Etiket arşivi: Pandemi

TİP Genel Başkanı Erkan Baş: AKP, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs yaygınlaşıyor

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, Halk TV ekranlarında yayınlanan Ayşenur Arslan’ın hazırlayıp sunduğu Medya Mahallesi isimli programda bir kez daha “Kapitalizm öldürüyor, yaşamak için sosyalizm” dedi.

29 Nisan 2021, www.cumhuriyet.com.tr ve TBMM Tutanakları

TİP Genel Başkanı Erkan Baş: AKP, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs yaygınlaşıyorBir buçuk yıldır hükümetin derdinin vatandaşının sağlığını korumak olmadığını söyleyen TİP Genel Başkanı Erkan Baş, hükümetin gerçek nedeninin ise: “5000 civarına düşürmemiz gerekiyor vaka sayısını. Neye göre? 17 günde rakamları düşürelim. Haziran ayında turizmden para kazanmaya devam edelim. Yaklaşım bu. Bir buçuk yıldır iki temel dert var: 1. İktidarımız yıkılmasın, iktidarımızı koruyalım. 2. Para kazanmaya devam edelim” olduğunu ifade etti.

Erkan Baş’ın konuşmasından satır başları ise şöyle:

  • Dünyanın insanlık dışı bir sistem ile yönetildiğini insanlığın pandemiyle daha iyi kavradığını; kendi yaşamından deneyimleyerek öğrendiğini ifade ederek sözlerine başlayan Erkan Baş: “Herkes bu içinde yaşadığımız sistem; bu kadar mı kötü bir sistem, nefes alamıyoruz, deme noktasına gelmiştir. Böyle eşitsiz bir dünyaya Pandemi geldi ve bizim şanssızlığımız da pandemiye bir de AKP iktidarında yakalanmış olmak.” dedi.

  • İktidarın beceriksiz değil, kötü olduğunu ifade eden Erkan Baş: “Bu iktidar, beceriksiz bir iktidar mı? Değil! 20 yıldır koltukta oturmayı beceriyor. Bütün yandaşları zengin etmeyi beceriyor. Kendi çıkarları olan her şeyi hayata geçiriyor. Medyanın %98’ini denetim altına almayı başarıyor. Kendileri söz konusu olduğunda birçok şeyi başarabiliyor. Peki, halkın ihtiyaçları söz konusu olduğunda niye başaramıyor? Bence beceriksizlik değil bu. Kötüler. Bizi düşünmüyorlar. Bizi sevmiyorlar. Bizi önemsemiyorlar. Aslında kendileri söz konusu olduğunda baya becerikliler.” diye sözlerini sürdürdü.

“BÖYLE TAM KAPANMA OLMAZ”

  • Pandeminin başından beri TİP’in, emekçiye tam destek verilerek tam kapanmayı savunduğunu söyleyen Erkan Baş, Türkiye’de nüfusun %83’ünün çalışmaya devam edeceğini, çalışmayanların yalnızca 4 milyonluk çok dar bir alan olduğunu, tam kapanma dedikleri şeyin pandemiyi bitirmeyeceği gibi emekçiyi de mağdur edeceğini söyledi.

  • Konuya ilişkin sohbet ettiği bir esnafın, “Ben çok kriz gördüm. 55 yaşındayım. 40 yıldır bu ülkede vergi veriyorum. Bugüne kadar devletten 1 lira almadım. İlk defa Cimer’e yazdım. Ona da bir cevap gelmedi. 2001 yılında büyük krizde pek çok şeyimi kaybetmiştim. Ama umudumu kaybetmemiştim. Şimdi umudumu kaybettim” sözlerinin aslında ülkenin geldiği durumu ifade ettiğini de sözlerine ekledi.

  • Türkiye’nin dünyada pandemi sürecinde yurttaşına destek konusunda son iki ülkeden bir tanesi olduğunu, milli gelirin sadece %1’inin destek olarak ayrıldığını, fakat hükümetin en güzel becerdiği işlerden biri olan rakamlarla oynayarak yalan söylediklerini ifade eden Erkan Baş, bunun tüm yurttaşlarımız tarafından böyle bilinmesi gerektiğinin altını çizerek: “Tam kapanma şöyle yapılır. Sağlık gibi, yiyecek gibi çok kritik sektörlerde olağanüstü önlemler alarak insanları çalıştırırsınız. Hayatı durdurursunuz. İşsizlik, yoksulluk, açlık hat safhaya gelmiş. Bir pandemi krizi yaşıyoruz. Virüs sınıf ayrımı yapmıyordu.

  • Ama bunlar ne yapıyor. Virüsün bütün yükünü, işçilere, emekçilere, alın teri ile yaşayanlara yüklüyorlar. Virüsün bütün bedelini memleketin çalışanları ödüyor. Bir yılda 2427 işçiyi iş cinayetlerine kurban vermişiz. 68’i çocuk. 412’si sağlık emekçisi, 100 öğretmen önlenebilir nedenlerle hayatını kaybediyor. İş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin %96’sı sendikasız. İş yerinde sendika olmadığı için, işçinin hakkını koruyabilecek bir örgüt olmadığı için işçi canından oluyor. Sendikalaşmaya çalışan işçiler polis copuna maruz kalır, jandarmasına maruz kalır. Sendikalı olmak ya da olmamak ölüm ile yaşam arasındaki tercih haline geldi. 160 moto kurye pandemide ölmüş. Niye? Zamanla yarışıyor çünkü bu insanlar. Sekiz dakikan var. Yetiştiremezsen maaşından keserim. Akıl alır bir şey mi? Bunların hepsi önlenebilir, sorumlusu doğrudan iktidar olana cinayetler.

“ONLAR TARİKATLARA OMUZ VERİYOR;
BİZ ÖLÜYORUZ!”

AKP’nin yaptığı “lebaleb kongrelerin salgının yayılmasına etki ettiğini, gerek Sağlık Bakanı’nın gerek İçişleri Bakanı’nın sorumsuzca, tarikat şeyhlerinin kalabalık cenazelerine katıldığını dile getiren Baş şunları söyledi:

“AKP kongrelerde şov yapıyor, tarikatlara omuz veriyor! Yaptığı şey bu. AKP şov yapacak, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs salgını yaygınlaşıyor. İçişleri Bakanlığı kendi yayınladığı genelgeye uymuyor. Sağlık Bakanının daha kötü bir fotoğrafı var. Katıldığı cenaze töreninden saklanıyor. Bunların hepsi en azından taksirle ölüme sebep verme suçudur. Bunların beceriksizliğini sağlık emekçileri kapattı. Canlarını ortaya koyarak… Pandemi döneminde sağlık emekçisinin hakkını vermekten niye kaçınıyorsun? Covid-19, sağlık emekçisi açısından bir meslek hastalığı değilse nedir? Bu kadar insani değerlerden bile yoksun bir iktidar ile karşı karşıyayız…”

“BU İKTİDARIN HAYATTAKİ EN BÜYÜK KORKUSU GEZİ!”

Gezi Direnişi’ne de değinen Erkan Baş, “Bu iktidarın hayattaki en büyük korkusu Gezi’ydi. Ben o parkta ordaydım. Gezi benim hayal ettiğim Türkiye’nin, yaşanmış biçimiydi. Ast üst ilişkisi yoktu. Herkes eşitti. Gezi’den polis şiddetini çıkartın, bir tek kişinin tırnağı kanamamıştır. Yandaş müteahhitleri zengin edecekler diye doğayı katlediyorlar. Rize’nin yoksul, insanları işlerini güçlerini bırakmışlar kendi topraklarına sahip çıkmak için mücadele ediyorlar. Gezi’nin aynısı. Hala bugün Taksim’de yeşil bir alan varsa Gezi Direnişi’nin eseridir” ifadelerini kullandı.

“MECLİSTE 3’TEN ÇOK VEKİL OLSAK,
ÇOK DAHA ETKİLİ İŞLER YAPABİLİRİZ”

Ülkemizde gerçek bir muhalefet ihtiyacı olduğunu, bu boşluğu doldurmaya çalıştıklarını söyleyen Erkan Baş yurttaşlardan da şunları düşünmelerini istedi:

“Şöyle bir kaygımız var: “Bunlar nasıl olsa Mecliste üç kişi yapıyorlar, yapacaklarını” diye düşünmesin yurttaşlarımız. Şöyle düşünsünler; “mesela 23 kişi olsalar, grupları olsalar neler yaparlar” diye düşünüp TİP’i o seviyeye taşımak gerekir.

Yirmi yıldır bu iktidar bu kadar halk düşmanı politikalara karşın o koltukta hala oturabiliyorlarsa burada bir muhalefet eksikliği de vardı. Biz muhalefet şunu yapmıyor, bunu yapmıyor demek yerine ne yapılması gerektiğini göstermek istiyoruz. Önümüzdeki seçimde aşağı yukarı on milyon genç ve oy kullanmayacağını söyleyen insan var. Biz bu insanlara seçmen muamelesi yapılmasını reddederek başlıyoruz. 365 gün yurttaşsınız. Dolayısıyla siyasete 365 gün katılmalısınız. Siyaset dışına itilmiş, emekçiler, kadınlar, gençler siyasette özne olabilirlerse her şey değişir.”

Siyaset yalnızca Meclise Ankara koridorlarına sıkışacak bir şey değil. Nefes alıp vermek bile bir siyaset gerçekte. Nasıl nefes alıp vereceğimize karar veren bir kuruma siyaset diyoruz. Ne kadar asgari ücret alacaksınız, ne kadar maaş alacaksınız, nasıl bir sağlık hizmeti alacaksınız, nasıl bir eğitim hizmeti alacaksınız, nasıl bir ülkede yaşayacaksınız?.. Bunların hepsine karar veren şey siyaset. Sizin adınıza başkası karar vermesin. Siz kendi adınıza karar veren mekanizmaların içinde olun.

“EŞİTLER ARASINDA BİR DAYANIŞMA BİRLİĞİ KURALIM”

Hepimiz, kendimize akşam yattığımızda şunu soralım: Bu gidişi durdurmak için bugün ne yaptık? Ben de diyorum ki, buyurun TİP’e katılın. Ama öyle dışardan katılmayın. Bize üye olmak için zengin olmaya, servet sahibi olmaya gerek yok. Bu memleketin iyiliğini, güzelliğini istiyorsanız, emekçinin hakkını savunacaksanız bizim partimiz size açık.”

Bu iktidar şunu yapıyor: El açalım ve dilenelim, sadaka versinler bize. Reddedelim sadakalarını… Biz eşitler arasında bir dayanışma birliği kuralım.

Bu iktidarı değiştirmek için direnin! Haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı direnin! Direnenlerin yanında olun. Rize’deki direniş hepimiz adına yapılıyor. Hep birlikte bir baskı unsuru olduğumuzu hissettirmemiz gerek. Kendi kendimize sinirlenip kendi kendimize konuşmayalım. Birlikten kuvvet, ancak hareket edersek doğar… Örgütlenirsek yaşayabiliriz.”

“LAİKLİK, BUGÜN VATANDAŞIN KÜÇÜLEN EKMEĞİDİR!”

Kapanma süresince alkol satışı yasaklarına ilişkin de konuşan Erkan Baş şunları kaydetti:

“Türkiye’de laiklik, özgürlük vatandaşın küçülen ekmeği ile birebir ilgilidir. 15 yıl önce 20 yıl önce laikliği Çankaya’da, Moda’da, Karşıyaka’da viskisini yudumlamak isteyenlerin derdiymiş gibi anlatıyorlardı bize. Yoksul halk sanki laikliğe karşıymış gibi bir algı geliştirmeye çalışıyorlardı. Oysa Laiklik Türkiye’nin en temel gündemlerinden biri. Laik bir ülkede FETÖ olabilir miydi? Böyle bir cemaat, devlet içinde örgütlenebilir miydi? FETÖ’nün en temel özelliği neydi? Özel okullar, dershaneler. Burada ne yapıyorlardı? Zeki, olanağı olmayan yoksul çocukları alıyorlardı. Bu çocukları örgütleyip devletin çeşitli kademelerine yerleştiriyorlardı. Şimdi aynı sıkıntı yok mu?

Zeki bir çocuğunuz var… Paranız yoksa yalnızca imam hatibe gönderebilirsiniz. Mecbursunuz. Laiklik, bu memlekette yoksul, emekçi çocukların okuyabilmesi için önemli. Laiklik, bu memleketin tarikatların cemaatlerin eline geçmemesi için önemli. İçki tartışmasında aslında bunların yaptığı şey tarikatlara, cemaatlere omuz veriyorlar… Orda bir taban kaymasın diye. Biz dimdik karşısındayız. Kim içer, kim içmez beni ilgilendirmiyor. Mesele o değil. Mesele, iktidar, bir yaşam biçimi dayatıyor. Türkiye’de artık kırıntılarından bahsettiğimiz laikliğin ortadan kaldırılması var. Bunu kabul etmek mümkün değil.”

RUHSAR PEKCAN HAKINDA SUÇ DUYURUSU!

