Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10 Ağustos 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

EĞRİ

KPSS’de çıkan sorulardan 20 adedinin Yediiklim Yayınevi’nin dergisinde yayımlanan deneme sınavı soruları ile birebir aynı olduğu iddia edildi.

ÖSYM Başkanı iddiayı reddetti.

RTE, ÖSYM Başkanı Halis Aygün’ü görevden aldı, hakkında soruşturma başlatıldı.

Sınav iptal edildi.

ÖSYM Başkanlığı’na cemaatçi İsmail Ersoy getirildi.

Deveye sormuşlar boynun neden eğri?..

ADAM

Batman’da Hasankeyf Belediyesi Başkanvekili Abdullah Tarhan, belediyede yaşanan usulsüzlükleri anlatarak AKP’den istifa etti.

Adam aranırsa her yerde var…

GÜVEN

Nebati, “Ekonomi rakam değil Erdoğan’ın verdiği güvendir.”

Bir kez daha battık…

FETÖ

İhsan Kalkavan, ‘Görevdeki 4 Bakan Fetullah’ın talebesi’ dedi.

Onları atayan?..

PARTİ

AKP Diyarbakır Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı ve TÜGVA koordinatörlerinden Furkan Demirci, sosyal medya hesabından jandarmaya ait bir askeri helikopterin kokpitinde çektiği fotoğrafı paylaştı.

Parti-devlet…

ŞEYH

Şanlıurfa Valisi Salih Ayhan göreve başladıktan 40 gün sonra şeyhlerle buluştu.

Salih Bey’e anımsatalım; Türkiye şeyhler, dervişler, mensuplar ülkesi değildir!..

KADRO

Sakarya’nın Geyve ilçesinde imamlık yapan Niyazi Gümüş, açık öğretimde üniversite okuduktan sonra, “Zekat Fonu Örneği” konulu akademik tezi ile doktor oldu. Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu Dekanlığı Savunma Araştırmaları Bölümüne öğretim görevlisi olarak atandı.

Akar’ın “aydınlar kadrosu” oluşuyor…

SÖZ

Bakan Yanık, 2023’ten sonra Suriyeli mültecilerin hiçbirinin kalmayacağını söyledi.

2023’ten sonra nasıl olsa kendileri yok. Rahatça söz verirler…

TÜRK

İyi Parti İstanbul Milletvekili Yavuz Ağıralioğlu, “Biz Müslüman olmayan Türk’e, Türk demiyoruz”

Türk tanımını bilmeyene ne diyorsunuz?..

Emperyalizmin Sevr’i diriltme çabası

DAVER DARENDE
Emekli Diplomat

10 Ağustos 2022, Cumhuriyet

 

  • Türkiye, bugün ulusal bütünlüğümüzü tehdit eden yaşamsal önemdeki dış politika sorunlarıyla karşı karşıyadır.

Türkiye’nin bölünmesini gösteren, belleklerde yerleştirilmeye çalışılan Sevr haritasının zaman zaman gündeme getirilmesi, Suriye’de Fırat’ın doğusunda ABD askeri gücünün PKK/PYD’nin yanında yer alması, ABD’nin terör örgütüne müttefik gözüyle bakması, Kuzey Irak’taki gelişmeler bölgemizde sorunların çığ gibi büyüdüğünü göstermektedir.

Bugünlerde ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün hâlâ canlılığını koruyan Lozan Antlaşması için şu sözlerini hatırlamak zorundayız:

  • “Bu antlaşma Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtıdır.”

Emperyalizme karşı amansız bir savaş veren, yüreğinde her dem insan ve yurt sevgisi taşıyan Mustafa Kemal Atatürk, tam bağımsızlıktan yana, ödün vermeyen, ulusumuzun onurunu koruyan bir dış politika izlemiş, Ulusal Ant’a bağlı kalmış, hiçbir büyük devletin içişlerimize ve dışişlerimize karışmasına izin vermemiştir.

‘STRATEJİK İŞBİRLİĞİ’

Emperyalizmin bölgemizdeki kirli oyunu tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.
Küresel egemenler, tarihin derinliklerine gömdüğümüz Sevr’i elbirliğiyle diriltmeye çalışmaktadırlar.

“Ilımlı İslam” modelinin bir yaşam biçimi olarak Türkiye’ye yerleşmesi için büyük çaba harcayan küresel güçler, ülkemize yönelik “içten çökertme” ve “ulus devleti” yok etme planını bilinçli bir şekilde uygulamaya çalışmaktadırlar.

Amerika’nın “stratejik işbirliği” adı altında Türkiye’yi çökertmeye yönelik projesi aşama aşama uygulanırken\ bölgemizde “Kürdistan”ın kurulmasına ilişkin plan gündemin başköşesinde yer almaktadır.

Bu konuda Uğur Mumcu Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan 20 Nisan 1991 tarihli yazısında şunları yazmıştır:

  • “Bugün ‘özerk Kürt Devleti’ planlarının arkasında Amerika ve İngiltere var. Bu yüzden Kürt ulusçuluğunun ‘anti-Amerikan’, ‘antiemperyalist’ ve ‘antikapitalist’ bir özelliği yok. Batı, Kürtler üzerine bir ‘manda’ yönetimine hazırlanıyor. ‘Tampon bölge’, ‘güvenlik bölgesi’ gibi projeler bölgede kurulacak Kürt devletinin temel atma törenleridir.”

ULUSAL GÜVENLİK

Ülkemizin içinde, sınırlarında ve çevremizde olup bitenler kaygı vericidir. Suriye’den, Afrika’dan ve Afganistan’dan ülkemize yerleşmek için gelen ve sayıları her geçen gün artan sığınmacılarla Türkiye’nin demografik yapısı değiştirilmektedir. Tehlike büyüktür.

Türkiye, içine sürüklendiğimiz Ortadoğu bataklığından başı dik kurtulmak zorundadır. Ülkemizi denetim altında tutan projenin mimarı ABD görev başındadır. ABD’nin PKK/PYD’ye askeri yardımları aralıksız devam etmektedir. Özlemle beklediği “özerk devletçik” Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştiği takdirde ulusal güvenliğimiz ve bütünlüğümüz büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalacaktır

  • Ulusun ve ülkenin güvenliğini ve geleceğini küresel egemenlerin insafına bırakamayız.

Siyasal İslamcılar için her yol mübah : ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslam konusunda uyararak “İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman ikinci bir ajandaları var. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmek” dedi.

09 Ağustos 2022 Cumhuriyet

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: 'Soru çalmayı doğal görüyorlar'İlahiyatçı Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslamın geçmişini, Türkiye’deki durumunu, özelliklerini, amaçlarını ve ideolojik konumlarını Cumhuriyet’e anlattı.

Özellikle Türkiye’de, siyasal İslamın Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşman olduğunu vurgulayan Maraş,

  • “Onlara göre ‘devrim’ için her şey mübah; soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gerekli” dedi.

