Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Sular çekilince…

Sular çekilince…

Ergin Yıldızoğlu
(AS: Bizim kapsamlı katkımız ve 10 önerimiz yazının altındadır..)

Günümüzün en deneyimli spekülatörlerinden W. Buffet’in deyimiyle Sular çekilince denize kimin donsuz girdiği ortaya çıkar”. Şimdi sular çekiliyor ve AKP rejiminin ülkeyi derin bir resesyonun, borç krizinin eşiğine getirdiği görülüyor. 
Geçen 10 yıl içinde, çevre ülkeleri, merkez ülkelerin küresel finans sisteminin çöküşünü engellemek için başlattıkları düşük faiz, 12-13 trilyon dolar parasal genişleme politikalarının yarattığı ucuz ve bol kredi dalgasından yararlandılar. 
O Merkez Bankaları, şimdi bu genişleme politikasını terk ediyor. ABD’nin, yükselen güçlerin basıncına, hegemonyasının gerileme sürecine uyum sağlama zorluğunun uluslararası alanda yarattığı riskler artıyor. Bu iki etkene bağlı olarak, dolar değerleniyor, ticaret savaşları başlıyor, petrol fiyatları yükseliyor.

Ortaya çıkanlar

“Yükselen piyasaların” 
yararlandığı dalga geri çekilirken, bu “denize” kimlerin donsuz girdiği ortaya çıkıyor. Listenin başında Arjantin ve AKP Türkiye’si var. Arjantin önlem almaya başladı. AKP rejimi yine realiteden kaçma çabasında! 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rejimi altında Türkiye ekonomisinin, borçlanarak büyüme sarmalı ivme kazandı. Devlet, daha önemlisi özel sektör borçları hızla arttı, cari açık büyüdü. Şimdi ucuz, bol kredi dalgası geri çekilirken, siyasal İslamın “ahbap çavuş kapitalizmi” (borçlan, rant yarat, yandaşlarla paylaş, kimi projeleri gelirlerinin kapasitesinin çok üstünden garanti et, faizleri ve piyasa sinyallerini bastır) modelinin gerçeği de ortaya döküldü. 
Türk Lirası’nın kaybı Ocak (2018) başından bu yana %20’yi geçti. Ocak sonundan bu yana borsa yaklaşık %15 geriledi. Enflasyon hızlanıyor. 

  • The Economist bu hafta yorumunda Türkiye’yi “reytingi çöp derecesine düşen yükselen piyasa” olarak niteliyordu. 

AKP rejimi ise bu kritik durumun realitesini kavramaktan çok uzak. Geçenlerde Londra’da, rejimin liderini dinlemeye gelen uluslararası yatırımcılar, kendilerine verilen “faiz-enflasyon ilişkisi” dersindeReuters’in aktardığına göre “kulaklarına inanamadılar, şok geçirdiler”Financial Times, Yatırımcılar Erdoğan’la yemeğe oturdular,  iştahları kaç-tı” diyordu.

Seçimden sonra… 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının, onun liderliğinde şekillenmiş iktidar blokunun destek sınıflarının çıkarlarının, Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarıyla çatıştığına daha önce dikkat çekmiştim. Kendini enflasyon-yüksek faiz ilişkisi üzerinden ileri sürülen saçmalıklarla gösteren bu çatışma artık sürdürülemez bir noktaya ulaştı. 

  • AKP liderinin, danışmanlarının, yandaş “ekonomistlerin” ekonomik duruma ilişkin saptamaları, Türkiye’yi, kaçınılması son derecede zor bir depresyonun, döviz krizinin beklediğini gösteriyor.

Türkiye kapitalizminde, “ekonomik büyüme” dış kaynağa/krediye bağımlıdır. Bu kaynağı getirenlerin Türkiye ekonomisinin borç ödeme kapasitesine güvenleri hızla dağılıyor. Bu sırada,

  • TL ve borsa değer yitirirken, AKP’yi destek sınıfları, ranta dayalı ekonomik çıkarlar ayakta kalabilmek için düşük faizde, devlet kaynaklarından beslenmekte ısrar ediyorlar:
  • Kriz giderek derinleşiyor. 

Seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetecek olanlar, borçların çevrilmesi, ihracat malları üretimi için gerekli ithalatın finansmanı, ülkenin enerji gereksiniminin karşılanması için gerekli dış kaynak girişini canlandırmak (uluslararası piyasalara güven vermek) için faizleri hızla olağanüstü düzeylere yükseltmek zorunda kalacaklar:

Özel sektörde iflaslar, buna bağlı olarak işsizlik hızla artacak, toplam talep gerileyecek, ekonomik büyüme negatif alana, hatta depresyon düzeyine düşecek. 

Ya da Türkiye’yi yönetenler, düşük faiz politikasında ısrar edecekler. O zaman önlerinde TL’nin değerini korumak, borsanın çöküşünü önlemek için konvertibiliteyi, sermaye hesaplarındaki serbestliği kaldırmaktan, kimi servetlere el koymaktan başka çare kalmayacak. O zaman da dış kaynak akışı tümüyle duracak, borçlar çevrilemeyecek, üretimde, ihracat kapasitesinde, tüketimde şiddetli bir depresyon gündeme gelecek.

  • Tehlikenin farkında mısınız?

=========================================
Dostlar,

Hazin, çok hazin ama o ölçüde de bilimsel ve gerçekçi bir ekonomo – politik öngörüyü, İngiltere’de Ekonomi Doçenti, Cumhuriyet’in saygın yazarı Ergin Yıldızoğlu‘ndan aktardık. Yazının tümü çok önemli ve altı çizilerek birkaç kez okunmalı.. 

Özellik ve öncelikle AKP seçmenleri, Erdoğan ve danışmanları, AKP kurmayları okumalı!

Kasırga geliyorum diyor bütün öncül belirtileriyle.

  • Önce AKP=RTE mi; önce Türkiye mi?

Aylar önce de yazdık;

  • ..öyle ağır bir çöküntü yarattınız / yaratıyorsunuz ki, yeniden seçimi alsanız bile o yıktığınız Türkiye’yi yönetemeyeceksiniz; hep birlikte altında kalacağız.. 

Yapmayın efendileri Türkiye’ye kıymayın..
Hep eleştirmeyelim, çözüm önerileri sunalım…
Mülkiye de okumuş bir tıp öğretim üyesi ve 65’ine girmiş bir kıdemli yurttaş olarak öneriler sunalım :

  1. OHAL hemen kalkmalı
  2. Tüm yolsuzluklar yansız – bağımsız yargıya taşınmalı
  3. Gereksiz – verimsiz – dış borç doğuran tüm projeler (başta şehir hastaneleri!) durdurulmalı
  4. Kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi ile üretim ve tasarruf seferberliğine başlanmalı.
  5. Dış ticarette takas ve karşılıklı ulusal para kullanımı olabildiğince yaygınlaştırılmalı.
  6. Yersiz, gereksiz, akıl dışı ve aşırı yüksek nüfus artışı mutlaka azaltılmalı.
  7. Suriye – Esad ile doğrudan ilişki kurularak göçmenler hızla ülkelerine yollanmalı..
  8. Dış borçlar için bir “mola alınmalı”, konsolide edilmeli, yeniden yapılandırılmalıdır.
  9. İç ve dış barış iklimi yaratılmalı, halka gerçekler anlatılmalı ve desteği istenmelidir. 
  10. Tüm bunları yapacak bir ULUSAL HÜKÜMET kurulmalı, bir süre “olağanüstü restorasyon dönemi” sürdürülmelidir.

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile. 22 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’ÜN DOĞUM GÜNÜ: “19 MAYIS” 

ATATÜRK’ÜN DOĞUM GÜNÜ:
“19 MAYIS” 

Konuk yazar : Şahap Osman ARAS, (E) Alb.
Tarihçi Yazar (2018-İZMİR)

Gazi M. Kemal ATATÜRK yaşamı boyunca bütün dünyanın hayranlığını kazanmış; O’nun önderliğinde kurulan TÜRKİYE CUMHURİYETİ az zamanda Ortadoğu ve Balkanların en güçlü, en saygın devleti olmuştur. ATATÜRK, Başkomutanlık ve Devlet Başkanlığı süresince hiçbir yurtdışı gezisine gitmediği halde; birçok yabancı devlet adamı Türkiye’ye gelerek, O’nun bilgi ve deneyimlerinden yararlanmak istemişlerdir. Hepsinin adlarını sıralamaya sayfalar yetmez. Bu nedenle (ziyaret tarihlerine göre) yalnızca devlet başkanlarının adlarını sıralamakla yetineceğiz: “Afganistan Kralı” Emanullah Han, “Irak Kralı” Faysal, “Yugoslavya Kralı 1′,nci Aleksandr”, “İran Şahı” Rıza Pehlevi, “Büyük Britanya (İngiltere) Kralı” 8’inci Edward, “Ürdün Kralı” Abdullah ve “Romanya Kralı” 2’inci Karol. 

19 MAYIS 1881”

Yukarıda sıralanan konuklar arasında, Kral 8’inci Edward’ın ziyareti önemlidir. Çünkü, o tarihte İngiltere, “toprakları üzerinde güneşin batmadığı” bir dünya İmparatorluğu idi… ATATÜRK konuğunu, 4 Eylül 1936 günü, İstanbul/Tophane rıhtımında karşıladı. Kral, gördüğü konukseverlikten çok mutlu olarak, ülkemizden ayrıldı. Bu dostluğu sürekli kılmak için de; Londra’ya dönünce Dışişleri Bakanına talimat vererek, ATATÜRK’ün doğum tarihini sordurdu. Böylece, O’na her doğum gününde kutlama mesajları göndererek, dostluğu pekiştirmek istiyordu. 12 Kasım 1936 tarihinde, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın imzasıyla verilen yanıtta, doğum günü “19 Mayıs 1881” olarak bildirildi. Aslında, ATATÜRK’ün doğum günü, net olarak kayıtlı değildir. Ancak, İngiltere’ye verilen bu yanıt, O’nun yaşamındaki en önemli tarihin 19 MAYIS 1919 olduğunu kanıtlamaktadır.

ATATÜRK, bu ziyaretten iki yıl sonra, 10 Kasım 1938’de Hakkın rahmetine kavuştu. O’nun sonsuzluğa göçüşü, salt Türk Ulusunu değil, bütün dünyayı ayağa kaldırdı. Cenazesi 19 Kasım günü Yavuz Zırhlısı ile İstanbul’dan İzmit’e, sonra da demiryoluyla Ankara’ya getirilerek, Etnografya Müzesindeki geçici kabrine kondu. 15 yıl sonra da, 10 Kasım 1953 günü, Anıt-Kabir’e nakledildi. Sağlığında olduğu gibi, cenazesine gösterilen ilgi de, dünya çapında ve muhteşemdi (görkemliydi). Cenaze törenine pek çok asker ve devlet adamı katıldı. Ancak, en anlamlısı, Fransız Generali Gourrot’un katılımı idi…

  • Sağ kolunu 1915 yılında Çanakkale Savaşında yitiren Fransız General Gourrot (Guro); ANKARA’ya koşup geliyor ve
  • “Seni selamlamak için bir kolum daha var” diyerek, Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün cenazesini gözyaşları içinde selamlıyordu.

EBEDÎ BAŞKOMUTANIMIZ GAZİ M. KEMÂL ATATÜRK’ü RAHMETLE, HÜRMETLE, MİNNETLE ANIYORUZ..
==================================================

Değerli dostumuz, Tarihçi – Yazar, (E) Alb. Şahap Osman Aras beyefendiyi, bu duygu yüklü tarihsel-belgesel yazısı için şükranla selamlıyoruz…

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TORBA YASA TASARISININ SGK’YA GETİRECEĞİ MALİ YÜK

YENİ  KANUN TASARISININ  KAMU MALİYESİ  ve SGK’YA GETİRECEĞİ MALİ YÜK ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Konuk yazar : Mahmut ESEN
Mülkiye Başmüfettişi (E)

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır ayrıca yazıda irdelenen tasarı 7143 sayı ile 18.5.18 günü Resmi Gazetede yayımlanarak yasalaştırılmıştır..)

