Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Halil Çivi şiiri : CUMHURİYET GÜZELLEMESİ

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Şairi

Değerli Dostlar,

Cumhuriyet haftasındayız.
29 Ekim 2022 Cumhuriyet Bayramı geliyor.
Cumhuriyetimizle ilgili içten duygularımı dörtlüklere dökerek sizlere sunmak istedim..
Umarım beğenir ve seversiniz.

  • CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!

24 Ekim 2022, Çiğli / İZMİR
===================================

CUMHURİYET GÜZELLEMESİ

Halkımın özgür sesisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Kurtuluşun simgesisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Şimşek gibi çakan sensin,
Saltanatı yıkan sensin,
Gür ve özgür akan sensin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Meclis oldun, yasa oldun,
Saltanata tasa oldun,
Türk Halkının sesi oldun,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Laiklik harcını kardın,
İnanç özgürlüğü verdin,
Kula kulluktan kurtardın,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Padişahlığı bitirdin,
Seçme, seçilme getirdin,
Halkın gönlüne oturdun,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Egemenlik ışığısın,
Hak ve hukuk aşığısın,
Bağımsızlık beşiğisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Halksın, halkın kendisisin,
Ulusal istenç sesisin,
Hukuksun, demokrasisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Devrimlerin serverisin,
Kadınların siperisin,
Yoksulların çeperisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Tarihimi sen öğrettin,
Bilincimi sen donattın,
Türkçemize lezzet kattın,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Bizi biz yapan değersin,
Devrimsin, ölmez esersin,
Yaşın bin yıllara ersin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Uygarlığın kalesisin,
Cehaletin belasısın,
Rejimlerin en hasısın,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Teokrasi devri geçti,
Kullar yurttaşlığı seçti,
Ümmet millete dönüştü,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Tarımcıya destek oldun,
Onlarca fabrika kurdun,
Halkı giydirip doyurdun,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Akıl verdin, bilim verdin,
Uygarlık yolunu gördün,
Halkına kol, kanat gerdin
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Ülkümüzün net sesisin,
Kimsesizler kimsesisin,
Atatürk’ün eserisin,
Ne güzelsin Cumhuriyet.
Xxx
Halil Çivi der coşkumsun,
Ezel, ebet tek aşkımsın,
Şaşmaz, değişmez ufkumsun,
Ne güzelsin Cumhuriyet
Xxx

Sansürün satır araları 

Cagatay_Guler_portresi

PROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
HALK SAĞLIĞI UZMANI

24 Ekim 2022, Cumhuriyet

Özgür toplumlarda herkesin görüş ve fikirlerini iletme, her türlü bilgiyi paylaşma hakkı vardır. Buna ifade özgürlüğü denir. İnsanların birbirini anlaması bu yolla sağlanır. Siyasi muhalefet, kültürel etkileşim, toplumun bilgilenmesi, yaratıcılık, ilerleme, karşılıklı görüş alışverişi ve bireylerin kişiliğinin gelişimi için temeldir. Hoşa giden, zararsız kabul edilenlerin yanı sıra başkalarını kızdırabilecek, rahatsız edebilecek görüşler ve ifadeler de buna dahildir.

İfade özgürlüğünü ortadan kaldırmak isteyenler bunu güç kullanarak ve yasadışı kılarak yapmaya çalışırlar. Toplantılar, mitingler ve gösteriler için getirilen izin isteme kuralı bile istismar edilerek salt engelleme amacıyla kullanılır. Oysa A. Camus’ye göre “Özgürlük daha iyi olabilme fırsatından başka bir şey değildir.

YOZ SAPTIRMALAR

Yargıç William Orville Douglas,

  • İfade özgürlüğünün en önemli yanı öğrenme özgürlüğüdür.
  • Eğitim bütünüyle sürekli bir diyalogdan, ufuktaki her problemi izleyen sorular ve yanıtlardan ibarettir.” demektedir.

Bu soru ve yanıtlar kimilerince söylenmesi, işitilmesi ve duyulması istenmeyen, sıkıntı verici ve aykırı sayılabilir. 17 Şubat 1600 tarihinde Engizisyon (mahkemesi!) kararıyla Roma’da yakılarak öldürülen İtalyan filozof, rahip ve gökbilimci

  • Giordano Bruno şöyle diyordu:
  • Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım.”

Sansür” özgürce konuşma ve ifade etme yani iletişim hakkını ortadan kaldırmayı amaçlar. Başta yazılı sonra görsel basını, zamanla tüm boyutlarıyla sosyal medyayı hedef almıştır. Yasalardaki belirsiz ifadelerle karar, “mahkûm etmeye azmettirilmişlerin” “mantığına” bırakılmıştır. Böylelerinin mantığının “Kör bir adamın, sağır bir adama, saçlarına yapıştığı kel bir adamın peşinden koşan belden aşağısı felçli birini gördüğünü söyleyen bir dilsiz” olduğu söylenir. Mahkûm edilmesi emredilen, uslamlama (muhakeme) yerine yoz saptırmalarla mahkûm edilecektir.

YILDIRMA SÜRECİ

Güncel sansür düzenlemelerinin satır aralarında McCarthy’ci eylemlere altyapı oluşturulmaktadır. Joseph McCarthy 1950’li yıllarda kamuya mal olmuş, ünlü birçok kişiyi değişik mantık saptırmalarıyla “komünistlikle” suçlayarak çok büyük bir korku dalgası yarattı. Onlara “Bizim varsaydığımız ama var olmayanın, olmadığını kanıtla bakalım” deniyordu. Herhangi bir kanıt olmadığı halde suçlanan bu kişilerin, olmadıklarını kanıtlayamamaları “suç delili” sayıldı. Bu durum, dayanaksız suçlamaların “güçlü birer kanıt” gibi algılanmasına yol açarak birçok masum insanın hayatını ve itibarını (yaşamını ve saygınlığını) mahvetti. İhanetler, iftiralar, “İsim ver kurtul” işkencelerinin yarattığı paniklemeler, yalancı tanıklıkların yarattığı burgaç neredeyse bütün insani ilişkileri darmadağın etti.