Maraş,

  • Siyasal İslamı, “tercümelerden doğmuş; gerçekçilikten, gelenekten, derinlikli düşünceden ve yaşamdan kopuk; tepkisel, devrimci, tektipçi, sosyal değişimi reddeden ve ötekileştirmeye dayalı ideolojik ve siyasi temelli ütopik bir hareket” olarak nitelendirdi.

Maraş,

  • Düşünsel veya sosyal bir hareket değil, çünkü ideolojik ve siyasi yapısı onu daha selefi ve radikal bir çizgiye itmiş ve toplumsal yönü gözükse de topluma tektip, zamana, mekâna ve olgusal duruma göre değişmeyen ve sloganik bir ‘sözde İslami’ anlayışı dikte ettirme üzerine şekillenmiştir” dedi.

“DİKTATÖRLÜĞE MEYİLLi”

“İslamcılık, Türkiye’de ve dünyada, 18. yüzyılın son çeyreğinden başlatılsa da bu kesinlikle doğru değil. Türkiye’de İslamcılık, 1960’lardan itibaren başladı” diyen Maraş, “Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılmış fikirler, kesinlikle İslamcılık değil. Bu dönemde kullanılan tabir, siyasi olmayan bir ittihad-ı İslam, İslamlaşma fikridir. Ana hareket noktası da akılcı ve bilimi reddetmeyen bir din olarak inanılan İslamın ana kaynaklarına, gelenekteki yorum zenginliğine dönerek ve aynı zamanda Batı medeniyetinden de faydalanılarak yeni bir medeniyet inşa etme düşüncesidir.” ifadelerini kullandı.

Siyasal İslamcılığın ise “kendi dışındakini dönüştürmeyi, buyurganlığı, ötekini tanımlamayı ifade ettiğini” aktaran Maraş, “1960 sonrası günümüze kadar gelen İslamcılık, toptancı ve aspirinci bir yapıdadır. Batı’yı neredeyse toptan bir reddedişe dayanır” diye konuştu.

Siyasal İslam’ın ortaya çıkışında “sağlıklı modernleşememiş muhafazakâr toplulukların, sözde dine sığınma hastalığının etkili olduğunu” kaydeden Maraş, “Bu yönüyle İslamcılığın çıkış nedenlerinden biri, kendilerini zihnen ve ilmen yenileyemeyenlerin çaresizlik ve sömürgecilik karşısında ortaya attıkları bir ütopyadır. Yani özellikle taşralı gençlerin, şehirlerde kendi metaevrenine, gettosuna çekilip acılarıyla başbaşa kalma anlayışıdır. Ezildiğine inanan bu arabesk yapı, fırsat bulduğunda ezmeye, acılarının kinini almaya, kinini din edinmeye, dolayısıyla da adaletsizliğe, şiddete ve diktatörlüğe meyillidir. Bunun en önemli sebebi, hayallerinden sıyrılıp gücü elde ettiklerinde zihinlerindeki İslamileştirmeyi hızlandırma isteğidir” diye konuştu.

Maraş, siyasal İslamcıların önemli bir kesimi için tekil (üniter) devlet ve millet gibi kavramların “şirk ve küfür” olarak değerlendirildiğini, bu nedenle bu yapıların “etnik ayrıştırmacı ve bölücü hareketlere yakın durduğunu” da vurguladı.

“TASAVVUFİ ANLAYIŞ”

Bu nedenle bu tür bölücü yapıların İslamcılık” söylemi altında gizlenebildiği uyarısında bulunan Prof. Maraş,

  • “Bugünkü tarikat ve cemaatler, tasavvufi görünümlü olsalar da düşünce tarihindeki tasavvufi anlayışla herhangi bir alakaları kalmamıştır.
  • Çoğu tipik bir İslamcı hareket olarak sahne almaktadır.
  • Son zamanlarda İslamcılığın, bilhassa gençler arasında Selefilik ve Vahhabiliğe doğru bir eğilime yol açtığı da görülmektedir.
  • Bu yönelişte ülkemizdeki sığınmacıların ve bilhassa Sakarya, Trabzon ve Rize’ye konuşlanmış dış destekli Vahhabi-Selefi grupların da ciddi bir etkisi var” ifadelerini kullandı.

“KADIN ÖTEKİLEŞTİRİLİYOR”

İslamcılık deneyimi Türkiye’den eski olan bazı ülkelerdeki grupların çöktüğünü ve çıkmaz sokağa girdiğini, Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu aktaran Maraş,

  • “İslamcılar, yönetimi üstlendiklerinde hayatın gerçekleriyle, devletle, demokrasiyle, büyük maddi imkânlar ve büyük hırsızlıklarla, ahlaksızlıklarla ve bunun meşrulaştırılmasıyla yüz yüze geldi. Bu da insaflı ve aklı başında az sayıdaki İslamcıda, İslami devrimin değil insani ve ahlaki devrimin yapılması gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bana göre hiçbir İslamcı hareket ve dini grup, İslamcılık ve bilhassa dinin siyasetle eşitlenmesi sarmalından kurtulamaz.
  • Çünkü İslam dünyasındaki asırlardır kronik bir hastalık halini alan; aklı, bilimi, ahlakı, devlet yapısını dışlayan ve dini; geleneğe, nassa, sabit hükümlere, yorumlara, ideolojiye hapseden, cinsiyet ayrımcılığına ve kadın ötekileştirmesine dayalı yanlış bir İslam anlayışı var.
  • Bundan sıyrılabilmek için ciddi bir zihniyet yenileşmesi gerekli. Bu yenileşme olmadan İslamcılık, Taliban, IŞİD, el-Kaide, Boko Haram vb. hareketlerden asla kurtulamayız” dedi.

“TÜRKLÜĞE DÜŞMANLAR”

Maraş, Sovyet tehlikesine karşın desteklenmenin de siyasal İslamı besleyen kaynaklardan olduğunu söylerken “İslamcılar içinde ağırlıklı olarak yalnızca Türkiye’deki İslamcılar, Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşmandır. Çocuklarına bile Türkçe ad vermezler. Halbuki Türkiye dışındaki İslamcılar, çoğunlukla, daha milli bir çizgidedir.” ifadelerini kullandı. Maraş,

  • Siyasal İslamın, özellikle Türkiye açısından “her türlü devlet, millet, vatandaşlık, bayrak ve vatan gibi kavramların reddine dayandığını”, aynı zamanda
  • “kendi hayal evrenlerinde kurulduğunu, bu düşüncenin de takiyyenin caiz olduğu inancına götürdüğünü” aktardı.