I-TASARI NE GETİRİYOR

AKP iktidarınca  24 Haziran seçimleri öncesinde  hazırlanmış   kanun tasarılarından olan  30.04. 2018 gün  ve 1/944 sayılı,  “Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı”  Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülerek kabul edilmiştir. Tasarının bu hafta içinde  genel kurul gündemine  girmesi ve  yasa haline getirilmesi beklenmektedir. Kanun Tasarısı geniş kapsamlı olup “ torba yasa” tekniğine göre hazırlanmıştır. “İmar affı” vb. çok değişik konuları da içermektedir.

Özellikli olarak 31.03.2018 tarihi itibarıyla kamu idarelerince tahsili gereken vergiler/vergi cezaları, idari para cezaları, SGK prim alacakları ve cezaları ve  diğer kamu alacaklarına yeniden yapılandırmasına ilişkin düzenlemelere yer verilmiştir. Bu nedenle vergi affı tasarısı niteliği ağır basmaktadır. Yeniden yapılandırma sırasında kesinleşmiş vergi asılları ve cezalarının tamamı, alacak aslına bağlı olmayan cezaların (Trafik idari para cezası vb.) ise %50’si tahsil edilecektir. Bu sözü edilen kamu alacakları için idareler tarafından tahakkuk ettirilmiş olan gecikme faizi, gecikme zammı ve gecikme cezaları alacaklarının tahsilinden vazgeçilecek, bunun yerine (Yİ- ÜFE) esas alınarak belirlenecek tutar tahsil edilecektir. Daha önceki yapılandırma uygulamalarında olduğu gibi borçlulara iki ayda bir ödenmek üzere 6-18 arasında değişen taksit olanağı getirilmiştir.

2010/965 sayılı B.K.K. belirlenmiş ve 19.10.2010 tarihinden itibaren uygulamada olan aylık gecikme zammı oranı (% 1,4), Yİ-ÜFE’ye  göre yüksek olduğu için yapılandırma işlemi borçlulara kısmi bir avantaj sağlamaktadır.[1] Bu suretle süresinde ödenmeyen kamu alacaklarına önce yıllık %16,8 oranında gecikme zammı tatbik edilmekte ve sıklıkla yapılan yapılandırma sırasında da  gecikme zammı yerine daha düşük oranlı  Yİ-ÜFE uygulanmaktadır. Görünüşte borçlulara ek olanak sağlanmış olmaktadır.

İktidar partisinin kamu alacaklarının yapılandırılması uygulamasını çok sevdiği görülmektedir. Cumhuriyet yönetimi döneminde çıkarılmış olan toplam 34 adet vergi affı niteliğindeki yasalardan[2] 6 adedi AKP iktidarları döneminde yasalaştırılmıştır. Söz konusu tasarısının yasalaşması halinde AKP döneminde iki yılda bir vergi affı yasası çıkarılmış olacaktır. Nitekim son vergi affı olan 18.05.2017 gün  7020 sayılı Yasanın kabul edilişinden bu yana henüz  bir yıl bile geçmemiştir. Seçimler öncesi çıkarılacak olan bu yasanın Devlete maliyetinin 24 milyar TL olduğu ifade edilmektedir. [3]

Tasarıya ilişkin Başbakan Binali Yıldırım tarafından yapılmış açıklamalar,  yazılı/görsel medyada  “müjdeli”  haber olarak  değerlendirilmiş  ve  “İktidar seçim öncesi kesenin ağzını açtı!” başlığı ile yer almıştır.

Ancak bilindiği üzere ortada  açılacak “kese”, kullanılabilecek ek bir kaynak bulunmamaktadır. Muhalefet partilerince dile getirilmekte olan “demek ki kaynak varmış” söylemleri de gerçeği tam yansıtmamaktadır. Zira 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi  65,9 milyar TL net borçlanma ile denkleştirilmiştir. 2017 yılı sonu itibarıyla. merkezi yönetimin brüt iç/dış borç stoku  876,4 milyar TL ulaşmıştır.[4]  2018 yılında  faiz ödemeleri için 71,7 milyar TL ödenek konulmuştur. Tahmin edilen faiz dışı fazlalık ise sadece 5,8 milyar TL’dir. (AS: AKP borç ana parası ödemelerini öteliyor!)

Diğer yandan 2018 Yılı merkezi yönetim bütçesinde öngörülememiş olan (beklenenin üzerinde gelir artışı ile ek kaynak sağlanması vb.) olumlu bir gelişmeden söz etme olanağı yoktur. Çünkü bütçenin 2018 yılı Ocak-Mart döneminde 20,4 milyar TL açık verdiği bilinmektedir.[5]

Seçim ekonomisi bağlamında getirildiği belli Kanun Tasarısının kamu maliyesini olumsuz etkileyeceği, mevcut/öngörülen bütçe açığını daha da artıracağı açıktır.

Bu yazımızda Kanun Tasarısıyla getirilmek istenen düzenlemelerden Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ilgilendiren yanları üzerinde özellikle durulmakta; önemi nedeniyle SGK temek alınarak sosyal güvenlik alanında oluşturacağı (kalıcı nitelikli) olumsuzlara dikkat çekilecektir. 

II- TASARI  SGK’YA NE GETİRİYOR?

 A- Tasarı SGK’nın Temel/Asli Geliri Olan Prim Alacaklarını Azaltan Dolaysıyla SGK Bütçe Açıklarında Artışlara Yol Açacak Düzenlemeler Getirmektedir.

Kanun Tasarısıyla 31.03.2018 tarihi itibarıyla tahakkuk ettiği halde ödenmemiş olan:

– SGK prim alacakları, gecikme cezalarına,
– İnşaatlardan kaynaklanan eksik işçilik tutarlarına,
– İdari para cezalarına… yapılandırma olanağı getirilmiştir.

  • Borçlu olan ve borçlarını yapılandıran Bağ-Kur’lu (4/1-b) sigortalılara Genel Sağlık Sigortasından (GSS) yararlanma hakkı getirilmektedir.
  • Bağ-Kur’lu sigortalıların ödenmemiş sosyal güvenlik destek prim borç ve cezaları silinmektedir.
  • Gelir testine başvurmamış olanların GSS primleri başvuru tarihinden itibaren tahakkuk ettirilecektir.
  • GSS prim borcu olanların borç asıllarını ödemeleri halinde gecikme cezaları kaldırılmaktadır.
  • Bağ-Kur’lu (köy/mahalle muhtarları dahil) ve tarımda kendi adına çalışan sigortalılara durdurulmuş sigortalılık sürelerinin ihya edilebilmesi olanağı sağlanmıştır. Ayrıca bu sigortalılardan 31.05.2018 itibarıyla prim borcu olanlara sigortalılığını durdurma/ yeniden başlatma/yeniden ihya etme gibi fırsatlar verilmektedir.
  • Önceki yapılandırmalardan yararlanmış olanlara kalan borçlarının tümünü ödeyecek olanlara bazı kolaylıklar getirilmiştir. İşverenler ve 3. kişilerin;  iş kazası, meslek hastalığı, malullük, ölüm vb. fiiller nedeniyle SGK’ya ödemekle yükümlü oldukları her türlü borçlarının belirtilen sürede ödenmesi halinde kolaylıklar getirilmiştir.
  • SGK tarafından yersiz/fazla ödenen aylıkların belirlenen sürelerde geri ödenmesi halinde kolaylıklar getirilmiştir.
  • 1.06.2018 tarihinden itibaren ilk kez Bağ-Kur kapsamında sigortalı olacak, 18-29 yaşlarındaki gelir vergisi mükellefi genç girişimcilerin, sigorta primlerinin bir yıl süreyle Hazine tarafından karşılanması esası getirilmiştir.

Yukarıda belirtilen düzenlemelerin birlikte değerlendirildiğinde,  Tasarının yasalaşarak yürürlüğe halinde SGK’nın  2017 yıl için 24,4 milyar TL olan bütçe açığının daha da artacağı, SGK’nın kendi öz kaynakları ile giderlerini karşılamasının olanaksız hale geleceği, aktüeryal dengenin daha fazla bozulacağı anlaşılmaktadır.

B- Tasarı Merkezi Yönetim Bütçesi Giderlerini Artırıcı Hükümler Getirmektedir.

620 bin kişiye ödenmekte olan 65 yaş aylığı %90 oranında artırılmaktadır.
Kanun Tasarısı ile 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkındaki Kanun uyarınca 65 yaş aylığı almakta olanların aylıkları % 90 oranında artırılarak yaklaşık 500 TL’ye yükseltilmesi öngörülmüştür. Öngörülen artışlar bir yıllık dönemde, merkezi yönetim bütçesine (4.387-2. 332) x ( 0,108550) x 1.04x 620.019= 1,7 milyar TL mali yük getirmektedir.

11,2 milyon emekliye bayram ikramiyesi ödenecektir.
Kanun Tasarısı ile 5510 sayılı Kanuna ek madde eklenmesi ile SGK tarafından gelir ve aylık ödemesi yapılanlara Ramazan ve Kurban bayramlarında 1.000’er TL bayram ikramiyesi ödemesi yapılması öngörülmüştür.

Bayram ikramiyeleri bir yıllık dönemde yaklaşık olarak (1000 +1000) x 11.252.307= 22,5 milyar TL mali yük getirmektedir.

65 yaş aylığı ve bayram ikramiyelerinin bir yıllık toplam tutarları olan 24,2 milyar TL’nin merkezi yönetim bütçesi cari transferler tertibinden SGK’ya ödenmesi gerekmektedir. Bu rakam tek başına 2018 yılı için öngörülmüş olan bütçe açığını % 37 oranında artıracak büyüklüktedir. Bu tür cari transferler sonucu merkezi yönetim bütçesinden yatırıma, mal/hizmet alımlarına gitmesi gereken kaynakların azaldığı, SGK bütçesinin merkezi yönetim bütçesi aleyhine büyüdüğü görülmektedir.

III- SGK BÜTÇE GERÇEKLEŞMELERİ

Kanun Tasarının merkezi yönetim/SGK bütçelerinde yol açacağı ek açıkları, SGK’nın prim alacakları/ öz gelirleri giderlerini karşılamasının giderek zorlaşacağının aktüeryal dengenin daha fazla bozulacağının somut olarak görülebilmesi için SGK’nın 2016 ve 2017 bütçe gerçekleşmeleri aşağıda tabloda gösterilmiştir.

                          Tablo:  2016, 2017 Yılları SGK  Bütçe Gerçekleşmeleri    (Milyar TL) 

  2016 2017
A-TOPLAM GELİRLER 256 288,3
       1-Prim Gelirleri 184,4    209
       2-Diğer Gelirler

[Devlet Katkısı, % 4 Ek Ödeme (vergi iadesi)  Transferi, Maliye Bakanlığı Adına Yapılmış Faturalı Ödemeler (2022 vb. kanunlara göre bağlanmış aylıklar, ikramiye ödemeleri) ve  SGK’nın diğer ödemeleri]

71,6    79,3
B- TOPLAM GİDERLER 276,5   312,7
1-SGK’dan Hane Halkına Yapılan Fayda Ödemeleri

    a)-Emekli Aylık Ödemeleri

(Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Aylıkları,% 4 Ek Ödemeler, İkramiyeler, 2022 s.k. göre bağlanmış aylıklar vb.)

     b)-Sağlık Giderleri (Tedavi, ilaç ve sağlık malzemesi giderleri)

201,4

 

 

 

68

229

 

 

 

77,7

   2-Diğer Giderler (Yönetim, yatırım) 7 6
C-GELİR-GİDER DENGESİ -20,6 -24,4

                 Küsuratlar yuvarlatılmıştır.
Kaynak: SGK 2016/ 2017 yıllarına ait faaliyet raporları.