Güç sahipleri öfkeli bir yıldırma süreci başlatırken, işlerine gelmeyen “tezlerin” bilimsel “karşıtezlerini” bile baskıladıklarının farkına varmazlar. “Düşüncenin katma değeri” sayılan “diyalektik süreci” öldürürler. Böylece düşünsel ve bilimsel gelişmeyi, nitelik artışını engelleyen kötü bir yozlaşmayı tetiklerler.

  • Eleştirel düşünce suç olur.
  • Yerleşecek linç kültürü ülkeleri hapishaneye çevirir.

Dediği oldu, yine kazanan bankalar

authorYALÇIN KARATEPE

EKONOMİ21.10.2022, BİRGÜN

Faiz indirimi kararının öncelikli olarak bankalara yarayacağı açık. 1 trilyon 443 milyar liraya ulaşan kur korumalı mevduat miktarını düşününce, 150 baz puanlık faiz indiriminin bankalar açısından ne kadar yarar sağladığı ortada.

Daha bir yıl öncesine kadar Merkez Bankası (MB), faiz kararına dayanak olarak çekirdek enflasyona baktıklarını ve bunun altında bir faiz oranı uygulamayacaklarını falan söylüyordu. Çoktandır o söylemden vazgeçmişlerdi. Uzun zamandır referanslarının Erdoğan’ın faiz beklentisi ve bu konuda yaptığı açıklamalar olduğunu biliyoruz.

Dün, MB’nin faiz kararı günüydü. Siz bakmayın gün içinde TV ekranlarına yazılan “Gözler MB’nin faiz kararında” benzeri başlıklara. Aslında kimsenin açıklanacak kararı merak ettiği filan yoktu. Niye merak edelim ki? Madem referansları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz konusundaki tavrı, o da zaten biliniyor. Erdoğan politika faizlerinin tek haneye ineceğini söylemişti. O sözünü söyledikten sonra faizleri merak etmeye de gerek kalmadı. Belki merak uyandıran tek konu şu olabilirdi: Faizler tek haneye bir hamlede mi indirilecek yoksa aralık ayına kadar kademeli olarak mı indirilecek.

ŞAŞIRMAKTAN VAZGEÇTİK

Ve dün saatler 14.00’ü gösterdiğinde faiz kararı açıklandı. MB politika faizini 150 baz puan indirerek %10,5’e düşürdü. Genellikle 100 baz puan ve katları şeklinde yapılan faiz indirimlerinin 150 baz puan olarak yapılması da bana ilginç geldi. Sanırım MB, çok detaylı (ayrıntılı) analizler sonucunda bu karara vardıkları izlenimi vermeye çalışmış ama biz bu kararın nasıl bir süreç sonucunda alındığını çok iyi biliyoruz. Belki de 150 baz puan indirerek bir şaşırtmaca da yapmak istemiş olabilirler, ama piyasaların MB kararlarına şaşıracağı zamanlar çoktan geçti.

Dünkü faiz kararına ilişkin yapılan açıklamada MB, “Kurul, takip eden toplantıda da benzer bir adım atıldıktan sonra faiz indirim döngüsünün sona erdirilmesini gündeme almıştır.” diyerek kasım ayı toplantısında faiz konusunda nasıl bir karar alacağını da dün ilan etmiş oldu. Faizler kasım ayında 150 baz puan daha indirilecek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek haneli faiz beklentisini karşılayacak ve yılın geri kalanında faizlerde bir değişikliğe gitmeyeceğini de açıklamış oldu.

KAZANAN BANKALAR

Faiz indirimi kararının öncelikli olarak bankalara yarayacağı açık. Kur korumalı mevduata (KKM) bankaların ödeyeceği faizin üst sınırı düzenleme ile “politika faizi artı üç puan” olarak belirlendiği için, KKM faizi %13,5’ e inmiş oldu. 14 Ekim tarihi itibariyle 1 trilyon 443 milyar liraya ulaşmış olan KKM miktarını düşününce, 150 baz puanlık faiz indiriminin bankalar açısından ne kadar yarar sağladığını da hesaplayabilirsiniz. Bankacılık sektörü endeksinin bu hafta başından dün kararın açıklandığı ilk dakikalara kadar %18 artmış olması da bunun bir göstergesidir.

KKM faizlerinin düşüyor olması, Hazine’nin ödeyeceği kur farkının artmasına yol açacaktır ama bu kimin umurunda? Yılın ilk dokuz ayında 85 milyar lira kur farkı ödemiş olan Hazine’nin daha fazla ödeyecek olmasını mı dert edecekler sanıyorsunuz? Üstelik buna MB’nin ödediği tutar dahil değil. Neyse ki onların para basma matbaaları var da basıp ödüyorlar. Sadece, o matbaaya biraz fazla mesai yaptırmaları yeterli olacak. Neyse canım çok da dert etmeyin. Bu ödemeler Hazine kayıtlarına “faiz” olarak girmediği için çok da sorun etmiyorlar sanırım. Yılın ilk dokuz ayında ödedikleri 207 milyar liralık faizin %41’ine denk gelen oranda kur farkı ödemesi “kur artışlarına karşı koruma gideri” olarak tanımlandığı için vatandaşa sunulan bir hizmet gibi görüyorlar diye düşünüyorum. Biliyorsunuz, hizmette sınır yoktur. Bu hizmet parası olanlara yönelik olsa da sonuçta bir hizmettir, değil mi?

MÜDAHALELERLE DÜŞÜYOR

Tek başına politika faizini düşürerek diğer TL faizlerinin düşmediğini gören iktidar, başka müdahaleler ile TL faizlerini indirmeye çalışıyor. Bankaların kullandırdıkları krediler ile orantılı olarak hazine kâğıdı alma zorunluluğu tahvil faizlerinin düşmesine yol açıyor. Dün 10 yıllık Hazine tahvilinin faiz oranı %10,5 seviyelerine kadar gerilemiştir. Enflasyonun %85 olduğunu hatırladığımızda bu oranın ne kadar düşük olduğunu siz de takdir edersiniz.