“SORU ÇALMAK, TORPİL MÜBAHTIR”

Maraş, şunları kaydetti:

  • “Yani ‘devrim’ için her şey mubahtır.
  • Soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gereklidir.
  • Bu açıdan parti, STK, vakıf, okul ve benzeri bütün teşkilatlanmaları, sadece öyle görünmek için yapıyorlar. Bunlar sadece hedefe giden yolda basit araçlardır.
  • Son yıllarda İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman 2. bir ajandaları vardır. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmektir.
  • Devlette kendilerine bir alan açılınca orayı gettolaştırıp başkalarına imkân tanımayacak hale getirmeye çalışırlar. Çünkü kendileri gibi ‘Müslümanca’ düşünenler bir yerlere gelirse hayallerindeki İslami düzeni kurabileceklerdir.
  • Halbuki şeriat, hukuk ve adalet demektir. Ama onlar için şeriat, zihinlerinde kurguladıkları veya bağlı oldukları mezheplerin ayet ve hadislerden çıkardıkları anlamların, özellikle de bunların yüzyıllar önceki toplum şartlarına göre yapılan yorumlarının, sabit bir hakikat olarak, aynen bugün için de tekrar edilmesidir.
  • İslamcı için din siyasettir, siyaset de dindir.
  • İslamcıların hemen hepsinin üzerinde durduğu belli başlı kavram ikileştirmeleri şunlar: Cahiliye toplumu / Müslüman toplum, darül-harp / darül-İslam, tağut idaresi (demokrasi) / İslami idare, beşeri sistem / İslami sistem, resmi İslam / sivil İslam, ehli dünya / öncü nesil veya altın nesil, tevhit /şirk, modernleşme / İslami uyanış.”

“TUTARLI YAKLAŞIM DEĞİL”

Siyasal İslamcıların, İslamcılığı geçmişle ilişkilendirmeye çalıştığını, ilk nedenin ise “yeni ortaya çıkmış, kimlik ve aidiyet sorunu yaşayan bir hareketi geçmişle ilişkilendirerek bizatihi İslamcıların kendilerine tarihsel meşruiyet sağlama gayreti” olduğunu aktaran Maraş, şunları kaydetti:

“İkinci sebep ise İslamcılık hakkındaki kıymetli çalışmalarıyla yakından tanınan İsmail Kara’nın ve onun gibi düşünenlerin, kendi gelenekçi düşünce çizgisinden kaynaklanan sebeplerle İslamcılığı bütün tecdit, ıslah ve yenileşme hareketlerini kapsayacak şekilde genelleştirme çabasıdır. Bu görüş, birçok İslamcının kabul ettiği bir düşüncedir. İsmail Kara’nın bu zorlama tanımı, oldukça gelenekçi ve yenilik karşıtı bir düşünce çizgisine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. O, İslamcılığa eleştirel baksa da her türlü yenileşme hareketini İslamcılık olarak adlandırmak suretiyle İslamcıların tarihsel meşruiyet arayışlarına bir nevi haklılık kazandırmakta ve böylece İslamcılığı 18. yüzyılın son çeyreğindeki yenileşme hareketlerinden başlatmış olmaktadır. Bu yaklaşım tutarlı bir yaklaşım değil, kendi içinde çelişkiler barındırıyor. Hatta Sayın Kara, akıl-vahiy uzlaşmasının bile İslam’ın özünde olmayıp sonradan, yani ilk felsefi tercüme hareketleri döneminde sokulduğunu söyleyip, bunu da İslamcılığın fikri olarak sunmaktadır. Bu da tümüyle yanlıştır. Bunu kabul edecek olursak, başta Farabi olmak üzere akılcı, yenilikçi ve bilginin evrenselliğine inanan birçok İslam düşünürünün İslamcı olması gerekiyor ve aynı zamanda İslam medeniyeti diye bir şeyi ve bilginin, hakikatin ve İslam’ın evrenselliğini yok saymanız gerekiyor. Son olarak ilginç bir şey daha ilave etmem gerekir. Gerçekte İslamcı olmayan ama İslam dünyasının dertleriyle meşgul olan bir kısım aydın, İslamcılığın ideolojik cazibesinden veya ne olduğunun karıştırılmasından dolayı kendisini İslamcı zannediyor.”

MANÜPLASYON Ya da AVUCUN İÇİNE ALINMAK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
07.08.2022

Dilimize dışarıdan sokulmuş sözcük ve kavramlar, özellikle bunları dilimize sokanlar tarafından başkalaştırılarak gerçek anlamlarından koparılır. Bunun sayısız örneği ile her gün karşılaşıyoruz. “Manüplasyon” da bu tür kavramlardan biri.

Maniple etmek, manüple edilmek vb. kavramlar da bağlamından koparılarak gerçek anlamından çok daha hafif duruma getirilmiş, böylelikle insan aklını ve düşüncesini dumura uğratan bu tür bir eylemin kendimizde yaratacağı olumsuz etki hafifletilmiştir. Manüplasyon sözcüğünün teknik anlamını bir yana bırakırsak –ki artık pek kullanılmıyor– etkileme, yönlendirme anlamına kullanılıyor. Oysa etkilemek, etkilenmek, yönlendirmek, yönlendirilmek her ne denli insan aklını ve istencini bir yana koysa bile günümüzde bizleri rahatsız etmiyor. O halde biraz olsun rahatsız olup kendimize gelebilmek için bu sözcüğün kökenine inmekte yarar var.

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana ve özellikle farklı yerleşimlerde yaşamaya başladıktan sonra haberleşme gereksinimi duydu. İşaretleşme, ulak, posta güvercini, duman işareti, semafor, mektup, atlı posta, giderek posta örgütlerinin kurulması kimi çözümler üretse bile, çok uzak yerlerde zaman yitiği oluyordu. Ortaçağda dağların doruklarına kurulmuş kilise ve manastırlar, güvenlik sorununa görece bir çözüm olduğu ölçüde, hızlı iletişimi de sağlıyordu. Haçlı seferlerinde bu dinsel noktalardan ateş, duman, meşale gibi araçlarla Kudüs’ten Roma’ya yarım günde haber iletilebiliyordu!

Elektriğin insan yaşamına girmesinden kısa süre sonra elektromanyetizma ile ilgili kafa yoran pek çok fizikçi oldu. Fransız bilim insanı Claude Chappe, 1792’de telgraf adında bir sistem ortaya attı. Tepelerin üzerine kurulmuş kulelerden bir ağ oluşturuldu ve her kulenin üzerinde 49 değişik konuma ayarlanabilen iki uzun kola sahip bir makine vardı. Her konum bir harfe veya bir rakama karşılık geliyordu. Bu sistem çok başarılı oldu. 19. yüzyılın ortalarında Fransa’daki kule ağı yaklaşık olarak 4828 km idi.

1830’da ABD’li Joseph Henry (1797-1878), elektrik akımını teller aracılığıyla uzaklara taşıyıp, oradaki bir zili çalıştırdı. Zil bir elektromıknatısa bağlıydı. Bu, elektrikli telgrafın doğuşuydu.
1832’de ABD’li ressam Samuel Morse, bir yolculuk sırasında kendisine elektro mıknatıstan söz eden bir yolcuyla tanışmıştı. Telgraf üstünde zaten çalışmaları olan Morse, bu kez elektro mıknatıslı telgraf için çalışmaya başladı. 1835’te Morse, ilk elektromıknatıslı telgrafını yaptı. O telgrafta bulunan elektromıknatısa bağlı bir kalem vardı. Bu kalem kâğıt bir şerit üzerine elektro mıknatıstan aldığı hareketle zik zak çizgiler çiziyordu. Bu sistem pek başarılı değildi. Daha sonra Morse ve yardımcısı Vail bunu geliştirdiler. Nokta ve çizgilerden oluşan bir kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi. O yıllarda telgraf en gözde iletişim aracı oldu. İlk telgraf hattı ise 1843’te Washington ile Baltimore –  Maryland arasına çekildi.
***
Osmanlı devletinde ilk telgraf haberleşmesi Edirne – İstanbul arasında Kırım Savaşı sırasında 1855’te kullanıldı. Kısa sürede geniş imparatorluk topraklarında Avrupa’dan daha hızlı yayıldı.

