Etiket arşivi: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

Lezzetli deyip yememeli

Cagatay_Guler_portresiPROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
HALK SAĞLIĞI UZMANI, Çevre Sağlığı Uzmanı

Cumhuriyet, 08 Haziran 2022
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çeşni ve lezzet genellikle doğal ve insan yapımı maddelerin karmaşık karışımlarıyla sağlanan bir durumdur. “Hafif tereyağlı”, “hafif meyveli” çeşni verme izni alınıp bunu “bol tereyağlıya”, “bol meyveliye” çevrildiğinde sonuç ölümcül olabilir. Tüketicilerin besinlerin niteliğini yalnızca “damak tadıyla” belirleyebildiği geri kalmış ülkelerde “çok lezzetli” yiyeceklere bağlı akciğer, kalp, karaciğer, böbrek, sinir sistemi hastalıklarından yeti yitimleri hatta ölümler görülebilir ve nedensel bağlantı kurulamaz.

Yüzlerce tat ve çeşni maddesi arasından “diasetil” örneğini vermek istiyorum. Diasetil, yiyeceklere yapay tat ve çeşni vermek için kullanılan kimyasal maddelerin en önemlilerinden biridir. Şekerlemelere, patlamış mısıra, kimi süt ürünlerine ve “unlu mamullere” katılır. Genellikle yapay bir tereyağı aroması vermek için kullanılır. Elektronik sigaraya şekerleme, meyve ve tatlı tadı vermeyi sağlar. Bu tatlar genellikle çocuk ve gençlerin hoşlandıkları tatlardandır. Kimi abur cubur noktalarından salınan iştah artırıcı ve çekici kokularda da bulunabileceğinden kuşkulanılmaktadır.

Üretim sırasında bu maddenin etkileniminde kalan işçilerde süreğen bir akciğer hastalığına yol açar. Doksanlı yılların sonu iki binli yılların başında mikrodalga için patlamış mısır üreten fabrikalarda işçilerde solunum yoluyla etkilenim sonucu çok şiddetli olgular bildirilmiştir. Patlamış mısırlara yüksek tereyağı tadı ve lezzeti vermek için kullanılıyordu. Bu işçilerdeki salgın nedeniyle “Patlamış Mısır İşçisi Akciğeri” denmektedir. Bu hastalığın tıptaki genel adı “bronşiyolitis obliterans“tır. Akciğerde kalıcı yıkıma yol açan bir durumdur. Önemli bir işçi sağlığı sorunu olabilmektedir.

Diasetil’in solunması nefes darlığı, kuru öksürük, yorgunluk, bitkinlik; ağız, burun, göz tahrişi; patlamış mısır akciğeri, hışıltılı solunum ve ölüme yol açmaktadır. Bu hastalık kendi kendine iyileşmez. Erken evrede yakalanıp uygun tedavi (sağaltım) desteği sağlanmazsa yaşamsal tehlike söz konusudur.

Elektronik sigara kullananlarda da aynı etkilerin söz konusu olabileceği konusunda uyarılar yapılmaktadır. Avrupa’da, bu maddelerin elektronik sigaralarda kullanımı 2016’da yasaklanmıştır. Bu sigaralarda kullanılan öbür çeşni maddeleri asetoin, asetil propionil de benzer etkilere neden olabilir. Ülkemizde satılan ya da internetten satın alınan elektronik sigaralarda bulunmaktadır.

Ağızdan alındığında bu açıdan güvenli kabul edildiğinden kullanılmasına izin verilmektedir. Ancak başta süt ve un olmak üzere niteliksiz yiyecek maddelerinin “nitelikli asılları” imiş gibi tüketiciye sunulmasına olanak sağlar. Kazancın ve rafta ürün bulundurmanın öne çıktığı, toplum sağlığının umursanmadığı, besin denetimlerinin propagandaya yönelik fiyat denetimleriye sınırlı kaldığı, halkın alım gücünün çok düştüğü enflasyon ve kriz dönemlerinde bu tür çeşni maddelerinin kullanımı çok artar.

  • Böyle bir dönemde ucuz peynir, börek, baklava vb.nin kampanyalarında kim, nerde ve nasıl nitelik sorgulaması yapacaktır?