İçeride yaptıkları düzenlemeler ile faizlerin aşağı gelmesini sağlayan iktidar, yurtdışı piyasalarda yüksek faiz ödemeye devam ediyor. En son 6 Ekim’de yapılan, 2,5 milyar dolarlık üç yıl vadeli “sukuk” ihracında faiz oranı % 9,75 olarak gerçekleşti. Bu ay yurtiçine ihraç edilen “sukuk” için oluşan yıllık bileşik faizin %10,7 olduğunu hatırlayınca, içeride TL’ye hangi oranda faiz veriyorsa, dışarıda dolara yaklaşık o oranda faiz verdiğini görüyoruz. Pardon, söz konusu sukuk olunca faiz dememek lazım, sanırım kira demeliyiz. Ama ne derlerse desinler siz ödediklerinin ne olduğun biliyorsunuz.

Faiz kararı açıklandığında kurlarda da bir hareket olmadı. Ekim ayı başından beri 18,55 civarında sabitlenmiş bir dolar kuru var. Karar açıklandıktan sonra da kurlarda bir değişiklik olmadı. Karar öncesi 18,58 olan dolar kuru, karar sonrasında da 18,58 idi.

Avro kuru ise dolar – avro paritesinin hareketine bağlı olarak bir miktar değişip duruyor. Demek ki iktidar avroyu değil doları önemsiyor ve imkânı oldukça da dolar kurunu sabit tutmaya çalışıyor. Nasıl sabit tuttuklarını da tahmin ediyoruz elbette. Bir taraftan, vatandaştan gelmesi muhtemel döviz talebini kur korumalı mevduat hesapları üzerinden karşılanırken, diğer taraftan “net hata ve noksan” olarak tanımlanan ve kaynağı kamuoyu tarafından tam olarak bilinemeyen döviz girişi (ilk 9 ayda 28 milyar dolar) üzerinden diğer döviz talebini karşılamaya devam ediyorlar. Bu gidişatın ekonomik sonucunun pek de hayırlı olmayacağı açık.

Neyse ki seçimlere az kaldı.

Tam bağımsızlık

Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç tutuklandı - Bursa HakimiyetTunçer KILINÇ
EMEKLİ ORGENERAL
ESKİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU GENEL SEKRETERİ

21 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay topluluğunun (AS: Şanghay İşbirliği Örgütü) son toplantısına, Putin’in daveti üzerine katılması ve Erdoğan’ın konuyla ilgili değerlendirmeleri sonrasında “Türkiye makas mı değiştiriyor? NATO mu, Şanghay mı?” şeklindeki yorumlar ve ulusal güvenliğimize dair görüşler ne ülkemizin jeostratejik özgün değerine ne de yüce Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine yakışmaktadır.

İHTİYAÇ YOK

Türkiye’nin eşsiz jeostratejik konumu nedeniyle her süper güç onu yanında ister. Ayrıca ordumuzun üstün savaş kabiliyeti bu isteklerini daha da kuvvetlendirir. Geçmişte üç imparatorluğa başkent olmuş İstanbul ve Türk Boğazlarının günümüzde de cazibesi (çekiciliği) artarak devam ediyor, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise bu değeri kat kat artırıyor. Ayrıca son gelişmeler Türkiye’nin büyük bir doğalgaz merkezi olacağına işaret ediyor. Bu projenin gerçekleşmesi ülkemizin jeostratejik değerine büyük bir artı demektir; böylece ulusal güvenliğimiz adına (AS: için) yurdumuzun dokunulmazlık özelliği perçinlenmiş olacaktır.

Yukarıda belirtilen nedenlerle, bu topraklara hiçbir güç el atmaya cesaret edemez. Zira karşısındaki diğer süper güç ona fırsat veremez. Aksi halde küremiz üçüncü bir dünya savaşı ile karşı karşıya kalabilir. Günümüzün son derece tahripkâr (yıkıcı) silah sistemleri ile bir savaş içinde olmak hiçbir süper gücün göze alamayacağı büyük bir tehlike demektir. Bu itibarla (bakımdan) Türkiye’nin herhangi bir süper gücün yanında yer almasına ihtiyacı (gereksinimi) yoktur.

Şüphe (kuşku) yok ki Putin’in Erdoğan’ı Şanghay toplantısına daveti, Türkiye’yi NATO’dan koparma ve kendi safına alma girişimidir. Her ne kadar Türkiye, ABD’nin son dönemdeki olumsuz tutumu nedeniyle, günümüzde NATO üyesi olmaktan memnun değilse de Putin’in girişimine istekli davranılması büyük bir hata olur. Ayrıca günümüzde Rusya ile ilişkilerimiz yeterince iyi durumdadır.

BAĞLANTISIZ OLMAK

Eşsiz komutan, büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’yu istila etmiş devrin süper güçlerine karşı, “tam bağımsızlık” ilkesi ile yola çıkmış, dönemin padişahı Vahdettin’in İngiltere yanlısı ısrarlı tutumunu ve Manda tekliflerini kesinlikle reddetmiş ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratmıştır. Devamında ulusal güvenliği “Yurtta barış dünyada barış” özdeyişi ile komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurarak ve Balkan Antantı ve Sadabat Paktı’nın oluşumuna öncülük ederek bağımsızlığını korumuştur. Kendisinden sonra da büyük siyaset adamı, Lozan Antlaşması’nın mimarı İsmet Paşa da bu siyaseti devam ettirmiş (sürdürmüş) ve özellikle İngiltere’nin ısrarlı uğraşlarına karşın ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’nın tahribatından (yıkımından) korumuştur. Onun ısrarlı tarafsızlığının en büyük dayanağı da şüphesiz (kuşkusuz) ki ülkemizin bu çok değerli jeostratejik yapısı olmuştur.