İşte yaşamımıza birdenbire giriveren telgraf sistemindeki iletim hatlarını saymazsak, en önemli parçanın adı MANÜPLE idi. (Bu sözcük dilimize MANİPLE olarak da girdi.) Türkçede elle düzenlemek, ayarlamak anlamındaki bu teknik sözcük, Fransızca manipüler, “elle düzenlemek, ayarlamak” fiilinden alınmış ve Latince’den geçme “manipulus” , “ele sığan şey, avuç” sözcüğünden türetilmiştir. O da yine Latince kökenli “manuel-elle kumanda” kaynaklıdır. İşte bizim dilimize giren gerçek sözcük budur. Yani “avuç içine alınıp elle kumanda edilen“…

Bu kavram dilimize girdiği telgraf tekniğinde de tam böyledir. Telgrafın iletim hatlarından sonraki en önemli parçası olan maniple (doğrusu manüple) elektik devresini kısa ve uzun sürelerde keserek bir işaret dili yaratır. İşareti gönderen yandaki alet gibi, alıcı yanda da bunun karşılığı yani yine bir maniple vardır. Gönderici yan ne diyorsa, alan yan birebir aynısını alır. Aradaki en küçük hata, gönderilen metni-haberi-bilgiyi anlaşılmaz duruma getirir. Özetle, bilgiyi gönderen yanda üretilen metnin anlamında alıcı yanın bir elektromıknatıs görevi dışında en küçük katkısı yoktur. Gönderici yandaki görevli (operatör ya da manüplatör) avucunun içinde tuttuğu maniple ile karşı yanı bilgilendirmekte yani “avucunun içine alıp” (!) konuşturmaktadır. Olayın teknik boyutunu bilmeyen alıcı yandaki maniplenin bilgi ürettiğini sanmaktadır.

Günümüzde iletişim araçları olağanüstü değişikliklere uğradı. Artık telgrafı neredeyse kullanmıyoruz. Bu nedenle telgrafın tıkırtıları bizi uyarmıyor ve böylelikle manüple edildiğimizin “karşı yanın avucunun içinde olduğumuzun” farkında bile değiliz! Önceleri radyo, sonraları TV, giderek internet, Facebook, Twitter, Metaverse derken, artık büyük tekellerin avucunun içine hapsolduk. Papağan kadar bile özgürlüğümüz yok. Önceleri görece özgür olan yazılı basın (gazeteler) holding-banka-TV kanalı üçgeninin içine hapsolduktan sonra, gazetecilik mesleği de öldü ve adına “medya” denilen medyumluk (AS: kahinlik – önbilicilik) kavramını çağrıştırır oldu. TV kanallarında gözüken medyumlar bize giz (sır) alemlerinden haber vermek yerine, dünya egemenlerinin kulağımıza üflediklerini yinelememizi sağlayarak büyük başarı kazandıktan sonra, kullanılıp çöplüğe atıldılar.
***
Yazının en başında dediğimiz gibi manüple edilmek kavramındaki durum hafifletilerek “yönlendirme-etkileme” durumuna indirgendiğimiz için, bu bizi rahatsız etmiyor. Ama haberleşme tekniğindeki olağanüstü gelişme ile aynı anda milyonlarca insan binlerce km öteden avucunun içine aldığı insanları, kümeleri, örgütleri, hükümetleri kendi ağzından konuşturuyor. Siyasetten, ekonomiye, bilimsel gelişmelerden, eğitime, sağlığa dek her alanda gözümüze, kulağımıza sokulanları yineliyoruz. Yaratılan etki ve gürültü arasında maniple aletinin tıkırtısını duyamadığımız için, başkalarının düşüncesini kendi düşüncemiz gibi yineliyoruz ve üstelik aynı anda aynı “düşünce” ve sözleri çok kişi yinelediği için, “doğru ve çoğunluk kararı” olarak toplumun genelinin kabullenmesini bile isteyebiliyoruz!

Manüple aletini tarihin çöplüğüne atalı uzun zaman oldu. O halde manüplasyon da tarihin çöplüğündeki yerini alıp özgür akıl hükmünü yürütmeli.

Sizleri manüple etmemiş olmayı umarak, biraz olsun rahatsız etmiş olmayı dilerim.

Not : Yazıda aygıt adı “maniple“, yaratılan olay ise “manüple” olarak kullanılmıştır.

Sağlıkta şiddet politiktir demek yetmiyor…

Kurtuluş Yolu

Prof. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu
https://kurtulusyolu.org/saglikta-siddet-politiktir-demek-yetmiyor/  04.08.2022

Hayatı, yaşadığımız sorunları politikadan soyutlamak doğru bir tavır değil. Aristo zaten; “İnsan politik bir hayvandır (zoon politikon)”, demiş. Sağlıkta şiddetin ekonomik ve politik altyapısı vardır ve bunları geniş çerçevede iyi tahlil etmek gerekiyor.

Sağlık alanında giderek artan yaşadığımız şiddet, sağlık çalışanlarının yaşamını tehdit eder hale geldi. Sağlık kuruluşlarına başvurup, sorununun çözümlenmediğini düşünen vatandaş çözümü, sağlık çalışanlarına saldırmakta arayınca, olayın boyutları daha da büyüyor.

Aslına bakarsak sağlık hizmeti sunumunda, AKP iktidarının yürüttüğü politikalar nedeniyle vatandaş sağlık hizmetine daha zor ulaşır hale geldi. Özel hastanelerde sağlık hizmetinden yüksek ek ücretler alınıyor. Kamu sağlık kuruluşlarında da bazı hizmetlerden ek ücretler alınır hale geldi. Çünkü SUT (Sağlık Uygulama Tebliği) ile belirlenen işlemlerin fiyatları ile o işlemin yapılması mümkün olmuyor. Hastane ek ücretler almaz ise o işlem yapılamaz hale geliyor.  Buna örnek; ortopedi ve beyin cerrahisinde kullanılan malzemeler, Kalp stentleri gibi birçok tıbbi malzeme…

Sağlık çalışanlarının ücretlerinin önemli bir kısmı döner sermaye gelirlerinden oluşuyor. Bu oran doktorlarda biraz daha fazla. Kamu sağlık kuruluşlarında döner sermaye gelirleri azaldıkça, doktorlar kamu sağlık kuruluşlarından istifa etmeye başladı. Özel sağlık kuruluşlarına veya yurtdışına giden doktor sayısı arttı. Pek çok hastanede daha önce bulunan uzman doktorlar bulunmaz hale geldi.

  • AKP iktidarının desteğiyle sayıları hızla artan özel hastaneler çok büyüdüler.