SGK bütçesi 2016 yılında 20,6 milyar TL, 2017 yılında ise 24,4 milyar TL açık vermiştir
. Sadece bütçe açıklarının finansmanın sağlanması sosyal güvenlik/sigorta sorunlarının çözümlenmesi açısından yeterli olmadığı açıktır. Nitekim oluşan açıkların finansmanının yanı sıra; ek ödeme, faturalı ödemeler, Devlet katkısı ve Devletin sağladığı sigorta prim destekleri, ödeme gücü olmayanların GSS prim tutarları karşılığında merkezi yönetim bütçesinin cari transfer giderleri kaleminden[6], SGK’ya toplam olarak; 2016 yılında 108 milyar TL ve 2017 yılında  da 128,2 milyar TL[7] ödeme yapılmıştır.

SGK’ya yapılan ve her yıl artış gösterdiği bütçe transferlerinin merkezi yönetim bütçe giderleri içinde de önemli bir pay oluşturmaktadırMerkezi yönetim bütçesi toplam giderlerinin; 2016 yılında 18,3’ünün, 2017 yılında ise % 20’sinin, SGK’ya yapılmış olan transfer ödemeleri olduğu görülmektedir. Merkezi yönetim bütçesinden SGK’ya yapılan cari transferler elimine edilmek (düşülmek) suretiyle yapılacak bir karşılaştırmada ise SGK gider bütçesi toplamının, merkezi yönetim gider bütçesinin 2016 yılında %58’i 2017 yılında ise % 57,5’i oranında büyüklüğe eriştiği anlaşılmaktadır.

  • Merkezi yönetim bütçesi açısından en büyük “kara deliğin” SGK olduğu görülmektedir.[8]

Kara deliğin büyütülmesi değil, kapatılması/küçültülmesi; bu bağlamda üretime/yatırımlara ağırlık verilmesi gerektiği  açıktır.

Kaynaklar    :
[1] https://odatv.com/ara.php?t=E.%20M%C3%BClkiye%20Ba%C5%9Fm%C3%BCfetti%C5%9Fi%20Mahmut%20Esen 2
[2] http://www.alomaliye.com/2016/08/19/cumhuriyet-tarihimizde-cikartilan-vergi-aflari/
[3] http://www.turkdevrimi.com/bakanlar-kurulu-24-haziran-oncesi-kesenin-agzini-acti/544/
[4] Hazine Müsteşarlığı Kamu Finansmanı İstatistikleri. (https://www.hazine.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri
[5] http://www.bumko.gov.tr/Eklenti/11150,mart-2018-aylik-butce-gerceklesmeleri raporupdf.pdf?&_tag1=3CFECD9204C6A8256AB512C0E40E7D63E76510DF
[6] Sermaye birikimi hedeflemeyen ve cari nitelikli mal ve hizmet alımını finanse etmek amacıyla yapılan karşılıksız ödemeleri kapsamaktadır.
[7] Bu rakam SGK 2017 Faaliyet Raporundan alınmıştır. Muhasebat G. Md. kayıtlarına göre SGK’ya yapılmış bütçe tranferleri toplamı 133,5 milyar TL’dir.
[8] https://mahmutesen.wordpress.com/
================================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Mülkiye Başmüfettişi (E) Sn. Mahmut Esen, on yılların Mülkiye deneyimi ve birikimi ile kamu yönetimine – maliyesine ilişkin her biri bir rapor değerinde irdelemeler yapmakta ve cömertce paylaşarak bizleri aydınlatmakta, yol göstermektedir. Çalışmaların tümü bilimseldir, dolayısıyla kanıta dayalıdır.

Sayın Esen’in irdeleme yaptığı bu yazıdaki “Yasa Tasarısı” artık yasalaşmıştır; 7143 sayılı yasa! Resmi Gazete bilgileri aşağıdadır..

18 Mayıs 2018 CUMA Resmî Gazete Sayı : 30425
KANUN
VERGİ VE DİĞER BAZI ALACAKLARIN YENİDEN YAPILANDIRILMASI İLE
BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA
İLİŞKİN KANUN
Kanun No. 7143                                                                                                         Kabul Tarihi: 11/5/2018

Dolayısıyla kamu yönetimi ve maliyesi açısından yukarıda sıralanan ağır yüklerin altına girilmiştir.. 24 Haziran 2018 çifte seçimleri salt Türkiye için değili belki daha fazlasıyla AKP = RTE için önem taşımakta, yaşamsal nitelik taşımaktadır. Popülist siyaset ülkemize çok ağır bedeller yüklemektedir.

Türkiye’nin hızla demokratik geleneklerini – kültürünü olgunlaştırması ve duygusal – fırsatçı itkiler (motifler) yerine Devlet yönetimi ağırbaşlılığı ve sorumluluğu ile “bilimsel akılcı” (rasyonel) bir hukuk güvencesi – öngörülebilirliği – istikrarı kurması zorunludur.

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

PETROL(L)E TUTSAK BİR COĞRAFYA

PETROL(L)E TUTSAK BİR COĞRAFYA

Konuk yazar : Dr. Ceyhun BALCI

(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Emperyalizmin azgın ve haydut gücü ABD’nin son Kudüs kararı bir kez daha kan, gözyaşı ve dehşet getirdi. Bu sınır tanımaz yaklaşıma verilen karşılıklar yeterli mi? Tarihte kısa bir yolculukla anlatmaya çalışalım! Hasta adam Osmanlı’nın yıkımına karar verildiği günlerde paylaşılmıştır yaklaşık 400 yıllık Osmanlı yurdu Orta Doğu. Batılıların Büyük Savaş olarak adlandırdığı I. Dünya Savaşı’nın bitmesi bile beklenmemiştir bu paylaşım için. 1912 yılında İngiliz Kraliyet Donanması gemilerinin kömür yerine petrolle çalıştırılma kararının dünyanın ve elbette petrol yataklarıyla ünlü Orta Doğu’nun yazgısını çizmiş olduğu kesindir.

0001749554001-1

İngiliz diplomat Sör Mark Sykes ve Fransız eşdeğeri Fransuva Georges-Picot takvimler 1916’yı gösterirken önlerine açtıkları Orta Doğu haritası üzerinde tamamlamışlardır bu paylaşımı. Paylaşımın yapıldığı gün gizli olan bu antlaşma savaşın bitiminde görüşe sunulur ve gereği hızla yerine getirilir. SYCES-PICOTHaritalar dilleri olmasa da anlamak isteyenlere çok şey anlatır. Orta Doğu haritası bu bakımdan pek çok eşdeğerine göre olağanüstü yeteneklidir. Cetvelle masa üstünde çizilmiş doğallıkla uzaktan yakından ilintisiz ülke sınırları bu harita masa başında çizilmiştir diye haykırmaktadır anlayana.

319_sinirlari-cetvelle-cizilmis-kitada-donusum-super-guc-yan-super-guc-mucadelesi

1917 yılına gelindiğinde ise bu haritayı tamamlayacak bir başka adım atılır. Zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un adını taşıyan deklarasyonla (bildirge) cetvelle çizilmiş sınırların arasına bir Yahudi devletinin kondurulacağı duyurulmuştur. Kimselere düşüncesi sorulmamış durum dünya kamuoyunun bilgisine sunulmuştur. O güne değin otuz yıldır dünya gündemine giren Yahudi Göçü, Siyonizm, Vaad Edilmiş Topraklar gibi kavramlar böylelikle ete, kemiğe daha doğrusu toprağa ve sınıra kavuşturulmuştur.

balfour

Bunca başarılı manevranın ardından iş 1948’de İsrail’in kurulması ve BM üyesi olmasına kalmıştır. İçinde bulunduğumuz yıl 70. Yaşını kutlayacak olan İsrail o gün bugündür bölgenin sorun kaynağıdır. Emperyalizmin ileri karakolu ve jandarması rolünü hakkını vererek oynamaktadır. Gözünü kırpmadan silaha sarılmakta, savunmasız insanlara ateş yağdırmakta ve kan dökebilmektedir bu yapay ülke.

Geçmişi 150 yıla varlığı ise 70 yıla dayanan İsrail karşısında bölgede yer alan irili ufaklı Arap ve İslâm ülkeleri deyim yerindeyse seyirci olmaktan öte bir varlık gösterememektedir. Elçilik kapatmak, diplomatik ilişki kesmek, sefir kovmak ve bayrak yakmanın ötesinde atılabilen en küçük adım yok!

Bölge ve ülkeleri bundan 100 yıl önce sınırlarını cetvelle çizdirmiş olmanın bedelini ödüyorlar da denebilir bugünkü manzaraya bakarak. Bölge paylaşılırken özenle parçalara ayrılmış, olabilecek her türlü ayrıştırıcı unsur haritaya aktarılırken petrol zengini ama eylem yoksulu bölge o günden bu yana emperyalizme tutsaktır.

Bugün Filistin’de sergilenen vahşete bakarak bu durumun kalıcı ve geri dönüşü olmayan bir olgu olduğu sanılabilir. Bu kesinlikle bir yanılsamadır. Orta Doğu haritası değiştirilemese de cetvelle çizilmiş haritaların içini dolduranların tutum değiştirmesi ve 100 yıl önceki oyunu bozması hiç de olanaksız değildir. Biraz daha yakın tarihe göz atarsak bu umudumuzu besleyecek olaylarla karşılaşabiliriz.

İsrail kurulur kurulmaz bölgeyi baskı altına alan ve dahası tehdit eden bir düzenek olduğunu gösterir. 1967 Arap-İsrail Savaşı ilk adımdır. Tüm hava gücünü tek uçak uçuramadan yitiren Mısır Arap dünyasının ağabeyi olarak unutulmaz bir yenilgi yaşar. Mısır Sina Yarımadası’nı, Suriye Golan Tepeleri’ni ve Ürdün de Batı Şeria’yı yitirerek öder bu gafletin bedelini.

Pertrol+Ambargosu+Süreci+ve+Nedenleri

Altı yıl sonraki Arap-İsrail Savaşı ise Yom Kippur Savaşı olarak anılacaktır. Araplar kara yazgılarını yenmek üzereyken İsrail’in sırtını dayadığı emperyalizm savaşı durdurarak yenilgiyi önleme ve ileri karakolunu koruma başarısı gösterir.

Arapların bu gelişmelerden aldığı az ve öz ders İsrail’i silahla ve savaşla yenemeyecekleridir. Tam da o anda üzerinde oturdukları zenginliği hatırlayıp, petrol vanalarını kapattıkları anda emperyalizmin yumuşak karnını keşfetmiş olurlar. Petrol fiyatlarının tavan yapması gelişmekte olan ülkeleri vursa da emperyalizme diz çöktürme noktasına getirmesi bakımından önemli dersler içermektedir.

Vietnam’la sersemleyen ABD’nin sıkıntısı petrol kriziyle iyice katlanmıştır. Cetvelle çizilmiş haritanın içeriğine müdahale etme zamanı çoktan gelmiştir. Arap dünyasına ilk kama Mısır-İsrail Antlaşması ile sokulmuş, ardından Suudi Arabistan ve körfez ülkeleri üzerinden yürütülen manevralarla petrol krizinin yinelenmemesi güvence altına alınırken; ucuz petrol çağı açılmıştır.

Enerji alanındaki sayısız güncel seçeneğe karşın petrol Batı emperyalizminin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir. Yeryüzündeki hemen tüm hesaplar petrol yataklarının güvenliğinin sağlanması üzerinedir. 2003’te Bağdat’a giren ABD askerlerinin akla gelebilecek hemen her şeyin yağmalanması karşısındaki duyarsızlığının tek ayrıcalığını Petrol Bakanlığı verilerinin korunması olduğu unutulmasın!

Bölgesel olarak Arap ve İslâm dünyası ama toplamda insanlık daha fazla trajedi yaşamayı gerçekten istemiyorsa 45 yıl önceyi anımsayarak petrol karasını insanlığın yüz karası olmaktan çıkartma göreviyle karşı karşıya olduğunu fark etmelidir.