Unutulmaması gereken şudur: Bir süper gücün yanında yer almak, diğer bir gücü karşımıza almak demektir. Bu nedenlerle ulusal güvenliğimiz için özellikle komşu ülkelerle ve diğer (öbür) tüm ülkelerle dengeli iyi ilişkiler kurup devam ettirmek (sürdürmek) önemlidir. Herhangi bir tarafta olmak yerine bağlantısız olmamızda büyük yarar vardır.

Mezarlar Üzerinde Yükselen Düzen

Işık Kansu
Işık Kansu
kansu@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları
22 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Hafta içinde Ufuk Üniversitesi’ndeydik. Atatürkçü gençler, Ahmet Taner Kışlalı’nın aramızdan zorbaca alınışının 23. yıldönümünde anlamlı bir etkinlik düzenlediler.

Orada da dile getirmeye çalıştık.

Cumhuriyet devrimi gerçekleştirildiğinden bu yana geçen 100 yıllık süreç içinde bağımsızlık ve Aydınlanma atılımını baltalama fırtınası, hiç ama hiç dinmedi.

Çürümüş Osmanlı’dan kalma bağnazlık ve bağımlılık, 1945’lerden başlayarak toplumun içine yeniden sinsice şırınga edildi.

1950’lerde, gericiliğin “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” söyleminin peşinde ilerlediği, ödüncülüğün ve ülke pazarlamanın ikili anlaşmalarla doruk yaptığı bir dönem yaşandı.

1960’larda, bugün hem iktidar hem de muhalefet partileri tarafından suçlanan, küçümsenen 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ve çağdaş haklarla donatılmış, sosyalistler dahil hemen her görüşün Meclis’te temsil edilebildiği sistem, Türkiye’yi sömürge kılmakta kararlı iç ve dış egemenlere “bol” geldi.

12 Mart 1971 balyozu, “bağımsız Türkiye” çığlıklarının üzerine darağacı ile indi. Yetmedi. 1970’li yıllar boyunca, CIA ve gladyo denetiminde ülke, sokak çatışması görüntüsü altında bir iç savaş alanına dönüştürüldü. Binlerce genç, aydın öldürüldü.

İstenen olmuştu. 12 Eylül’de işbirlikçi generaller, Amerikancı alaturka kapitalizmin takunyalı temsilcisi Turgut Özal’ı da yedeklerine alarak yurdu emperyalizmin yeni masalı küreselleşmenin halk öğütücü, ulus yıkıcı çarklarının altına ittiler.

Casusluk örgütü Fethullahçılar ve bağnazlık o dönemde palazlandı.

Sovyetler’in yıkılışı ile birlikte Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde, 1923 devriminin ilkeleri ve çözüm yolları, siyasette ve yurt yönetiminde yaşanan çürümüşlüğü ve çaresizliği aşmak için yeniden bir tan yeri yaratmıştı ki… Küresel sömürgecilik, gericilik ve ayrılıkçılığı tüm kan dökücülüğü ile bir kez daha kışkırttı.

Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik, demokratik, devrimci ve halkçı çözümler üreten ve umut yaratan aydınlar, karşıdevrim için eğitilmiş katil örgütlerince aramızdan alındılar.

Tüm yaşananlar, hazırlıklı kurgulardı ve bugünü yaratmaya yönelikti.

Bugün, anayasa, Meclis varmış gibi gözükmesine karşın Osmanlı’nın Saray düzeni geri gelmiştir.

  • Yaşanmakta olan düzenin temeli,
    binlerce gencin ve aydının mezarları üzerine atılmıştır.

KIŞLALI NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

Ahmet Taner Kışlalı’nın neden öldürüldüğünü soranlar için anahtar bilgi, kendisinin 1998’de kaleme aldığı “Demokratik Toplumcu Çağrı bildirgesinde yatmaktadır :

“Toplumumuz, Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli bunalımıyla
karşı karşıya bulunmaktadır. Laik, demokratik Cumhuriyet tehdit altındadır.
Bu geçici değil, yapısal bir bunalımdır.

Bunalımla savaşmak durumunda olan devlet kurumlarının çoğu yozlaşmıştır. Devlet yapısındaki hastalıkları gidermek görevindeki siyasal partiler ise tabanlarından ve dolayısıyla toplumdan kopmuşlardır.
Partiler demokrasisi liderler demokrasisine,
daha doğrusu genel başkanlar diktatörlüğüne dönüşmüştür.

Kitlelerde giderek yaygınlaşan umutsuzluğun nedeni bu çıkmazdır. 

Türkiye’nin bugünkü çıkmazında, işçisiz bir sol ve solsuz bir demokrasi arayışlarının rolü yadsınamaz. Bu akıl dışı arayışlar, yolsuzluklar ve çözümsüzlüklerle tıkanan ve çürüyen bir siyasal ortam oluşturmuştur. Yadsınamayacak bir gerçek de,
solun Kemalizm’i yadsıyan kesimlerinin tükenmişliğidir.” 

Türkiye-Yunanistan gerilimi normal seyrinde mi?

Artık Türkiye-Yunanistan arasındaki yönetilen gerilim ABD’nin bir siyasi aracına dönmüş gözüküyor. Bu araç, yeri gelince bir cezalandırma aracına dönüşme olasılığını içeriyor.

Türkiye ve Yunanistan sermaye sınıfları arasındaki gerilim eski bir hikâyedir ve genellikle çok ciddiye alınmayı gerektirmez.

Çünkü yakın zamana kadar her iki ülkedeki egemen sınıf siyasetleri bu gerilimi iç politika malzemesi yapmakta ustalaşmışlardır ve ABD emperyalizminin izin verdiği kadar bu gerilimle oynamayı severler.

Her iki taraf için yapay gerilim milliyetçiliği, dolayısı ile sermaye egemenliğini besleyen ana kaynaklardan biridir.