Kamu hastanelerinde yapılmayan veya çok sıra verilen ameliyatlar, özel hastanelerde yüksek fiyatlarla yapılmaya başladı. Başlangıçta çok az alınan ek ücretler, yüksek rakamlara ulaştı. Orta direk vatandaş özel hastanelerden sağlık hizmeti alamaz hale geldi. Bu durum kamu hastanelerinde daha büyük yığılmalara neden oldu.

  • AKP iktidarı ülkemizin son kalan kaynaklarını da şehir hastanelerine aktardı.

Hasta garantili şehir hastaneleri çoğunlukla şehir dışlarına, vatandaşın zor ulaşacağı yerlere yapıldı. Çok büyük yapılar olan şehir hastanelerinde, vatandaş yolunu zor buluyor. Sağlık çalışanları hastanenin bir yerinden öteki yerine zor ulaşıyor. Yıllardır kullanılan, hepimizin bildiği hastaneleri ortadan kaldırarak yapılan bu hastaneler, ülke bütçesine büyük bir yük getiriyor. Yerli ve yabancı Parababalarını daha da zengin etmekten başka işe yaramıyor.

Öte yandan büyük reklamlarla kurulan Aile Hekimliği düzeni bir türlü tam olarak uygulanmıyor. Sevk sistemi yok. Aile hekimliği semt ve bölge (AS: ve nüfus) tabanlı değil. İsteyen istediği aile hekimini seçiyor. Aile Sağlığı merkezi mekânları standart değil. Aile hekimleri kendi imkânlarıyla bina kiralıyorlar. Sağlık kuruluşu olmaya elverişli olmayan pek çok aile sağlığı merkezi var. Sağlıkta sorunlar esasen Birinci Basmakta çözülür. Bu herkesin ön kabulüdür. Bu nedenle en önemli yatırımların Aile Sağlığı Merkezlerine yapılması, çalışanların kamu çalışanı olması gereklidir. Aile Sağlığı Çalışanlarının sürekli eğitimleri, eşgüdümle yönetilmesi, Sağlık Bakanlığının en önemli görevi olmalıdır. Sağlık Bakanlığı Aile Sağlılığı Merkezlerini destekleyeceği yerde, ceza yönetmeliğiyle sopa göstererek işi idare etmeye çalışmaktadır. Aile Hekimliği düzeninin başlangıcına göre ücretleri giderek düşmüştür. Bu nedenle de pek çok aile hekimliği kadrosu boş kalmaktadır.

Tüm bu olumsuzlukların sonucu olarak sağlık sorununun çözümü acillere yığılmaktadır. Birinci Basamakta sorunu çözümlenecek insanlarımız acil kapılarında sıkıntı yaşamaktadır. Ülkemizde toplam doktor başvurularının dörtte biri acillere yapılmaktadır. Bu oran çok yüksektir. 2021 yılında 130 milyon kişi acillere başvurmuş. Dünyada bir yılda nüfusundan fazla hastaya acil servislerde bakan tek ülke, bizim ülkemiz.

Üstüne üstlük on milyon sığınmacının yaşadığı bir ülke durumundayız. Son on yılda yaşadığımız bu durum, sağlık hizmeti talebini çok artırmaktadır.

Bu koşullar altında verilen sağlık hizmeti sunumunda pek çok aksama doğal olarak meydana geliyor.

Halkımız Sağlık Çalışanlarının yaşadığı durumu görmeli.
Özünde Sağlık çalışanları da halkın bir parçası.
Birimizin çocuğu, kardeşi, ablası, dayısı, amcası, teyzesi, halası…

Yaşadığımız Parababaları düzeni, emperyalist tekellerin kâr hırsları bizim gibi ülke halklarını sağlık hizmeti alamaz hale getiriyor. AKP iktidarı halkın sağlığından çok Parababalarının kârını önemsiyor. Böyle olunca, sağlık emekçileri olarak halkla karşı karşıya getirilmiş oluyoruz.

Bu düzen böyle gitmez. Sağlıkta şiddete verilen cezaların artırılması da sağlıkta şiddeti önlemeye yetmeyecektir. Bataklığı kurutmadan, sivrisinekleri yok edemediğimiz gibi, sağlıkta Parababalarının kârına kâr katan bu düzeni değiştirmeden şiddet sona ermeyecektir.

Ege’de Osmanlı egemenliğinin sonu “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

Prof. Dr. Şaduman Halıcı HaberleriEge’de Osmanlı egemenliğinin sonu : “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

07 Ağustos 2022, Cumhuriyet (Pazar eki)

Lozan Barış Antlaşması on yıllardır pek çok saldırıya uğramakta. Geçen hafta belgeleri temel alan kalemler bu saldırılara gereken yanıtları verdi. Ne var ki “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatası hâlâ dillendirilince konuyu yeniden ele almak kaçınılmaz oldu.

214 bin kilometre kareyi bulan Ege Denizi’nde farklı büyüklüklerde yaklaşık 1800 ada, adacık var. Girit dışında Ege’deki adalar beş grupta toplanır. Trakya/Boğazönü adaları olarak tanımlananlar arasında en bilindikleri, Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada, Bozcada, ve Tavşan Adaları’dır. İkincisi Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya’yı da içeren Saruhan Adaları’dır. Menteşe Adaları ise çoğunlukla On İki Ada olarak anılır ama toplam 24 ada ile pek çok adacık ve kayalıktan oluşur. Dördüncüsü Şeytan/Kuzey Sporad Adaları, beşincisi Kiklad Adaları’dır.

Osmanlı Devleti’nin 1456’da Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada ve Bozcaada’yı almasıyla başlayan Ege’deki egemenlik süreci 1669’da Girit’in, 1718’de İstendil Adası’nın ele geçirilmesiyle tamamlanmıştır. Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması Osmanlı’nın Ege Denizi’ndeki egemenliğinin sonunu olur. Nasıl mı?

Rus işgaline uğrayan Osmanlı Devleti 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla Yunanistan’ın bağımsızlığını onaylar. 1832 İstanbul Antlaşması ile Eğriboz dahil Kiklad adalar grubunu Yunanistan’ı bırakır.

29 Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarb için Osmanlı’ya savaş ilan edince Ege’de egemenlik yarışına onlar da katılır. Mart-Mayıs 1912 arası On İki Ada ile Rodos ve on beş küçük adayı işgal eder.

  • 18 Ekim 1912’de Türklerin Uşi, Batılıların Lozan olarak andıkları barış antlaşması imzalanır.

Andlaşmaya göre Osmanlı Devleti Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalyanlara terk ettiğinde İtalyanlar da işgalleri altındaki adalardan çekilecektir. Osmanlı Trablusgarp ve Bingazi’den çekilir. Ama İtalyanlar Yunanların adaları işgal edebileceğini söyleyerek çekilmez. Çünkü Balkan Savaşı başlamıştır. Osmanlı önce Balkan sorununu halledip sonra adaları alma politikasını benimser. Ancak işler umduğu gibi gitmez: Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelir. İstanbul ilk kez top sesleri ile sarsılır. II. Abdülhamid donanmayı Haliç’te çürümeye terkederken, güçlü bir donanma kuran Yunanistan Ege’de egemenlik alanını genişletmeyi sürdürür.