TİP Genel Başkanı Erkan Baş, Ayşenur Aslan’ın Ruhsar Pekcan hakkındaki sorusuna da, “AKP zenginlere hizmet için, zenginleri daha fazla zengin etmek için kurulmuş bir iktidar ve onun etrafında kümelenenlerle besleniyorlar. Sağlık Bakanı özel hastaneler zinciri sahibi. Adam para kazanmak için yaptığı işin başına geldi. Turizm Bakanı’nın oteller zinciri var. Onun başında. Milli Eğitim Bakanı’nın özel okullar zinciri var. Onun başında. Şimdi anlıyoruz ki Ticaret Bakanlığının başına da gümrük kaçakçısını getirmişler. Bilinmeyen bir şey de değil. Kadınla ilgili bürokratlarınıza yazı gönderiyorsunuz, dikkat edin dolandırıcılık yapıyor, diye. Sonra getirip Ticaret Bakanlığının başına koyuyorsunuz. Biz salı günü Ruhsar Hanım hakkında bir suç duyurusunda bulunduk. Yüksek yargı, sarayın özel hukuk işleri bürosu gibi çalışıyor. Bunu biz de biliyoruz. Ama burada bizim bir işlem başlatmamızın anlamı şudur: Savcıya sen de sorumlusun, diyoruz. Dosayalar kapatılmayacak. Yarın bir gün iktidar değiştiğinde de bu dosyalar ile ilgili işlemler yapılacak” yanıtını verdi.

  • “Ruhsar Hanım’ın kendi Bakanlığını dolandırması sürpriz değil ki. Zaten biliniyor bu, o Bakanlığa oturtanlar zaten benzer işler yaptığını biliyor. Belki de bunun için oturttular. Gizli ortakları bulmamız lazım! Bunlara ihaleyi yıkıp kaçmak isteyen birileri var gibi hissettim. Kediye ciğer teslim edilmiş burada. Kim teslim etti? Bu durum bilinmesine rağmen bunu bu göreve getirenler hakkında da suç duyurusunda da bulunmak lazım.”

“Bu devran böyle gitmez. Buna güvenip böyle pervasızca hırsızlıklar, yolsuzluklar yapanlar, küpümüzü doldurabildiğimiz kadar dolduralım diye düşüneneler büyük bir suç işliyorlar. Bizde bazı hesaplar gecikebilir. Yarına kalır ama asla yanına kalmaz. Herkes bunu düşünsün.” sözleriyle yanıt verdi.

“SESİMİZİ YÜKSELTİRSEK ONLAR GERİ ADIM ATMAK ZORUNDA KALIYORLAR”

Program biterken Erkan Baş, sözlerini şöyle sona erdirdi:

“Toplumda özgüven kırılmasının önüne geçmeliyiz. Hayal kuramıyoruz. Dünyamızı o kadar karartılar ki. Vatandaş hayal kuramaz noktaya geldi. Biz yeniden vatandaşa hayal kurduracağız. Hayal bir ufuk çizgisidir… Ulaşmak istediğimiz hedeftir. Oraya yürürken kazanacaklarımız çok önemli. İnsanın, toplumsal, kültürel sayısız ihtiyacı var… Tatil yapmayı hayal edemez hale geldik. Yurttaşın tepkisi önemli. Deneme yapıyorlar. Yurttaşın tepkisini ölçüyorlar. Ona göre pozisyon alıyorlar. Biz bu haksızlıklara, adaletsizliklere karşı yurttaşlık hakkımızı kullanıp sesimizi yükselttiğimiz zaman, onlar geri adım atmak zorunda kalıyor.”

Eğitim-Sen: Mülkiye hocası Doç. Dr. Kayıran’ın fakülteyle ilişiği kesildi

Eğitim-Sen, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın fakültesiyle ilişiğinin “haksız ve hukuksuz” biçimde kesildiğini açıkladı.

Eğitim-Sen: Mülkiye hocası Doç. Dr. Kayıran’ın fakülteyle ilişiği kesildi

ANKARA – Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın fakülteyle ilişiğinin kesildiğini duyurdu.

Kayıran’ın 2017 yılında doçentlik unvan ve yetkisi almasına rağmen, geride kalan dört yılda hak ettiği kadroya atamasının yapılmadığını ve “Dr. Öğretim Üyesi” kadrosunda çalıştırıldığını belirten sendika yaptığı açıklamada, “Hak ettiği kadro verilmediği gibi bir alt kadronun kriterleri uyarınca kendisinden ısrarla dosya istenmiş, bu dosyanın istenmesinin hukuka aykırı olduğunu iddia ederek teslim etmediği için üniversiteyle ilişiği kesilmiştir” dedi.

Doç. Dr. Meltem Kayıran

‘BÖYLE BİR UYGULAMA KABUL EDİLEMEZ’

Kayıran’ın ilişiğini kesme kararının altında imzası bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Fakülte Yönetim Kurulu’nu, Dekanlığını ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nü kınayan sendikanın açıklamasında, “Bu keyfi kararın herhangi hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Dahası, 30 yılını bilime adamış bir akademisyenin 300’ü aşkın öğrencisi ve tez danışmanlıkları varken eğitim öğretim dönemi ortasında üniversiteden koparılmasında da herhangi bir kamu yararı bulunmamaktadır. Pandemi döneminde özel sektörde bile işten çıkarmalar yasaklanmışken bir kamu kurumunda böyle bir uygulamaya gidilmesi kabul edilemez” denildi.

Tüm üniversite bileşenlerine destek çağrısında bulunan sendikanın açıklamasında şu ifadeler yer aldı:

“Bölümlerin ihtiyaç duyduğu kadroları vermeme, öğretim üyelerinin unvanlarına uygun atama yapmama ve keyfi atama-yükseltme kriterleri belirleme gibi yöntemler, üniversiteleri ve akademisyenleri baskı altında tutmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Liyakatsiz atama ve kadrolaşmalarla üniversiteleri siyasi iktidarın arka bahçesi haline getirmeyi amaçlayan, özgür bilimsel üretimin önünü keserek akademiyi içten içe çürüten bu uygulamalara karşı mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Akademik özgürlüklerin ve insan-doğa-toplum yararına üniversite mücadelemizin en yürekli taşıyıcılarından biri olan Meltem Kayıran’ı hedef alan bu hukuksuzluğu kabullenmeyeceğiz. Bu hukuksuz karar geri alınana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.” (DUVAR, https://www.gazeteduvar.com.tr/egitim-sen-mulkiye-hocasi-doc-dr-kayiranin-fakulteyle-ilisigi-kesildi-haber-1518978)
*****

Doç. Dr. Meltem Kayıran:
İnanın içim yanıyor

Mülkiye’den ilişiği kesilen Doç. Dr. Meltem Kayıran yaşadıklarını ‘İnanın içim yanıyor’ başlıklı yazıyla dile getirdi. Kayıran “Yine de ısrarla, inatla geri dönmek için elimden geleni yapacağım” dedi.

Doç. Dr. Meltem Kayıran: İnanın içim yanıyor

DUVAR – Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesiyken bir alt idari kadronun kriterlerine tabi tutulmak istenen ve fakülteyle ilişiği kesilen Doç. Dr. Meltem Kayıran, yaşadıklarını ve tepkisini bir yazıyla dile getirdi. Kayıran, “Sonuçta bugüne kadar yaptıklarım, yapmadıklarım konusunda benim içim çok rahat. Acaba benim atılma kararımı verenlerin de öyle mi?” diye sordu.

Prof. Dr. Taner Timur da yazının altına

  • “İlk kez bir yönetim kurulunun en değerli meslekdaşlarından birinin ihracına alet olacak kadar alçaldığını öğreniyorum. Yazıklar olsun!” mesajı bıraktı.

Kayıran şunları yazdı:

Değerli SBF çalışanları,

Bu Fakültenin, Mülkiye’nin, benim atılmamı Rektörlüğe teklif etmesinden dolayı içim yanıyor.. Ben bu Fakülteye 1990 yılında asistan olarak başladım. O baskıcı dönemlerde bile, bir hoca kendi asistanının atılmasını önerdiğinde bile, birçok kişi buna karşı durur, “bir insanın ekmeğiyle oynayamazsın, bu onun özlük hakkıdır” der, atılmanın önüne geçerdi. Ben SBF Yönetim Kurulunun kimsenin atılmasını teklif ettiğini hatırlamıyorum. Hatta Fakülteye hiçbir katkısı olmadığı halde sırf o vebali almamak için çok uzun yıllar boyunca Fakültede çalışmaya devam ettirilen kişiler hatırlıyorum. Şimdi, bu Fakültede 31 yıllık emeği olan ben, yoğun bir biçimde çalışırken, dönemin ortasında, bu pandemi döneminde, işten atılmalar yasaklanmışken apar topar, hızla, nasıl alındığı belli olmayan bir Yönetim Kurulu kararıyla, 3-5 kişinin imzasıyla nasıl ve neden atıldığımı anlayamadığım için, Fakültem benim atılmamı istermiş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışıldığı için içim yanıyor, ağırıma gidiyor.

Benim atılma gerekçemde “dosya sunamadığı” gibi bir ibare yer aldığı için içim yanıyor. Kriterler tartışıldığı, benim onları karşılayamadığım yolunda tartışmalar yapıldığı için… Oysa ben hem yayın aşamasıyla hem sözlü sınavıyla Maliye alanının uzman jüri üyelerinin oybirliğiyle, takdir ve övgüleriyle doçentlik sınavını vermiş bir öğretim üyesi olarak bir alt idari kadronun kriterlerine tabi tutulamayacağımı yazarak istenilen dosyayı vermedim. Vermediğim bir dosya üzerinden kriterleri karşılayıp karşılamadığım neden tartışılmış Yönetim Kurulunda?

Fakültedeki çalışma arkadaşlarım çok üzüldüğü, benim Fakülte için önemimi anlatmak üzere yazılar yazmak, bölüm görüşleri oluşturmak zorunda bırakıldıkları için içim yanıyor. Bilimsel çalışmaları, dersleri yerine bunlarla uğraşmak zorunda bırakıldıkları için içim yanıyor…

İdari personel olarak çalışan arkadaşlarım üzüldüğü için, benim atılmama ilişkin birçok işlemle uğraşmak zorunda bırakıldıkları ve ortada kalan dersler için düzenleme yapacakları, bunlar için fazladan mesaiye katlanmak zorunda kalacakları için içim yanıyor…

Dönemin ortasında 300’ü aşkın lisans öğrencisi yüz üstü bırakıldığı için, onlar çok üzüldüğü, sevdikleri, saydıkları bir hoca olarak onlara bu durumu açıklayamadığım, onların gözünde SBF haksız- hukuksuz bir yer olarak göründüğü için içim yanıyor. Son dersimde vize sorularını çözerken “aslında buradan şu konuya bağlayacaktık, aslında bu konuları sonda değerlendirecektik, .. buralar da yarım kaldı ama mutlaka benim yerime dersinizi tamamlayacak hocanız bunları size anlatacaktır” derken içim yandı… Yüksek lisans seminer öğrencime, doktora tez öğrencilerime durumu açıklamaya çalışırken içim yandı. Bir üniversite hocasının, bir doçentin, öğrencilerin gözünde bu şekilde itibarsızlaştırılması karşısında onlara akademinin itibarını savunmaya çalışırken içim yandı…

Ben akademiyi, akademik çalışmanın ne demek olduğunu, akademik etiği, bilimsel merakı, bir akademisyenin nasıl itibar sahibi olduğunu beni yetiştiren Korkut Boratav, Bilsay Kuruç, Taner Timur, Cem Eroğul, Sina Akşin, Baskın Oran, Özhan Uluatam, Alâeddin Şenel, Ömür Sezgin, İzzettin Önder, Mümtaz Soysal, Yavuz Sabuncu, Cem Somel, Oğuz Oyan ve burada adını sayamadığım diğer birçok hocamdan öğrendim. Onlardan öğrendiğim şeylerden taviz vermeden çalışmalarımı yürüttüm. Bilimsel çalışmanın bilimsel merak üzerine ve insan, toplum, doğa yararına yapılması gerektiğini öğrendim; kimin nasıl koyduğu belli olmayan kriterlere uygun puanlar almak, atılmamak için değil… Bilimsel üretimin üniversitenin tüm bileşenleriyle kolektif emeğin ürünü olduğunu öğrendim; rekabeti hiç anlayamadım…

Araştırma görevlilerine meslektaşlar olarak gereken saygının gösterilmesi gerektiğini, bir araştırma görevlisinin asıl işinin kendisini geliştirmek olduğunu öğrendim, yaşadım. Asistanlığım boyunca bana bir kez bile kâğıt okutulmadı, ben de hep aynı şeyleri savundum ve uyguladım.

Akademik unvanlara değil de kişinin alanındaki uzmanlığına güvenilmesi ve saygı duyulması gerektiğini öğrendim.

Unvan almak, yükselmek üzere hiç bir plan yapmadım. Puan veya maddi karşılığı olmayan o kadar çok çalışma yaptım ve yapmaya devam ediyorum ki… Eğer atılmama karşı oluşan tepkinin büyüklüğünü, hakkımda yazılan yazıları anlayamıyorsanız buralarda arayın.

Örneğin 5 yıl boyunca saygın bir dergi olan Mülkiye Dergisi editörlüğü yaptım. Kaç puan ediyor, doçentliğime yarar mı, diğer çalışmalarımı engeller mi diye bir an bile düşünmedim. Bir editör gelen bir makalenin uygun hakemlere gönderilmesinden ve son kertede o yazının yayınlanıp yayımlanmayacağına dair kararın objektif bir şekilde alınmasından sorumludur. Ben bununla kalmayıp her makaleyi ince ince okuyarak noktasına virgülüne kadar düzelttim. Yeni nesil “profesörlerin” yazılarına bile ret kararı verdiğimiz oldu.