Küçük Asya Felaketinden mübadeleye, 6-7 Eylül Olaylarından (AS:1955), Kıbrıs’ın faşist darbe sonrasında askeri müdahale ile bölünmesine kadar milliyetçi duyguları besleyen tarihsel arka plan işlerini kolaylaştırır. Şimdi değişen bir şey var mı, diye bakalım.

İlk anda karşımıza çıkan tablo klasik yönetilen gerilim şablonuna uyuyor gözüküyor.

Her iki ülke de 2023 yılında genel seçimlere gidecek ve yönetimdeki siyasetler, sermayenin yedek atları tarafından tehdit ediliyorlar.

Üstelik, Türkiye emekçi halkını boğan yaşam güçlüğünü burada yazmaya gerek yok, Yunanistan ciddi bir enflasyon ve emekçi ücretlerinin erimesi sorunuyla karşı karşıya. Dolayısı ile seçim yatırımı sadece para musluklarını bir süre için açmakla değil, Ege’deki gerilimi körüklemekle de oluyor.

Peki, gerilim tamamen yapay mı, hiç mi sermaye sınıflarının çıkarları çatışmıyor ve kapitalist dünyada bir rekabet içinde değiller?

Özellikle Akdeniz’de keşfedilen doğalgazın çıkartılması ve Avrupa’ya taşınması konusunda ciddi bir çıkar çatışmasının yaşandığı biliniyor. Ama bu gerilimin Akdeniz’de kıyısı olan ülkelerin emekçi halklarının çıkarlarıyla alakası olmadığını daha önce işlemiştik. Rekabet uluslararası tekeller arasında ve ilgili devletler süreçten komisyon almaya ve kazancı kendi sermaye sınıflarına yöneltmeye çalışıyorlar.

Şimdi burada durup, söz konusu gerilim normal seyrinde mi gidiyor, yoksa bir savaş riskine neden olabilecek farklı dinamikler ortaya çıktı mı diye bakabiliriz.

Bu araştırmayı yaparken yüzeyde duran unsurlardan daha derine gitmeliyiz. Örneğin, Yunanistan Başbakanı Miçotakis ABD parlamentosunda Türkiye’yi şikâyet edip alkışlanırken, Erdoğan’ın diplomaside kesinlikle yeri olmayacak şekilde hem de birden fazla defa “Bir gece ansızın gelebiliriz” demesine bakmamalıyız.

1923’ten 2008’e kadar yönetilen gerilim ulusal dinamiklerle ve bölgedeki emperyalist hegemonya ile açıklanabiliyor ve açıktan bir savaş riskini kaza olasılıklarına rağmen azaltıyordu.

Muhakkak öncesi olmakla birlikte, 2008’de ABD’de patlak veren mali çöküş sonrası kendini giderek şiddetlenerek dışa vuran emperyalist hegemonya krizini göz önünde tutmadan olayları anlamamız imkânsız gözüküyor.

Türkiye sermayesi bu hegemonya krizinde kamu mallarının yağmasına bağlı olarak bir kez daha edindiği sermaye birikiminden sonra gözünü dışarıya çevirdi ve ABD’den görece bağımsız davranmaya başladı.

Bu görece ABD’den bağımsız ve yayılmacı siyasi eğilim ABD tarafından olağan aktör değişikliğiyle bastırılamayınca AKP’nin içindeki ve daha doğrudan ABD’ye bağlı örgütlenen Fettullahçılar aracılığıyla 2016’da bir darbe girişimi (AS: 15 Temmuz) gerçekleşti.

Burası çok önemli, çünkü emperyalist hegemonya demek, bağlı ülkelerdeki siyasi aktörleri şu veya bu yöntemle değiştirebilmek demektir aynı zamanda.

Bu bilinen gerçek Türkiye’de, yakın tarihteki bazı başka ülkelerde olduğu gibi çuvalladı.

Bu Türkiye sermaye sınıfının ilkesizliğinde bir değişiklik yapmadı ama daha pragmatik davranmasına yol açtı.

Madem darbe bir NATO ordusu tarafından denendi ve hala bu risk vardı, o zaman hegemonya krizinin diğer tarafında kalan Rusya’dan S-400 alındı hava savunması için.

Hiçbir askeri anlaşma öylece kalmaz, Rus doğalgazının Türkiye’de kullanımı ve nükleer enerji anlaşmaları bu sürecin parçasıydı.

Böylece Yunanistan ve Türkiye için “İkisi de NATO üyesi, birbirleriyle savaşmalarına izin vermezler” ilkesi bir klişeye dönüşmüş oldu.

Emperyalist hegemonya krizi emperyalist paylaşım savaşına dönerken kriz daha da derinleşti. Yunanistan sermayesi tam boy bir ABD işbirlikçiliğini tercih etti, daha doğrusu bu tercihi pekiştirdi. Yunanistan adeta boydan boya bir ABD üssüne dönüştü. Avrupa’da Rusya’nın kuşatılmasına dönük askeri yığınakta, Türkiye’nin hemen yanı başındaki Dedeağaç dev bir ABD üssüne dönüşerek silah sevkinin yapıldığı bir stratejik bir bölge haline geldi.

Türkiye sermayesinin ise emperyalist hiyerarşide yükselme arzusuna rağmen ekonomik kısıtlarını yanı sıra çok önemli bir eksiği ortaya çıktı. Sermaye ihraç edip çevrenizi yönetmek isteyeceksiniz ama savaş uçağı üretemeyeceksiniz. Bu gerçek aynı zamanda emperyalist bir ülke olmanın nasıl karmaşık süreçlere dayandığını da gösterdi.

Şimdi ABD Yunanistan’ın hava gücünü hızla artırırken, Türkiye’ninkini kontrollü bir şekilde küçültüyor. Bu teknik konuya uzun boylu girmeyeceğiz, çünkü bu kısım çok yazıldı çizildi. Sonuçta Türkiye sermayesi ABD’den savaş uçağı alamadığı gibi, elindekileri bile modernize ettiremiyor. Tabi bu sürecin daha fazla kontrol karşılığı pazarlık konusu olduğunu aklımızda tutalım.