Petrol 45 yıl önce olduğu gibi bugün de emperyalizme diz çöktürecek bir önemli silahtır. Emperyalizmi petrolsüz bırakmak onu soluksuz bırakmaya eşdeğer bir değerli eylem olarak başvurulmayı bekliyor. Petrol vanası kapatıldığında ne top, ne tüfek ne de akıllı füzelerin hükmü olmadığı anlaşılacaktır.

Bölgenin tutsaklığına petrol vanası son verebilir!…
==========================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Sayın Dr. Ceyhun Balcı‘nın bu önemli derlemesi, yakın tarihe ışık tutarken günümüze de bağlamakta ve güncel Ortadoğu karanlığının anlaşılmasına katkı vermektedir.

Türkiye’nin, bu çooook çetrefil ve belalı – kanlı coğrafyasında son derece ustalıkla yönetilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki, 2002’den bu yana izlenen taşeron politikalar ülkemizi büyük ölçüde zora sokmuştur.. AKP’nin dış politikasının sürüdürülebilir yanı yoktur.

24 Haziran 2018 yaşamsal seçimlerinde bu ehil olmayan kadrolardan Türkiye mutlaka kurtulmak zorundadır..

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

19 Mayıs 1919 – TARİHTEN BİR KESİT

19 Mayıs 1919 – TARİHTEN BİR KESİT

Konuk yazar : G. Filiz Tuzcu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Bir gün sonra 19 Mayıs 1919“,  Aziz  Türk Milletinin kapkara yazgısını değiştiren, Milleti karanlıklardan – esaretten – çaresizlikten çekip çıkaran, onlara  özgür bir vatan ve aydınlık bir gelecek armağan eden  Büyük Atatürk’ün kahramanca başlattığı Kurtuluş Savaşı Destanımızın” başladığı “o hayırlı – o muhteşem – o güneşe giden günün” kutlu ve mutlu 99’uncu yıl dönümü…

Biz Türkler için yaşamsal derecede önemli  bu gün vesileyle “tarihi bir hatırlatma yapmak“, bir tarihçi olarak boynumuzun borcudur diye düşündük; şöyle ki,  Büyük Atatürk,  sadece işgalci dış güçlere – yani dünya kaynaklarını gasp eden, aç gözlü – saldırgan – zalim ve zorba emperyalist devletlere karşı savaşmamıştır; O, söz konusu bu emperyalistlerin  “toprak vaatleriyle” kandırarak, kışkırttığı, silahlandırdığı ve  maşa gibi kullandıkları Greklere ve Ermenilere karşı da savaşmıştır;

Aynı zamanda O, yüzyıllarca Türk Milletinin sırtından geçinmiş, göz kamaştıran bir saltanat sürmüş, ancak karşılığında Türk Milletini aşağılamış, ezmiş, sömürmüş, cahil, yoksul ve çaresiz bırakmış olan Osmanlılara karşı da savaşmıştır… İşte bu husus son derece önemlidir.

Çünkü 1918’de Osmanlı padişahı, hanedanı, onların devşirme yöneticileri, devlet adamları vs…, kendilerine yüzyıllarca sadakatle – ölümüne bağlı olan, emeğiyle, kanıyla, canıyla hizmet eden Türk Milletine hiçbir biçimde sahip çıkmamış, hatta padişah Vahdettin daha da ileri giderek Türklerin ellerinden silahlarını toplamış ve Türkleri tümüyle korumasız bırakarak,  aynı cellâtlarına teslim edilen koyunlar gibi “Türklerin,  hiçbir direnme göstermeden, sessizce – uysalca işgalci düşmanlara teslim olmalarını” emretmiştir!  Düşmana teslim olmayıp da, ailesini, şerefini, namusunu, canını kurtarmak için mücadele eden Türkleri ve Türk Milli Güçlerini ise, “asi – çapulcu – eşkıya – celâli” ilân eden padişah, onların katledilmelerini emretmiş, padişah ve İstanbul Hükümeti düşman güçlerle birlik olup,  Türklerin elini kolunu bağlama  ve onları cezalandırma yoluna gitmiştir!

Bir başka deyişle Büyük Atatürk, maddi, manevi ve askeri yönden güçlü – oldukça donanımlı – küstah ve zalim “Türk düşmanlığı ortak paydasında buluşmuş” olan bu üç güce karşı aynı anda savaşmak zorunda kalmıştır:

1. Emperyalist Dış Güçler,

2. Emperyalistlerin ülke dışında ve içinde yer alan gayrimüslim ve Müslim işbirlikçile-ri; Grek ve Ermeni taşeron orduları, Grek ve Ermeni patrikhaneleri, silahlı çeteleri, gizli örgütleri, yerli azınlık grupları, yabancı okul idarecileri, misyonerler vs…

3. Osmanlı padişahı Vahdettin, hanedanı,  Osmanlı devlet adamları, devşirme Osmanlı yöneticileri ve onların kışkırttıkları “İslâm Görünümlü” bazı yerli tarikatlar…

Önemle hatırlatmak isteriz ki; tarihten günümüze “Türk düşmanlığı ortak paydasında buluşan bu üçlü şer grubu“, her zaman ve her koşulda tam bir işbirliği içinde hareket edegelmişlerdir… Ve bu unsurlar, çok üzülerek bildirmek zorundayız ki,  Türk Devletlerinde “yönetimi ele geçirerek“,  Türkleri her zaman yönetimden bertaraf etmeyi (dışlamayı) başarmışlardır!

Söz konusu bu unsurlar, bir tek Büyük Atatürk’ü “Türk Devlet Yönetiminden” bertaraf edememişlerdir ve onun için Ona  amansız bir düşmanlık beslemektedirler… Halâ… Çünkü onlar, Büyük Atatürk’ün ölümsüz olduğunu, Asil Ruhunun bizlerle yol gösterdiğini,  Onun bizim gönüllerimizde yaşamaya devam ettiğini gayet iyi bilmektedirler.

Onun içindir ki Büyük Atatürk bize şu yaşamsal vasiyette bulunmuştur: “Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamla-rın kanındaki ve vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmektenhiçbir zaman geri kalmasın. (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk – Söylev, Cilt 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 811.)

Evet, tarihten günümüze Türk Milleti, başının üstüne dek çıkaracağı“, başına kral – padişah – devlet yöneticisi yapacağı insanı – insanları maalesef iyi incelememiştir! Maalesef  çoğu zaman yalnız görünüşe – görüntüye, boş sözlere ve boş vaatlere kanmıştır!

Türk Milleti tarihten günümüze, hiçbir zaman “önyargılı, ayırımcı – ırkçı” olmamıştır; tarih Türklerle ilgili böyle bir olgu kayıt etmemiştir;  tersine, pek çok tarihsel kaynak Türklerin ne denli insancıl olduğunu, fazilet erdem) ve ahlâki değerlere sahip olduklarını, savaşta bile kadınlara, çocuklara, yaşlılara, yaralılara asla dokunmadıklarını, hatta onlara yardımcı olduklarını; öbür milletlerle kıyaslandıklarında Türklerin yabancılara  karşı olağanüstü hoşgörülü, cömert ve konuksever olduklarını kayıt altına almıştır. 

(Bunların aksini söyleyenlerin sözleri tümüyle siyasal  ve iftira amaçlıdır, yani tarihsel ve  bilimsel değildir.)

Ancak “aşırı derecede iyimserlik – herkesi kendinden zannetme – hoşgörü ve kucakla-ma“, devlet yöneticisi seçerkenyani vatanını, şerefini, canını, geleceğini emanet ederken, elbette ki geçerli bir davranış biçimi değildir! Akıl ve tarih bilimi devreye girmelidir. Bu can alıcı noktada elbette Büyük Atatürk’ün yaşamsal vasiyeti”  kulağımıza küpe olma-lıdır.

Dünyada tüm milletler, soyuna – ırkına – diline – dinine – atalarına sımsıkı sarılırken, hatta öz değerlerini büyük bir duyarlıkla, gözbebekleri gibi  korurken, biz neden böyle davran-mayalım! Biz Türkler, böyle davranmadığımız için çok kez, çok çok ağır bedeller ödedik…

Türkler Milli Kimliğine sahip çıkmasın diye, en doğal hakkımız olan “milli kimliğimize – soyumuza  – atalarımıza – tarihimize sahip çıktığımızda“,   hemen kripto Türk düşmanları devreye girip aaaa  ırkçılık yapmayın” gibi saçma – sapan ve aslı olmayan sözler söylerler! Bunlara asla kanmayın ve sizler onları hemen susturun, hadlerini bilsinler. Bu aynı kişi-ler, gerçekten ırkçı olan, başka milletleri kendilerinden aşağı gören, onları sömüren, top-raklarını gasp eden, onları öldürmekte sakınca görmeyen gerçek ırkçılara, asla “ırkçı” demezler, hatta onlara uşaklık ederler!

Tarihten ders almamız ve Büyük Atatürk’ün vasiyetine titizlikle, harfiyen uymamız gere-kir…

19 Mayıs ATATÜRK’ü ANMA, Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun ve tüm vatan-severlerin yolu, Atatürk’ümüzün gösterdiği o “tam bağımsız, özgür ve aydınlık MİLLİ TÜRK YOLU” olsun…

Saygılar ve Sevgiler…
===================================================
Dostlar,

Sitemizin değerli yazarlarından Sayın Güzide Filiz Tuzcu, gerçek bir yurtsever, birikimli bir aydındır. Yazılarını yayınlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz ve çok da okunuyor. Bu yazısını ne yazık ki az önce görebildik yüzlerce e-iletimiz arasından. Kendisinden ve okuyucularımızdan hoşgörü dileyerek, 1 gün gecikmeyle hemen yayınlıyoruz..

Yazan da, okuyan da, gereğini yapan da sağolsun, varolsun!

Anımsatmak istiyoruz; bu bayramın tam ve gerçek adı;

  • 19 Mayıs ATATÜRK’ü ANMA, Gençlik ve Spor Bayramı‘dır!Ne yazık ki; günümüzde TBMM başkanlığı gibi en yüksek makamlara bile Atatürk Cumhuriyeti sayesinde yükselebilmiş, gençliğinde 6. Filo’ya kol – kanat gerip karşı çıkan yurtseverlerin kanını dökmüş birileri, “Samsun’dan yola çıkan heyet..” gibi tuhaf – takıntılı söylemlerle tarih bilimini çarpıtıp vefasızlığın en acımasız örneklerini vermekteler..

Aslında merd-i kıpti şecaat arzederken, sirkatin söylemektedir..

Herkes kendine yakışanı yapmakta ve kendisini ele vermektedir.
Erdoğan yarım ağız, iğreti, “Gazi Mustafa Kemal” demekte, “ATATÜRK” sözünü ağzına almamaktadır. TBMM Başkanının açık Atatürk düşmanlığını çok iyi bilmesine ve ileri yaşına karşın 2. kez aynı göreve getiren Erdoğan değil miydi?

Yüce ATATÜRK‘ün aşağıdaki kritik uyarısını kulaklara bir kez daha küpe etmeli 24 Haziran 2018 yaşamsal seçimlerine giderken :

  • Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki ve vicdanındaki öz mayayı
    çok iyi incelemeye dikkat etmekten
    hiçbir zaman geri kalmasın.
     

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Birleşmiş Milletler çevre kararında Türkiye’nin karşıt tavrı

Birleşmiş Milletler çevre kararında Türkiye’nin karşıt tavrı

Ersin Dedekoca

Ersin Dedekoca
aydinlik.com.tr
, 18.5.2018

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

BM Genel Kurulu’nda 10 Mayıs günü yapılan oylamada, Küresel Çevre Anlaşması’nın hazırlanmasının önünü açan bir karar tasarısını onayladı. Tasarıyla ilgili oylamada yalnızca Türkiye, ABD, Rusya, Suriye ve Filipinler karşı çıktı. Oturumda 143 üye tasarı lehinde oy kullandı. Kimi üyelerin katılmadığı oylamada, İran dahil yedi ülke ise çekimser kaldı. Dünyanın ABD ile birlikte “çevreyi en çok kirleten” iki ülkesinden biri olan Çin ise tasarının lehinde oy kullandı. 193 ülkenin temsil edildiği Genel Kurul’da geçen hafta yapılan söz konusu oylamada, uluslararası çevre hukukundaki ve ilgili yasal belgelerdeki olası boşlukların belirlenip giderilmesini amaçlayan bir “çerçeve anlaşmasının” hazırlanmasını öngören bir karar tasarısı kabul edilmiş oldu.

