’in 2/7. maddesindeki tanım şöyledir: “… yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile genel müdür Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile genel müdürün ekonomi, finans, hukuk, maliye ve bankacılık alanlarından en az birinde beş yıldan az olmamak üzere tecrübe sahibi olmaları aranır“. Gerçi yürütmenin başının böyle bir tecrübeye sahip olmadığını iddia etmek bugün artık cüret işidir.

SONUÇ

AKP döneminin ayırdedici bir özelliği, kamu kaynaklarının kullanımında bürokrasinin rolünün asgariye indirilmesidir. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde, Özal dönemi dahil, bu denli siyasetçi merkezli bir rant dağıtım mekanizması kurulabilmiş değildi. Siyasetin merkezinde de çoklu bir oligarşiden ziyade, monarşiye daha yakın bir güç merkezileşmesi bulunmaktadır.

Böylesine süper yetkili bir “başkan” figürü bugünkü dünyada -emsal alınabilecek ülkelerde- hiçbir fâniye nasip olmuş gözükmüyor. Bu, Türkiye’nin tarihsel olarak 1,5 yüzyıldır edindiği tüm anayasal/yönetsel birikimin tarihin çöp sepetine atıldığı bir sürece işaret etmektedir. Cumhuriyet döneminin kurucu değerleri de -anayasada varlığını koruyan hükümlere rağmen- fiilen ilga edilmiş durumdadır.

Ama bu durumun sürdürülebilir olduğunu sanmak da bir gaflettir.

Yolun sonu mu?

Açık ekonomi koşullarında yerli parayı koruyabilmek için elindeki tek silah olan faiz aracını kullanmayınca, mevcut ekonomik sistemin işleyiş mantığı uyarınca, TL’nin önünde sonunda değer yitirmesine seyirci kalmak kaçınılmazdı. Yerli paranın savunmasız kaldığı böyle ortamlarda ortalık doğal olarak spekülatörlere de sonuna kadar açılırdı. Tıpkı 1994 krizinde olduğu gibi. Bakmayın bizimkilerin “Libya”, “Ayasofya” hamlelerimize dış güçler TL’ye saldırarak yanıt veriyorlar diye topu taca atma taktiklerine; içinde debelendikleri ekonomik sistemin bazı kurallarını es geçmenin ve nihayetinde zor yoldan öğrenmenin sonuçlarını yaşamaktalar.

Piyasa” dedikleri görünmez şey, şimdiden yapacağını yaptı. Piyasada faizler (gösterge tahvillerin yani en çok işlem gören 2 yıllık tahvillerin ortalama faizi) %9’lar bandından %13’ler bandına yükseliverdi, ki %40’tan fazla bir artış anlamına gelir. Başka hesapla, enflasyonun altındaki bir düzeyden üstündeki bir düzeye çıkıverdi; önü de açıktır. TCMB gerçi politika faizlerini yükseltmedi bu aralıkta; ama sabit tutarak sipere çekildikten sonra dolaylı yöntemlerle fonlama maliyetlerini artırmaya başladı. Saray yola getirildiğinde politika faizleri de ayarlanacaktır. Peki hangi düzeye çıkması beklenebilir?

Sol Gazete‘ye yazdığımdan daha fazla ekonomi üzerine görüş açıklıyorum. Geçen cuma günü telefon demeciyle bana ekonomideki hal ve gidiş sorulduğunda şöyle demiştim:

“Eğer neoliberal sistemin mantığıyla hareket edilirse, iktidar faizleri yükseltmek zorunda kalacak. Nereye yükseltecek? Enflasyon haddinin üzerine yükseltecek. Şu an %8’lerden hemen %12’lerin üzerine çıkması gerekecek. Ama bu yalnızca kurun yatışması açısından zaman kazandırır;  %15’leri, belki 18 ve 20’leri görmesi gerekecek ki kuru yatıştırsın. Böyle bir faiz hamlesi biraz da iktidarın paniğe kapıldığı izlenimi vereceği için hem dövizi frenleyici etkisi olur hem de yeniden döviz talebini artırıcı yan etkisi olabilir. (…) Kurun bu kadar yükselmesi enflasyonu olumsuz etkileyecektir. İthalat ve büyüyen dış borç faturası da halka yansıyor olacak. Dolayısıyla yeni bir yoksullaşmanın kapısı ardına kadar açılacaktır. Faizlerin yükselmesi de yatırımlara önemli ölçüde sekte vuracak; işsizliği bir kez daha sıçratacaktır. (…) Sistem dışı çözüm asıl kalıcı çözümdür. Sermaye hareketlerinin kontrol edilmesi, dolarizasyona gidişin mutlaka durdurulması gerekiyor. Ama bugün gerek iktidar gerekse konvansiyonel muhalefet için sanki başka bir araç yok.” (Evrensel, 8 Ağustos 2020).
***
Aslında AKP iktidarı kimi yan yollardan kısmi sermaye denetimleri yapmaya zorunlu kalmıyor değil; ama bunlar 1989’da girilen denetimsiz sermaye hareketleri rejimini değiştirecek nitelikte değil.