Örneğin üniversitelerin tahrip edilmesine yol açacak yasa tasarılarına karşı yazılacak raporlar için akademik sorumluluğum gereği gecemi gündüzüme katarak çalıştım. Bunlarda ne ismim yer aldı, ne de bir puan aldım.

Örneğin derslerimi büyük bir özenle hazırladım her seferinde. Sınavın da öğrenme sürecinin bir parçası olduğunu öğrendiğimden; yazmadan, anlatmadan, analiz etmeden olmaz diyerek, her sınavda yüzlerce kâğıt okuyarak, hep adil olmaya çalışarak bu son sınava kadar bir kez bile test yapmadım. Bu dönem de sınava ek olarak daha birçok şey yapacaktım derste ama… Attılar!…

Sonuçta bugüne kadar yaptıklarım, yapmadıklarım konusunda benim içim çok rahat. Acaba benim atılma kararımı verenlerin de öyle mi?

Şu anda üniversitelerin benim öğrendiğim, savunduğum, yaşatmaya çalıştığım üniversiteden çok farklı olduğunun farkındayım. Fakat yine de ısrarla, inatla geri dönmek için elimden geleni yapacağım. Yani bu bir veda değil. Ama siz yine de, öğrencilerimden birisinin vedalaşırken söylediği gibi, “hakkınızı helal edin!”

* Bu yazı, son derece politik bir metindir. İş güvencesini, akademik ilkeleri, demokratik yönetimi, insan toplum doğa yararına üniversiteyi savunmaktadır.

Taner Timur’un mesajı :

  • “Üzülmeyin” diyorsun; tamamen haklısın sevgili Meltem; zaten aslında bir akademisyen için iftihar vesilesi olacak “atılma” nedenlerini de anlatmışsın; ama senin için olmasa da, Mülkiye’mizin düştüğü bu rezil duruma gerçekten üzülüyorum. Ben Menderes devrini de, bütün darbeleri de yaşadım. Çok haksızlıklara, çok zulme uğradık ve aramızdan bir çok işbirlikçi de çıktı; fakat ilk kez bir yönetim kurulunun en değerli meslekdaşlarından birinin ihracına alet olacak kadar alçaldığını öğreniyorum. Yazıklar olsun!
    ================================


 

 

 

Bilim Kurulu Ne Yapmak İstiyor?

Uzm.Dr.Mustafa TORUN

Dr. Mustafa TORUN
(Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı, TTB Kurultay Delegesi)

17 Nisan 2021
Bilim Kurulu Ne Yapmak İstiyor? – Haber2021

Ünlü bir türkümüz var.. Türkü sevenler çok iyi bilir. Muhlis Akarsu Ustamızdan alınma, Sivas Kangal türküsü…

EY SEVDİĞİM SANA ŞİKAYETİM VAR
NE SEVDİĞİN BELLİ NE SEVMEDİĞİN
BEN DE BİR İNSANIM BİR CANIM VAR
ZALİMSİN OY HAİNSİN OY NEDEYİM OY

Sevgili dostlar,

Toplumu ilgilendiren her konu -buna şu günlerde yaşadığımız PANDEMİ de dahil- siyasetten soyutlanamaz ve siyasetsiz açıklanamaz.

“Ben siyasete bulaşmam, siyasetle işim olmaz, ben bilim insanıyım yalnızca ‘Bilim Kurulu’ üyesiyim…” deyip, işin içinden ne denli sıyrılabiliriz?

Elbette KORONA ile ilgili alınan kararların perde arkasını bilemeyiz. Yalnızca, alınan kararlar sır gibi saklandığından, kestirim yapabiliriz. İleride bu konunun ayrıntısı yazılıp çizilecektir.

Gelelim konumuza.. Bırakın bağımsız, siyaset ve partiler üstü kurumları; her şey maalesef tek bir otoritenin verdiği kararlarla olmaktadır. Buna ne derseniz deyin!.. Durumu dağdaki çoban bile bilmektedir.

Bu durumu ve yukarıdan alınan kararları onaylamak için kimi meslektaşlarımız, yandaş gazeteciler ile yandaş TV’lere çıkarak yapılan mücadelenin doğruluğunu ve alınan kararların isabetliliğini, yönetimin ne denli doğru bir öngörüye sahip olduğunu ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar.. Hatta daha ileriye giderek aşılamada bile önde olduğumuzu belirtmektedirler.. Yazık ki ne yazık!..

Oysa olağanüstü koşullar yaşamaktayız. Aydın ve bilim insanı namusumuzu hiç unutmadan, dar bir çevreye değil, halka hizmet ve halka doğruları açıklamak gibi bir görevimiz vardır. Bu temel olguyu hiç unutmamalıyız.

Bilim tarihi, gelecekte aydın ve bilim insanı sorumluluğumuza değinerek bizden söz etmelidir. Yoksa teslimiyetçiliğimizi ve korkaklığımızı da elbette bir gūn yazanlar olacaktır.

Bilim insanları, bu koşullarda elbette sapmadan, eğilip bükülmeden doğru ile uzlaşarak hareket etmelidir.

Bağımsız gözüken ama bilindiği gibi siyasetin buyruğunda olan bilim kurulumuzdaki (Danışma Kurulu) arkadaşlarımız, meslektaşlarımız maalesef cesur davranmayarak mevcut iktidara, pardon otoriteye teslim olmuşlardır.

Umarım ve dilerim ki bu olumsuz davranışlarından çok geç olmadan, en kısa sürede vazgeçip, halkı doğru bilgilendirerek gerçek bilim insanı sorumluluğuna kavuşurlar..

Gün korkusuz, cesur, özgür ve halkı doğru aydınlatmayı görev olarak önümüze koymuştur. Bundan kaçamayız.

Salgın nedeni ile her gün iki Soma faciası yaşanmaktadır!

Bu ölen insanlardan kim sorumlu olacaktır? Yanlış yapılırsa, bunu yapan dostlarımız da olsa eleştirmemiz onları sevmemizdendir.. Lütfen artık gerçekleri söyleyerek adınızın önünde salt  “Dr.” unvanı kalarak ayrılın…

Sevgili Nusret Fişek hocamızın kemiklerini sızlatmayın!..

OLAĞANÜSTÜ KOŞULLAR YAŞASAK DA, BU DURUM VE KOŞULLAR ELBETTE BİTECEKTİR. ÜLKEMİZDE ER YA DA GEÇ, SONUNDA BİLİMİN AYDINLIĞI KARANLIĞI YENECEKTİR.

Sözümüzü türkümüzü söyleyerek bitirelim. Bu tūrkū anlattıklarımızı ne kadar da güzel ifade ediyor..

ESKİ GÜNLER HAYALİMDEN GİTMİYOR
DÜN DEDİĞİN BUGÜNKÜNÜ TUTMUYOR

Sevgilerimle..

Varyantlar ve aşılar Türkiye için ne anlama geliyor?

author

Unutmamamız gereken, pandemi tarihinin aynı zamanda aklın, bilimin, vicdanın da tarihi olacağı, olması gerektiği. İnsanların önlenebilir ölümlerle yaşamlarını kaybetmelerine neden olanların ise sorumluluklarından sıyrılamayacakları bir hafızayı oluşturmak hepimizin görevi.

Pandemi tüm dünyada yeni bir evreye girdi. Türkiye’de ise hızlı artış kontrolsüz bir dalgayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Yönetimin göz göre göre ısrar ettiği tedbirsizlik ve plansızlık, Türkiye için faturayı ağırlaştıran faktörler. Türkiye’de başka bir kaygı da varyant virüslerin yayılması. Mutasyonlar, çeşitli virüs tiplerini oluşturmuş ve bu virüslerin de etkileri birbirinden farklılaşmaya başlamış durumda.

Aşılar tüm dünyada hızla yapılmaya devam ederken, bir yandan da varyantların aşıların koruyuculuğuna ve gücüne etkisi de tartışılır hale geldi. En fazla konuşulan varyant B.1.1.7 varyantı. Aralık ayında Birleşik Krallık’ta bulunan varyant %50 daha fazla enfekte etme kapasitesine sahip. Dünyada yaygın hale gelen bu virüs tipi, birçok ülkede %40 – % 60 seviyesinde artık tüm enfeksiyonların büyük bir çoğunluğunu oluşturmakta. Aşıların bu varyanta karşı etkililiği hem şirketler hem de ülkelerin gözlemsel çalışmaları ve laboratuvar incelemeleri sonucunda netlik kazanıyor. Bu varyant, baskın virüs biçimi olmasına rağmen, şansımız, birçok aşının etkinliğinin bu varyanta karşı halen kabul edilebilir seviyelerde kalması. Bunun bir örneği, İngiltere’de uygulanan adenovirüs aşısının ağır hastalıklar ve ölümleri neredeyse %90 oranında azaltmış olması. Bir aşının varyant üzerindeki etkisi derken ne kast ettiğimizi biraz açıklayalım.

Herhangi bir aşıyı olduğumuz ya da virüsle karşılaşıp hastalandığımız zaman vücudumuz belli koruma mekanizmalarını oluşturuyor. Bu bağışıklık mekanizmalarından bir tanesi vücudun ürettiği antikorlar. Bu antikorların bir kısmı nötralize eden antikorlar yani virüse bağlanıp onun etkinliğini ortadan kaldıran etmenler. Bir aşının etkinliğini konuşurken aşı olmayan insanlarla karşılaştırıldığında aşı olanlarda hastalıkla karşılaşma ve semptom gösterme oranının ne kadar düştüğünü belirtiyoruz. Yani bir aşı %95 etkili ise aşı olan birisinin semptomlu hastalık ile karşılaşma oranı % 5’e düşüyor. Bu düşüşteki etkenlerden bir tanesi bahsettiğimiz nötralize eden antikorlar. Bir aşı nötralize eden antikor yarattığında bir sonraki virüsle temasta vücut virüsü etkisiz hale getirebiliyor. Ancak virüsün değişimi sonucunda başka bir varyant olması ve bağışıklık sisteminden kaçabilmesi ihtimali de var. Birleşik Krallık’ta bulunan varyant, bu anlamda nötralize antikorlardan kaçamıyor. Bu sebeple de aşıların etkisi bu varyanta karşı devam ediyor. Bilim insanlarını kaygılandıran başka bir varyant B.1.351 olarak da adlandırılan ve Aralık ayında Güney Afrika’da bulunan varyant, İngiltere’deki varyanttaki bazı mutasyonların yanında onda olmayan mutasyonlar da içeriyor. Bu mutasyonlardan bazıları, virüsün insan hücresine bağlamakta kullandığı S proteininde. Bu değişimler, virüsün hem hücreye daha etkili girmesine hem de bağışıklık sisteminde oluşan antikorlardan kaçabilmesini olanaklı kılıyor. Bu anlamda, virüsün önceki formlarına karşı aşılanmış ya da önceki virüs biçimleri ile hastalanmış kişilerin oluşturduğu antikorlar, bu varyantla karşılaştığında kişiye bir avantaj sağlamıyor ya da daha düşük bir koruma sağlıyor. Birçok aşının etkisi Güney Afrika varyantına karşı düşüş gösteriyor. Hatta bazı aşıların %50 ila %70 arasında etkinlik kaybına uğradığını gösteren çalışmalar ortaya çıkıyor. Bu, pandeminin gidişatı ve Türkiye için ne anlama geliyor?

Her iki varyant da dolaşımda

Türkiye’de yeterli genetik dizin analizi yapılmamasına rağmen İngiltere’de bulunan varyantın çok yüksek seviyede olduğu, aynı zamanda Güney Afrika varyantının da dolaşımda olduğunu görebiliyoruz. Değişimlerin etkisi hastalığın daha hızlı yayılması, daha fazla kişinin hastaneye yatması, ağır hasta sayısının artması, ve maalesef ölümlerin artması olarak toplumlara yansıyor. Türkiye için de bir istisna mevcut değil. Türkiye’deki aşılama stratejisi, inaktif aşı üzerinden belirleniyor ve zaten bu aşının da iki doz yapıldığı kişi sayısı henüz toplumun % 9’u. Bu anlamda toplumda yeterli bir bağışıklık tepkisi oluşmuş değil, bunun yanında inaktif virüs aşısıyla aşılanan kişilerde Güney Afrika varyantına karşı korumanın düşük olabileceğini söyleyebiliriz. mRNA aşıları yapılmaya başlandı ancak bu yeterli seviyede değil dolayısıyla toplum bağışıklığını etkileyebilecek bir faktör olarak Türkiye’de mRNA aşılarından konuşamıyoruz. Dünyada, aşılanan kişilerin ağır hastalık ve ölümlere karşı korunduğunu, aşılamanın herhangi bir tip aşıyla da olsa pandeminin etkilerini azaltmak için elimizde bir imkan olduğunu belirtmekle beraber, aşılanan bireylerin zahiri bir güvenlik duygusuyla toplumsal hareketlilikleri artırması, Türkiye’de olduğu gibi yeterli tedbir, aşılama ve planlama olmadan bir normalleşme sürecinin ortaya çıkması gibi durumlar, daha genç bireylerde virüsün yayılmasını ve varyantların yüzdesinin hızla artmasını beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de de yaşıyor olduğumuz benzer bir durum var. Yeter aşılama olmadığında varyantların yoğunluğu artacak ve bu yoğunluk içinde İngiltere varyantı aşılarla baskılansa bile Güney Afrika varyantı kendini daha başat şekilde hissettirecek olabilir. Bu da aşılama stratejisinin değiştirilmesini gerektirecek, yeterli aşılama yapılsa bile toplumda hâlihazırdaki yayılım devam ettiği sürece, yeni varyantların etkilerine karşı geliştirilecek yeni aşıların da kullanılması gerekliliği ortaya çıkacak. Aşı tedarik mekanizmasında büyük sıkıntılar çeken Türkiye, yeni jenerasyon aşıların tedavi ve uygulanmasında da bu zorlukları yaşayabilir. Bunun da ötesinde, toplum bağışıklığına ulaşana kadar geçecek sürede her gün 50.000’in üzerinde vaka ile karşılaşan Türkiye, çok kısa bir sürede çok yüksek hastalanma oranına ve maalesef yüksek ölüm oranlarına sahip olacak. Aşılama ile pandemi bitirme stratejisi Türkiye için uzak bir hedef gibi görünüyor. Bunun yanında toplumsal tedbirlere muhtaç olduğumuz bu süreçte onların da gerektiği gibi yerine getirilmediğini görüyoruz.