21 Ekim 1912’de Limni savaşsız teslim olur. 31 Ekim’de Gökçeada, Taşoz ve Bozbaba, 1 Kasım’ da Semadirek, 4 Kasım’da İpsara, 7 Kasım’da Bozcada , 17 Kasım’da Ahikerya, 3 Aralık’ta Sakız, 20 Aralık’ta Midilli Yunan egemenliğine girer.

1912 yılı sonunda Menteşe Adaları, Trakya/ Boğazönü Adalarıyla Saruhan Adaları’nın önemli bölümünde Osmanlı’nın fiili egemenliği son bulur.

3 Aralık 1912’de Osmanlı ile Balkan Devletleri arasında imzalanan Çatalca Mütarekesi Balkanlardaki ilk kapışmayı durdurur. Ardından İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya savaşan güçler arasında güya hakemlik yapmak üzere Londra ya da Büyükelçiler Konferansı olarak anılan toplantıları gerçekleştirir. Osmanlı Devleti altı büyük devletin arabulucuğunu kabul eder. Ancak Yunan donanması konferans sürecinde de etkin olur. Yunanlar 13/14 Mart 1913 gecesi Meis’e, 15 Mart’ta ise Sisam’a yerleşir.

Osmanlı Devleti, Balkan devletleriyle arasındaki savaşa son veren 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’yla Midye-Enez hattını sınır olarak kabul eder. Girit’teki haklarından Yunanistan lehine vazgeçer. Altı devletin Ege Adaları’nın geleceğini belirlemesine onay verir.

Altı devlet, Ege Adaları hakkındaki kararlarını 14 Şubat 1914 günü Osmanlı Devleti’ne bildirmiş; Gökçeada, Bozcaada ve Meis dışında 13 Şubat 1914’e kadar Yunan işgali altında olan adaları Yunanistan’a vermiş, adaların askeri amaçlarla kullanılamayacağını belirtmiştir.

Osmanlı üzüntülerini bildirmekle ve geri almak için çaba göstereceğini söylemekle yetinir. Ama fiili ya da hukuki girişimde bulunmaz. Bu nedenle I. Dünya Savaşı boyunca adalar Yunanistan’ın egemenliğindedir.

İtalya 6 Nisan 1915 günü İtilaf bloku ile yaptığı anlaşmayla I. Dünya Savaşı’na onların yanında katılır. Aldığı ödün de yalnız Antalya ve yöresi değildir. On İki Ada üzerindeki egemenliği de tanınır. 22 Ağustos 1915 günü de bu adaları ilhak ettiğini açıklar. Yani 1912’de boşaltma sözü verdiği adalardaki egemenliğini perçinler. Osmanlı Devleti 1914 itibarıyla Ege Adalarını fiilen kaybetmiştir.

Eğer tarihle yüzleşilecekse II. Abdülhamid’in neden donanmayı çürüttüğü, Osmanlı Devleti’nin neden adalarda yaşayan Müslüman nüfusu korumadığı sorgulanmalıdır. Deniz üstünlüğünü kaybeden, kapitülasyon kemendine boynunu uzatıp devletin maliyesini emperyalistlere teslim edenlerin (AS: 1881, Düyun-u Umumiye!) atabileceği tek adım tıpkı Osmanlı Devleti’nin yaptığı gibi protestoyla yetinmektir.

Osmanlı son teslimiyetini de Sevr Antlaşması’nı imzalayarak yapar. Sevr’i yok sayan, imzalayanları hain ilan edense Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki TBMM’dir. İsmet Paşa ise Lozan’a gittiğinde fiilen zaten kaybedilmiş olan adalar için can hıraş mücadelesini sürdürecektir… Bir sonraki yazıda bu mücadelenin öyküsünde buluşmak dileğiyle…

Yaşam ve ölüm

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
08 Ağustos 2022, Cumhuriyet

Antik Yunan filozofu Epikuros, yaşam varken ölümün var olmadığını, ölüm varken yaşamın var olmadığını, dolayısıyla insanın kendi ölümünü hiçbir zaman deneyim etmediğini, bu nedenle ölümle ilgili olarak korkmanın, huzursuz olmanın ve acı çekmenin gereksiz olduğunu savunmuştu.

Epikuros’un bu görüşü, bazı kişilerin kendi ölümleriyle ilgili olarak bazı korkularını, huzursuzluklarını ve acılarını belli bir ölçüde bertaraf etmesini sağlayabilse de, kişinin kendi ölümünün ve yok olmasının doğuracağı varoluşsal korkuları, endişeleri, huzursuzlukları ve acıları kökten ortadan kaldırmayacağı gibi, başkalarının ölümü sonucunda gelişen acıları da ortadan kaldırmaz.
***
Yaşamın geçici olması, doğum gibi ölümün de var olması, yaşamın sorgulanmasına yol açan temel unsurlardan birisidir.

İnsan neden doğar, neden ölür?

Buna dair birçok bilimsel açıklama elbette ortaya konabilir. Ancak sorgulayan insan aynı zamanda, insanın doğumuna ve ölümüne dair biyolojik, anatomik ve tıbbi açıklamaların ötesine de geçmek ister. Yaşamı ve ölümü anlamlandırmak isteyen kişi, yaşama ve ölüme dair bir amaç bulmaya çalışır.

Bazıları buna dair dinsel, bazıları felsefi, bazıları hem dinsel hem felsefi açıklamalar getirir. Dinsel açıklamalar birçok insan için rahatlatıcı olsa da, sorgulayıcı ve kuşkucu bir akıl için dinsel söylemler ikna edici değildir.

Erdem, adalet, özgürlük, yaratıcılık gibi amaçlar, felsefi açıklamalara yönelen birçok insan için yaşamı anlamlı kılar. Ancak yaşamın geçici olmasıyla ilgili sorun en derinde yine çözümsüz kalır.

Tek tek insanların yaşamlarının geçici olması düşüncesinden, insanlığın kalıcı olduğu düşüncesine geçerek, bu sorunun çözümsüzlüğünün yarattığı korku, endişe, huzursuzluk ve acı belki belli bir ölçüde aşılabilir.
***
İnsanın sevdiklerinin ölmesi, örneğin bir insanın annesini, babasını, çocuğunu, eşini, sevgilisini, dostunu kaybetmesi durumu karşısında ise bütün dinsel ve felsefi açıklamalar, evrenin uzak bir köşesindeki bir toz bulutuna dönüşür.

Böyle bir ölüm karşısında çekilen acı, insanı, ölüm gibi yaşamın da saçma olduğu düşüncesine sevk eder. Böyle anlarda insan, yaşamın ya hiç var olmamasını ya da sonsuza dek var olmasını ister. Böyle anlarda insan, geçici yaşamı kabullenemez. İnsanın sevdiği birisi ölünce, insan onunla birlikte ölmek ister, insan yaşama istencini kaybeder.