Palyatif önlemler aranmaya da devam ediliyor. Ama hep el yordamıyla, sınama yanılma yöntemleriyle. Örneğin Nisan 2020’de özel bankaların kaynaklarını daha çok krediye, daha çok menkul kıymetlere (büyük bölümü devlet iç borçlanma senetlerine), daha çok swap işlemlerine (yani TCMB ile döviz-TL takası yapmaya) ayırmasını sağlamak üzere “aktif rasyosu” diye bir sistem icat ediyorsunuz. Buna göre payında bu sayılan aktif unsurların yer aldığı denklemin paydasına bankanın pasifini yani esas olarak mevduatı yazarsanız ve 100 ile çarparsanız bir rasyo (oran) elde edersiniz. İşte bu oranın dört haftalık ortalamasının konvansiyonel bankalarda asgari 100, katılım bankalarında ise 80 olmasını kurala bağlayıp buna uymayanlara ceza keserseniz, özel bankaları da kamu bankalarına benzetme adımını atmış olursunuz.

Amaç nedir? Bankalar mevduatlarının en azından tümünü (hatta sağladıkları dış borçları da buna eklerseniz fazlasını) kredilere, menkul kıymetlere ve swap işlemlerine tahsis ederek
a) ekonomiyi kredilerle hareketlendirmeli;
b) devlete borç verme kanallarını açık tutmalı;
c) TCMB ile döviz swapları yaparak (topladıkları DTH’lar üzerinden döviz verip karşılığında TL alarak)

hem Merkez Bankası’nın nakit döviz ihtiyacını karşılamalı hem de TL kredi kaynaklarını büyütmelidirler. (DTH yani döviz tevdiat hesaplarının TL mevduatları aştığı bir dolarizasyon cenderesinde, sisteme boyun eğmiş çaresiz bir iktidarın çırpınışlarıdır bunlar).

BDDK 15 Mayıs ve 9 Temmuz duyurularında “aktif rasyosu” kuralına uymayanlara 326 milyon TL’lik; Ağustos başında ise HSBC’ye 180 milyon, Albaraka’ya 20,6 milyonluk cezalar kesildiği açıklamalarını yapmıştı. Çok güzel ama, Türkiye’deki özel bankalardaki yabancı sermaye payının yüksekliğini dikkate almazsanız, bindiğiniz dalı kesme olasılığınız oldukça yüksektir. Nitekim gelen tepkiler üzerine olmalı, kurların patladığı bir evrede, dün açıklanan yeni BDDK kararına göre konvansiyonel bankalarda aktif rasyosu 95’e, katılım bankalarında 75’e indirilmiş durumda. Üstelik, menkul kıymetler tanımı genişletilerek bankaların biraz rahatlatılması da sağlanmış görünüyor. Bakalım devamı nasıl gelecek.

Ama 58,9 milyar dolarlık iç ve dış, döviz ve altın swap işlemleriyle (bunun 44,9 milyar dolarlık bölümü yurtiçi bankalarladır) TCMB brüt döviz varlıklarını artırırken ve tam da bu nedenle, TCMB’nin swap hariç net dış varlıklarının (döviz ve altın rezervlerinin) Mart ayından itibaren eksi bakiye vermeye başlamasına ve Haziran 2020’de -36,3 milyar dolara kadar gerilemesine yol açarken, yolun sonuna gelindiğinin işaretleri ve Ağustos ayındaki döviz şokunun hazırlayıcı öğeleri de oluşmaya başlayacaktır. Şişirilmiş kredi hacminin ve iç talebin, er ya da geç ithalatı kışkırtacağı bunun da döviz talebini arttıracağı, TCMB’nin döviz rezervleri gerilerken bunun döviz kurlarına baskı yapacağı bilinen (bilinmesi gereken) bir gerçekti. Ama bu oyun sonuna kadar oynandı; çünkü bu iktidarın dağarcığında ânı kurtarmaktan ötesi yoktu.

***

Şimdilerde IMF’nin 2000 sonrasındaki istikrar ve yapısal uyum programının 2003-2008 (ve kısmen 2010-2012) arasındaki uygun iç ve dış koşullarda “başarılıymış” gibi sonuçlar vermesini kendi eserleriymiş gibi sahiplenen eski AKP’li siyaset esnafı, tekrar bu sözde “altın çağ”a dönmenin şartlarını sıralamakta. Babacan’ın DEVA partisinin önceki gün açıkladığı 10 maddelik “deva reçetesi”, IMF’yi aratmayacak bir neoliberal sıkılık öneriyor. Sadece iki başlığı vermek yeterlidir: Enflasyon hedeflemesinin ve serbest sermaye hareketlerinin etkin bir biçimde kullanılması; “mali kural” denilen ve bizim “ekonomik anayasa” olarak adlandırabileceğimiz modele geçilmesi yani kamucu politikaların peşinen reddedilmesi… Bu arada, bugünkü konumuzu ilgilendirmesi bakımından, bankaları ucuz ve kolay kredi vermeye zorlamaktan vazgeçilmesi ve bu doğrultuda aktif rasyosu uygulamasına son verilmesinin de ayrı bir madde olarak düzenlendiğini ekleyelim. Ama bu son madde veya makul gözüken kimi maddeleri esas alamayız; yukarıda verdiğimiz iki başlık, reçetenin özüdür.

Peki anamuhalefet partisinin Babacan reçetesinden çok farklı bir ekonomik programı olacak mıdır? Sanmıyoruz ve esas sorun da zaten buradadır.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

 

  • Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

ÇAĞRIMIZA KULAK VERIN

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin
piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI

Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

Biz Sosyal Bilimciler halkın taleplerini kendi önerilerimiz olarak kabul ederek kamuoyuna sunuyoruz.