Ülkemizin, çevrenin korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanması yolunda önemli bir karar tasarısına “ret oyu” kullanmasından hareketle, bu haftaki yazımızın konusunu, “uluslararası çevre hukuku” ve bu konudaki gelişmelere ayırdık.

ULUSLARARASI ÇEVRE HUKUKUNUN TEMEL KAYNAKLARI

Daha önce çevreyle ilgili yazılan bazı önlemlerin varlığını bilsek de, bu konudaki ilk önemli adım olarak, BM düzeyinde ve 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen “BM İnsan Çevresi Konferansı” ve bu konferans sonucu yayınlanan “Deklarasyonu” (AS: Bildirgeyi) gösterebiliriz.

Bu konferansta alınan kararların ve Stokholm Bildirisi olarak yayınlanan kuralların devamındaki bölgesel ve küresel “uluslararası çevre hukukunu” temel kaynakları olarak; Dünya Doğa Şartı (1982), Brundtland Raporu (1987), Rio Konferansı ve Gündem 21 Plânı (1992), Kyoto Protokolü (1997) ve Paris İklim Anlaşması (2015) sayılabilir.

Bilindiği gibi antlaşmalar, uluslararası hukukun olduğu kadar, uluslararası çevre hukukunun da en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Antlaşmaların yapılış ve yürürlüğü, önceleri “teamül hukukuna” göre gerçekleşmekte iken, 1969 yılında imzalanan “Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi” ile antlaşmaların tabi olacağı kurallar kodifiye edilmiştir. Yukarıda özetlemeye çalışılan süreç ile oluşturulmaya çalışılan “çevre hukuku çerçevesi” ile ilgili düzenlemeler, insanın yaşadığı çevresine vermesi olası zararları önlemeyi amacındadır. Söz konusu düzenlemelerdeki temel özellikleri aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

* İnsana sağlığının ve insan onurunun gereksinim duyduğu ekolojik bir ortamı kurmak,
* Toprak, hava, su, bitki ve hayvanları, insan müdahalesi sonucu doğabilecek zararlardan korumak,
* Doğadaki, insandan kaynaklı zarar ya da dezavantajlı durumları ortadan kaldırmaktır.

Çevreye ilişkin hukuk kuralları, ağırlıklı olarak insan merkezli bir yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın varlığı dikkate alınarak, mevcut doğal kaynakların korunması ve kirlenenlerin de iyileştirilmesi ilkesi, çevre konusunda oluşturulmaya çalışılan hukuksal düzenlemelerin başat amaçları olmaktadır.

Uluslararası çevre hukukunun gelişiminin, devletlerin egemenlik sınırları ile büyük ölçüde ilişkisi vardır. Uluslararası sözleşmelerin ne derece tanınacağı ve sınırlarının ne olacağı, devletlerin iradesine bırakılmıştır. Bu iradenin sınırları ne kadar daraltılırsa, uluslararası çevre hukukunun etkinlik alanının da o oranda genişleyeceği, izaha gerek olmayan bir gerçektir.

TÜRKİYE’NİN YAKLAŞIMI

Ülkemizin, çevre ile ilgili uluslararası düzenlemelere yaklaşımı, yakın zamana kadar genellikle olumlu ve yapıcı olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin anlaşmalar karşısındaki tutumunu aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

 

Yukarıdaki tabloda da görüleceği gibi Türkiye, küresel ve bölgesel çevre anlaşmalarına genellikle taraf olmuştur. Bu gerçeğin, Paris İklim Anlaşması dışındaki ilk istisnası, bilhassa karasularının genişliği ve deniz hukuku uyuşmazlıklarında zorunlu yargı yetkisine ilişkin düzenlemelerinden dolayı, 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi olmuştur.

PARİS ANLAŞMASI KONUSUNDA ANKARA’NIN TUTUMU

Aralık 2015’te Paris’te 200’e yakın ülkenin katılımıyla yapılan iklim konferansında, küresel sıcaklık artışının yüzyılın sonuna dek 2 C derecenin altında tutulmasını konusunda anlaşmaya varılmıştı. 2015’te imzaya açılan ve BM’in 197 üyesinden, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 196 ülke iklim değişikliğiyle mücadele için Paris Anlaşması’nın yürürlüğe girmesine onay vermiştir. Küresel karbon salınımının %40’ndan sorumlu olan Çin ve ABD ikilisinden Pekin’in onayı sonrası, tek onay vermeyen başkent Washington kalmıştı.(*) Söz konusu anlaşmayı imzalamayan ve imzalama vaadi vermeyen tek ülke ABD idi. Zaten Trump da, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildiklerini açıkladı.

BM üyesi 196 ülkeden yalnızca 28’i, Paris Anlaşması’nı kendi ulusal yasalarına dahil etmek için henüz bir taahhüt (yüklenim) vermedi. Türkiye, bu taahhüdü vermeyen ülkelerden biri.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı alması sonrası, anlaşmayı TBMM’den geçirmek aşamasında olan Türkiye, iklim değişikliği çalışmalarına maddi katkı sağlayacak olan ABD’nin çekilmesinin, anlaşmanın varlığını riske attığı görüşünde olduğunu açıkladı. Ankara’nın anlaşmaya taraf olmak için en önemli koşulu ise, oluşturulacak Yeşil İklim Fonu’ndan pay almayı güvencelemek olduğu izlenmektedir.

2020’de yürürlüğe girmesi plânlanan Paris İklim Anlaşması, ABD’nin ayrılmasına karşın iptal edilmezse, Türkiye’nin bu kez de anlaşma kapsamında oluşturulacak Yeşil İklim Fonu’ndan pay alma koşulunu öne sürüleceği anlaşılmaktadır. Türkiye, gelişmiş ülkeler sınıfında görüldüğü için ülkelerin karbon salınımlarını (emisyonu) önlemek için oluşturulacak 100 milyar dolarlık fondan pay alamamaktadır. Ankara, gelişmekte olan ülke sınıfına sokularak (Ek:2’deki listeden çıkarılarak), fon tarafından desteklenmeyi beklemektedir.

TÜRKİYE’NİN KARŞI ÇIKTIĞI SON BM ÇEVRE KARARI

İklim değişikliğiyle mücadele konusundaki Paris Anlaşması’nın devamı niteliğindeki Küresel Çevre Anlaşması’nın hazırlanması yönündeki plâna Türkiye’nin, ABD, Rusya, Suriye ve Filipinler ile birlikte karşı çıkması, çok beklenen bir tavır değildi. Söz konusu plân, geçen Eylül ayındaki BM Genel Kurulu oturumunda, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından dile getirilmişti.

Karara karşı Washington’un duruşu beklenen biçimde gerçekleşti. Anılan BM Genel Kurulu kararı ile yürürlüğe giren Küresel Çevre Anlaşması yaşama geçirildiği takdirde, tüm çevre haklarını tek bir belgede toplayan ve yasal bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası mutabakat  (uzlaşma) olacaktır.

Kanımızca Ankara’nın bu tavrı, iç politikada aksi söylemlerde de bulunulsa, Washington’un açtığı kulvarda yer almanın bir başka boyutudur ve ülke imajı için hiç de yerinde bir duruş olmamıştır.

Özün özü: Dış politika ve ekonomi politik her zaman tutarlılık ister; aksi halde ülke algısı “yalancı çoban”a döner..

(*): Küresel ısınmanın baş sorumlusu görülen “sera gazı” emisyonundaki ilk sekiz ülke ve aldıkları paylar: Çin (20,1), ABD (17,9), AB (12,1), Rusya (7,5), Hindistan (4,1), Japonya (3,8), Brezilya (2,5) ve Kanada (1,9).
===============================================
Dostlar,

Sayın Ersin Dedekoca‘ya teşekkür ederiz bu çok kapsamlı düzenleme için. Çevre sorunlarını bu sitede biz de sıklıkla işlemekteyiz. Unutulmaması gereken en temel kuralların başında, Doğa’nın biz insanlara gereksinimi olmadığıdır.

  • Bizler Doğaya yük olduğumuz gibi, onu bir “fahişe” gibi kullanmaya da kalkıyoruz!

Oysa Doğa yasalarını bilimsel yöntemlerle aydınlatmak ona hükmetmek için değil, birlikte barış içinde yaşamak (peacefull co-existence, co-existence pacifique) için olmalıdır.

– Doğa’nın sonsuz olmadığı, tersine “sonlu” olduğu,
– geri tepeceği ve
– hesap soracağı da….

akıldan çıkarılmamalıdır. İnsanoğlunun gidebileceği bir başka gezegen bulunmuş değildir. Oysa merhum Fizikbilimci Stephan Hawkings, en geç 1000 (bin) yıl içinde bir başka gezegende daha yaşamaya başlamamızın zorunlu olduğunu ısrarla vurgulamaktaydı.

Yapılacak işlerden ilki yaşam biçimimiz gözden geçirerek çok daha tasarruflu, en az enerji tüketen – doğaya en az yük, yani karbon ayak izi en küçük kılacak yaşam biçimi sürdürmektir. Buna ek olarak yersiz ve çok hızlı – akıl dışı nüfus artışını frenlemek,

  • HER AİLEYE ÇOCUK ilkesini hızla yaşama geçirmek olmalıdır.

Enerji kaynakları olarak fosil yakıtları ve nükleer enerjiyi bir yana koyup; YENİLENEBİLİR enerji kaynaklarına yönelme zorunluğu da özellikle vurgulanmalıdır.. Güneş ve rüzgâr enerjisi giderek öne çıkarılmalıdır.

Son olarak; kalıcı küresel barış için etkin ve adil bir ULUSLARARASI HUKUK DÜZENİ
zorunludur.

Küresel Egemenler, gelişmekte olan ülkelerin haklarına ve Doğa’ya içtenlikli saygılı ve denkser (hakkaniyetli) olmalıdır

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

19 Mayıs 1881’in 125. Yılına Armağan : EMPERYALİZM TÜRKİYE’den NE İSTİYOR?

19 Mayıs 1881’in 125. Yılına Armağan : EMPERYALİZM TÜRKİYE’den
NE İSTİYOR?

Dostlar,

12 yıl önce, 2006’da, ADD Genel Başkan Yard. iken Viyana‘da bir konferans vermiştik.
ADD Avusturya Şubeleri kurucu başkanı dostumuz Sn. Erol Güçlü’nün çağrısı ile o ülkede idik. Erol bey ve arkadaşları inanılmaz bir özveri ile çalışmaktaydılar.

AKP iktidarı Türkiye’nin başına bir küresel proje ile getirilmişti 3 Kasım 2002 seçiminde. 57. Koalisyon hükümetinin 2 ortağından MHP Genel Başkanı Bahçeli durup dururken (!?) ortaklıktan çekilmiş, Başbakan Ecevit’in “has” (!?) adamlarından Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem CHP’den ayrılmış ve süregelen ağır 2001 ekonomik bunalımı ortamında erken seçime gidilmişti.

AKP yeni kurulmuş, programı dışarılarda yazılmış, bir an önce misyonuna koşulmak istiyordu. Öyle de oldu, seçmen, ekonomik bunalıma tepki ile %34 dolayında oy ile TBMM’nin 2/3’üne yakın sandalyesini, -seçim sisteminin de azizliği ile- bu çiçeği burnunda partiye vermişti. AKP, Erdoğan önderliğinde Türkiye’yi hızla dönüştürmeye başlamıştı. Biz 2004 Haziran’ında merhum Ertuğrul L. Kazancı ile ADD yönetimini almış, Genel Başk. Yrd. görevini üstlenmiştik. 2 yıl olup biteni halkımıza anlatmaya çabaladık konferanslarla vb. çabalarla. 2006 Haziran’ında biz de Genel Başkanlığa aday olmuştuk ancak yurt içi ve dışı Aydınlanma çalışmalarımızı sürdürüyorduk.