Sevmek ve sevilmek karşısında tüm sözler ve düşünceler anlamını yitirir, yetersiz kalır. Çünkü sevmek ve sevilmek bir bütündür. Sevenler yok olduğunda, evren, dünya ve yaşam insanın başına yıkılır.
***
Yaşam ölüm ile sonlandığı için trajiktir. Hatta ölüm, yaşayan bir şeydir. Çünkü ölüm, başkalarının ölümü üzerinden, insanın peşini, yaşarken hiç bırakmaz. İnsan yaşarken, kendisinin de başkalarının da öleceğinin bilincinde olarak yaşar. İnsan, bir yandan sevdiklerinin ölümü nedeniyle acı çeker, bir yandan da kendi ölümü konusunda varoluşsal endişeler taşır.

Buna rağmen çoğu insan umut etmeye devam eder. Umut, yaşama içgüdüsünün tetiklediği bir duygudur. Sevenlerin ve sevilenlerin ölümü nedeniyle insan belli bir süre yaşama istencini yitirse de, yaşamak istenci genellikle ölmek istencini eninde (AS: Önünde) sonunda aşar. Zaman, genellikle yaşamak istencinin lehine işler.

Umut etmek, ümitli olmak, umut edilen şeyin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Umut zihinsel bir tasarımdır. Umut özneldir. Umut nesnel olgularda karşılığı olan bir şey değildir. Umut bir duygudur. Umut, olanla değil, olmasını istediğimizle ilgilidir.

Buna rağmen olmasını istediğimiz şeyin olabilmesi için, umut etmek bir önkoşuldur. Umut varoluşsal bir önkoşuldur. Ölüme rağmen yaşama bağlanmak ve yaşamı olumlamak, ancak umut etmekle olanaklıdır.

Umut yoksa tek olasılık ölümdür. Umut varsa, geçici olan yaşam da olasılıklardan bir tanesidir.

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

 

Hiroşima katliamının 77. yıl dönümü: ABD’nin yalanları

Hiroşima katliamının 77. yıl dönümü : ABD’nin yalanları

ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki katliamlarının savaşı bitirdiği yalanına sarılırken, asıl derdi savaşı sonlandıran sosyalizmdi.

SOL – ARŞİV, 06.08.2022
ABD’nin yalanları (sol.org.tr)

6 Ağustos 1945’te ABD, Hiroşima’ya atom bombası attı.

Yüz binlerin ölümüne neden olan bu katliamın ardından ABD her zaman olduğu gibi yine onlarca yalana sarıldı. Bu kanlı katliamın hesabı hiçbir zaman sorulmadı.

‘Deney büyük bir başarıya ulaştı’

Dönemin ABD Başkanı Harry Truman, Hiroşima’ya atom bombası atıldığını haber aldığı zaman şöyle demişti:

Deney büyük bir başarıya ulaştı.

Truman’dan önce basına resmi açıklamayı yapan basın sekreteri Eben Ayers ise şunları söyledi:

  • 16 saat önce, bir Amerikan uçağı Japon Ordusu’nun önemli bir üssü olan Hiroşima’ya atom bombası atmıştır. Bu bomba 20 bin TNT gücündedir… Japonlar savaşı Pearl Harbor’da havadan başlatmışlardı. Bunu misliyle ödediler… Bu bir atom bombası. Bu, evrenin en temel kuvvetinin işe koşulmasıdır.

ABD’lilerin “mukabele-i bilmisil“i, her zaman için “Önce Japonlar başlattı” argümanıyla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Hiroşima’nın “Japon ordusunun önemli bir üssü” olarak yansıtılması, Amerikan toplumunu olan bitenin bir “askeri durum” olduğuna ikna etmeye yönelikti.

Ayrıca, bombanın yalnızca “tahrip gücü”ne odaklanılması, daha uzun vadeye yayılan radyoaktif serpintilerin ve radyasyonun insanlar üzerindeki etkilerini göz önünden kaldırma amacına hizmet etti. Sonraki günlerde, ABD Hava Kuvvetleri tarafından basına verilen hava fotoğrafında, Hiroşima’daki büyük sanayi tesislerinin hedeflendiği iddia edildi.

ABD basının o günkü yayınları, hükümet tarafından kendilerine verilen bilgileri, bir tür “halkla ilişkiler” servisi olarak kamuoyuna duyurmaktan ibaretti.

İlk atom bombasının hazırlanma ve test aşaması olan “Manhattan Projesi“nin askeri direktörü General Leslie Groves, daha sonra gururla şunları söyleyecekti:

Birçok gazete bizim açıklamalarımızı bütünüyle yayımladı. Bu durum, hükümet açıklamalarının kamuoyuna mal olduğu ender zamanlardan biriydi.

Yalanlar, yalanlar ve gene yalanlar…

Hiroşima’ya ilişkin söylenen yalanlar, özellikle ABD’li bazı gazetecilerin Japonya’ya giderek Hiroşima bölgesinde araştırma yapmalarıyla birlikte ortaya çıktı.

Durdukları yerde ölen, saçları dökülen insanlarla karşılaşan gazeteciler, meselenin ABD hükümetinin ve basınının anlattığı gibi olmadığını keşfettiler. Gazetecilerin ortaya çıkarttığı “yalanlar” ve gerçekler ise şöyle sıralanıyor:

Yalan: Sivilleri uyarmak ve tahliye etmek için uçaklarla broşür atıldı.
Gerçek: Broşürler, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıldıktan sonra dağıtıldı.

Yalan: Atom bombasının kullanılması savaşın süresini kısalttı.
Gerçek: Japonlar, Hiroşima’ya bomba atılmadan üç gün önce Potsdam Konferansı‘ndan döndüklerinde barış ilan etmeye çalışıyorlardı.

Yalan: Japon Ordusu’nun önemli bir üssü olan Hiroşima bombalandı.
Gerçek: 350 bin kişinin yaşadığı Hiroşima’nın şehir merkezi bombalandı.
Gerçek: 30 hedeften yalnızca dördü gerçekten askeri üslerdi.

Yalan: Hiroşima’da yok edilen bölgeler başlıca sanayi hedeflerini kapsıyordu.
Gerçek: “Sanayi” hedefleri yalnızca üç adet tekstil atölyesiydi.
Gerçek: Yerleşim bölgeleri en büyük zararı gördü.
Gerçek: Hiroşima’nın imalat, ulaşım ve depolama tesislerinin yüzde 10’undan azı zarar gördü.

Yalan: Artık radyasyon Hiroşima ve Nagazaki’yi işgal etmek için kalan Amerikan askerleri için bir tehdit oluşturmuyordu.
Gerçek: Artık radyasyonun birçok kaynağından birisi olan ve bomba atıldıktan sonra yağan “Kara Yağmur”, toprağı kirletmişti.

Guinness’e girmeye aday bir eğitim öyküsü

logo

Guinness’e girmeye aday bir eğitim öyküsü

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, 69 yaşında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun oldu. Saltık, “Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil hukuka girseydim, farklı bir kişilik gelişebilirdi ama bir yakınmam yok. Ben tıp mesleğimi çok seviyorum. Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim, bilmiyorum…” dedi.