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir
mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

Gösterdiğiniz dayanışma için şimdiden teşekkür ederiz.

  • Salgından kaynaklanan ekonomik ve toplumsal krizde merkezi devlet, olağandışı bir harcama programı tasarlamalıdır. Bu program sadece sağlık harcamalarından ve salgın ortamında sade yurttaşlara, emekçilere dönük doğrudan ayni ve nakdi desteklerden oluşmalıdır.
  • Acil ve zorunlu mal ve hizmet üretimi dışında bütün işlerin 15 gün süreyle durdurulması acilen değerlendirilmeye alınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde, hamileler, yasal süt izni kullananlar, engelliler, 60 yaş ve üzerinde olanlar korona virüs salgını süresince idari izinli sayılmalıdır. 12 yaşından küçük çocuğu olanlara talepleri halinde ücretli izin verilmelidir.
  • En az 14 gün olmak üzere, salgın süresince yenilenmek kaydıyla, çalışanlara (yıllık izinlerine dokunulmadan) ücretli izin hakkı tanınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde risk değerlendirmesi ve acil durum planları yenilenmeli, tüm çalışanlara korona virüs salgını bilgilendirmesi ve eğitimi yapılmalıdır. İşyerlerinde koronavirüs testinin yapılması dahil tüm sağlık önlemleri arttırılarak azami düzeye yükseltilmelidir.
  • Bütün bunların yapılmaması ve/veya işyerinde korona virüs riskinin ortaya çıkması halinde çalışanların “çalışmaktan kaçınma hakkı”nı kullanacakları ve üretimi durduracakları ilan edilmelidir.
  • İşten çıkarmalar korona virüs salgını süresince yasaklanmalı, işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yerine kısa çalışma ödeneği kullanılmalıdır. Kapanan işletmelerde çalışanların ücretlerini tam veya tama yakın almaları sağlanmalıdır.
  • Korona virüs salgını süresince bütün işçiler süre koşulu aranmaksızın işsizlik ödeneği ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanmalıdır. Esnek ve yarı zamanlı çalışanlar da bu fondan yararlanabilmelidir.
  • İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki paralar sadece işsizlik ödemeleri için kullanılmalı, işsizlik ödeneğinden ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanma süresi ve miktarı arttırılmalıdır.
  • Salgın boyunca doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalıdır. Doğalgaz ve elektrikte dağıtım hizmetleri kamulaştırılmalıdır. Yerel yönetimlerin temiz ve atık su başta olmak üzere hizmetlerinin aksamaması için onlara merkezi bütçeden daha çok kaynak aktarılmalı, dış borçlanmaları konusunda ihtiyaç duyacakları Hazine garantileri verilmelidir.
  • 100’den fazla işçi çalıştıran şirketlerde istihdamı korumak amacıyla, bu kuruluşların kapanmasına izin verilmemeli, gerekirse kamulaştırma yoluna gidilmeli, bu amaçla KİT gibi kuruluşlar eski işletmeci işlevlerini üstlenmelidir.
  • Krizle beraber zora giren sivil havacılık, enerji, finans gibi stratejik sektörlerde kamulaştırma bir zorunluluk haline geldiğinde tereddüt edilmemeli, bu kuruluşlarda özyönetim uygulaması benimsenmelidir.
  • Atıl duruma gelen bazı işkollarındaki fabrikaların, solunum cihazları, hızlı sonuç alıcı tanı kitleri, maske/filtreli maske ve sağlık çalışanları için koruyucu giysi vb. sağlık ürünleri üretimine ayrılması sağlanmalıdır. Bu ürünler ücretsiz veya maliyet fiyatlarından sunulmalıdır.
  • Temizlik ve sağlık ürünlerinin stoklanması, karaborsası, fiyat artışları mutlaka önlenmelidir. Temel gıda maddelerinin temini, gerekirse ücretsiz dağıtımı ve fırsatçı zamların engellenmesi kamu otoritesi tarafından sıkıca kontrol altında tutulmalıdır. Kolluk güçleri ve gönüllü siviller, yaşlı ve riskli nüfusa gerekli gıda ve sağlık malzemelerini ulaştırmak için seferber edilmelidir.
  • Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” kişi başına aylık
    net 500 TL yurttaşlık geliri ödenmeye başlanmalıdır.
  • Öğrenci borçları silinmeli; çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
  • Devlet hastaneleri ve özel hastaneler ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalıdır.
  • Bütçe açığı kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. Merkezi bütçe harcamalarının gerekirse TCMB avanslarıyla karşılanması sağlanmalıdır.
  • Bütçe gelirleri azalırken giderlerinde büyük sıçramalar ortaya çıkmasına getirilecek çözümlerden biri de gerçek bir servet vergisi olmalıdır. Hedef grup olarak özellikle son 20 yılda rant gelirleriyle palazlananlar seçilmelidir.
  • Sermaye hareketleri kontrol altına alınmalıdır. Yurt dışına servet kaçırmak önlenmeli; yabancılara dönük TL yükümlülükleri (hisse senedi, tahvil, mevduat vb) için döviz tahsis edilmemelidir.
  • Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kamulaştırılması hedeflenmeli; bu arada projelere dönük ödentiler TL’ye dönüştürülmeli ve kriz kaynaklı düşük performanslar nedeniyle oluşabilecek garanti ödemeleri iptal edilmelidir. Böyle bir dönemde Kanal İstanbul gibi üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmamış projelerden vazgeçilmeli, kamu ihaleleri ve kaynaklar sağlık sektörüne yönlendirilmelidir.
  • Sonuncusu belki de en önemlisi, devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, daha otoriter ve baskıcı bir devlet aygıtının kalıcılaştırılması için fırsat kabul edilmemelidir.

Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin (sendikalar, meslek örgütleri) toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı toplantılarda ve kurullarda temsili sağlanmalı, salgına karşı mücadele kapsamında benimsenen bilim kurulu yöntemi sürdürülmelidir. 27 Mart 2020, Ankara

Korkut Boratav – Seyhan Erdoğdu – Aziz Konukman – Hayri Kozanoğlu – Bilsay Kuruç – Oğuz Oyan – Mustafa Sönmez – Sinan Sönmez – Serdar Şahinkaya – Taner Timur –
Oktar Türel – İşaya Üşür – Galip Yalman – Ergin Yıldızoğlu
******

Sosyal bilimcilerden ‘kamuculuk, planlama ve dayanışma’ çağrısı

Türkiye’nin önemli sosyal bilimcileri, koronavirüs salgını tüm hızıyla devam ederken,
* ‘Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neoliberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor..’
açıklamasında bulundu özetle..
Biz de aynen katılarak imzamızı koyuyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2020, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

‘Viva La Muerte’

‘Viva La Muerte’

Oğuz Oyan
03.03.2020
https://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/viva-la-muerte-281758

Başlıktaki “Yaşasın Ölüm” ifadesi, İspanya iç savaşında faşistlerin sloganıdır. Bir “oksimoron” yani “imkânsız eşleşme” olarak görülebilecek olan bu slogan, sadece Frankocu falanjistleri cesaretlendirmek için benimsenmiş değildir. Savaşı ve ölümü kutsayan faşizmin doğasına içkindir.

Tıpkı bugün Türkiye’de savaşı ve şehadeti kutsayan iktidar örneğinde olduğu gibi.

  • Savaş, otokratik iktidarlar tarafından, her derde deva bir ilaç gibi görülür.

Sermaye birikimdeki tıkanmalara geçici çözümler üretmeye; toplum ve hatta iktidar partisi içindeki eleştirel sesleri kısmaya ve muhalefeti arkasına dizmeye; biat etmeyenleri “hain” ilan etmeye; toplumu vatanseverler-hainler diye bölerek bir iç savaş kışkırtıcılığını hazırlamaya; özetle, siyaset ve ekonomideki sıkışmışlığı aşmaya, hatta dış politikadaki çöküşün sonuçlarını gizlemeye yönelik bir ilaçtır savaş.

Bu nedenle “şehitler tepesi boş kalmayacak” denilir. Ama son bir haftanın gelişmelerine bakıldığında bunun bir başka nedeni daha vardır:

TSK’nın çok ciddi kayıplar verdiği “İdlib faciası”nın bir şekilde fazla infial yaratmadan toplumca sindirilmesini sağlamak gerekir. Bunun birinci yolu, gerçek şehit sayısının tam olarak açıklanmaması, yani düşük gösterilmesidir. Çelişkili haberler bunun bir yansımasıdır.

İkinci yolu, “karşı tarafa ‘misliyle’ kayıp verdirildiği” söylemi üzerinden kitlelerin (özellikle dinci/milliyetçi taraftarların) teskin edilmesidir. Ancak bu kelle hesabının veya saf dışı bırakılan savaş aracı sayısının toplumun genelinde çok fazla alıcısı olması beklenemez.

  • Toplumlar kendi evlatlarının kayıplarına her zaman daha hassastırlar. 

Gerçi bütün savaşlarda iktidarların kendi kayıplarını düşük, karşı tarafın kayıplarını yüksek göstermesi bir savaş propagandası geleneğidir. Ama otokratik bir iktidar yapısı söz konusuysa, gerçeğin bilgisine ulaşmak çok daha müşküldür. Daha önce yazmıştık:

  • Otokrat, hakikatin ne olduğuna karar verendir.

İnsan/teçhizat kayıpları üzerinden yapılan gayri-insani karşılaştırmalar yeterli görülmezse, toprak kazanımları veya kısmi/mevzii kazançlar da devreye sokulur. Ama arka fonda her zaman “şehitlik” kullanılır. Çünkü, yoksul çocuklarını üç bin lira için “muvazzaf erat” yapmanın manevi yanı boş tutulmamak zorundadır. Özellikle de vatan savunması olmayan savaşlarda.

Bu arada, karşı tarafın kayıplarının şehit olarak anılmasına zinhar izin verilmez. “Karşı tarafta” ölen insanlar da müslüman olsalar ve hatta kendi vatanlarını savunurken şehit düşmüş olsalar bile, onları “katil”, “mezhebi ve meşrebi gayri-sahih” gibi sıfatlarla değersizleştirmek ve “alçak düşmanlar” seviyesinde tutmak gerekir.