Diasetil çeşni ve lezzet maddelerinden yalnızca biridir. Çoğu üretici bu maddelere FDA tarafından onay verildiği savunmasını yapar. Oysa bu onay bizim anladığımız anlamda bir onay değil, GRAS(*) iznidir.

(*) Gras izni: Genel olarak güvenilir zararsız kabul edilen anlamına gelmektedir.
===========================================

Dostlar,

Ülkemizde son derece ağırlaşmış bulunan anormal hızlı enflasyon ve anormal hızlı pahalılaşan yaşam kısa – orta ve uzun erimde Halk / Toplum Sağlığı için ciddi ve ağır sorunlar yaratmıştır ve yaratacaktır.

Bunların başında yeterli ve dengeli beslenme hakkının gasp edilmesi gelmektedir ki, tartışmasız olarak bir temel insalık hakkıdır (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 25).

Dolayısıyla, Hacettep’de birlikte Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği uzmanlık eğitimi aldığımız kadim dostumuz ve meslektaşımız çok değerli Prof. Dr. Çağatay Güler’in (MD, PhD) uyarısı içerik ve zamanlama olarak son derece yerindedir.

Böyle dönemlerde:

  • YoksullaşTIRılan kesimlerin alım gücünün özel sosyal politikalarla artırılması zorunludur.
  • Gereksinimli milyonlara (yoksul, yoksun, işsiz) yaygın gıda desteği sağlanmalıdır.
    Çocuklar, gebeler, yaşlılar ve hastalar özellikle kırılgan / zedelenebilir toplum kesimleridir.
  • Maliyet baskısı nedeniyle daha düşük fiyatlarla üretilmek ve pazarlanmak istenen besin ürünlerinin Gıda Tarım ve Orman Bakanlığınca daha da özenle izlenmesi gereklidir.
  • Temel besin kümelerinde (süt ve ürünleri, yumurta, beyaz ve kırmızı et..) fiyat desteği (sübvansiyon) sosyal devlet sorumluluğu ile (Anayasa m.2, 5) yaşama geçirilmelidir.
  • Her düzeyde okullarda, yurtlarda çocuk ve gençlerin okulda beslenmesi için özel planlama ve akçalı (mali) destek sağlanmalıdır.
  • toplumsal gıda güvenliği ve güvencesi” ni sağlamak Devletin en temel görevlerindendir.

Bu tür Halk / Toplum Sağlığı politikaları kesinlikle ve çok yüksek düzeyde maliyet – etkindir (cost – effective). Tersi durumda, ağırlaşan ve yaygınlaşan beslenme yetersizliğinin faturası çok yönlü ve çok ağır, üstelik giderilemez (telafi edilemez) olabilecektir. Örneğin :

  • Bulaşıcı hastalıkların ve ölümlerin, engelliliklerin artması
  • Yaşam süresinin kısalması
  • Sağlıklı yaşam niteliğinin azalması, sağlıksız yaşam kesiminin görece ağırlık kazanması
  • Çocuk ve gençlerde bedensel ve zihinsel gelişme geriliği; kısa boyluluk, bodurluk, kavrukluk
  • Mental / zihinsel gelişimin özellikle yaşamın ilk 2-5 yılında yetersiz – dengesi beslenme hatta AÇ KALMA yüzünden geri kalması sonucu toplumsal zeka (IQ) düzeyinin gerilemesi..
    Ki 21. yy’da ülkemiz ve ulusumuz için bir sağkalım (beka) sorunudur.
  • Yaratıcı, sorun çözen, estetik algı edinen, güzel sanatlarda – bilimde yenilikler doğuran yapıtlar üretebilen bir toplum olmaktan uzaklaşma. Sürü toplum ve demokrasiden kopma!
  • Yaşam sevinci azalmış, tutuk, künt, yaşama yabancılaşmış, geriye savrulmuş yığınlar..

Yazdıklarımız abartı olmayıp bilimsel öngörülerdir. Küresel koşullar da çok olumsuzdur.

DSÖ, FAO, WFP gibi yetkili BM kurumları açlık – kuraklık – besin yetmezliği uyarıları yapmakta.