Tam kapanmaya başlanmalı

İşin bilimsel kısmı bize bunları söylerken, ne yapılması gerekir sorusuna çok net yanıtlar aslında pandemi sürecinde dünya pratiklerinden öğrendiğimiz cevaplar olarak verilebilir. Toplumsal yayılmayı önleyecek uygulamaların yaşama geçirilmesi, vaka sayıları kontrolden çıktığında tam kapanmanın kontrollü ve insani bir şekilde yapılması, evde kalanlara ekonomik desteğin verilmesi ve kimsenin yaşamını idame etmede zorlanmaması, hastane ve sağlık kapasitesinin yeterli seviyeye getirilmesi ve koruyucu ekipmanları yeterli seviyede uygulanması, bunlar yapılırken bilimsel verilerin şeffaflıkla açıklanması ve bilim insanlarının, meslek örgütlerinin, sürece dahil olması gereken herkesin yerel yönetimler üzerinden bölgesel pandemi mücadelesine entegre olması, yayılma dinamiklerinin net bir şekilde belirlenip önlemlerin bölgesel ve belki de mikro ölçekte yayılım dinamikleri üzerinden alınması, aşılamanın hızlandırılması, toplumda güvenini yitirmiş salgın yönetimine karşı güven tazeleyecek ve inandırıcılık yaratacak uygulamaların yaşama geçirilmesi gerekmekte. Ancak son bir senede Türkiye’de pandemi yönetimine baktığımızda bunların gerçekleşmeyeceğini söylemek çok zor değil. Pandemi, tüm dünyanın çoğu zaman çaresiz kaldığı bir süreç. Bilimsel çalışmaların geliştirdiği aşılar, tedavi yöntemleri, toplumsal tedbir metotları, virüsü anlamlandırma ve onunla mücadele etmek için geliştirilen teknolojiler gibi katkıların yanında; siyasi yönetimlerin başarısızlıkları, keyfi uygulamalar, çifte standartlı ve ekonomi öncelikli adımlar, pandemiyi ve bilimsel gerçekleri reddetme eğilimi, meslek örgütlerinin süreçlere dahil edilmemesi gibi uygulamalar kazanımlarımızı elimizden alıyor.

Yapılması gereken, virüsün daha fazla değişmesine ve elimizdeki aşı teknolojilerinin etkisini azaltmasına yer vermeyecek şekilde hızlı olarak yayılımın azaltılması yoluna gitmek ve bunu da en insani ve demokratik bir tam kapanma ile başlatmak gerektiğini düşünüyorum.

  • Artık bir ölüm kalım durumu haline gelen pandemide, bilimi ve halk sağlığını önceleyen kim varsa ses çıkartmalı ve sürece müdahil olmalı.

Türkiye için gelinen süreç büyük bir başarısızlığı beraberinde getirdiği için, yönetim ve bilim kurulu süreçte geri plana çekilip yorum yapmamayı ya da suçu virüs mutasyonlarına veya halka atmayı tercih ediyor. Önümüzdeki birinci görev pandeminin büyümesini, yaşam kayıplarını, virüsün yayılımını önlemek. Fakat unutmamamız gereken, pandemi tarihinin aynı zamanda aklın, bilimin, vicdanın da tarihi olacağı, olması gerektiği.

  • İnsanların önlenebilir ölümlerle yaşamlarını kaybetmelerine neden olanların ise sorumluluklarından sıyrılamayacakları bir hafızayı oluşturmak hepimizin görevi.

Cumhuriyet’e demecimiz : AKP SALGINI YÖNET(e)MİYOR AMA NE YAZIK Kİ KULLANIYOR!

Cumhuriyet gazetesine demecimiz..

AKP SALGINI YÖNET(e)MİYOR AMA NE YAZIK Kİ KULLANIYOR; 1 AYDA 10 BİN KİŞİ ÖLECEK!

  • Yönetil(e)meyen ama politik olarak kullanılan bir salgın dehşeti…

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Halk Sağlığı ve Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci

AKP = RTE iktidarının salgını asla yönet(e)mediği, azgınlaşan verilerden, hasta ve ölüm sayılarından apaçık görülmekte.. Üstelik sözde turkuvaz, gerçekte kapkara tablodaki veriler epey makyajlı olsa da..

1 Mart 2011’de başlatılan 2. açılım – saçılım kumarı ile olgu (kovit-19 hastaları) sayısı adeta roketlemeye geçti ve 28 Şubat 2021’de 8424 olan günlük hasta sayısı 3 Nisan 2021 akşamı 44.756’ya fırladı, 5 kattan çok büyüdü! 28 Şubat’ta 66 olan günlük ölüm sayısı 3 Nisan akşamı 186 olarak açıklandı. Olgular 5 kat ama ölümler 3 kat (?!) arttı 5 haftada. Bunlar resmi veriler, gerçekte sayılar her zaman daha yüksektir etik olan – olmayan değişik nedenlerle..

3 Nisan 2021 akşamı havuzda 330.298 aktif hasta var. 28 Şubat’ta bu rakam 98.938 idi. 99 bin hastadan 35 günde, havuza bu sürede her gün eklenen yeni hastalardan ölenler de içinde olmak üzere 3509’u öldü.

330.298 hastanın %3’ü, yani 9909’u izleyen 4 haftada, Nisan sonuna dek ne yazık ki aramızdan ayrılacak. Bu sayıya, 3-30 Nisan arasındaki 4 haftada yeni hastalanıp ölenler de eklenecektir.
Bekleyip, acı sonuçları, önceki 5 haftada öngördüğümüz gibi yaşayacak ve yüzleşeceğiz!

Nisan sonuna dek 4 haftada beklenen 9909 ölüm rakamı daha da büyük olabilir, 4 hafta boyunca havuza her gün 40+ bin gibi muazzam bir sayı ile yeni olgu eklenir ise…

Salgın denetimden çıktı!

Ayrıca mutant tiplerin ülkemizde %75’leri aşması nedeniyle ölüm oranının artması beklenmelidir.

Bir umut, aşılanma yaygınlaşırsa Nisan içinde, ölümleri bir ölçüde frenleyebilir; aşılamanın mutant virüs bulaşlarına hala ne ölçüde etkili olduklarına bağlı olarak..

  • Öngörülen, önümüzdeki 4 hafta boyunca 9909 ölüm, günde 330’u aşkın “fiilen” ölüm demektir.

Ancak AKP iktidarı değişik yöntemlerle bunun 1/3’ünü ilan ederek halkı kandırmayı sürdürmekte. Son zamanlarda görece daha gerçekçi sayıların açıklandığı düşünülebilir. Halkı korkutarak önlemlere uyumunu artırma amaçlı olarak..

  • Halkı hastalık – ölüm korkusuyla sözde eğitmek (!) bilimsel ve insancıl mıdır??

Havuzda 330+ bin hasta biriktiğini, 15 aylık dünya verilerine göre hastalığa yakalanan her yüz insandan 3’ünün öldüğünün verili bir gerçek durumuna geldiğini biliyoruz. Türkiye’de ise Sağlık Bakanlığı / RTE iktidarı %1,1 oranında ölüm açıklıyor; gerçeğin 3’te 1’ini!

Dolayısıyla, Nisan boyunca her gün kaç yeni hasta yakalanacağı olgusu bir yana, halen PCR testi (+) 330.298 hastamızın %3’ünü, her gün ortalama 330 kurban vererek acı acı yaşayacağız. 1/3’ü resmen ilan edilirse, Nisan boyunca her gün resmen ortalama 110 vefat göreceğiz. Buna, azgınlaşan salgın nedeniyle her gün havuza katılan 40 bini aşkın yeni hastadan da ölenler ne yazık ki eklenecek.

Bu KIRIM SEYREDİLEBİLİR Mİ??

Son 4 günün nominal olgu sayıları bakımından Türkiye Avrupa’da 1. ya da 2. dir!
Nüfus orantılı olarak bakıldığında da son 4 günde Türkiye Dünya 1. si ya da 2. sidir!

“ŞAHSIM DEVLETİ” Reisi Erdoğan, salgınla savaşımda “destan yazdıklarını” (!!??) bile açıklayabildi salgının 1. yılı 11 mart 2021’de ne yazık ki!!?? Bu nasıl destandır masum – yoksul halk “mestan” edilip kırılırken?

  • Salgının yönetilmediği ama AKP iktidarınca KULLANILDIĞI son derece nettir.

Toplumsal hareketliliği azaltmak, toplantıları, mitingleri, gösterileri… frenlemek için Pandemi,
altın bir anahtar (!) olarak TEK ADAM rejimince kullanılmaktadır. Muhalefeti bastırmak için!

Bu ağır koşullarda Türkiye, Nisan ayı boyunca her gün en az 330+ gerçek, 110+ açıklanan ölüm gerçekliğine nasıl katlanacaktır?

Bu bir kırımdır ve çirkin – karanlık – insanlık dışı siyaset uğruna asla katlanılamaz!

Kritik bir sorumuz var iktidara :

  • Siz salgını yönet(E)miyor, AMA kulanıyorsunuz;
  • ÖRTÜK GÜNDEMİNİZ NEDİR??

Tüm Türkiye’ye de bir kritik sorumuz var :

  • Türkiye işgal altında mıdır; eğer öyle olsa idi, bu salgın bundan daha kötü yönetilebilir miydi??

İktidarın “denetimli karmaşa” (kontrollü kaos) çemberini hep birlikte kırmak zorundayız.

Muhalefet ortak ve atak davranmalı ve

Türkiye MUT – LA – KA 4 HAFTA SÜRELİ TAM KAPANMAYA gitmelidir.

Bu sürede sosyal devlet yükümlülükleri tartışmasız yerine getirilmeli ve aşılama da olağanüstü bir seferberlik anlayışı ile sürdürülmelidir.

  • Halk, iktidara karşın, YAŞAM HAKKINI KORUMAYA çabalamalıdır..

    Başka çare kalmamıştır. 05.04.2021

Cumhuriyet’e demecimiz 5.4.21

(pdf, 5 Nisan 2021, sayfa 3)

Yetti gari!..

Yetti gari!..

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

Çarşamba günü Türkiye’nin başkentinde AKP isminde bir siyasi teşekkül, “Bir PR felaketi ve PR rezaleti nasıl hazırlanır ve icra edilir” başlıklı bir belgesel çekip dünyaya yaydı. O kadar ki dünya çapında bu konuda bundan sonra kitap ya da tez yazacak olanlar, bu belgeselden büyük ölçüde ilham alabilirler.

AKP Genel Başkanı, günler öncesinden halka “Kongremizde 2023 manifestosu niteliğinde çok önemli bir konuşma yapacağım. Yeni bir vizyon açıklaması olacak. Meraklanın. Bekleyin” mealinde bir mesaj verdi. Tabii “Vaatte bulundu, yerine getiremedi. Boş bir konuşma yaptı… Sana ne, bize ne bundan?.. Kendi sorunu… Daha fazla oy yitirir…” diyebilirsiniz.

Ama mesele o kadar basit değil. Bu beklentiyi yaratan, bu “ön duyuruyu-reklamı” yapan siyasetçi, aynı zamanda bu ülkenin en üst düzey (ve tek) yöneticisi ise on milyonlarca insan, o siyasetçinin ağzından sorunlarına biraz olsun çözüm duymayı bekliyorlarsa, mesele sadece “partinin ve liderinin sorunu” olmaktan ibaret değildir. Ülkenin itibarı ve güvenilirliği de beraberinde zarar görür, yıpranır. Ekonomiden sosyal sorunlara, iç siyasetten demokrasi sorunlarına, hukuktan dış politikaya kadar pek çok alanda hiçbir yeni şey söylemeyip, hiçbir “vizyon” ortaya koyamayan bir liderin, aynı zamanda “bu ülkenin lideri” olduğu hatırlanırsa, geleceğe dönük umutlarımız da zedelenir. Dışarıda da bu ülke ile ilgili olumlu ve olumsuz niyetleri ve planları da paralel olarak etkiler.

Zaten, yazboz tahtasına dönüşmüş ekonomi yönetiminin kayıplarına paralel olarak uluslararası piyasalara verilen olumsuz sinyaller, insan hakları alanında (özellikle de İstanbul Sözleşmesi’ni yırtıp atarak kadın hakları konusunda) verilen utanç verici fotoğraf, kelimenin tam anlamıyla “tüy dikmişse.”