Bütün bu ideolojik zarflamalara/kuşatmalara rağmen, toplumun tüm bireylerini ve siyasi akımlarını lehinize döndürmeniz veya pasifize etmeniz mümkün olmaz. O zaman yandaş tosuncukları sahaya sürmenin ve faşizmin sopasını uzatmanın zamanı gelmiş demektir. Buna rağmen iki şey bu zihniyettekilerin kâbusu olmaya devam edecektir:

1. Gerçekler bir gün mutlaka günyüzüne çıkar ve
2. Mücadele azmini hiçbir baskıcı rejim -Hitler rejimi dâhil- tümüyle köreltemez.
*****

YAPRAK DÖKÜMÜ 

Önce Şekibe Çelenk‘i kaybettik. “Şekibe Abla“, tıpkı yaşam arkadaşı ve sosyalizm yoldaşı Halit Çelenk gibi, Türkiye solunun simge isimlerindendi. Genç yaşlı demeden her yaşında sosyalizm mücadelesinin her alanında varolmayı sürdürdü. Daha geçen yıl, değerli eşi Halit Çelenk anısına düzenlenen ödül törenine tekerlekli sandalyesiyle katılmayı bir görev bilmekteydi.

Muzaffer İlhan Erdost, 60 yıldan uzun süredir Türkiye’deki sosyalist hareketi etkilemiş ve hep ayakta kalmış, hep üretken olmuş ulu bir çınardı. Eksik bıraktığı hiçbir yazın alanı yok gibiydi; o sadece marksist bir yayıncı, marksist bir yazar ve eleştirmen değildi, aynı zamanda iyi bir şairdi, bir edebiyat insanıydı. Faşizmin sillesini ailece yemiş bir devrimci olarak asla yılmamış, eylem insanı olmaktan asla vazgeçmemiş, mücadelesinde insanı/ yaşamı/ barışı sevmeyi bir yaşam tercihi yapmıştı. Sol ve Onur Yayınları onun kişiliğini kısaca tanımlamak için kullanılabilecek iki sıfatı da içeriyordu.

Bu değerli büyüklerimizin/yoldaşlarımızın yaşamları ışık saçmakla geçti, bundan sonra da onların anısı gençlerin yolunu aydınlatmaya devam edecek. Her ikisinin de anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

MÜDAHALE GECİKMEDİ

MÜDAHALE GECİKMEDİ

OĞUZ OYAN
SOL PORTAL, 20.08.2019

Bu haftaya üç belediye başkanının görevden uzaklaştırılıp yerlerine valilerin kayyım olarak atanmasıyla başladık. İkisi büyükşehir belediyesi olan bu belediyelerin tümünün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olması ve tümünün de HDP’li başkanların yönetiminde olması rastlantı değil. Ama bunun yalnızca bir başlangıç olduğuna ilişkin kaygılar da yersiz olmaz.

Seçilmiş belediye başkanlarını dört ay geçmeden görevden almalar, arkasında hangi hukuksal gerekçeler icat edilirse edilsin, öncelikle siyasidir. AKP iktidarı hem genel olarak tüm muhalif siyasi hareketlere ve seçmenlerine (kendi içinden kopmaya hazırlananlar dâhil) hem de özel olarak Kürt siyasi hareketine ve seçmenlerine mesaj iletmektedir.

Genel mesaj şudur                          :
Yerel seçimleri kazandık diye havalara girmeyin ve merkezi iktidara ömür biçmeye kalkmayın; güç hâlâ bizdedir. Üstelik bu gücü keyfi ve baskıcı yöntemlerle kullanma yetkisi de bizdedir. Kimseye karşı hesap vermek mecburiyetinde değiliz. Belediye başkanları görevde kalmak ve az-buçuk icraat yapmak istiyorlarsa, bize biat etmek zorundadırlar. İktidarı protesto anlamına gelen kitlesel hareketlere (çevreci hareketler, vb.) destek vermeden önce de iki kez düşünmelidirler. Demokratik hakların kullanımı, Anayasanın değil iktidarımız çizdiği sınırlara tâbidir.

Özel mesaj şudur                           :
HDP son seçimlerde Cumhur İttifakı adaylarına karşı konumlanarak İstanbul, Adana, Mersin gibi büyükşehirlerin CHP’nin yönetimine geçmesine neden olmuştur. Bunun bedelini ödemek zorundadır ve ilk bedeli elindeki üç önemli belediye üzerinden ödemiştir; arkası da gelecektir. (Kuzey Suriye’de sıcak gelişmeler bu süreci hızlandırabilecektir.)

MESAJLARIN YANSIMALARI

Genel olarak, toplumda demokratik düzeneklere, genel oy sistemine bir güvensizlik tohumunun yeniden ekildiği söylenebilir. Seçilmişlere karşı yürütülen operasyonların arkası geldikçe bu güvensizlik büyüyecektir.

AKP/RTE iktidarı, devleti ele geçirme dönemlerinde, atanmışlar (yargıçlar, askerler, bürokratlar) seçilmişlere üstün tutuluyor diyerek sözde “vesayetçi rejime” karşı mücadele yürütüyordu. Şimdi her şeyi tersine döndürdü: Hiçbir bakan, hiçbir erk sahibi yönetici seçilmiş değil; ama demokratik temsil sisteminin son kalıntısı olan belediye başkanları (giderek belediye meclis üyeleri) bugün iktidarın tam hedefinde.  Mekânsal ve toplumsal hükmetme alanlarında gedikler açıldıkça otokratik hâkimiyet tarzının alışıldık/alışılmadık tüm araçları uygulamaya konulmakta, konulacak.