Kürsel iklim faciası çok ciddi bir tehdittir. Hızla adımlar atılmalı, örneğin hızlı – yersiz – anlamsız nüfus artışı mutlaka yavaşlatılmalıdır (Anayasa m.41).

  • HER AİLEYE 1 ÇOCUK! Vakit geldi, geçiyor..

Tarım – hayvancılık alanda ivedi bir ulusal seferberlik planı ile üretim düzeyi ve niteliğinin hızla artırılması ve ULUSUN AÇ BIRAKILMAMASI zorunluluğu her türlü tartışmanın ötesindedir.

Sevgi ve saygı ile. 09 Haziran 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

Not          : MSG (mono sodyum glutamat) de diasetil benzeri işlevli, çok güçlü bir lezzet artırıcıdır. MSG’ye batırdığınız parmağınızı bile yiyebilirsiniz!!
İlgili Bakanlık ve Sağlık Bakanlığının çok özenle çalışarak “toplumsal gıda güvenliği ve güvencesi” ni mutlaka sağlamaları gerekmektedir.

KADIN HAKLARININ KORUNMASI VE KADINA SAYGI ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Çağımızın genel kabul görmüş uluslarüstü hukukuna, örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre;

  • Her insan özgür doğar. Herkes yaşama hakkına, ruh ve beden bütünlüğüne sahiptir.
  • Hiç kimseye işkence edilemez. Beden Bütünlüğünü bozan cezalar verilemez.
  • İnsanlar köle değildir. Alınıp satılamaz. İnsan bedeni mülkiyet konusu olamaz.
  • İnsan insanın malı, eşyası ve mülkü değildir.

İnsan bedeni salt biyolojik bir varlık değil aynı zamanda hukuksal bir varlıktır. Mülkiyeti yalnızca taşıyıcısına aittir. Başkasının mülkiyetine konu olamaz ve başkasının saldırılarına kapalıdır. Kölelik ve cariyelik bitmiştir. Bu durum özellikle kadınlar açısından daha çok önem taşır.

Hukuk kurumunun ayrımsız olarak insanları hem devlet ve devlet organlarının haksız uygulamalarından hem de başka bireylerin haksız fiil ve saldırılarından etkin bir biçimde koruması gerekir. Çağdaş devlet ve çağdaş toplum bunu gerektirir. İnsanların, ırk, renk, cinsiyet…gibi doğuştan gelen özelliklerini öne çıkararak toplumsal dışlama konusu yapmak biyolojik ırkçılıktır ve ilkel bir davranış olarak görülmektedir.

Kadınlara karşı, cinsiyet farklılığına dayanarak, çeşitli onur kırıcı haksız fiiller yaratan ve hatta sıklıkla cinayetlerle sonuçlanan ahlak ve hukuk dışı davranışların failleri olan bireyler, çoğu zaman eş, koca, kardeş, evlat, baba, akraba, komşu, arkadaş, sevgili ya da rastgele erkeklerdir.

Çok az da olsa bazen kadından erkeğe yönelen şiddet ve öldürmeler ise, çoğu zaman çaresizlikten doğan, daha çok öz savunma (nefsi müdafa) biçimde olmaktadır ancak suçtur.

Çağımızda ekonomileri, sosyal yapıları, demokrasileri hukuksal donanımları ve kültürel düzenleri yeterince gelişememiş ve özellikle de kadına ve kadın bedenine bakışları sorunlu olan ülkelerdeki insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri), bu yanlış ve geri kalmış yapılardan beslenerek kadına şiddete ve kadın cinayetlerine neden olmaktadır. Başka bir söyleyişle kadın cinayetlerinin yaygınlığı ekonomik, hukuksa ve sosyo-kültürel geri kalmışlığın bir yan ürünüdür.

Erkek egemenliğini pekiştiren cinsiyet ayrımcılığına dayalı eğitim ve öğretim programları ve genelde erkekler tarafından ve erkek bakış açılarına göre yorumlanan dinsel ve ahlak öğretileri kadınların toplumda ve ailedeki yerleri ve konumlarına olumsuz etkiler yapmaktadır.