Şimdi son gelinen noktaya bakalım, Rusya’nın teklifi ile Türkiye Trakya’da başta Rus gazı olmak üzere gaz depolayıp Avrupa’ya dağıtan bir konumu kabul etmiş gözüküyor.

Geçen haftaki yazıda ABD’nin doğrudan bir savaş ilanı olmadan, Rusya ve Almanya’nın ortak girişimi Kuzey Akımı 1 ve 2’yi nasıl deniz altından bombalayarak sabote ettiğine değinmiştik.

Haydut karakterli ve kaybedişini hissettiği için gözü dönmüş olan ABD’nin Trakya’da Rus doğalgazına açılan bu pencereyi seyredeceğini beklemek saflık olur.

Artık Türkiye-Yunanistan arasındaki yönetilen gerilim ABD’nin bir siyasi aracına dönmüş gözüküyor. Bu araç yeri gelince bir cezalandırma aracına dönüşme olasılığını içeriyor.

Burayı dikkatlice izlemeliyiz. Öte yandan bölgedeki tek ceza kesen yapı ABD değil. Emperyalizmin ve yerel sermaye sınıflarının cezasını kesmek için Türkiye ve Yunanistan işçi sınıfı ve onların kardeş siyasi öncüleri egemenlerin yapacakları hataları yakından izliyor.

Halil Çivi şiiri : KARIŞMAYIN..

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Şairi

 

…K A R I Ş M A Y I N !

İnsanım, insan hakkım var,
İnancıma karışmayın.
Laikleşmiş hukukum var,
İnancıma karışmayın.
Xxx
İstersem zikir yaparım,
İstersem dinden koparım,
İstersem taşa taparım,
İnancıma karışmayın.
Xxx
İster ateist olurum
İstersem deist olurum,
İstersem dindar kalırım,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Muhammedî, Museviyim,
Katoliğim, İseviyim,
Zerdüşt ya da Ermeniyim,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Aleviyim, Bektaşiyim,
Bahaiyim, Mevleviyim,
Nakşi ya da Melamiyim,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Din, mezhep farkı gözetmem,
Irkçılık yoluna sapmam,
Ahlak çemberinden çıkmam,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Yetmiş iki millet birdir,
Birliğin meyvesi gürdür,
Laiklikten sapan kördür,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Mevlana’nın haldaşıyım,
Hacı Bektaş yoldaşıyım,
Yunus Emre sırdaşıyım,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Cemevi inanç evimdir,
Sah-ı Merdan serverimdir,
Şah Hüseyin kederimdir,
İnancıma karışmayın.
Xxx
İslamı iyi bilirim,
Hakkı özümde bulurum,
Vatanım için ölürüm,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Aklın duru gözündeyim,
Atatürk’ün izindeyim,
Sonsuza dek sözümdeyim,
İnancıma karışmayın.
Xxx
Halil Çivi der insanım,
İnsanlıktır benim dinim,
Hiç kimseye yoktur kinim,
İnancıma karışmayın.
Xxx

20 Ekim 2022, Seferihisar – İzmir

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı

Gazetemizin yazarı, Aydınlanma savaşçısı, Cumhuriyet aydını, yürekli Kemalist Ahmet Taner Kışlalı, katledilişinin 23. yılında Ankara ve İstanbul’da anıldı.

22 Ekim 2022 Cumhuriyet

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı“Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise… Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise… Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise… Eğer demokrasi adına Cumhuriyetin temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise… Ben demokrat değilim ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum” sözleriyle demokrasinin ne olmadığını anlatan Ahmet Taner Kışlalı için katledişilinin 23. yılında, dün, bir dizi anma programı düzenlendi.

Ankara Cumhuriyet Okurları (CUMOK) ve ADD Ümitköy Çayyolu Şubesi tarafından düzenlenen program, Kışlalı’nın katledildiği sokakta, evinin önündeki anmayla başladı.

‘DEMOKRASİ ÂŞIĞIYDI’

Kışlalı’nın eşi Nilüfer Kışlalı, CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, 29 Ekim Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhan, eski CHP milletvekili Mustafa Gazalcı, CHP Çankaya İlçe Başkanı Fahri Yıldırım, Çankaya Belediye Meclisi’nin CHP’li üyesi Yeliz Aşcı, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay, Ankara CUMOK Dönem Sözcüsü Nejdet Özer ile ODTÜ ADT ve Hacettepe ADT’nin de bulunduğu program, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı.

Kansu, konuşmasında Kışlalı’nın düşünsel kalıtına vurgu yaptı. Nazlıaka ise “Kışlalı, Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusuydu, gerçek bir demokrasi âşığıydı, hayatını laik, demokratik, aydınlık bir Türkiye mücadelesine vermişti. Bir hak savunucusuydu” dedi. Kışlalı’nın tahammül edemediği tek konunun Atatürk’e yönelik saldırılar olduğunu vurgulayan Nazlıaka, “Kışlalı’nın cesaretini, tam bağımsız Türkiye’yi savunmasını, Atatürkçü düşünceyi yaygınlaştırmasını hazmedemeyenler sandılar ki onu öldürebilecekler ama yanıldılar. O asla ölmedi, ölmeyecek” diye konuştu.

(CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay’la birlikte törene katılan yurttaşlar, Kışlalı’nın saldırıya uğradığı yerdeydi.)

‘TÜRKİYE BAŞKA OLURDU’

CHP’li Gök ise “23 yıl önce burada patlayan bomba, bir devrimciyi, Atatürkçüyü aramızdan aldı götürdü. O devrimci, Atatürkçü, modern Evliya Çelebi gibi elinde çantasıyla Türkiye’yi dolaşıyor, Atatürk’ü, laik Cumhuriyetin değeri ve önemini anlatıyordu. Ülkemizin başına gelecekleri herkesten önce görmüştü. Anlatması boşuna değildi” dedi.