İleyda Özmen

ANKARA- Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, eğitim azmiyle genç kuşaklara örnek oluyor. Yaşamını eğitime adayan Saltık, 69 yaşında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun oldu!

Yaşamı boyunca pek çok başarıya imza atan Saltık, “Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil de hukuka girseydim farklı bir kişilik gelişebilirdi ama bir yakınmam yok. Ben tıp mesleğini çok seviyorum. Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim bilmiyorum…” dedi.

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Saltık, eğitim süreçlerini, bundan sonra hayata dair hedeflerini GAZETE DURUM’a şu sözlerle anlattı:

1977’den 2016’ya: 1977 İstanbul Tıp Fakültesi mezunuyum. 1978’de Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği / Halk Sağlığı dalında uzmanlık eğitimine başladım ve 1981’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde uzman doktor oldum. 1990’da Doçent, 1996’da Profesör oldum.

  • Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 2011-16 arasında okudum, bitirdim.

Mülkiye diyoruz biz ona. Çünkü Türkiye’de Siyasal Bilimler Fakültesi 1’den çok var ama “Mülkiye” 1 tane, biricik! O da taa 1859’da kurulan en eskisi ve hepsinin anası.

250 sayfalık kapsamlı tez : 2016-18 arasında Ankara Üniversitesi’nde Sağlık Hukuku alanında tezli yüksek lisans yaptım.

  • Dolayısıyla Sağlık Hukuku alanında uzmanlaşmış oldum.

Tezim, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bir bireysel başvuruda aşı yaptırmak istemeyen bir aileye Anayasa Mahkemesi’nin “Evet haklısınız” demesi üzerineydi. Bu kararı eleştirdik hukuksal ve tıbbi boyutlarıyla. Bir yandan hekim olma bir yandan hukukçu olma sorumluluğuyla iki alanı kesiştirerek Anayasa Mahkemesi’nin “Aşı yaptırmayabilir zorunlu tutulamaz” yönünde verdiği kararın tıbbi açıdan, hukuksal açıdan, hukuk felsefesi açısından, epistemolojik açıdan son derece yanlış olduğunu, 250 sayfalık kapsamlı tezimizde irdelemiş olduk.

Hukuk Fakültesi mezuniyeti :

  • Eylül 2018’de Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım ve yeni bitirdim (25.7.2022).

Şu an süregelen eğitimim Anayasa Hukuku Doktorası :

Ders dönemi tamamlandı önümüzdeki aylarda yeterlilik sınavına gireceğim ve arkasından tez yazarak onu da tamamlayacağım diye umuyorum.

Bu yaştan sonra ek diplomalardan gelir sağlamam söz konusu değil

Bütün bunlardan amacım Francis Bacon‘un da vurguladığı gibi “Bilgi güçtür.”

Büyük Atatürk‘ün de bizi uyardığı gibi, bilgiyi kafamızda salt bir yük olarak tanımayıp, onları insanlığa yararlı ürünlere dönüştürmek. Benim de derdim budur. Daha donanımlı bir insan olarak sağlık sorunlarını hukukuyla, felsefesiyle, siyasetiyle, kamu yönetimiyle bir bütün olarak anlamak ve bunlara daha kapsamlı, yetkin çözümler üretebilmek.

İnsanlığa daha çok hizmeti etmek…

Yoksa bu yaştan sonra, edindiğim diplomalardan bir gelir sağlamam söz konusu değil.

Avukatlık yapmak aklımdan geçmiyor:

Avukatlık yapmak aklımdan geçmiyor.

  • Ancak, sağlık hukuku alanında uzmanlaşmam nedeniyle, yasal bilirkişi belgeme ek olarak, bu konuyla ilgili davalarda uzman görüşü yazabilmekteyim.

Sağlık hukuku alanındaki sorunların çözülmesinde, daha adil kararlar verilmesinde.. böylesine bir katkım olabilir.

Anayasa Hukuku doktorasını tamamladığımda da “sağlık hakkı“nı işlemek istiyorum.

Sağlık hakkını hem hekim hem hukukçu olarak sentezleyerek işlemek.

Sağlık hakkını salt hukukçular tartışacak değiller. Yalnızca onlar tartışırlarsa bir ayağı eksik kalıyor. Çünkü hukuk insanlarının tıp sorunlarıyla, ölümle, hastalıkla ilgili yaşantı deneyimleri olmadığı için, havada kalabiliyor kimi kritik noktalar. Sorunun kökünü, doğasını anlamakta haliyle zorlanabiliyorlar.

Yarım yüzyıldır tıbbiyenin içindeyim :

46. yılındayım meslek yaşamımın. 1971’de Hacettepe’de tıp eğitimine 17 yaşında başladığımdan bu yana 51 yıl oldu. Yarım yüzyıldır tıbbiyenin içindeyim.

Edindiğim birikim ve deneyimleri hukuk bilgisiyle sentezlersem daha gerçekçi, canlı, yaşamı temsil eden, dile getiren, ussal (rasyonel) bir düzleme erişebiliriz diye düşünüyorum.

Dolayısıyla, anayasa hukuku doktora tezimi tamamladığımda, önümüzdeki 1-2 yıl içinde, sağlık hakkı üzerinde yetkin yazılar yazmak istiyorum.

Sağlık hukuku ve Tıp Hukuku dersleri vereceğim : 

Önümüzdeki yıl, bu yıl mezunu olduğum Ankara Hukuk Fakültesi’nde İngilizce Hukuk Bölümü’nde Sağlık Hukuku derslerini vereceğim. Çalışmakta olduğum Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde de Tıp Hukuku derslerini İngilizce vereceğim. Yine Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hem lisans hem lisansüstü düzeyde Sağlık Hukuku ve Tıp Hukuku derslerini planlamaktayız.

Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim, bilmiyorum :

Şunu da belirtmekten keyif alırım : Bizim ailemizde Lozan’da İsmet Paşa‘nın danışmanları içinde Hukuk Profesörü Veli Saltık vardı. Ankara Hukuk Fakültesi kurucu kadrosu içinde yer almıştı. Rahmi Saltık, bizim aileden ülkece ünlü ses sanatçısıdır, aynı zamanda avukattır. Başka hukukçu – yargıç – avukatlar da var ailemizde.

Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil de hukuka girseydim farklı bir kişilik formasyonu gelişebilirdi ama bir yakınmam yok.

Ben tıp mesleğini çok seviyorum. Özellikle uzmanlık alanım olan “Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği” ni.. İnsanları hastalıklardan korumaya çalışmayı çok saygın ve anlamlı buluyorum. Bu bağlamda tıp – sağlık bilimleri eğitimi vererek hekim ve uzman hekim yetiştirmeyi de.

Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim, bilmiyorum.

Söyleşi fırsatı için size ve telefonla arayarak beni kutlayan değerli ve kadim dostum Mustafa Balbay‘a, GAZETE DURUM‘a ayrı ayrı teşekkür ederim.

Prof. Dr. Ahmet Saltık Hakkında Detaylı Bilgiler