Yeterince gelişememiş, feodal, geleneksel ve teokratik yapıların egemen olduğu toplumlarda kadın bedeni üzerinde biyolojik ve sosyo-kültürel iktidar kurmanın yaygınlığı, erkek şiddetinin toplumca ve hatta yargı organlarınca daha toleranslı (AS: hoşgörülü) karşılanması, erkek şiddetinin kimi kadınlarca bile olağan karşılanması, kendi hak ve hukukuna sahip çıkan kadın tutumlarının bir ölçüde de olsa yadırganmasına neden olabilmektedir.

Herkesin yanlış davrandığı, yanlışın doğru kabul edildiği bir toplumda doğru örnekler kabul görmez olmaktadır. Koca, kardeş, baba, arkadaş, sevgili… gibi kimi yarı cahil ve cahil erkek grupların kadınların da, tıpkı erkekler gibi, kendi haklarına eşit derecede sahip bir insan oldukları kanısına ulaşamadıklarını gözlemlemek zor değildir.

Son söz                       :

İnsanlığa ve yaşama hakkına saygı kadına saygı ile başlar. Kadınlar toplumun en az yarısıdır. Kadın haklarının ihlali (AS: çiğnemi) toplumun yarısının hukukunun çiğnenmesi demektir.
Çağın evrensel değerleri ile bütünleşmeyen feodal ve geleneksel değerleri milli kültür (AS: ulusal ekin) sanmak hukuksal, kültürel ve sosyal değişimlere sırt çevirmek, sosyolojik olarak akılcı ve doğru değildir. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesinin iptali yerinde, tutarlı ve hukuka uygun olmamıştır. Düzeltilmesi gerekir.

Hastane ücretleri yasalara aykırı

Mahmut ESEN
Mülkiye Başmüfettişi (E) 
ODA TV, 20 Aralık 2021
Emekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen, SGK anlaşmalı özel hastanelerin fark ücreti almasını incelerken, durumun yasaya aykırı olduğunu belirtti. Özel hastanelerde ödenen SGK fark ücreti vatandaşları zora sokuyor. SGK anlaşmalı özel hastaneler fark ücreti olarak %200’e varan ücretler talep edebiliyor. Konuya ilişkin bir inceleme yapan Emekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen ise, bu ek ücretlerin yasaya aykırı olduğunu belirterek, konuyla ilgili sorumlu kurumların farklı yaklaşımlar sergilediğini ifade etti.
Mahmut Esen, “Özel sağlık kuruluşlarının sigortalılardan haksız ek ücret alma konularında herhangi bir sorunla karşılaşmadıkları, rahat hareket ettikleri bilinmektedir” dedi. Mahmut Esen’in konuyu Odatv’ye değerlendirdiği yazısı şöyle:
“SGK ile anlaşmalı özel sağlık kuruluşlarınca 5510 sayılı SSGSS Yasasına aykırı olarak sigortalılardan fazladan/haksız (%200 üzerinde) ek ücret alınmaktadır. Uygulama ne yazık ki yerleşik; yaygın/ kanıksanır bir duruma gelmiştir. Bu yüzden özel sağlık kuruluşlarınca kolaylıkla, her geçen yıl daha çok ek ücret alınabilmektedir. Yasaya uygun ek ücret alan sağlık kuruluşu sayısı yok denecek kadar azalmıştır. Sorunu çözümlemekle, yasaları uygulamakla görevli olan kurum ve kuruluş yetkililerinin konuya farklı yaklaştıkları görülmektedir.

Bu bağlamda;

-Sağlık hizmet bedellerini (SUT fiyat tarifesini) yeterince güncellemeyen, bu yolla daha az sağlık bedeli ödeyen SGK’nın; sigortalılardan alınan yüksek ek ücretleri anlayışla karşıladığı, süreçten önemli bir yakınmasının olmadığı bilinmektedir.

-Öteyandan kamu yönetiminde bu konuları düzenlemek konusunda yetkili/sorumlu konumda bulunan (milletvekilleri ve yüksek yargı organları başkan/ üyeleri vb.) GSS kapsamı dışına çıkarılmıştır.