“O görevini yaptı ama biz yapamadık” diyen Gök, “Kızına, ailesine, kendilerini daha güvende hissedecekleri bir ortamı, siyasal iklimi gerçekleştiremedik. Kışlalı ailesine özür borçluyuz” ifadelerini kullandı. Gök, “23 yıldır bunu başaramadık ama söz veriyoruz, 24. katlediliş yıldönümünde Türkiye’yi, Kışlalı’nın daha huzur içinde uyuyacağı bir siyasal iklime taşıyacağız” dedi.

ADD Genel Başkanı Bozkurt da katledilen Cumhuriyet aydınlarına işaret ederek şunları kaydetti:

  • “Hepsi tam bağımsız, antiemperyalist Türkiye’den yana. Bu insanlarımızı katledenler, bu topraklar üzerinde laik Cumhuriyetin, antiemperyalist devletin doğmasını engellemeye çalıştılar, başaramadılar. Atatürk’e suikastlar düzenlediler, başaramadılar. Devrimleri engellemeye çalıştılar, olmadı. Baktılar olmuyor, aydınlarımızı katlettiler. Bir Uğur Mumcumuz, Ahmet Taner Kışlalımız daha yok. Kışlalı ve Mumcu, Cumhuriyet’te hâlâ yazıyor olsaydı, Türkiye çok başka olurdu. Çok büyük değerleri kaybettik. Fail belli; Batı emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri.”

‘ÖLDÜRENLERİ TANIYORUZ’

İkinci anma ise Kışlalı Anıtı önünde düzenlendi. Burada Ankara CUMOK adına konuşan Güneş Çakmakoğlu, Kışlalı’nın laiklik vurgusuna işaret ederek “Laikliğin ne anlama geldiğini, Diyanet eleştirisi nedeniyle karartılan televizyon ekranlarından, kadın cinayetlerinden, madenci ölümlerine kaderci yaklaşımlardan, tarikat-cemaat yurtlarında olanlardan, başı gerektiği gibi örtülü olmadığı için öldürülen İranlı Mahsa Amini’lerden ve daha birçok olgudan anlıyoruz. Laiklik, demokrasi için ekmek, su, hava kadar gerekli. Mücadelesini yılmadan, usanmadan, yorulmadan kalemiyle yapan Kışlalı’yı öldürenleri tanıyoruz; o, Türkiye’nin Aydınlanma devrimlerine karşı çıkan karanlık güçler tarafından öldürüldü” ifadelerini kullandı. ADD Çayyolu Ümitköy Şube Başkanı Özer Özcan da “Gericiliğe, etnikçiliğe, numaracı cumhuriyetçiliğe karşı mücadelesiyle sonsuza dek hatırlanacak” diye konuştu.

(Kışlalı’nın gömütüne, Cumhuriyet gazetesi bırakıldı.)

‘HEP ÖN SAFTA MÜCADELE VERDİ’

Program, Kışlalı’nın Karşıyaka Mezarlığı’ndaki gömütü başındaki anmayla son buldu. Bir dakikalık saygı duruşunun ardından konuşan ADD Batıkent Şube Başkanı Erdal Hatun, şubenin bulunduğu kültür merkezinin Kışlalı’nın adını taşıdığını vurgulayarak “Kışlalı Hocamız, Kemalist devrim ilkelerini birer cümlelik yazı olmaktan çıkarıp, halen geçerliliğini koruyan, uygulanabilir ve ülkemiz için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu en iyi anlatan, kısacası Kemalizm’i ete kemiğe büründürüp, ders kitaplarına sokan, gelecek nesillere aktarılmasında ön safta mücadele eden çok önemli bir Cumhuriyet aydınıydı” dedi.

Nilüfer Kışlalı ise eşi Kışlalı’yı ailesi olarak her gün andıklarını, katlediliş yıldönümünde sevenleri ile birlikte anmaktan da onur duyduklarını söyledi. Program, konuşmanın ardından Kışlalı’nın gömütüne karanfil bırakılmasıyla son buldu.

ADD, İSTANBUL’DA ANDI:
‘CUMHURİYET İÇİN YAŞAMI HİÇE SAYANLAR ÖLÜMSÜZDÜR’

Gazetemiz yazarı, Türk Aydınlanma devriminin öncülerinden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kadıköy Şubesi’nin dün, İstanbul’da düzenlediği törende anıldı.

Kışlalı’nın “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür” sözünün anımsatıldığı törende konuşan ADD temsilcileri, “Atatürk Devrimi, demokrasi, özgürlükler ve Cumhuriyetin temel nitelikleri için yaşamını hiçe sayanlar ölümsüzdür. Yolumuzu aydınlatan ışıktır” diye konuştu.

Kışlalı cinayetinin aydınlatılmadığına dikkat çekilen açıklamada, “Cumhuriyet düşmanları tıpkı kurucu genel başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’dan, Doç. Dr. Bahriye Üçok’tan, araştırmacı gazeteci yazar Uğur Mumcu’dan rahatsız oldukları gibi, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’dan da rahatsız oldular. Ölümlerle bizi yıldıramaz, sindiremezler,” denildi.

Madencinin kaderi!

authorMERDAN YANARDAĞ 

GÜNCEL16.10.2022, BİRGÜN

Erdoğan, Bartın – Amasra kömür madenlerinde yaşanan faciaya “kader” diyor. İnanç merkezli bilgi anlayışını kamusal yaşamın ve devlet işlerinin eksenine yerleştirmeye çalışan AKP iktidarı, tam anlamıyla bir Ortaçağ anlayışını temsil ediyor. Israrla vurguladığım gibi, zaten bu nedenle AKP muhafazakar değil, siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanları dini esaslara göre yönetmek isteyen islamcı bir parti oluyor.