Kitlelerin ve siyasi/demokratik temsilcilerinin buna yanıtı iki farklı biçimde olabilir: Ya sinecekler/ biat edecekler ya da direnecekler/mücadele edeceklerdir. Toplumu sindirmenin örgütlü kurumsal yapıları gerçekte sahnededir.

AKP türü bir İslamcı-totaliter biat partisi söz konusu olmasaydı bile, toplumu sermayenin iktidarını ve sömürü düzenini itirazsız kabullenmeye ikna etmek üzere oluşturulmuş işçi-memur sendikaları görevde olacaklardı. AKP döneminin farkı, siyaset ve sendikal alanın temsilcilerinin ideolojik yakınlığının (İmam Hatip kardeşliğinin) belirleyici bir öneme yükselmiş bulunması, eskinin ücret sendikacılığının kısmen bile sürdürülemez olmasıdır.

  • TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN ile iktidar arasında yürütülen toplu pazarlık / toplu görüşme tiyatroları bunun güncel bir örneğidir.

Muhalefet partilerinin, buyurgan ve baskıcı bir iktidar partisi karşısında ne denli etkin muhalefet yapabildikleri / yapabilecekleri, kitleleri ne denli seferber edebilecekleri, ne denli demokratik kitle hareketlerinin arkasında durabilecekleri, boyun eğme-direnme çizgileri arasındaki yerlerini belirleyecektir. Bu yer direnme çizgisinden uzaklaştıkça 31 Mart 2019 kazanımlarını korumaktan da uzaklaşılmış olacaktır. Ne yazık ki bu konuda iyimser olamıyoruz. Kaldı ki, bugünkü çöküntü siyasetine karşı muhalefet etmek bie yeterli değildir; sistemin kendisine karşı bir seçenek geliştiremiyorsanız, neoliberal paradigmanın sınırları dışına çıkamıyorsanız, zaten geçmiş olsun.
***
HDP hareketine verilen özel mesajın kitleler üzerindeki yansımaları daha doğrudandır: Kürt siyasi hareketi için demokratik mücadelenin anlamı giderek tükenmektedir. Bunun sonucunda sandık demokrasisine inancın yok olması ve seçimlere katılımın bölgesel düzlemde iyice zayıflamasından daha kötüsü, birlikte yaşama duygusunun tükenmesi ve ayrılıkçı düşüncelerin iyice öne çıkması olacaktır.. Ortadoğu bölgesinde olağanüstü kötü dış politika yönetimiyle ve Suriye’de ABD himayesinde bir PYD/YPG devletçiğinin oluşumunun artık önlenemeyeceği gerçeğiyle birleşince bunun orta-uzun erimde ne gibi gelişmelere yol açacağını kestirmek zor değildir.

  • Sonuçta iktidar, önlemek ister göründüğünün tam tersine gelişmeleri körüklemeye devam etmektedir.

KİMİ HUKUKSAL SORUNLAR

Seçilmiş belediye başkanlarını “azletmeler” her ne denli siyasal gerekçelerle yapılıyor olsa bile, bu tasarrufları hukuk açısından da ele almak gerekir. 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun 47. maddesi, “Görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma veya kovuşturma açılan belediye organları veya bu organların üyeleri, kesin hükme kadar İçişleri Bakanı tarafından görevinden uzaklaştırılabilir.” hükmünü içermektedir. İkinci fıkrasında da “Görevden uzaklaştırma kararı iki ayda bir gözden geçirilir. Devamında kamu yararı bulunmayan görevden uzaklaştırma kararı kaldırılır.” demektedir. Şimdi bu 2. fıkranın uygulanabileceğine kimsenin inanmadığı görülmektedir. Nitekim atanan kayyımlar, kalan süreyi yani 4,5 yılı doldurmak üzere gelmiş gibi davranmaktadır.

5393 sayılı yasanın 45.maddesi ise “Belediye başkanlığının boşalması halinde yapılacak işlemler”i düzenlemektedir. Buna göre vali belediye meclisinin on gün içinde toplanmasını sağlar. Belediye başkanının görevden uzaklaştırılma biçimine göre bir başkan veya bir başkan vekili seçilir. (Başkanın görevden uzaklaştırılması seçim dönemini aşmayacaksa bir başkan vekili seçilir). Maddenin ikinci fıkrasına göre, “Belediye başkanı veya başkan vekili belediye meclisi üyeleri arasından ve gizli oyla seçilir”. 31 Mart seçimleri öncesindeki görevden uzaklaştırmalarda görüldüğü gibi şimdiki uzaklaştırmalarda da doğrudan kayyım atamasına girişilmesi, yasanın 45.maddesine açık aykırılık oluşturmaktadır.

Kayyım atamalarının 5393 sayılı yasanın 46.maddesine dayandırıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu madde de, “yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar belediye başkanlığına (…) İçişleri Bakanı tarafından görevlendirme yapılır” hükmünü içermektedir. Peki, seçimlerin yapılamaması koşulları oluşmuş mudur? Oluşmadıysa, görevlendirilen kayyımlar en fazla seçim yapılana kadar öngörülen on günlük süre için atanmış olabilirler –ki bu durumda bu atamalar da abestir. Özetle, ortada hukuki kılıfa uydurulmuş bir durum bile yoktur. Gerçi bu iktidar artık hukuki gerekçe arama dönemini çoktan geride bırakmıştır; kendisini anayasal sınırlarla bile bağlı hissetmemektedir.