Bu bağlamda Viyana‘da idik seçim kampanyası sürerken. Ulusun dikkatini çekmek isitiyorduk

  • EMPERYALİZM TÜRKİYE’den NE İSTİYOR??

Kapsamlı bir power point yansısı demeti (yansı sayısı 125’i aşkın) hazırlamıştık ve dolaşıp anlatıyorduk.. Mustafa Kemal ATATÜRK, kendi doğum gününü “19 Mayıs” olarak sevinçle kabul etmişti. 19 Mayıs 1919’un 87. ama gerçekte Mustafa Kemal’in doğumu 19 Mayıs 1881’in 125. yılında idik ve bu ince espriye de gönderme yapmak için bu konferansı 125. yıla adadık..

Dosyayı indirmek için lütfen tıklar mısınız??

19_Mayis’in_125._Yilina_Armagan_Emperyalizm_Turkiye’den_Ne_Istiyor_VIYANA_konf.

 2006 verilerini günümüzle karşılaştırma olanağı da bulunabilir böylelikle..
Ekonomide duvara nasıl dayandık adım adım…

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Erdoğan seçimi kaybedecek çünkü

‘Erdoğan seçimi kaybedecek çünkü…’


AKP’nin kurucu üyelerinden eski milletvekili Abdüllatif Şener 24 Haziran seçimlerine giden süreci, ekonomideki gidişatı ve cumhurbaşkanı adaylarını değerlendirdi.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/977799/_Erdogan_secimi_kaybedecek_cunku…_.html 17.5.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye ekonomisinin çok kötü durumda olduğunu ifade eden eski milletvekili Abdüllatif Şener, milli paranın değer kaybetmesinin ekonominin barometresi olduğunu söyleyerek;

  • Milli paranın değer kaybetmesi demek uluslararası ticarette, ekonomik ilişkilerde rekabet edemiyorsunuz, ihracattan çok daha fazlasını ithal ediyorsunuz, bunun neticesinde milli geliriniz gerekli düzeye çıkamıyor ve diğer ekonomik göstergeleriniz de bozuluyor demektir.” dedi.

Ekonomideki bu durumun 24 Haziran seçimlerine yansıyacağının altını çizen Şener, Politikyol’dan Pelin Teymur’a verdiği röpotajında; ekonomideki sıkışıklığın bütün vatandaşlara yansıyacağını bu durumun da Erdoğan’ın seçimi kaybetmesine neden olacağını söyledi.

Doların yükselişiyle beraber ekonomide ciddi bir kriz söz konusu.
Sizce ekonominin gidişatı ne yönde olacak ve bu durumun seçime etkisi nasıl olacak?

Açıkça görüyoruz ekonomi uzunca bir süredir Türkiye’de kötü yönetiliyor. Ekonomiyi kurallara göre yönetmesini bilmeyen, gerekli önlemleri almasını bilmeyen, Türk ekonomisinin dinamiklerini harekete geçiremeyen bir iktidardan söz ediyoruz. Düşünebiliyor musunuz sürekli milli para değer kaybediyor. Bu durum ekonominin barometresi gibidir, ekonominin nereye gittiğini gösterir. Küresel rekabet gücünü kaybettiğini gösterir ekonominin. Milli paranın değer kaybetmesi demek uluslararası ticarette, ekonomik ilişkilerde rekabet edemiyorsunuz, ihracattan çok daha fazlasını ithal ediyorsunuz, bunun neticesinde milli geliriniz gerekli düzeye çıkamıyor ve diğer ekonomik göstergeleriniz de bozuluyor demektir. Gerçekten Türkiye ekonomisi böyle bir noktada. Son dönemlerde de bildiğiniz gibi bir taraftan cari açığın artması, bir taraftan dış borçların artması nedeniyle dış açıkta büyük problemler ortaya çıktı.

  • 1 yıl içinde 220 milyar dolar bulmak zorunda Türkiye. Bunu bulamadığı takdirde bu krizdir ve bütün sektörleri derinden etkileyen sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Şu anda sıcak para bulma sıkıntısı var mı?

Zaten Türkiye’de cari açık döviz sıkıntısına yol açıyor ve bu nedenle de dolar sürekli yükseliyor. Yabancı parayı bir mal gibi düşünebilirsiniz. Bir mal piyasada kıt hale gelirse, yani talep arzdan fazla hale gelirse, o malın fiyatı yükselir. Döviz de öyledir.

Dövize çok ihtiyacınız var. Neden?
Dış borcunuz çok, dış borç ödemeniz var. Ayrıca ithalat fazlanız var. İthalatı karşılayabilmeniz için de dövize ihtiyacınız var. Türkiye’nin döviz talebi o kadar yüksek ki bunu karşılamakta
zorluk çektiği için dövizin değeri sürekli artıyor
. Bu dış dengeden kaynaklanan bir hadisedir ve sürdürülemez bir şeydir. Belli bir noktaya geldiği zaman bütün göstergeleri topyekun bozacak şekilde patlar.

  • Yani ülke krize doğru gidiyor. Bana kalırsa zaten krize giden ekonomiyi gördüler onun için hemen 24 Haziran gibi çok erken tarihte seçim kararı aldılar. Seçimi kazandıktan sonra kriz çıkarsa “Önümüzde 4-5 yıl var, toparlarız, millet batırdığı parayı, işyerini, çektiği acıyı unutur.” diye düşündüler. Bütün taktik bundan ibaret.

Soru : AKP seçimi kazansa bile yönetilemez bir tablo olduğu söyleniyor.
Bu nedenle tekrar bir seçimin gündeme gelebileceği konuşuluyor.

AŞ : Seçim sonrası biliyorsunuz Türkiye’de rejim değişmiş oluyor. 16 Nisan referandumunun
bazı maddeleri yürürlüğe girmişti, seçim sonrası diğerleri de girecek. Başbakanlık kalkacak, cumhurbaşkanı hükümetini kuracak. Cumhurbaşkanının kuracağı hükümet, eski parlamenter sistemdeki hükümete benzemeyecek. O hükümette yetkili tek bir kişi olacak o da cumhurbaşkanı. Bakan denilen kişiler parlamenter demokrasideki bakanlar kadar etkili ve güçlü olamayacak. Onlar sadece cumhurbaşkanının hükümetinde, cumhurbaşkanının değişik konulara bakan sekreterleri gibi olacaklar. Böyle bir ortamda hükümet üzerindeki parlamento denetimi de ortadan kalkacak. Parlamenter demokraside hükümet kurulduğu zaman Meclis’ten güven oyu alamazsa hükümet kurulamaz. Ancak cumhurbaşkanının kuracağı hükümetin güven oyuna ihtiyacı yoktur. Hükümeti kurdum bitti diyecek. Parlamenter demokraside Meclis bir bakana gensoru verdiği zaman, düşürdüğü zaman o bakan artık bakanlık yapamazdı. Şimdi Meclis’in bir bakanı düşürme yetkisi olmayacak. Meclis, hükümete güvensizlik oyu verdiği zaman hükümet değişirdi şimdi Meclis’in o yetkisi de olmayacak. Hatta bir milletvekilinin Meclis kürsüsünden bir bakana soru sorma hakkı da olmayacak. Dolayısıyla 24 Haziran’dan sonra kazanan cumhurbaşkanının hükümeti Türkiye’yi yanlış idare ettiğinde,

  • Türkiye’yi kuzeyiyle, güneyiyle, doğusuyla, batısıyla ülkeyi savaşa soksa, her gün her mahalleye bin tane cenaze gelse bu hükümeti değiştirecek bir mekanizma sistemin içinde yoktur.

İstikrar diyorlar ya bunların istikrarı böyle bir istikrar. Dolayısıyla ben ekonomi çok kötü duruma gelecek, hükümet düşecek diye bir şey beklemiyorum.

  • Ne pahasına olursa olsun Tayyip Erdoğan, Türkiye ekonomik krizden dolayı mahvı perişan olsa bile, işsizlik ayyuka çıksa, iş adamları batsa, çiftçi açlık sınırının altına düşse bile
    iktidarı bırakmaz.
    Onun için önemli olan iktidarda kalmaktadır.
  • Böyle kötü bir ekonomik tablo ortaya çıkarsa zamana oynayacaktır. Seçimi bir kere aldım, cumhurbaşkanı oldum, Meclis benimle uğraşamaz diye zamana yayacaktır. Ekonomi bir kere
    dip yaptıktan sonra, vatandaş da bu ekonomiye alıştıktan sonra yavaş yavaş toparlanmaya başlayacaktır. Üç-dört sene içinde belli bir noktaya gelecektir. Ondan sonra da yeni nokta yeni seçim olacaktır.
  • O yüzden bu seçimler ölüm kalım meselesi. Ülke ya var olacak ya yok olacak.
    Türkiye’nin normalleşmeye ihtiyacı var. Normalleşmenin bir tek yolu vardır;
    kendini çok yetkili görüp hiç sorumlu görmeyen bu iktidar yapısının değişmesi

Ekonomideki bu durum seçimden önce etkisini gösterir mi?

Şu anda etkisini göstermeye başladı zaten. Önümüzde 40 güne yakın bir süre var. Ve bu süre çok zor geçeceğe benziyor. Mesela Dolar 4 TL iken 4,50 TL oldu. Neresinden bakarsanız bakın korkunç bir artış var. İthalat yapan tüccar dışarıdan yüksek dövizle getirdiği malı içeride kaça satacak? Zaten kâr marjları düşmüşken bu kez iç piyasada bu ürünleri satma zorluğuna düşecek.
Bütün sektörler can çekişecektir. Fabrikalar pahalı maliyetler yüzünden ürün satamayacaktır,
bu fabrikalar iflas edecektir, kapanacaktır. Artık insanlar ticaret yapmayacaktır. Esnaf dükkanının kirasını ödeyemeyecektir. Bütün gelir grupları sıkışacaktır. Bu sıkışıklık elbette iktidarda olanların algısını vatandaş gözünde sürekli bozacaktır. Bu durum da oya yansıyacaktır.

  • Öyle zannediyorum ki neticede Sayın Erdoğan seçimi kaybedecektir.

Erdoğan’ın “Milletimiz tamam derse kenara çekiliriz” sözlerini
nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yaptığı açıklamaya ben çok önem vermiyorum. Kaybederse ne olur? Ben birçoklarının zannettiği gibi köşesine çekileceğini ya da yurt dışına gideceğini sanmıyorum. O, elinde tuttuklarıyla mücadeleye devam eder. Yani Meclis’te partisi var ve onun genel başkanı.
Onu bir güç olarak elinde tutacaktır ve mücadelesine devam edecektir.

Meclis çoğunluğu muhalefete geçecek mi sizce?

Evet bence geçecek. Cumhurbaşkanlığı seçimleri henüz ortada olsa bile, şu anki siyasi tablodan görünen şey, muhalefetin seçimlerde Meclis’te çoğunluğu sağlayacağı yönündedir.

HDP barajı geçecek mi?

HDP’nin barajı çok rahat geçeceğini düşünüyorum.
Ama HDP’nin herhangi bir kazaya uğramamak için çok çalışması gerektiğini de düşünüyorum.

Muhalefetin cumhurbaşkanı adaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Adayların hepsine baktığımızda hepsinin kendi seçmen kitlesi olduğunu görüyoruz.
İlk turda herkesin kendi seçmen kitlesine hitap edecektir. Cumhurbaşkanı seçiminde belirleyici olan ikinci turdur. Erdoğan 2. tura kalacaktır onun dışında ya Meral Akşener ya da Muharrem İnce ikinci tura kalabilir diye bakıyorum. Ancak çok sürpriz yaparsa Demirtaş da ikinci tura kalabilir. Olmaz olmaz diye bir şey söyleyemeyelim. Bu takdirde 2. tur önemli hale gelecektir.
Genel olarak Türkiye’ye hitap eden, her kesimden oy olan, hatta AKP’deki Tayyip Erdoğan’ın arkasındaki mutsuz seçmenden de oy alabilecek bir adayın 2. turda olması önemliydi. Bu açıdan analiz edildiğinde ben sorunlar olduğunu görüyorum.