Bunların özel sağlık kuruluşlarında ek ücret ödenmesi gibi milyonlarca yurttaşımızı ilgilendiren bir sorunları yoktur, bu sorunlara yabancıdır.

-Ayrıca kamu gücü/otoritesini kullanma yetkisi olan kimi kamu idareleri ile özel sağlık kuruluşları arasında sözleşme/protokoller imzalanmıştır. Bu sözleşmelerle kamu idarelerinin mensuplarına verilecek sağlık hizmet bedellerinde (kurumuna göre) değişik oranlarda indirim uygulanması karara bağlanmıştır.

Oysa kamu idarelerinin (milletvekilleri vb. için sağlanacak sağlık hizmetler dışında) bu tür (hasta ödemeli) bir sözleşme düzenleme yetkileri yoktur. Çünkü sözleşmede taraf olan kamu idarelerinin üstlendiği bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Üstelik sözleşme yapılan sağlık kurumunun nasıl, neye göre belirlendiği belli değildir. Sözleşme öncesi ilan yapılmamakta, açıklık ve rekabet tesis edilmemekte (AS: kurulmamakta) veya aynı koşulları kabul eden tüm özel sağlık kuruluşları ile sözleşme imzalanması yönüne de gidilmemektedir.

Bu tür sözleşmeler Türk Tabipleri Birliğinin onayından da geçmemektedir. (Diş hekimleri ile imzalanan sözleşmeler kimi yönleri ile DHO inceleme ve onayından geçmektedir.)

Kimi özel sağlık kuruluşlarının; kamu idareleri ile iyi ilişkiler kurmak, kurumlarının tanıtımlarını yapmak, prestij sağlamak, ek ücretlerle ilgili oluşabilecek tepkileri hafifletmek vb. amaçlarla bu sözleşmeleri imzaladıkları, yakın ticari (müşteri sağlanması) amaçlarının daha sonra geldiği anlaşılmaktadır.

Bu tür sözleşmeleri belirli kesimlere verilmiş “sus payı” biçiminde değerlendirmek olanaklıdır. Mevzuat uyarınca ürettiği mal ve hizmetlerde kendi mensuplarına bile indirim uygulayamayan kamu idarelerinin; kendilerine verilecek sağlık hizmetlerinde özel indirim uygulanması etik değerler açısından da uygun düşmemektedir.

(Örneğin uyuşmazlık durumunda davalarına bakmak durumunda olan yargı mensuplarına, yapılan ödemelerin gerçeğe uygunluğunu denetlemekle yetkili olan SGK Müfettişlerine özel indirimler uygulandığı görülmektedir.)

-Öte yandan kamu idarelerine ait kuruluşlardan beklenen sağlık hizmetini alamayan göreceli olarak maddi durumu iyi olan yurttaşlarımızın özel kuruluşlarından alacakları hizmetleri için “tamamlayıcı sağlık hizmeti” sigortası yaptırmaya başlamıştır.

Yukarıda açıklanmış nedenlerle anlaşmalı özel sağlık kuruluşlarının sigortalılardan haksız ek ücret alma konularında herhangi bir sorunla karşılaşmadıkları, rahat hareket ettikleri bilinmektedir.

AKP iktidarınca, uygulamaya koyduğu “yeni ekonomik model” sonucu görülen haksız fiyat artışlarının önüne geçilmesi için denetimlerin yoğunlaştırılacağı ve yeni yasal düzenlemeler yapılacağı ifade edilmektedir. Ancak haksız fiyat artışlarıyla mücadele konusunda inandırıcı olunması, halkın güven ve desteğinin daha üst düzeyde sağlanabilmesi bakımından işe yürürlükte olan ve bugüne dek uygulanmadığı görülen yasalardan başlanılması, bu bağlamda geniş bir yurttaş kesimini ilgilendiren özel sağlık kuruluşlarına ödenen haksız ek ücretlerin denetiminin göz ardı edilmemesinde yarar vardır.