Artık tuhaf bile sayılamayacak şekilde daha önce de kayyım görevinde bulunup söz konusu belediyelerde şatafatlı makam odalarına, hesabı sorulmayan usulsüz ve aşırı harcamalara, büyük borç yığılmalarına yol açmış olan kayyımların, herhangi bir Sayıştay denetiminden henüz geçmeden yeniden görevlendirilmiş olmaları, üçüncü dünya başkancı rejimin sonuçlarındandır. Kimi cumhuriyetçiler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyerek iktidara yüklenmeye çalışırken, bu iktidarın tam güdümüne girmiş mülki amirler, askerler, yargı mensupları, bürokratlar, adeta “RTE’nin askerleriyiz” demektedirler.

 

Kaçınılmazın hızlandırılması

Kaçınılmazın hızlandırılması

sol.org, 14/08/2018
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

 

Bu ülkenin bağımsız iktisatçıları, uzunca bir süredir, mevcut iktisat politikalarının sonucunun kaçınılamaz bir iktisadi kriz olduğunu yazıp çiziyorlar. Ekonomide bu yılın sonlarından itibaren küçülme eğiliminin başlayabileceğine dair işaretler de, meşhur rahip hikâyesinin tahripkâr etkilerinden önce alınmaya başlanmıştı. Dünyanın en kırılgan beşlisinin uzunca süredir en kırılganı olmak demek, en ufak esintiden nem kapabilmek demekti zaten. Ekonomi yönetiminde dış finans çevrelerine güven vermeyen değişiklikler bile böylesine nem kapışlarına müsait bir zemin hazırlamak demekti. Hikmetinden sual olunamayan otokratın bunun farkında bile olmadığı son yönetim yapılanmasıyla bir kez daha açığa çıkmaktaydı. (Damad-ı Hazreti Şehriyarî’nin içi boş bir ‘yeni ekonomik model’ sunuşu sırasında TL’nin baş aşağı gitmesinin de gösterdiği gibi…). Kaldı ki, uzunca bir süredir biriken kriz tohumların yoğunluğunun bu defa 2009’un “teğet geçtiği” düşünülüp hafife alınan krizinden çok farklı olacağına dair bir teşhis birliğine de varılamadığı anlaşılmaktaydı.

Bu koşulların üzerine gelen dış politika sürtüşmeleri, kaçınılmazı hızlandırıcı ve hatta şiddetlendirici etkilerde bulundu. Ekonominin zayıflığının, yapısal sorunlarının, giderek büyüyen dışa bağımlılığının (yüksek dış borçlar, yüksek cari açıklar) getirdiği kısıtların farkında olmayan veya bunları daha önce kolayca aşmış (kolayca dış kaynak temin edebilmiş) olmanın rehavetinden kurtulamayan, gerçeklerden büyük ölçüde kopmuş bir zevatın bir de rehine politikalarıüzerinden pazarlık yapmaya girişmesi işin tuzu biberi oldu. Ekonomi koşar adım bir kur-faiz-enflasyon sarmalına girdi. TL’deki değer kaybı hepsinin önüne geçti ve panik ataklarla birlikte günlük rekor kayıplarla erimeye başladı. TCMB’nın dün (13 Ağustos Pazartesi) piyasaya yerli ve yabancı para mevduat karşılıklarının azaltılması üzerinden enjekte ettiği 6 milyar $ + 10 milyar TL (toplamda 7,5 milyar $) likidite bile, gün içinde emilip bitirildi ve tekrar günün başlangıç seviyelerine dönüldü.

TCMB’nın son –boşa çıkan- müdahalesinin de gösterdiği gibi, yönetim artık krize karşı uygun iktisat politikası araçlarına sahip olamadığı bir dönemi başlatmış bulunmaktaydı. Üstelik TL yatırımlarından (devlet tahvili, hisse senedi, mevduat) çıkıp döviz satın alarak Türkiye’den çıkmak isteyen yabancılar olsun, açık pozisyonlarını kapatabilmek için döviz talebini artıran özel sektör firmaları olsun, bankalardan hem döviz hem TL mevduat hesaplarını çekerek yastık altı döviz tutmaya yönelen panikteki tasarruf sahipleri olsun, herkes piyasaların fonlanmasını büyük bir açgözlülükle beklemekteydi. Demek ki uluslararası finans kapitalin iştahlarını doyurmak üzere atılacak adımlar, ekonominin müdahale araçlarının (bu arada döviz rezervlerinin) bütünüyle tüketilmesinden başka işe yaramayacaktı.

***

Şimdi burada bir başka saptamanın yapılmasına ihtiyaç var. İktidar cenahı, bu krizde zerre kadar sorumluluk üstlenmek istemiyor. Bunun böyle olacağını, krizin dış mahreçli bir saldırıya bağlı olarak açıklanacağını daha önceki yazılarımızda esasen öngörmüştük. Bunda şaşılacak bir yan yok. Dolayısıyla rahip Brunson olayı olmasaydı benzer bir olayın yaratılarak bahane edilmesi veya daha genel ve soyut bir “manüplasyon” imasının topluma dayatılması beklenebilirdi. Ama burada daha da aşırıya kaçmış bir psikopatik sorun var:

  • Dış saldırı gerekçesi yerine ekonominin kötü yönetiminden dem vurulmasını “vatan hainliği” ile özdeş tutmaya yönelen bir paranoya, bir otokratik tahammülsüzlük durumu var.