Madencinin kaderi!Bartın ili Amasra ilçesinde bir kamu kuruluşu olan Türkiye Kömür İşletmeleri’ne (TKİ) bağlı maden ocağının 300-350 metre derinliğinde bu hafta sonu (14 Ekim akşamı) meydana gelen grizu patlamasında -bu yazının kaleme alındığı saat itibarıyla- tam 41 madenciyi, dünyanın en ağır işlerinden birinde çalışan emekçi kardeşlerimizi kaybettik. İşte, yukarıda ifade edilen inanç merkezli bir bilgi anlayışı, yani akıl ve bilimin esas alınmasını reddeden anlayışın sahibi olan iktidar, olan bitene yine “kader” dedi. Üstelik 2019 tarihli bir Sayıştay raporunda, açıkça patlama riskine işaret edildiği ve önlem alınması istendiği halde.

Erdoğan, daha önce de bu işin (madenciliğin) doğasında kazaların ve ölümün olduğunu söylemişti. Dolayısıyla olup bitenler, takdiri ilahiydi, doğal karşılanmalıydı.

Amasra kömür işletmelerinin önünde madenci eşleri feryat ederken, çocuklar şaşkın ve korku dolu bakışlarıyla olan biteni anlamaya çalışırken, olay yerine gelen iktidar yetkililerinin arasında Diyanet İşleri Başkanı da vardı. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “kader planlaması” eksenli konuşmasını yaptıktan sonra, sözü doğal olarak dua etmesi için Ali Erbaş’a verdi. Oysa, artık ne çıkarılacak kömür ne de Ali Erbaş’ın edeceği dua babalarını kaybeden madenci çocuklarının yüreklerini ısıtabilirdi.

Yeni düzenin temeline din, siyasal erkin merkezine de Diyanet yerleştirilmeye çalışılıyordu. Erdoğan’ın konuşması, yaklaşık 300 yıllık bir aydınlanma ve modernleşme tarihine, mücadelesine ve birikimine sahip büyük bir ülkenin, nasıl bir rotaya sokulmak istendiğinin ifadesi gibiydi.

  • “Şu anda bizim mevcut ocaklarımızın içinde Amasra Kömür İşletmeleri bizim en ileri imkanlara sahip olan ocak olmasına rağmen, birileri bununla tabii dalgasını geçebilir, ama biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için bunun ne dünü ne bugünü ne de yarını olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunları da bilmemiz lazım. Maden kazalarını inşallah tarihe gömmek için elimizden gelen gayreti göstermenin içindeyiz.” (R. Tayyip Erdoğan, Bartın Amasra, 15 Ekim 2022).

İnanılır gibi değil, ama AKP lideri tam olarak böyle söyledi. Bu yaklaşım devleti, akıl ve bilimden koparan, İslam dünyasının Geç Ortaçağı’na iade eden tutumun tipik bir örneğiydi. Erdoğan, “Biz kader planlamasına inanmış insanlarız” derken, kendi inancının toplum ve devlet yönetiminde de esas olacağını varsayıyordu. Tedbir almasına alacağız, ama bu yaşadıklarınız, doğaldır diyordu.

İnsanlar, Erdoğan-AKP iktidarının aldığı kararların arkasında hep bir mantık, rasyonel bir gerekçe aradı. Özellikle eğitimli kesimler, beyaz yakalılar “Bu kadarı da olmaz” diye düşünüyor ve mutlaka Erdoğan iktidarının attığı adımların arkasında bir hesap olabileceğini varsayıyor. Özellikle AKP iktidarının “inşa dönemi” dediği, ve “liberallerle yollarını ayıracağını” ilan ettiği 2015 sonrasında bu şaşkınlık daha da arttı.

Oysa iktidarın attığı bazı adımların, aldığı bazı kararların, ortaya koyduğu kimi yaklaşımların arkasında akılcı bir neden yoktu. Yani yukarıdaki soruya verilecek yanıt, basitçe ‘hayır’ olacaktı. Çünkü, ne ilk bakışta ne de son çözümlemede, iktidara yön veren temel siyasetlerin akılcı bir gerekçesi bulunmuyordu. Sadece doğa olayları da değil, toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeler ve olaylar karşısındaki yaklaşımın da rasyonel bir gerekçesini aramak saçmaydı. Tıpkı, ülke ekonomisinin yıkıcı bir krize savrulmasını tetikleyen faiz indirme kararlarıyla ilgili tartışmalarda oldu gibi.. Erdoğan, “Bu konuda Nass (Kuran’ın hükmü) ortada. Nass ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor. Olaya buradan bakacağız ve ona göre de adımımızı atacağız.” dediğinde de, olayın arkasında akılcı bir gerekçe arayanlar şaşırmıştı. Yoktu çünkü..

Teolojik literatürü dikkate almayan bir perspektiften bakıldığı sürece, AKP iktidarının bazı kritik adımlarını anlamak mümkün değildir. İslamcıların siyaset tarzı olan “takiyye” anlayışının laik dünya ve sol tarafından bugüne kadar yeterince dikkate alanmamasının bedeli, ne yazık ki ağır olmuştur.

İslam dünyası, bin yıldır tanrı/ inanç merkezli bilgi anlayışını benimseyen, akıl yerine nakli, yani tanrı kelamı olan kutsal sözü, vahiyi esas alan, bunun dışındaki her arayışı kâfirlik sayarak reddeden bir çizgi üzerinde ilerliyor. Egemen islam yorumu günümüz dünyasında budur. Siyasal islamcılığın temelini oluşturan anlayış da aynıdır. Bu olgu dikkate alınmadan, islamcı hareket ve iktidarların izlediği siyasetleri tam olarak kavramak mümkün değildir.

  • Müslüman dünya hâlâ kendisine özgü karanlık bir Ortaçağın içinden geçiyor.

Bu bir geç ortaçağdır. Bu dünyanın tek istisnası, bütün kusurlarına karşın Cumhuriyet Türkiye’siydi. İslamcı hareket onu da büyük ölçüde imha etti.

Bu bağlamda, 2023’te ülke, iş cinayetlerine kurban edilen emekçilerin başına gelenlerin “kader” mi, yoksa akıldan / bilimden kopuşun ve kâr hırsının bir sonucu mu olduğuna karar verecek. Türkiye’deki bölünme ve mücadele safları işte bu kadar nettir.

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.