‘LEBALEB’ REZALETİ

AKP’nin ve liderliğinin yaptığı ikinci önemli PR hatası, daha doğrusu altına imza attığı felaket ve rezalet de kongrede sergilenen manzaraydı. Virüsün her geçen gün daha fazla can aldığı, vaka sayılarının arttığı, milyonlarca insanın pandemi koşulları nedeni ile evine ekmek götüremediği, hastanelerde sağlık emekçilerinin kan ter içinde hastalıkla savaştığı ve canlarını verdiği, 83 milyonun topluca bir sürü şeyini erteleyip yaşamlarından (telafi edilemez) fedakârlıklar yaptığı bir ortamda “lebaleb” kalabalıkları toplayıp coşturmak, milletle alay etmektir. Bu olay, artık bir “PR felaketi ve rezaletinin” de önüne geçmiştir.

Senin İçişleri Bakanı kalkıp “300 kişiden fazla insan kongrelerde bir araya gelemez. Nikâhlar, düğünler cenazeler vs. 25’ten fazla insanla yapılamaz” içerikli genelgeler yayımlayacak, senin Sağlık Bakanı’nın kalkıp “Maske, mesafe ve temizliğe riayet etmiyorsunuz” diye, kendi başarısızlığını örtmeye yönelik açıklamalar yapacak. Ama sen, binlerce insanı üst üste adeta yığarak büyük bir rezaleti TV ekranlarından adeta milletin geri kalan kısmına “nanik” yaparak sergileyeceksin. Bununla da iftihar edeceksin.

Kendi siyasi hareketinin “ihtişamlı ve büyük bir siyasi gösteri” yaptığı görüntüsü için ağır bir sorumsuzlukla adeta “virüse bayram ettireceksin.”

Kim bilir kaç cana mal olacak bir utanmazlığa ve sorumsuzluğa imza atacaksın.

Bundan daha büyük bir PR felaketi düşünülebilir mi?

BEDELİNİ ÖDETELİM

Dün muhalefetten bir siyasetçinin şu lafı ettiğini duydum:

“Bu millet susuyorsa, asaletindendir…” 

Hayır efendim. Bu işin “asalet”le filan izah edilebilecek bir tarafı yoktur. Bu millet susuyorsa, sindirilmişliğinden ve korkutulduğundandır. Ağzını açanın tepesine devletin (AKP devleti) tüm gücüyle balyoz gibi inme tehdidindendir.

Bu korkuyu kırmak, bu tehdidi geri püskürtmek, her alanda örgütlü biçimde sesimizi duyurmanın yollarını bulmak ve hayata geçirmek, bu işin tek panzehiridir.

Anayasa ve yasalardan kaynaklanan tüm haklarımızı kullanarak örgütlenip yüksek sesle her yerde; fabrikada, tarlada, işyerinde, medyada, çarşıda, pazarda, meydanda haykırmalıyız.

“Bıktık sizden! Bıktık bu sorumsuzluklarınızdan! Bıktık halkın canını da özgürlüklerini de her türlü hakkını da yok sayan hoyratlıklarınızdan, vicdansızlıklarınızdan! Bıktık sizin bu faşizan ve ceberut tavrınızdan!..” diye bas bas bağırmalıyız.

Ve bir yandan da bir dahaki seçimde tüm bunların faturasını (aynı 2019 Mart ve Haziranı’nda yaptığımız gibi) bu küstah ve kibirli iktidar sahiplerine ödetmek için örgütlenmeliyiz.

Sendikal hareketi ve demokrasiden yana tüm muhalif partilerin örgütlülüğünü güçlendirmek için haydi kalkın ayağa!

Başka çare yok.

Bu bedeli, insan canına zerre kadar kıymet vermeyenlere ödetmeliyiz.

Çünkü…

Yetti gari!

Yaşamlarımızın bir yılı

Yaşamlarımızın bir yılı

authorÇAĞHAN KIZIL

Pandemi elbette bitecek, ancak pandeminin çok net şekilde ortaya çıkan sınıfsal ve politik yönü, eşit aşılama, eşit sağlık hizmeti, fırsat eşitliği ve yurttaşlık hakları çerçevesine yeni ve daha ortaklaşmacı yaşam pratikleri yaratabilecek bir noktaya ulaşacak mı göreceğiz.

Geçtiğimiz hafta (AS: 11 Mart 2020), Dünya Sağlık Örgütü tarafından Covid-19 hastalığının pandemi ilanının ve aynı zamanda Türkiye’deki ilk resmi tanımlanan vakanın ortaya çıkmasının birinci yıl dönümüydü. Bu süreçte pandemi, yaşamamızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. 31 Aralık 2019 günü Çin’de ilk Covid olgusu zatürree kapsamında rapor edildi. 7 Ocak 2020’de bu hastalığı yaratanın bir virüs olduğu ortaya çıktı ve bu virüsün genetik dizini belirlendi. Covid-19‘un daha önceden bildiğimiz ancak elimizde çok fazla bilgi ve tedavinin olmadığı koronavirüsler ile ortaya çıkan bir hastalık olduğunu anladık. 30 Ocak’ta DSÖ acil durum ilan etti ve 11 Mart‘ta Pandemi ilanıyla küresel alarm durumuna geçilmiş oldu.

Pandemi başından itibaren hepimizin kafasında yanıtlarını bilmediğimiz sorular vardı. Sağlık sistemlerinin ve çeşitli ülkelerin pandemi yönetimlerinin ortak bileşeni üç sacayağı üzerine oturmaktaydı. Birincisi, sağlık sistemlerinin ve önleyici tıbbi çalışmaların lojistik planlamasının yapılması, salgının yayılmasının önlenmesi için bilimsel çalışmaların ilerlemesi, ilaç ve aşı çalışmalarının başlatılması, bilim insanlarının riski ve hasarı en düşük seviyeye çekmek için yapılacakları toplumla ve siyasetçilerle paylaşması. Bir başka ve diğerleri kadar önemli olan başka bir konu da yönetenlerin toplumla gerçekleri şeffaf ve doğru biçimde paylaşmaları, toplumlarda yönetimine karşı güvenin tesis edilmesiydi. Salgının en başından itibaren bu pandeminin uzun süreceği, almadığımız her tedbirde faturanın ağırlaşacağı, toplumsal yayılımı düşük seviyede tutmanın ne kadar süreceğini bilmediğimiz pandemide aşı ve ilaç çalışmalarına zaman kazandıracağı için ve toplum sağlığını koruyacağı için önemli olduğu gibi bilgiler ilk elden ivedilikle paylaşıldı.
Ancak bir sene sonra dönüp pandemi sürecine baktığımızda görebildiklerimiz iyi ve kötü yönetimlerin net bir şekilde ayrışmış olduğudur. Bu ayrımı yaratan faktörlerden (AS: etmenlerden) en önemlileri verilerin şeffaf paylaşımı ve toplum-yönetim arasındaki güven olduğuna inanıyorum. Salgının detaylı (AS: ayrıntılı) verilerine sahip olan ülkelerde bilim insanları çeşitli öngörüler yaparak toplumların karşılaştığı riskleri daha net bir şekilde ortaya koydular. Bölgesel yayılım dinamiklerini inceleyip tahmin edilebilen sınırlar içinde yol haritaları oluşturdular. Elbette şunun altını çizmek gerekir ki; hiçbir ülke pandemiye hazır değildi ve birçoğumuzun yaşamlarımızda gördüğümüz en kapsamlı ve yaygın sağlık sorunu ile mücadelenin lojistik temelini mükemmelce sağlayacak altyapılar neredeyse hiçbir ülkede mevcut değildi. Salgında ağır kayıplar veren New York eyaletinde ventilasyon aleti eksiklikleri, Avrupa Birliği içinde test yapmada yaşanan eksikler, bugünlerde yavaş ilerleyen aşılama süreci gibi olgular, bunu destekler nitelikte. Ancak son bir yılda şunu da anladık ki pandemide iyi ve kötü yönetimlerin farkını yaratan şey pandemiye hazırlıksız yakalanılmasına rağmen toplumsal faturayı hafifletmek için neler yapıldığı ve bilim insanları ile hekimlerin sözlerine ne kadar itibar edildiğiydi.
Salgın verileri şeffaflıkla açıklanmadı
Türkiye’de epidemiyolojik bilgiler gerektiği gibi paylaşılmadığından toplumda gerçek olmayan bir iyimser hava yaratıldı. Yönetim, alınması gereken tedbirlerin yaşama geçmesini engelleyecek söylemlerde bulunarak Türkiye’deki pandemi tablosunu olduğundan hafif gösterdi. Uygulanması gereken kapanma önlemleri ekonomik ve siyasi nedenlerle uygulanmadı. Salgının en başında yaygın test yapılması gerektiği ve hastaların takibi, izolasyonu, karantinası etkili bir şekilde gerçekleştirilmeli vurgusu yapılmasına rağmen, Türkiye’deki test ve filyasyon mekanizmaları ilk vakanın açıklamasından birkaç hafta sonraya kadar etkili şekilde uygulanamadı. Türkiye’ye virüsün gelmesi ve yayılması kesin olarak bilmemekle beraber çeşitli mekanizmaları dayandırılabilir. Öncelikle 25 Şubat günü Sağlık Bakanı’nın, yaptığı açıklamada şeffaf olunduğu belirtilmesine rağmen Türkiye’de bir günde 1.7 milyon vaka açıklanması ile aylar sonra anladığımız bir şekilde vakaların tümü toplumla paylaşılmıyormuş.
Seyahatin kısıtlanması öncesinde dini ibadetlerini yapan binlerce kişinin serbest bir şekilde ülkede dolaşımına izin verilmesi, salgında ilk vaka öbeklerini tetikleyen mekanizma olarak ortaya çıktı. Test yapılan merkez sayılarının yavaş artması ve gerekli ilk müdahale seviyesine ulaşamamış olması bu toplumsal lokal yayılımın serbest bir şekilde birkaç hafta devam etmesini beraberinde getirdi. Sağlık emekçilerinin koruma ekipmanının (AS: donanımının) yeterince sağlanamaması, gerekli sahra hastaneleri veya pandemi hastanelerinde triyaj uygulamalarının yeterli seviyede gerçekleştirilememesi, tanısı doğrulanmış olguların ikamet ettikleri il ve ilçelere göre yaş ve cinsiyetlere göre dağılımının net bir şekilde açıklanmaması, 65 yaş üzerinin sokağa çıkmasının yasaklanmasına rağmen hane içinde yaşayan diğer yaş gruplarından kişilerin toplumda hareketliliğinin azaltılmaması, test kitlenin güvenilirliğinin net olmaması ve yapılan testlerin sayıca düşük kalması sebebiyle tanımlanamayan olası Covid vakalarının ilk aşamada belirlenememiş olması, Mart 2020 içinde Türkiye’nin salgına hazırlıksız yakalandığının işaretleri olarak ortaya konabilir.
İlerleyen aylarda Türkiye’de salgının ilerlemesinde katkısı olan önemli olaylardan bir tanesi de Ayasofya’da binlerce insanın toplanması, akabinde de (AS: ardından da) topyekün bir normalleşme sürecine geçilmesiydi. Vaka sayılarının gerçeği yansıtmadığını söyleyen bilim insanlarına, her ay pandemi raporu yayınlayarak yapılması gerekenleri net bir şekilde açıklayan Türk Tabipleri Birliği’ne yöneltilen tehditlerle oluşturulan hava, bilimle inatlaşan ve ekonominin toplum sağlığından önde olduğunu net şekilde ortaya koyan bir yönetimin varlığını göstermiş oldu. Yurt dışından gelenlere test zorunluluğu konmaması, toplumsal kısıtlamalardan kendisini muaf tutan yönetimin geniş katılımlı ve mesafenin korunmadığı toplantılar, mitingler, düğünler ve buluşmalar düzenlediği bir süreçte dünyada aşı alanında gelişmeler hızla ilerlerken, aşı alım anlaşmalarını aracı bir kurum vasıtasıyla sadece (AS: yalnızca) bir şirketle yapan ve tercihini halen klinik faz (AS: evre) çalışmaları yayımlanmamış bir aşıdan yana kullanan Türkiye, aşı tedarik sürecinde yaşanan sıkıntılar nedeniyle de zor günler yaşamakta. Türkiye’deki pandemi yönetimi, aşılamanın etkili gerçekleştirilmesinin yanında toplumsal tedbirlerin de pandemiyi azaltmak için en az aşı kadar önemli olduğunu ve ödün vermeden devam etmesi gerekliliğini göz ardı eden bir yerde durmakta. Bu ise, alınan politik kararların bilimselmiş gibi gösterilmesi için bir gün söylenenin diğer gün söylenen ve yapılanla uyuşmadığı bir trajikomik görüntüyü beraberinde getiriyor. Türkiye’de halen genetik dizin analizi ve yaygın test yeterli seviyede değil. Varyant virüslerin hastalık yayılımını artırıcı ve aşıların etkinliğini düşürücü rolleri olduğu ihtimali gün geçtikçe güçlenirken, Türkiye’de her 7 vakadan birinin resmi sayılarla varyant olması gerçeğine rağmen (AS: karşın), hâlihazırda yaşadığımız açılma ve normalleşme sureci kaygı uyandırıyor.
Bilim insanlarının dinlenmesi gerekli
Pandemi sürecinde, risklere dikkat çeken, olasılıklar içinden her senaryoyu tartan, toplumu ve yönetenleri uyarmak için çabalayan, gerçeği talep eden bilim insanlarına, hekimlere, yurttaşlara yapılan saldırılar ve yaftalamalarla, ”felaket tellalı” nitelemesi sıkça kullanıldı. Ancak şunun altını çizmek gerekir; mesele (AS: sorun) kötümser olmak ve negatif yaklaşmaktan öte, gerçek riskleri değerlendirmek ve gerçekçi bir öngörü spektrumu çizebilmekti. Örneğin, sıtma ilacının etken maddesi hidroksiklorokini uzunca sure tedavi algoritmasının başarısı ve dünyada başka ülkenin denemediği bir biçimde kullanmaktan kaynaklanan bir yenilik olarak niteleyen Türkiye Sağlık Bakanlığı ve yönetimin destekçileri, dünyada yapılan tüm klinik çalışmalarda bu maddenin hastalığa hiçbir faydasının olmaması ve hatta bazı durumlarda hastalara zararının bile olduğunun gösterilmesi sonucunda hiçbir şey olmamış gibi, özür bile dilemeden karalama ve ithamlarına devam ettiler.
İnsanlığa yeni bir tıbbi katkı olan ve 300 milyon kişinin aşılandığı mRNA aşılarını “güvensiz” olarak niteleyen, genetik yapımızı değiştirecek ve bu nedenle biz geleneksel aşılardan yanayız diyerek yaptıkları yanlış tercihleri meşrulaştırmaya çalışan pandemi yöneticileri her durumda artık başarısızlıkları ortaya çıkmışken, halen bir başarı ve hamaset söylemini devam ettirebiliyorlar. Buradan sonra yapılması gereken, virüsün yayılımını toplumsal tedbirlerle önlemeye çalışarak, ilk önce okulların açılması gerektiği perspektifinden yola çıkarak aşılama etkili bir seviyeye çıkıp toplumsal bağışıklık yeterli düzeye ulaşıncaya kadar Türk Tabipleri Birliği ve uluslararası bilim dünyasının söylediği metotlarla yola devam etmektir. Bir seneyi geride bıraktığımız pandemide bilinen sayılarla 2.6 milyon kişi yaşamını kaybetti. Bu sayıların gerçeğin ne kadarı olduğunu bilmiyoruz. Türkiye bu bir sene içinde yaptığı yönetimsel yanlışları tekrar etmekte ısrar ederse, ağırlaşan faturayı öngörmek zor olmayacak. Bu yanlışlara eleştiriyle yanıt veren bilim insanlarının da felaket tellallığı yapmak için değil, halk sağlığını koruma sorumluluğu içinde hareket ettiklerini bir kere daha belirtmeliyiz.
Pandemi elbette bitecek, ancak pandeminin çok net şekilde ortaya çıkan sınıfsal ve politik yönü, eşit aşılama, eşit sağlık hizmeti, fırsat eşitliği ve yurttaşlık hakları çerçevesine yeni ve daha ortaklaşmacı yaşam pratikleri yaratabilecek bir noktaya ulaşacak mı, göreceğiz.