Yani öyle bir aday profiline ulaşılamadı mı sizce?

Evet, bence ulaşılamadı ama her şeye rağmen içinde yaşadığımız koşullar
Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime gireceğimiz umudunu canlı tutuyor.

Son olarak gündemdeki İsrail sorununu nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP dışarıda ve içeride farklı tavır mı sergiliyor?

Sayın Erdoğan, ABD ile stratejik ortak olduğunu defalarca söylemiştir. Bu çok önemli bir hadise. Ortadoğu’daki politikalarda ABD ile stratejik ortak iseniz siz aynı zamanda İsrail ile de stratejik ortaksınız demektir. Bakın daha önce PYD’nin sınır güvenlik birimi oluşturması ile ilgili ABD tarafından yapılan bir açıklama üzerine, ABD’ye yönelik olarak çok yüksek tonda eleştiriler yaptı Sayın Erdoğan ve hükümeti. ABD’ye dünya kadar söz söyledi sonra Afrin’e girdik. Sonra arkasından Trump’ın o dönemki Dışişleri Bakanı Tillerson geldi, onunla 3,5 saat baş başa görüşme yapıldı. İçeri tercüman bile alınmadı. (AS: Dışişleri Baknı Mevlit Çavuşoğlu çeviri yaptı..) Ne konuştular kimse bilmiyor. Arkasından yine Amerika’ya kızdığı bir dönemde ABD ile stratejik ortak olduğunu teyit etti.

İsrail ile anlaşmaların iptal edilmemesi, gerçek anlamda İsrail’i rahatsız edecek hiçbir politikanın ortaya konulmaması, Mavi Marmara anlaşmasında İsrail’in bütün tezlerinin kabul edilmesi ve Suriye politikasında İsrail stratejilerine uygun bir politika izlenmesine bakıldığında Sayın Erdoğan’ın ABD ve İsrail ile stratejik ortaklığını sürdürdüğü görülmektedir.
==============================================
Dostlar,

Çok öğretici bir söyleşi. Cumhuriyet‘e teşekkür ederiz.
Sayın Abdüllatif Şener, AKP’nin kurucu ilk çekirdek kadrosundaki birkaç kişiden biridir. Uzun yıllar siyasette kalmış ve Erdoğan’dan önce Bakanlık yapmıştır. SBF mezunudur ve Maliye Doçentidir. Alanında bilimsel birikimi yeterlidir. AKP’nin usulsüzlüklere yönelmesi nedeniyle Başbakan Yardımcılığı görevini bırakabilmiştir! Gerekçesini böylece kamuoyuna açıklamış ve sonraki yıllarda da doğrultu tutarlığını sürdürmüştür.

Bize göre, CHP tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilebileceklerden biriydi. Dileriz şimdi CHP’de vekil adayı olabilsin. Yarın, 20 Mayıs 2018 günü belli olacak liste.

Sayın Şener, TV programlarında açıkladığı üzere, AKP=RTE tarafından engellenerek herhangi bir üniversitede akademik göreve dönmesi, Maliye hocası olması ve bu süreçte profesörlük derecesi kazanması yolu kapatılmıştır. Türkiye’deki 200’e yakın üniversiteden hiçbiri, AKP= RTE’nin “korkunç” (!?) olabilecek gazabını göze alamamakta ve Şener ağır biçimde, fiilen ve giderilmesi (telafisi) olanaksız biçimde cezalandırılmaktadır. 

Erdoğan’a geçen hafta Londra ziyareti sırasında da Şener hk. soru sorulmuş ve çok değersizleştirici, hiç adam yerine koymayan bir yanıt vermişti. Sn. Şener, RTE’nin bu tutumunu son derece “vefasız” olarak nitelemiş, “..üzerinde çok emeğim var, Başbakan olmasını ben sağladım, siyaseti bilmiyordu… oysa O’nun benim üzerimde hiç emeği yok..” demişti.

Sn. Şener’in değerlendirmeleri önemlidir, çünkü, deyim uygunsa, RTE’nin ciğerini bilmektedir.
****
Öte yandan, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eski basın danışmanı Ahmet Sever, “Kapalı Kapılar Ardındaki Siyasi Sırlar – İçimde Kalmasın – Tanıklığımdır” kitabında Cengiz Çandar’la yaptığı söyleşiye de yer verdi ki bir zamanlar en ateşli/azılı AKP=RTE yandaşıydı. AKP=RTE gemisi batarken, gemiyi terk eden tayfalardan –haydi “farelerden” demeyelim– fer-yatlar, çığlıklar, itiraflar yükselmekte. Bunlardan biri Bay Çandar’dı ve hazin hazin döktürüyor:

  • “Zalim olma kapasitelerini fark etmedim. Akıl almaz derecede yalancı olabileceklerini aklıma getirmedim… Müslümanlığın asgari ahlak ölçülerine sahip olmak gerektiğini varsaydığım için akıl almaz derecede yalancı olabileceklerini aklıma getirmedim. (…) 
  • Bugün Türkiye’nin başında bulunan bazı insanlara ve en başta ‘Tek Adam’ olarak ortaya çıkan şahsa dair yanılgılar yaşamış olduğum da bir gerçek. Mevcut iktidar mensuplarının, ‘derin devlet’ denilen ve ömrüm boyunca karşısında mücadele etmeye çalıştığım yapıya bu kadar kolay teslim olabileceğini, onun bir parçası haline geleceğini, açıkçası, düşünemedim.. O başörtülülerin bir bölümünün bugün ne kadar insafsız, vicdansız, benim gibilerin karakter katlinde ne kadar ön aldıklarını görerek

    Kendine bir akıl hocası tutmaya ne buyurursun Bay Çandar!?? Ayrıca; farelerin batan gemiyi terk etme zamanı geldi galiba.. sizi gidi uyanıklar! Günah çıkarma zamanı değil mi, yaşamın sonbaharında İsveç diyarlarından. Sizin gibileri ne tarih, ne insanlık vicdanı… bağışlayacak!

Öte yandan, 15,5 yıldır kesintisiz – tek başına ülkemizi yöneten ve günümüzdeki ağır bunalıma sürükleyen AKP=RTE kadrolarını artık bu halk “bir güzel” tanıdı. Takke düştü ve kel göründü!

Bu acı veren tablonun sorumlularına bir daha yetki vermek değil HESAP SORMA zamanıdır.

Sevgi ve saygı ile. 19 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kişi başına gelir 2002’de 5900 dolardı

Kişi başına gelir 2002’de 5900 dolardı

Ege CANSEN
SÖZCÜ, 17 Mayıs 2018 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

İktisadi konularda yazan veya televizyonlarda yorum yapan “ölçme bilmez” mümtaz kişileri ikaz ediyorum. Hem 2017’de GSMH %7.3 büyüdü hem de AKP iktidarının ilk 6 yılında kişi başına milli gelir 3 katına çıktı diye konuşmayın veya yazmayın. Birinci cümlede geçen %7.3 büyüme “sabit TL” ile yapılan hacimsel ölçmedir. İkinci cümlede geçen 3 katına çıkma “cari dolar kuru” ile yapılan bir hesaplamadır.  Ya birini ya da diğerini kullanın. Daha doğrusu büyüme oranlarını “cari dolar kuru” ile hesaplamayın. Bu yanlıştır. Bilerek böyle konuşmak ise yalancılıktır.

DOLAR ORADAYSA HESAP BURADA

Resmi rakamlara göre 2017 yılı itibarıyla, Türkiye’de kişi başına milli gelir cari dolar kuruyla, kabaca 10 600 Amerikan Doları’dır. Yurdumuzda sürekli ikamet eden ve iktisadi faaliyete, dolayısıyla milli gelir yaratılmasına katkıda bulunan mülteci sayısı da 3.5 milyon dolayındadır. Bildiğim kadarıyla kişi başına milli gelir hesabında bu mülteciler nüfusa dahil edilmiyor. Halbuki mülteci veya vatandaş herkes milli gelirden pay aldığına göre, doğru sayıyı bulmak için “kişi başına milli gelir” hesabında, paydaya 3.5 milyon mülteci eklenmeli ve nüfusumuz 84.3 milyon kabul edilmelidir.

Şimdi 2002 hesabını birlikte yapalım: Türkiye’nin toplam milli geliri 15 yılda (2002 hariç 2017 dahil) “yeni seri” denilen resmi hesaplara göre %129 artmıştır. Aynı dönemde mülteciler dahil nüfusumuz %27 çoğalmıştır. Dolayısıyla kişi başına milli gelir 1.8 katına çıkmış veya %80 artmıştır (2.29 bölü 1.27 eşittir 1.8). Muhasebe ilkelerine göre (değişim doğru algılansın diye) geçmiş yıllara ait rakamlar son yılın fiyatına getirilir. Yani 2002 yılının kişi başına milli geliri de 2017 yılının doları ile ifade edilmelidir. Türkiye’nin 2017’de 10 600 $ olan kişi başına milli geliri, 15 yıllık artış kat sayısı olan 1.8’e bölünürse, 2002’nin kişi başına milli geliri bulunur. Bu da 5 888 dolardır.

ORTA GELİR TUZAĞI

“Türk ekonomisi, orta gelire hızlı geldi ama oradan ileri gidemiyor” şeklinde konuşmak moda oldu. Bu ifade de yanlıştır. Türkiye zaten orta gelir düzeyinde bir ülkeydi, halen de aynı yerdedir. Yukarıda sunulan hesaba bir ek yapayım. 2000’li yılların başında kişi başına milli geliri 4-5 bin Dolar (2017 fiyatlarıyla 6000 $) dolayında olan ülkelere “orta gelirli” denirdi. Bugün bu rakam 10 bin Dolardır. Bizimle kıyaslanabilecek Latin Amerika veya Doğu Avrupa ülkelerinde de bizdekine benzer gelişmeler olmuştur. Mal ve para hareketlerinin serbestleştiği yıllarda orta gelişmiş ülkelere sıcak para girişi artmıştır. Bunun sonucunda o ülkelerde devalüasyon oranı, enflasyonun altında kalmıştır. Bu durum cebirsel olarak “cari kurdan” yapılan milli gelir tercümelerinde, reel milli gelir artışından yüksek büyüme rakamları çıkmasına neden olmuştur. Burada mucize falan yoktur. Ayrıca bilinsin ki, önümüzdeki yıllarda da gelişmekte olan ülkeler, milli gelirlerini hem reel hem de nominal olarak gelişmiş ülkelerden daha yüksek oranda artıracaktır. Bu bebeklerin çocuklardan, çocukların da gençlerden hızlı boy atması gibi tümüyle normal bir durumdur.

Son söz: Dolarla büyüdüğüne inanıyorsan, küçüldüğüne de inan.
===========================================

Dostlar,

Erdoğan hep kişi başına ulusal geliri 3500 Dolardan aldıklarını ve 3 katına  eriştirdiklerini söyleyip duruyor. İşin iktisat matematiği açısından çözümlemesi yukarıda. Yetkin Ekonomist Sn. Cansen çok net olarak bu artışın 15 yılda salt 1,8 kat olduğunu, yani Erdoğan’ın şişirdiğinin yarısı olduğunu ortaya koyuyor.

Bir boyut daha var dikkate alınması gereken : O da ülke borçlarının nereden nereye geldiğidir. Erdoğan’ın AKP’si Kasım 2002’de iktidar olduğunda Türkiye’nin toplam dış borcu (kamu + özel) 230 milyar $ idi. Günümüzde ise 250 milyarı özel sektörün, 450 milyarı da kamunun olmak üzere toplam 700 milyar $ ülke borcu vardır. Bu rakam, 2018 sonunda erişebileceğimiz toplam ulusal gelire çok yakın olabilir. 2017 sonunda 850 milyar $ dolayında GSYİH sağlanmıştı. Dolar’daki muazzam değerlenme, daha doğrusu TL’deki dayanılmaz erime sonucunda 2018 sonunda 2017 sonu ulusal gelir rakamını bile yakalayamayabiliriz yüksek olasılıkla. Ulusal gelir, artan gelir dağılımı adaletsizliğine karşın 15 yıllık tek başına AKP iktidarında salt 1.8 kat büyümüş, ancak Türkiye’nin toplam borcu 700/230 = 3+ kat büyümüştür.