Bunun yol açtığı faşist baskılamalara mı yanarsınız, yoksa

  • krize doğru teşhis konulmasının zorbalıkla engellenmesi

ne mi? Düşünebiliyor musunuz, rejimin bir numarası dövize hücum eden sanayicileri uyarırken “Gerekirse B ve C Planlarını devreye sokarız” diye tehdit ediyor, bundan haklı olarak nem kapan piyasa oyuncuları dövizi tekrar zıplatınca, Twitter yorumcuları okkanın altına sokulmak isteniyor. Bu paranoya hali, toplumun krize milliyetçi hamasetle direnmeye zorlanması, gerçekten trajikomik bir durum. Bu durumda,

  • Türkiye ekonomisinin bütün AKP döneminde sadece dış kaynaklarla döndürülüyor olmasının, bunun yarattığı dışa bağımlılığının artık bağımsız dış politikaları mümkün kılamadığının açığa çıkmış olmasının, buna benzer bütün sorun alanlarının artık açıkça tartışılamayacağı açık faşizm koşullarına geçiliyor demektir.

***
Bu dayatmalara siyasi hareketlerden olumlu yanıtlar gelmesi de gecikmedi doğrusu. Sabık “millet ittifakı”nın iki partisi, şimdiden iktidarla beraber olduklarını, Türkiye’ye karşı dış ekonomik saldırıyı birlikte püskürtmeye hazır olduklarını belirttiler. CHP ise, krize karşı birtakım önerileri 13 madde halinde sunarak, bunların sahiplenilmesi halinde iktidara destek vermeye hazır olduğunu belirtti. Her durumda, krizin iktidarın hatalı iktisat politikaları ve tükenmiş bir büyüme modelinde ısrar etmesi yüzünden çıkmış olduğuna yeterli vurgu yapmaktan kaçınmak ve dış gerginliklerde ABD’ye çatmayı tercih etmek olarak tanımlanabilecek edilgen duruşuna devam etti. Tıpkı 15 Temmuz 2015 darbe girişiminde en büyük sorumluluğu doğduran doğruya iktidarın taşıdığını ilk günden büyük bir suçlamaya dönüştüremediği gibi, şimdi de iktidarın öfkesinin kendi üzerine yönelmesinden ve kitlelere günah keçisi olarak sunulmaktan dehşetli ürktüğünü belli eder tarzda yan yollara başvurmaktaydı. (Gene de iktidarın hışmından tam kurtulamasa da!..)

Bu arada, daha ziyade uzun vadeli önerilerden oluşan ve pek çoğunun AKP düzeninde artık yeri olmayan 13 tavsiyenin esas olarak liyakati, denetimi, ihale düzeninin ıslahını, bütçe disiplinini ve vergi adaletini, akılcı sıcak para yönetimini, TCMB bağımsızlığını, israfla mücadeleyi öne çıkarmak gibi alanları kapsadığını gördük. Ama acil bir anti-kriz program önerisi bunlar arasında bulunmuyordu. Koşullar dayatsa bile özel sektörün dış borçlarının devlet tarafından üstlenilmesinin reddedilmesi gerektiği bunlar arasında yoktu. IMF olsun olmasın

  • krizin yükünün geniş emekçi kitlelere bindirilmesine şiddetle karşı çıkılacağı,

bu yükün sermaye sınıfına taşıtılması için ne gibi öneriler geliştirileceği tavsiye listesinde yer almıyordu. Bunlara bir de maliye politikalarında mali kural uygulaması önerisi de sonradan ekleniyordu ki, IMF’den daha fazlası beklenemezdi.

Esasen 13 önerinin yapıldığı tanıtımda CHP Genel Başkanı ile yanında duran iki etkili MYK üyesinin bürokratik geçmişlerine bakıldığında, Kemal Derviş programına olan yakınlıkları göze çarpmaktaydı. CHP’nin “yeni” ekonomi kadrolaşması, demek ki, sistem içi çözümlerin bir milim dışına çıkmamak üzere şekillendirilmişti.
=====================================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Oğuz Oyan çok yetkin ve şok da kıdemli bir iktisatçıdır.
Türkiye’nin birikiminden yararlanmak yerine, AKP’nin 1 numaralı sorumlusu olduğu ekonomik çöküntüye doğru tanı konmasının savcılıklar eliyle engellenmeye yeltenilmesi ve toplumun hamasetle boğularak algı yönetimine tabi tutulması dehşet vericidir. Açık faşizm demektir lamı – cimi olmaksızın.

3 noktanın altını biz de ısrarla çizelim :

1. .. yönetim artık krize karşı uygun iktisat politikası araçlarına sahip değil..
Ankara’nın tüm direklerine binlerce Erdoğan posteri asıp içi boş bir sloganla ”millet bir hedef bir” nereye varılacağı sanılıyor? Ciddi bir israf değil midir bu??
Hangi uygar demokratik ülkede böylesine bir komedi  görülebilir?  TBMM neden adeta felç edilmiştir?
2. özel sektörün dış borcu asla devlet tarafından üstlenilmemelidir.
3. ekonomik çöküntünün faturasının halk yığınlarına ödetilmesini şiddetle reddediyoruz.

Muhalefetin bu politika önermelerini yükseltmesini istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 19 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com