SALGIN VERİLERİNİN EPİDEMİYOLOJİK DİLİ

SALGIN VERİLERİNİN EPİDEMİYOLOJİK DİLİ :

SAYILAR BİZE NE SÖYLÜYOR?


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (Em.)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com     facebook.com/profsaltik    twitter  @profsaltik
BİRGÜN, 16 Mart 2021, syf. 10  PDF : BİRGÜN makalemiz, 16.3.21

İlk Kovit-19 olgusu Türkiye’de, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) “Bu bir küresel pandemidir” duyurusunu yaptığı gün, tam 1 yıl önce 11 Mart 2020 günü Sağlık Bakanı Dr. F. Koca tarafından kamuoyuna duyurulmuştu. 1 koca yıl geride kaldı ve “yeni koronavirüs”ün (SARS-CoV2) neden olduğu kıtalararası salgın (pandemi), tüm dünyada sönümlendirilemedi. Türkiye’nin de başı fena biçimde ağrımakta. 13 Mart 2021 günü “resmi” verilerinden ilerleyerek sorunu irdeleyelim.

Test politikası bakımından..

150.098 PCR testi yapılmış ve 15.082 yeni olgu / vaka (İng. “case”) yakalanmış. (+) olgu sayısı / test sayısı oranı (test pozitiflik oranı) %10. Oldukça yüksek bir oran, zaman zaman %1-2’lere düştüğü oldu. 150 bin değil de 2 katı, 300 bin test yapılsa idi acaba yakalanan olgu sayısı da 2’ye katlanacak ve 30 bini aşacak mıydı? Günlük test sayısı ülkemizde en çok 200 bini buldu. Oysa DSÖ, Türkiye için  400 bin / gün test yapılması gerekli düşüncesinde. Dolayısıyla 400.000 / 150.098 = 2,67 ile 15.082 çarpılırsa 40.219 bulunur. Yaklaşık 2,7 katı PCR (+) olgu yakalanmış olacak ve uygun önlemlerle toplumdan ayrılmaları gerekecekti. Hastaneye yatırılması gerekmeyenler karantinaya, gerekenler izolasyona.. Böylelikle bu kişilerde hem erken tanı konarak daha etkin sağaltım (tedavi) sunulacak ve ölümler azaltılabilecekti hem de başkalarına bulaştırmaları engellenerek bulaş zinciri kırılabilecekti. Her 2 olanaktan da ancak yakalayabildiğimiz olgu oranında yararlanabiliyoruz.

Ayrıca kullanılan PCR testlerinin duyarlıkları (gerçek + olguları yakalama gücü) hiçbir zaman %100 değil. Başlangıçta %40’lara dek düşmüştü, çok az gerçek olgu yakalayabildik ve salgın yayıldı. Giderek %70’lere erişen duyarlıklı PCR testleri geliştirildi ancak bu kez de Eylül 2020’de İngiltere varyantı mutant virüs ve ardılları Brezilya, G. Afrika vd. nedeniyle test duyarlığı gene düştü. PCR testlerinin, mutant tiplerin RNA dizilimlerine göre primerlerinin güncellenmesi gerekti. Bu teknik güncelleme ülkemizde hem gecikti hem de yeterli olmadı. Ayrıca bölgesel farklılıklar da oluştu. Örneğin son haftalarda yayınlanan illere göre yüz bin nüfusta haftalık yeni olgu sayılarına göre maviye boyanan düşük riskli Güneydoğu Anadolu illerinde, sağlıkçılarla konuştuğumuzda, ciddi düzeyde test kıtlığı yaşandığı bize aktarıldı. Sağlık çalışanlarına bile yeterince test yapılamadığı yakınması bildirildi.

PCR testleri Sağlık Bakanlığı politikası uyarınca genel olarak başvuran ve belirtisi olanlarla.. epey sınırlandığı için, toplumdaki riskli kümelerde aktif sürveyans bağlamında yaygın kullanılmadıkları için, örnek alma tekniği, laboratuvara ulaştırmada soğuk zincir ve olası laboratuvar hataları da katıldığında, buzdağının altında kalan gerçek (+) olgu sayıları / oranları yüksek oldu. Bu sorun da bulaş zincirini kırmada başlıca engellerden (handikap) olarak ortaya çıktı, salgın eğrisi hızla tırmandı ve bastırılamadı, uzadı, uzadı.. Ro değeri genellikle 1’in üstünde kaldı sınırlı zamanlar dışında. Yani bulaşı alan 1 kişi, bulaştırıcı olduğu 14 gün içinde 1’den çok insana bulaştırdı. Oysa salgını sönümlendirebilmek için bu katsayıyı 1’in altına çekmek ve en az 4 hafta baskılamak gerekiyor. Günlük test sayısının kişi ya da test sayısı mı olduğu da genellikle netleşmedi. Toplam test sayısı 35 milyona ulaştı, 90 milyona varan ülke nüfusunun %40’ını bulmadı 1. yıl sonunda.

Hasta sayısı bakımından

Salgının ilk yılı bitiminde, resmi rakamla toplam 2.866.012 olguya erişildi. Kabaca, 90 milyon eylemli (fiili, gerçek) nüfusun %3,2’si bulaşı almış oldu. Yine pratik yaklaşımla buzdağı modeli gereği toplam gerçek olgunun 1/10’u yakalanmış / tanı konmuş olsa, 28,66 milyon nüfus ya da %31,8’lik nüfus kesiminin bulaşı aldığı çıkarımı yapılabilir. Kovit-19’un özellikle 12 yaş altı çocuklarda, azalan oranlarda 18 yaş altında ve giderek tüm yaşlarda %85’lere varan ölçüde belirtisiz – bulgusuz gittiği bilgisi de 1/10 buzdağı ampirik yaklaşımı ile örtüşmektedir.

Buradan “toplum bağışıklığı” kavramına geçilebilir mi? “Sonuç olarak” belki “evet”.. ama bu “kazanım” kavramın tanımı ile örtüşmüyor. “Toplum bağışıklığı” aşı ile toplumun ne oranda bağışık kılındığının tanımı. Yoksa bırakalım insanlar hastalansın, öldürücülük oranı %3 düzeyinde, giderek toplum doğal yolla bağışık olsun yaklaşımı etik – moral – bilimsel – hukuksal değil! Kaldı ki, hastalığa yakalananların geliştirdiği doğal bağışıklık (hücresel ve sıvısal) kalıcı değil ve 6-8 ayda sönümleniyor. 23 gün ara ile 2. kez bulaşa yakalananlar olduğu gibi, son günlerde mutant tiplerle yeniden enfeksiyon da gözlenmekte. Ayrıca 1 yılda, tanı konan 2,8 milyonun 10 katı toplumda toplam bulaş varsayılsa bile, salgının bu ivme ile en az 3 yıl sürmesine katlanmak gerekir ki, tüm nüfus doğal yolla bağışık olsun! Üstelik kalıcı bağışıklık sağlanmadığını ve mutant tiplerle yinelenen enfeksiyon riskini de hesaba katarsak, yıllarca böylesi bir “serap” a erişmek hayali sürebilir. Böylesi bir serüven ölümler bakımından da göze alınamaz, 90 milyon nüfusun tümünün hastalanarak bağışıklanması senaryounda, %3 düzeyindeki küresel ölüm hızı ile, Türkiye’de 270 bin insanımızın feda edilmesi sonucu doğar ki, hiçbir biçimde savunulamaz, post-modern bir kırım olur!

Yaz sonrası, Mayıs başında uyardığımız üzere kasırga = hasta ve ölüm sayılarında çok hızlı tırmanma başlayınca, S. Bakanlığı’nın kendince bir ayrım ile PCR testi (+) çıksa da en az 2 belirtisi olmayanları hasta kabul etmeyip ayırdığı ve “hasta” sayısını çok azaltarak açıkladığı, DSÖ’nün 2 ayrı kodla bildirim yönergesine uymadığını ve ulusal ve uluslararası kamuoyunu yanılttığını da not etmek zorunludur. Bu tablo, Bakanlığın bir bilgisayar ekranının görüntülenmesi ile açığa çıkmış o gün 30 bin olan PCR (+) olgu sayısının 1/20’si ya da %5’i olarak 1500 “hasta” ilan edildiği kanıtlanmıştır. Ardından Bakanlık 2 ayrı veri ile de olsa, gerçek rakamları geriye doğru açıklamak zorunda kalmıştır. Ancak ölüm verilerinde karartma / indirgeme, İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerin belediyelerince günlük ölüm verilerinin açıklanması ve Türkiye genelinde Bakanlığın açıkladığı kovit-19 ölümlerinin “komik” kalmasına karşın inat ve ısrarla sürdürülmektedir. İktidar, gerçek ölüm verilerinin kuşkusuz çok ağır olabilecek siyasal faturası ile yüzleşememekte, dahası salgını iyi yönettiğini bile savlayarak (!?) muazzam başarısızlık, skandal, fiyaskolara karşın yapay bir başarı öyküsü yaratmaya çabalayarak algı yönetimine / saptırmasına yönelmiştir (11.3.21, Erdoğan tweet’i)

Ağır hastalar son veri ile yukarıdaki tabloda 1350 olarak görülmektedir ki, havuzdaki toplam hastaların 1350 / 151.031 = %0,9’dur. Dünya genelinde bu oran %0,4 olup, 2,25 kat ağır hastamız söz konusudur!? Öte yandan yine üstteki tabloda filyasyon oranının %99.9 olduğu, ortalama filyasyon süresinin 8 saat dolayında olduğu kayıtlıdır. Son 2 sayısal veri gerçekten doğru ise, muazzam bir başarı anlamındadır ve pek çok olgunun hızla erken tanı almasını da sağlayabilir. Bu durumda, erken tanı alan hastalarda “ağır hasta” ya dönüşme neden bunca yüksektir?

  • Popüler adlandırmasıyla “turkuvaz tablo” gerçekte kara / siyah ya da kıpkırımızı olup, pek çok gerçeği saklamakta, örtmekte, indirgemekte, maskelemekte… halkı ve küresel kamuoyunu, DSÖ’nü aldatmaktadır. Nitekim ABD’de CDC bir ara Türkiye’yi 3. derecede riskli ülke ilan etmiş ve yurttaşlarını uyarmıştı (en üst risk 4. derece).
  • AKP iktidarı saydam – dürüst davranarak halka güven verememiş, tersine, salgının uzamasına da kaçınılmaz biçimde neden olarak, ülkemize ağır bedeller ödetmiş, ödetmekte ve bir güven bunalımına yol açmış bulunmaktadır. En az 387 sağlık emekçisi yitirilmiştir!