TÜİK verileriyle 26 milyonu aşkın insan yoksulluk sınırının altındadır (Mayıs 2018).

Yine TÜİK verileriyle gençlerde işsizlik Türkiye ortalamasının 2 katıdır; % 20,8!

2018 içinde 185-190 milyar $ ödenmesi gereken kamu + özel sektör borcu, yaklaşık 55 milyar dolar da (artmazsa!?) cari açığın finanse edilmesi gerekmektedir. 240 milyar Dolardan az olmamak üzere sıcak – nakit döviz gereksinimi söz konusudur. Erdoğan geçtiğimiz hafta apar topar, uluslararası finans baronlarının üssü Londra‘ya neden gitmiştir? Küresel patronlarla ne konuşulmuş, neyin pazarlığı yapılmıştır, bilmiyoruz.. Ekonomideki ağır yangının hiç olmazsa seçime dek 1 ay hafifletilmesi / ertelenmesi AKP = Erdoğan için yaşamsal önemdedir. Üstelik uğruna katlanılmayacak ödün olmaksızın!.. Ne var ki bu ödünler ülkemiz için “beka sorunu” doğurabilecek nitelikte olabilir. “Millete beka” diye lütfedercesine saçma sloganlarla açılıp – saçılan MHP – Bahçeli ne buyururlar acaba Cumhur ittifaklarının ortak CB adayı Erdoğan’ın bu girişimleri hakkında??

  • Erdoğan, 2002 ayarlarına mı dönmekte / döndürülmektedir??Bu arada bir gündem sakızı daha yakalanmış görünüyor.. Filistin’deki kırım ve Kudüs sorunu.. Öylesine acımasız sömürülüyor ve kamuoyunda algı yönetimi yapılıyor ki tarifi olanaksız! Yenikapı’da yarım milyonluk (?!) zorlama miting, hemen her cümlede kullanılan “asla” sözcükleri.. ağır duygusal tonlar, Ramazan iklimi, bol Arapça dualar.. ABD-İsrail’e çatmalar..

    Sevgi ve saygı ile. 18 Mayıs 2018, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TOBB Başkanı : Davalarda haksız çıkıyorduk…

[Haber görseli]

TOBB başkanı ‘engel kaldırmış’:
Davalarda haksız çıkıyorduk…

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Beşinci kez Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) başkanı seçilen Rifat Hisarcıklıoğlu
“İş ve yatırım ortamı önündeki engelleri tespit edip hükümetimizle birlikte kaldırdık.” dedi.

2001’den bu yana TOBB Başkanlığını sürdüren Hisarcıklıoğlu, TOBB 74’üncü Genel Kurul konuşmasında istihdam maliyetlerinin düşürülmesini ve

  • iş sağlığı ve güvenliği mevzuatının işveren lehine değiştirilmesini sağladıklarından

söz ederek;

“Büyük sıkıntı yaşadığımız bir başka alan, yargı sistemiydi. Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda işveren %99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Aylar, hatta yıllar süren davalar, artık günler-haftalar içinde çözülüyor. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclis’imize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.” dedi.

‘Zorlaştırmayın, kolaylaştırın’

TOBB başkanı şöyle konuştu: “Kültürümüzde güzel bir söz var: ‘Zorlaştırmayın, kolaylaştırın.’
Biz de iş ve yatırım ortamı önündeki engelleri tespit edip, hükümetimizle birlikte kaldırdık.

  • En çok şikâyet ettiğimiz konu olan, istihdam maliyetlerinin düşürülmesini sağladık.
  • İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, KOBİ’lerimize büyük yükler getiriyordu, bunları kaldırttık.

Mesleki yeterlilik konusunda da hemen inisiyatif aldık. 81 ilde üyelerimize tehlikeli mesleklerde sınav ve belgelendirme hizmeti verdik.”

Arabuluculuk koşulu

‘Dava şartı olarak arabuluculuk’ kurumunu da ilk kez uygulamaya koyan kanuna göre, düzenlemede yer alan uyuşmazlıklarda dava açmadan önce arabulucuya başvurulması zorunlu kılınıyor. Bu kapsamda yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacak. Arabulucuya başvurma zorunluluğu için alacak veya tazminat isteminin iş ilişkisinden kaynaklanması gerekecek.

İşçi kıdem, ihbar gibi tazminat ve fazla mesai, yıllık izin gibi ücret; işveren de alacak ve tazminat kalemleri için dava açmadan önce arabulucuya başvuracak.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/977131/TOBB_baskani__engel_kaldirmis___Davalarda_haksiz_cikiyorduk….html 17.5.18 -17.5.18, Cumhuriyet

================================================
Dostlar,

YEREL – KÜRESEL SERMAYENİN EMEK DÜŞMANLIĞI AYNI İLKELLİĞİYLE SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ??

Bu bağlamda yazılıp söylenecek öyle çok şey var ki..
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, ülkemizde öteden beri tartışılan İŞ KAZALARI – MESLEK HASTALIKLARI sorununa çözüm için adeta tepkisel olarak çıkarıldı. 30 Haziran 2012’de aşamalı olarak yürürlüğe kondu. Tüm çalışanlara düzenli iş sağlığı – güvenliği eğitimleri başlatıldı….

Sanayiden ya da değil tüm işyerlerinde ilke olarak İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ / ÇALIŞAN SAĞLIĞI BİRİMLERİ oluşturulması hedeflendi. Kamu işyerleri de içinde olmak üzere. Ne var ki bu hüküm 3 kez ertelendi ve 2020 yılına ötelendi. Kurallar epey gevşetildi işveren yararına.. Dolayısıyla İş Sağlığı Güvenliği göstergelerimiz perişan!

Meslek hastalıklarına tanı konamıyor.. Örtük – saklanan salgın sürüyor.. En son 2016 verisiyle 597 meslek hastalığı tanısı elde. Oysa 29 milyonu bulan resmi istihdam için, uluslararası yazına (literatüre) göre yıllık en az binde 4 insidens (yeni tanı) hızı ile 116 bin meslek hastalığı tanısı konması bekleniyor!

İkinci temel gösterge İŞ KAZALARI.. Çalışma ve SG Bakanlığı ile gönüllü kuruluş İş Sağlığı – Güvenliği Meclisi (www.guvenlicalisma.org) farklı rakamlar veriyor. Doğallıkla anlaşılabileceği gibi Bakanlık hep “çok eksik” saptama yapıyor!? Adı geçen Meclis’in 2017 sonu verisi 2006 İŞ CİNAYETİ’dir! AKP’li 15,5 yılda 21 022 iş cinayeti!

  • Emekçiler, ağır “bildik” sömürüye ek olarak, devr-i post-modernitede (KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm çağında) sermayeye KAN ve CAN VERGİSİ ödemektedir! Çıplak gerçek bu-dur!

TOBB başkanı, “sermaye sınıfı” temsilcisi olarak “işini yapmakta“. Yüzünde gülücükler esiyor..
Ne var ki, emek örgütleri ülkemizde bölük – pörçüktür. Kayıt dışı istihdam en iyimser 1/3 düzeyinde iken, kayıt içi çalışanların yaklaşık %12’si sendikalıdır. TÜRK-İŞ, DİSK‘e ek olarak AKP döneminde HAK-İŞ‘in hormonlu olarak büyütüldüğü bildirilmektedir.. Gene de bu %12’nin yaklaşık yarısı toplu sözleşme yetkisi olan sendika üyeleridir. Bir başka anlatımla, 21. yy.’ın şafağında Türkiye’de emekçilerin (salt 4857 sayılı İş Yasası kapsamında olanlar!) %94-95’i emeklerinin karşılığını işverenle toplu pazarlığa, greve konu edinme olanağından yoksundur. Oysa işveren yüksek oranda ve monoblok, kaya gibi örgütlüdür; TİSK! Ayrıca, bay Hisarcıklıoğlu’nun 17 yıldır başkan olarak kazık çaktığı TOBB…

Türkiye işvereni, küresel sermaye ve taşeron siyasal iktidarlar elbirliği (ittifakı) ile yabanıl (vahşi) ve hızlı özelleştirmelerle ülkemizde geldiği yer, sağladığı “başarı” (!) ile övünebilir!

  • Çalışanların kan ve can vergisi ile EN ÇOK (MAKSİMUM) KÂR ve
    SERMAYE BİRİKİMİ’ne devam öyle mi?!

Sürdürülebilir mi? Hiç sanmıyoruz.. Maksimum kâr, yerini yeni bir uzlaşma ile “makul (reasonable) kâr” a bırakmak zorundadır.. 1760’lardan bu yana (1. Sanayi Devrimi) benzer birçok kırılma, dönüşüm örnekleri belleklerde ve tarihte kayıtlıdır.

İktidar ise iş cinayetlerini “.. bu işin fıtratında var..” diyerek en ilkel biçimde kabul ettirme, hatta meşrulaştırma çabasındadır. Başlıbaşına bu ilkel tutum, ülkemizdeki emekçi cinayetlerinin temel nedenidir! Oysa UN-ILO (Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü) verilerine göre

  • Meslek hastalıkları %100, iş kazaları ise en az %98 önlenebilir niteliktedir. 

Üstelik üretim maliyetlerinin %5’ini aşmayan harcamayla.
Üstelik, iş sağlığı – güvenliği giderlerinin işverence vergiden düşülmesi olanaklıyken..

Gerçekte ise işveren, söz konusu %5 maliyeti bütünüyle topluma yansıtmakta; ulusal kaynaklar verimsiz ve insancıl olmayan biçimde israf edilmektedir.

İş mahkemelerinin kuruluş, görev, yetki ve yargılama usulünü düzenleyen 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 25.10.2017 günlü ve 30221 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. 01 Ocak 2018’de yürürlüğe giren İş Mahkemeleri Yasasının 3. maddesi ile yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacaktır.

Öte yandan, ZORUNLU ARABULUCULUK dayatması Anayasaya açıkça aykırıdır!

İş uyuşmazlıklarında dava şartı olarak arabuluculuk, Anayasa’nın 2., 36. ve 49. maddelerine aykırıdır.

Hak arama hürriyeti
Madde 36 – Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

TOBB’un uzatmalı başkanı açıkça itiraf ediyor; iş davaları mahkemelerde %99 aleyhimize çıkıyor ve uzuyordu ama zorunlu arabuluculukla hem lehimize biti(rili)yor hem de tez elden sonuçlanıyor. 1 taşla 2 kuş vurmuş oluyor TOBB üyesi işverenler. Mahkemelerde yargıçları pek etkileyemediklerinden, arabulucuyu yönlendirmek daha kolaylarına geliyor. Olan emekçiye oluyor. Anayasal hakkı olan mahkemeler önünde hak arama özgürlüğü dolaylı olarak gasp edilmiş oluyor. TOBB başkanı, emekçilerden esirgenen – çalınan bu anayasal hak için iktidara teşekkür etmekte. Bizim yurdumuzun emekçisi iktidarın kendinden yana değil, sermayeden yana tutumlarını görebiliyor mu acaba?

Öte yandan, görülecek iş davalarında zorunlu arabuluculuk düzenlemesinin bir biçimde Anayasa Mahkemesi önüne götürülmesi yerinde olacaktır.. (götürülüp – götürülmediğini, sonucu bilmiyoruz??)

Ne yazık ki sermaye, günümüzde küresel ortaklıklarıyla dünden çok daha azgındır.
Siyasal iktidarları ciddi biçimde çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.
Ancak 21. yy. insanını “dün” olduğu gibi sürgit ve vahşetle sömürmek artık olanaksızdır.

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com