Havuzdaki hastalar…

Yukarıdaki tabloya göre “resmi” verilerle 2.866.012 (toplam hasta) – 2.685.560 (toplam iyileşen) = 180.452 ve bundan da toplam “resmi” ölümler olan 29.160 düşüldüğünde, halen 151.031 aktif hasta olduğu sonucuna varılabilir. 11 Mayıs 2020’den sonra 2. açılım – saçılım sürecinin başlatıldığı 1 Mart 2021’den bu yana “havuzdaki hastalar” artmaktadır çünkü her gün iyileşerek havuzdan ayrılanlardan daha çoğu hastalanmaktadır. 13.3.21’de nedense, rekor sayıda iyileşen 15.287 oldu? Salgının sönümlendirilmesi, pratik anlamda hasta havuzunun boşaltılması demektir. 151.031 hastanın dünya ortalamasına göre %3’ünün önümüzdeki 2-4 haftada ne yazık ki ölmesi bekleniyor! Bu rakam 4531 kişiye karşılıktır ve 4 hafta boyunca günde ortalama 162 ölüm öngörülebilir. Ne var ki, Sağlık Bakanlığı resmi verilerine göre Türkiye’de hastalıktan ölüm oranı Dünya ortalamasının 1/3’üdür!? Bu durumun Biyolojik – Epidemiyolojik bir açıklaması asla olmayıp tümüyle kurgusaldır (manüplatiftir) ! Dolayısıyla bu rakamın 1/3’ü dolayında, 4 hafta boyunca günde ortalama 54 ölüm olabilecektir. Ayrıca yeni tanı alan hastalardan da bu 4 hafta içinde erken ölümler gözlenebilir. Pratik olarak, önümüzdeki 1 ay içinde günlük kovit-19 ölümleri ortalama, yaklaşık 60’ın altına düşmeyecektir! Bu nasıl bir denetimli normalleşmedir?! Bu, gerçekte açılım – saçılım histerisidir!

  • Türkiye bu verilerle 1 Mart 2021’de 2. kez ve hiçbir Epidemiyolojşik temeli (rasyoneli) olmaksızın “denetimli normalleşme” ye geçmektedir. Bu karar asla Epidemiyolojik – bilimsel dayanaklı olmayıp, tümü ile popülist – politik yeğleme (tercih) ürünüdür ve sorumluluğu karar sahibi AKP = Erdoğan’ın olacaktır kaçınılmaz ve tartışılmaz olarak.

    Aşı sorunu…

Dr. Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü 2011’de AKP tarafından 663 s. YGK (KHK) ile kapatılmış ve aşıda %100 dış bağımlılık oluşmuştur. Salgın ortasında Türkiye yerli aşı geliştirememiş, yurt dışından da yeterli, çeşitli, güvenilir aşı sağlanamamıştır. İngiltere 8 Aralık 2020’de aşılamaya başlarken Türkiye epey zorlama ardından 14 Ocak 2021’de başlayabilmiş ve günümüze dek 60 günde 10+ milyon doz aşı yapabilmiştir. Günlük ortalama 150 bin doza inmiştir. Aşı istasyonları kurulmamış, ek çalışan sağlanmamıştır, tek kaynaktan dışalım ağır aksak, güvencesiz ve çok yetersizdir. 2. doz aşı randevuları beklemekte, öğretmenler bile aşılanamamaktadır!

Bedelinin ödenebildiği ölçüde aşı sağlanabildiği endişesi – kaygısı pek haklı olarak yaygındır ve SİNOVAC’tan aşı alım sözleşmesini AKP, tüm ısrarlara karşın kamuoyuna açıklamamaktadır!?

Çin SİNOVAC firmasının Coronavax ölü (inaktive) aşısının Evre 3 çalışmaları etik, bilimsel çerçevede yürütülmemiş – yürütülememiş, bilimsel olarak geçersiz etkililik – koruyuculuk oranları açıklanmıştır. Gerçekte, uygulanan bu aşının koruyuculuk düzeyi bilinmez durumdadır. Bu tempo ile gidilirse, 70 milyon hedef nüfusun (90 milyon – 18 yaş altı 20 milyon çocuk) 2 doz aşılaması 700 gün (neredeyse 2 yıl!) sürecektir Ocak 2021 ortasından başlayarak.. Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez. Bir yandan ek – yeni mutasyonlara neden olur, bunlar eldeki aşıların etkinliğini azaltabilir, ayrıca aşılama sonrası elde edilen yapay bağışıklık 6-8 ay içinde sönümlenmektedir, ek olarak da bu aşının etkinlik oranı SİNOVAC’ın kendi açıklaması %50 ise, aşılanan 2 kişiden 1’i bağışık yanıt geliştiremeyecektir. Bu tablo, salgın yönetimini iyice tıkayabilecektir.

Ölümler bakımından..

Yukarıda da yer yer değinildiği üzere 13 Mart 2021 akşamı toplam ölümler (1 yılda) “resmi” veri ile 29.421’e erişmiştir ve olgu (vaka) ölüm oranı (İng. Case fatality rate) %1 gibidir, Düya ortalaması %3 iken! Türkiye’de kovit-19’dan ölenlerin dünya ortalamasının 1/3’ü olması için hiçbir bilimsel kanıt yoktur; tersine, Dünya ortalaması gibi olması için bütün veriler destekleyicidir. Dolayısıyla her 3 kovit-19 ölümünden 2’si değişik yaklaşım – yöntemlerle kayda alınmamaktadır. Salgının neden olduğu ikincil ölümler dışında, bu durumda, 29.421 x 3 = 88.263 toplam ölüm olmalıdır! Mayıs 2021’de TÜİK doğum – ölüm istatistiklerini açıklayacak ve çok ciddi karışma (müdahale) olmazsa, toplam yıllık ölüm rakamı, 2019 sonunda 436 bin iken, %2 gibi doğal bir artışla sınırlı kalmayarak oldukça büyüyecektir. Ölüm sayısındaki bu anormal artışın, açıklaması nasıl yapılacaktır? Mızrak çuvala sığmamaktadır, sığmayacaktır… Oysa ilk koşul DÜRÜSTLÜKTÜR!

SONUÇ ve ÖNERİLER

Küresel işbirliği ve dayanışma dışında seçenek yoktur!

İdeal çözüm, yeter ve etkin aşı sağlayıp BM öncülüğünde eşzamanlı, küresel ölçekte 4 hafta tam kapanmadır. Bu sürenin ilk 2 haftasında 1. doz, izleyen 2 haftada 2. doz aşılama, tam bir seferberlik ile duyarlı tüm nüfusa yapılmalıdır.

BM ölçeğinde uluslararası toplum böylesine bir tasarıma girişemese de Türkiye kendisi yapmalıdır. Halen aşılanmamış 60 milyon 18+ yaş nüfus için 120 milyon doz aşı (tek doz yapılan bulunursa bunun yarısı) ne yapıp edip önümüzdeki haftalarda sağlanmalı, tam bir olağanüstü aşılama seferberliği hazırlığı yapılmalı ve 4 hafta tam kapanma ile yukarıda açıklandığı biçimde tam aşılama gerçekleştirilmelidir. Bu sürede toplumun kırılgan – zedelenebilir kesimlerine, başta işsizler – yoksullar.. olmak üzere yeterli sosyal devlet desteği mutlaka sağlanmalıdır. 4 hafta sonunda son derece ölçülü olarak, Epidemiyolojik ölçütlere uygun sıkı denetimli normalleşmeye geçilmelidir.

  • Eldeki sayısal veriler, adına “denetimli normalleşme” de dense, bu 2. kez erken açılım – saçılıma kesinlikle elverişli değildir. Daha çok insanın hastalanmasına, daha çok masum insanın ölümüne ve salgının uzamasına yol açacaktır. Bu kabul edilemez sonuçların nedeni ve sorumlusu hastalıktan çok, izlenen akıl ve bilim dışı politikalar ve onların özneleri olacaktır.
  • Salgından çok iğrenç siyaset öldürüyor; ne acı!
  • İnsanlık düşmanı Kapitalizm, salgının kök nedeni ve baskılanamamasının da ana nedenidir!

Salgın yönetimine asla popülizm, günlük siyaset bulaştırılmamalı, tümü ile Epidemiyolojik yordamlara (stratejilere) uygun bilimsel yönetim sergilenmelidir. Hiçbir ölçüt, kaygı, değer.. İNSANIN YAŞAM HAKKI önüne konmamalı, DSÖ Genel Başkanı Dr. T.A. Gebreyesus’un çığlıkları duyularak önce “sağlık – insan seçilmelidir” her şeyin başında (İng. Choose health”)..

Pandemide bir yılın yanıtı belli soruları

Pandemide bir yılın yanıtı belli soruları

Prof. Dr. Esin DAVUTOĞLU ŞENOL
https://www.birgun.net/haber/pandemide-bir-yilin-yaniti-belli-sorulari-337433 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2019 yılı Aralık ayında Çin’de ağır zatürre olguları ile başlayan Covid-19 için,11 Mart 2020’de “pandemi” ilan ettiğinde, dünyada, toplam118 bin 319 olgu ve 4 bin 292 ölüm olmuştu. Aslında bu yüzyılın, daha önceki SARS-CoV-1 ve MERS-CoV gibi koronavirüs salgınları, koronovirüslerin genomlarında ölüm kodlayabileceğini gösterdiği için, koronavirüsler yakın gözlem altındaydı. 2012 yılında “Spillover; Animal Infections and Next Human Pandemic” kitabında, David Quammen, birlikte çalıştığı ekiple beş yıllık araştırmalarına dayandırdığı şu savları öne sürüyordu:

  • “Yeni bir hastalık olacak, bu hastalığa koronavirüsler yol açacak, yarasalardan kaynaklanacak ve Çin’deki “vahşi hayvan pazarı” kaynaklı olacak.”

    Anlaşılacağı üzere, bu sapasağlam öngörünün temeli ne astrolojinin yıldız haritası ne de kahinlerin kristal küresiydi.

Bilim insanı olmasak bile biyolojik bir küre olan ve trilyonlarca virüs ile paylaştığımız yerkürede, yakın zamanda izlediğimiz Ebola, Zika virüs ve önceki koronavirüs salgınları yaklaşık 50 bin omurgalı türünde bulunan 1 milyon virüs türünün, onları taşıyan hayvanlarla yakın ilişkiye geçtikçe bize sıçrama potansiyelinin arttığını anlatmış olmalıydı. Ancak beklediğimiz bir salgına hiç beklemediğimiz ölçüde hazırlıksız yakalanmıştık. Salgının sessiz seyri denilen aylar öncesi dönemde ve hemen başlangıcında salgının başladığı kentten, bölgeye ve dünyaya milyarlarca insan seyahat etmişti. Ocak 2020 tarihli bir makalede, IATA (International Air Transport Association) verisi kullanılarak yapılan bir modelleme çalışmasında, Wuhan’dan Ocak – Nisan 2019 arasında en az 100 bin yolcu taşıyan havayolları tarandığında, bölgedeki dokuz şehirden yolcu almış olan 50 uluslararası şehir ve salgına duyarlılıkları rapor edildi.

Bu rapora göre başta Asya kentleri olmak üzere Avrupa, ABD ve Avusturalya‘ya çok sayıda yolcu seyahat etmişti. Tahran, Londra, Paris, Sidney, Toronto, Milano, Barselona, Amsterdam, Frankfurt, Dubai, LosAngeles, New York, San Francisco, Moskova ve İstanbul bu bölgelerden en çok yolcu alan şehirlerdi. Bu raporun yayımlandığı tarihte, virüsün insandan insana yayılım potansiyeli, oldukça uzun olan kuluçka süresi gibi veriler henüz olmamakla birlikte, raporun sonunda yazarlar, çok seyahat alan bu bölgelerin, salgın duyarlılıklarının yüksek olabileceği için, iyi izlenmesi gerekliliği konusunda uyarıyordu. Çünkü, bu salgından on yedi yıl önce gene Çin’de başlayan SARS-CoV-1’in kıta dışına yayılımı da uçaklarla olmuştu.

Nitekim salgın deneyimleri nedeniyle, sınır alarm sistemlerini erkenden ve yüksek düzeyde çalıştıran Tayvan, Güney Kore, Vietnam gibi ülkeler, salgını karantina olmaksızın denetim altına almaya başladılar. Salgının kıtalararası yayılımına baktığımızda, Ocak 2020’de erken dönemde yayınlanmış bu rapora göre, sınır taraması ve alarmları kurulabilmiş olsaydı, büyük olasılıkla salgın dünyada bu denli katastrofik (AS: yıkıcı) seyretmeyecekti.

Türkiye, Avrupa’da ilk ölümün olduğu Fransa, salgının adeta bir bomba gibi patladığı İtalya, 19 Şubat’ta ilk olgusunu bildiren İran ve 2 Mart’ta ilk olgusunu bildiren Suudi Arabistan ile yoğun hava ve karayolu trafiği içindeydi. Ayrıca, Ocak ayında başlayan Çin’in bahar tatili nedeniyle Türkiye’de çok sayıda Çin’den gelen turist bulunuyordu. 22 Ocak’ta Çin uyruklu bir turist, Covid-19 hastalığını düşündüren bulgularla İstanbul’da bir hastaneye başvurmuştu. 24 Ocak’ta bu kuşkulu olgu ve aynı gruptaki öbür yolcuların kendi istekleriyle ülkelerine döndüğü bildirildi. Ancak bu yolcuların, ülkelerine bir ambulans uçakla gönderilmiş olması ve Çin basınında paylaşılan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, ilk vakanın açıklandığı tarih olan 11 Mart 2020’den yaklaşık bir buçuk ay önce saptanmış ancak paylaşılmamış olduğu sonucu çıkarılıyor.

İlk olgu bildirimlerini yapan ülkelerde salgın yayılımı S şeklinde bir eğri ile izlenebiliyor ve yayılımın çok hızlı ve üstel olduğu bu eğride rahatlıkla gözleniyordu. Türkiye’de bulunan Çinli turist kafilelerinden ya da riskli seyahat ve bulguları olanların hastane başvuruları oluyor ancak o dönemde Covid-19 hızlı tanı kiti bulunmadığı için vakalar doğrulanamıyordu. Türkiye, Ulusal Halk Sağlığı Laboratuvarı tarafından hazırlanan bir kitin tanı için kullanılmaya başlandığını bildirdi. Ancak test kitlerinin hızlandırılması için, virüs RNA’sının izole edilmesi sürecinin kısaltılması için kimi çalışmalar yapıldı. Bu aşamada RNA saflaştırılması yerine, bir çözelti (solüsyon) ile virüs parçalanarak RNA dışarıya alınıyordu ve bu da testte yalancı negatifliğe yol açıyordu. Erken alarm sistemlerinin devrede olması gereken en önemli aşamada, hata payı yüksek olan test kitlerini kullanıyorduk.30 Ocak’ta DSÖ, “Uluslararası Acil Durum” ilan ettiğinde, ülkemizde sınır denetimi yalnızca termal kamera ile ateş ölçerek yapılıyordu. Salgının, bu ilk üç aylık dönemde, yalnızca Türkiye değil, pek çok ülke seyahat kısıtlamaları ve sınır taramalarındaki gecikmelerle salgının girişini önlemenin ya da erken kontrol edebilmenin mümkün olacağı zaman aralığını çoktan kaçırmışlardı.

En çok sınır giriş çıkışımızın olduğu ülkelerden İran’da ilk vakanın açıklanmasından kısa bir süre sonra açıklanan ilk ölümler, İran’da salgın yükünün fazla olduğuna işaret ediyordu. Afrika kıtasının ilk vakasının, İstanbul üzerinden aktarmalı giden bir İtalyan vatandaşı olduğunu, Umre ziyaretinden dönen çok sayıda kafilemizin dönüşlerinde taranmadığı düşünüldüğünde, ilk olgumuza dek çok sayıda olgunun gözden kaçırıldığı anlaşılacaktır. Mart 2020’de uzaydan bakıldığında, çevremizde Türkiye dışında salgının görülmediği tek ülke kalmamıştı. Bu durum bir başarı olarak tanımlanıyordu! Bu “başarı” ise, öbür ülkelerin yapmakta, almakta geç kaldığı önlemlerin bizde erken alınmasına bağlanılıyordu.

Salgın yönetiminde şeffaf davranılmayacağı, salgının yalnızca ekonomik değil, politik önceliklere göre yönetileceği anlaşılıyordu. Mart başında toplam 2 bin kişiye test yapılmıştı, Kuzey İtalya ve İran’da vakalar hızla artıyordu ve biz ülkede vaka olmadığından emindik. Bu dönemde, Covid-19 pnömoni bulguları ile uyumlu bulguları olan ağır hastalarda yaptığımız testlerin negatif olmasına güveniyor ve mevsimsel grip gibi tedavi ediyorduk. Sonradan bu dönemde kullanılan testlerin ancak % 40-60 oranında pozitif olduğu anlaşılacaktı. Tanı testi yapan laboratuvar ve test sayısı da çok kısıtlıydı. Bu nedenle salgın denetiminde önemli olan

  • “test yap ve vakaları bularak izole et, temaslıyı tespit et ve karantinaya al ve bulaşmayı önle”

zincirini sürdüremiyorduk.

Son yıllarda, kamu sağlığından hızla uzaklaşarak, daha çok yaşlanma karşıtı ve kozmetik programlarına yer veren görsel basın, salgının ciddiyetinin anlaşılması yerine bizim ırksal özelliklerimiz nedeniyle, kimi gıdaları daha çok tüketerek salgını hafif geçirebileceğimiz algısına yol açan programlar yapıyordu. Salgın ile ilişkili bilgi akışı ise her akşam bir basın toplantısı ile Sağlık Bakanı’nın kendisi tarafından, turkuaz bir tablodaki rakamlar ile açıklanıyordu.

Okullar, toplantılar ve sanatsal etkinlikler ve 20 kadar ülke ile karşılıklı uçuşlar iptal edilmişti. Hastaneler tümüyle pandemi hastanesi ilan edilmiş, sağlıkçıların izinleri, ivedi (acil) olmayan tüm ameliyatlar iptal edilmişti. Bakanlık saha için hazırladığı rehbere tanı, izolasyon, karantina ve tedavi rehberleri de eklemişti. Tedavi için çok yaygın olarak kullanmakta olduğumuz klorokin adlı ilaç ile ilişkili başlangıçta iyi sonuçlar açıklayan kimi küçük, kontrollü olmayan çalışmalar yayınlanmıştı. Ancak, ilaçlar için yapılan klinik öncesi çalışmaların, ilaçların hastalıkta işe yarayabileceği konusunda yanıltıcı olabileceği anlaşılıyordu. Klorokin için de işe yarayacağını gösteren klinik öncesi çalışmaların yanlış kurgulandığı ve ilacın işe yaramadığı anlaşıldı.

Nisan 2020 sonunda salgın henüz denetim altına alınmamışken birdenbire denetimsiz biçimde yapılan açılmalar sonrasında artan vakaları yönetmek için “filyasyon” ekipleri, evde bakım ekiplerine dönüşünce, işe yaramadığı anlaşılan klorokin ile evde tedavi dönemi başladı. Bir ülkede salgın yönetimine ilişkin başarı için şu 3 soruyu sormamız gerektiğini düşünüyorum:

  • Okullarınız açık kalabildi mi,
  • Hastanelerde Covid-19 dışı hastalar bakılabildi mi ve
  • Toplam ölüm sayılarındaki artış nasıl?

    Belki bu sorulara eklemeye içimin elvermediği bir başka soru da şu olmalı:

    Neden bu denli çok sağlıkçı hastalandı ve öldü?

Bu Paralar Nereye Gitti?

Bu Paralar Nereye Gitti?


Recep YILMAZ
Mühendis – Yazar
Cumhuriyet, 29 Ocak 2021

2020 yılı Bütçe Kanunu’nda 139 milyar lira olan bütçe açığının yılsonunda 173 milyar lira olarak gerçekleştiği açıklandı. Bir önceki yılın açığına göre tam %40 arttı. Ama bu bile bir başarı hikâyesi gibi sunuldu. Aslında propagandanın böylesine yakın tarihten aşinayız.

Yine 2020 yılında bütçeden yapılan faiz ödemesi ise 134 milyar lira oldu.

  • 18 yılda toplam 1 trilyon liranın faize ödendiğini artık sağır sultan bile duydu.

Öte yandan 833 milyar lira da vergi toplandı. Peki, bu paralar nereye gitti?

İşinden, gelirinden olan işçiyi yalnızca öldürmeden yaşatacak düzeyde verilen ücretler İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanıyor. Faize kasasından 134 milyar lira çıkan maliyenin işçiye verdiği yok üstelik aldığı bütün ücretlerden vergi tahsil ediyor.

BORÇLANMA HAKKI YOK

2020 yılının büyük kesimi maalesef pandemiyle geçti ve geniş tanımlı işsiz sayısı 10 milyonu buldu. Büyük bir bölümü de ücretsiz izne gönderildi.

  • İki milyondan çok işsiz veya ücretsiz izinli işçi pandemide “Nakdi Ücret Desteği” adıyla oluşturulan günlük 39 lira ile geçinmeye layık görüldü.

    İŞKUR verilerine göre Nisan-Aralık 2020 döneminde 2 milyon 291 kişiye toplam 7.2 milyar lira ödendi. Daha da önemlisi 2020 yılsonunda fonda 103 milyar liralık varlık bulunduğu halde işçiler 39 liraya talim ettirildi. 2020’de günlük 39 lira olan bu Nakdi Ücret Desteği 2021 artışı(!) ile 47 lira oldu. Bu ücretten Damga Vergisi alan bir anlayış ise hâlâ devam ettiriliyor. (AS: Asgari ücretten damga vergisi alan AKP iktidarı, Şehir Hastanelerinin milyarlık sözleşmelerinde damga vergisi yok!)

Kısa çalışma ödeneğini alabilenlerin sayısı ise nisan ayında 3 milyon 243 bin iken aralık ayında bu sayı 1 milyon 238 bin kişiye düştü. İşverenin bildirimiyle ödenebilen bu ücretin alınabilmesi için son üç yılda toplam 450 gün primi ödenmiş ve son 60 gündür de çalışıyor olması gerekiyordu. 2020 yılında bu şekilde toplam 25.3 milyar lira ödendi.

İşsizlik ödeneğini alabilenlerin sayısı ise nisan ayında 592 bin iken aralık ayında bu sayı 207 bin kişiye düştü. 2020 yılında bu şekilde toplam 6.2 milyar lira ödendi. Sigortalı olduğu gün sayısına göre altı, sekiz veya on ay gibi bir süre için verilen işsizlik ödeneğini hak edebilmek Türkiye’de engelli koşu ile eşdeğer.

İşçinin hukuken geçerli olmayacak bir tutanak ile “ahlak kurallarına aykırı davranış” (Kod29) suçlanması işsizlik ödeneğini almasına engel! Bunun iftira olduğunu mahkemede kanıtlayan işçiye ise ödenen bir tazminat yok. Pandemide işten çıkarma yasağından muaf (AS: muaf) tutulan bu yöntem suiistimal edilerek (AS: kötüye kullanılarak) binlerce işçi yine işten atıldı. Üstelik içlerinde önemli bir bölümü sendikaya üye oldukları gerekçesiyle bu şekilde suçlandı.

Yukarıda özetlenen üç başlıkta yapılabilen ödemelerin tümü İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani işçinin kendi emeğiyle oluşturulan fondan karşılanıyor. Yine fondan devletin kasasına Genel Sağlık Sigortası (GSS) primi ve Damga Vergisi ödeniyor ve böylece Devlet, verdiği desteği fazlasıyla geri alıyor. İşini yitirmiş veya ücretsiz izinde milyonlarca işçinin bu dönemde yalnızca sağlıktan yararlanması amacıyla GSS primi yatırılıyor.

Yani yaşlılık primi yatırılmıyor ve bu dönem emeklilik hesabında ölü dönem olarak kabul edilecek. Üstelik borçlanma hakkı da yok!

İKİ AYRI TUTUM

İşverene yapılan teşvik ödemeleri de bu fondan karşılanıyor. 2020 yılında “teşvik” adı altında 18 milyar lira ve İşbaşı Eğitim Programı adı altında 2.7 milyar lira olmak üzere toplam 20.7 milyar lira işverenin kasasına girdi. Peki, bu dönemde fona yapılan işveren desteği ne kadar? 10.8 milyar lira. Yani işverenler bir koyup iki aldılar! Ticaretin böylesi herkese nasip olmaz.

Pandemide asgari ücret düzeyinde bir gelir desteği verilmeyen bu insanların dışında bir de GSS borçlarından dolayı sağlık hizmetine “ücretsiz” erişemeyenler var!

Bu insanlar ancak kararnamelerle izin verilirse ücretsiz erişebiliyor.

Primini ödeyemeyip borcu birikenler ücretsiz sağlık hizmetine bir kararnameyle 31 Aralık’a dek erişebilmişti. 23 Ocak 2021 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Kararnameyle 31 Aralık 2021’e değin yine uzatıldı. Yani en temel sosyal hak olan ücretsiz sağlık hakkı bir kez daha Kararnameyle bahşedildi ancak prim borçları birikmeye devam ediyor.

Oysa GSS prim borcunu affetmek geçilmeyen köprünün garantisini ödemek kadar maliyetli değil.

TEKLİYOR ÇARK…

  • Vergiyi tavana yayıp geliri artırarak işçiye, işsize destek vermesi gereken iktidar, doğası gereği tavandan alamadığı vergiyi tersine tabana yayıyor. 

Asgari ücretten bile Gelir Vergisi tahsil ediyor. İşsizin GSS primine yani aylık 107 lirasına göz dikiyor. İşsizleri her ay borçlandırıyor. Tüm bunlar astronomik yolcu garantilerini, ballı ihaleleri cebe indiren müteahhitler (AS: yükleniciler) ülkesinde oluyor. Bu paraların nereye gittiği aleni (AS: açıkça) ortada.

Nihayetinde (AS: sonunda) yaşanan işsizliği, eşitsizliği, yoksullaşmayı unutturabilmek için toplumu daha çok gererek, sağa sola bağırarak, önüne gelene terörist-zillet diyerek toplumun algısını yönetmeye çalışıyor.

Ama Can Yücel’in dediği gibi 

Tekliyor çağın çarkına okuyan çark,
durdu muydu bir gün bu kör, avara kasnak,
bir zincir yitirenler, bir dünya kazanacak!