Bu arada sağlık konusundaki imtiyaz niteliğindeki ayrıcalıklara / haksız uygulamalara son verilmesi, toplumdaki adalet /eşitlik duygusunun pekiştirilmesine de gereksinim bulunmaktadır.
===========================
Dostlar,

Değerli dostumuz Sn. Esen, sorunu CİMER‘e de taşımıştır :

Twitter iletsi olarak paylaştığımız üstteki başvuru, 3 saat içinde 7 binden çok izleyicimiz tarafından okunmuştur : https://twitter.com/profsaltik/status/1473380247198478348?s=20

Bu uygulamalar çok boyutlu sorunlar doğurmakta ve sağlık hizmetlerine erişim ve kullanımda kabul edilemeyecek ölçekte eşitsizliklere yol açmaktadır. Oysa nitelikli sağlık hizmetlerine erişim temel bir insanlık hakkıdır (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 ve Anayasa md. 10, md. 56..)

Ayrıca Anayasanın 60. maddesi, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” içeriklidir. Özünde, GSS (Genel Sağlık Sigortası) prim = ek vergi temelli olup, kabul edilemez eşitsizlik en baştadır. Sağlık hizmetleri Anayasanın 56. maddesine göre devletin ödevi, yurttaşların hakkıdır. Sağlık giderleri adil vergi rejimine dayalı kamu gelirlerinden karşılanmalı, piyasalaştırılmamalı ve öncelik mutlak biçimde etkin – yaygın – nitelikli koruyucu sağlık hizmetlerine verilmelidir.

İnsanlar özelleştirilmiş – ticarileştirilmiş sağlık hizmetlerinin asla MÜŞTERİSİ değil, bu hizmetleri doğuşta hak eden saygın ve onurlu öznelerdir.

Sorunu gündeme taşıyan dostumuz Sn. Mahmut Esen’e, bize de yolladığı yazısı için teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 22 Aralık 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

ATATÜRK ve İNSAN HAKLARI

ATATÜRK ve İNSAN HAKLARI


Dostlar,

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletlerce benimsenmesinin 73. yılında, üstte başlığı verilen konferansımızın yansılarını paylaşmak istiyoruz. 87 yansı, 4,7 MB.

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereği için örgütlü çaba gösterilmesini dileriz..

Lütfen tıklayınız…

İnsan Hakları ve Atatürk, Ahmet SALTIK 25.12.08

Sevgi ve saygı ile. 10 Aralık 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin 68. YILINDA EN TEMEL HAK : SAĞLIKLI – ONURLU YAŞAM HAKKI

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin
68. YILINDA EN TEMEL HAK :
SAĞLIKLI – ONURLU YAŞAM HAKKI

Dostlar,

10 Aralık 2016’da verdiğimiz bir konferansın yansılarını burada paylaşmak istiyoruz..
79 yansı ve 15,6 MB..
izlenmesi, paylaşılması ve gereklerinin yapılması dileğiyle bilgi ve ilginize sunarız..

Lütfen tıklayınız..

Insan_Haklari_Saglik_10.12.16_AHMET_SALTIK


Sevgi ve saygı ile. 10 Aralık 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Türkiye Barolar Birliği: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!”: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!”

Türkiye Barolar Birliği: İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!
  • “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir”
Türkiye Barolar Birliği, 10 Aralık İnsan Hakları Günü nedeniyle yaptığı açıklamada, “İnsan hakkı ihlallerinin sıradanlaşmasına izin vermeyeceğiz!” denildi.  Açıklamada, “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir.” değerlendirmesi yapıldı.
Açıklamada, “İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından birini simgeleyen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edildiği 10 Aralık günü, bu yıl 73. kez, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İnsan Hakları Günü olarak anılıyor. Bununla birlikte, 10 Aralık’lar bir süredir hem dünyada hem de Türkiye’de insan haklarının ve evrenselliğin yüceltildiği değil, insan hakları savunucularının ve hukukçuların sürekli artan bir şekilde kaygılarını aktardıkları özel günlere dönüşmüş durumdadır. Ne yazık ki 10 Aralık 2021 de bu endişe verici eğilimin devam ettiği bir insan hakları günüdür.” denildi.
Açıklamada şu ifadeleri kullanıldı:
  • “Evrensel Bildirge; adından da anlaşılabileceği üzere insanların zamana, mekâna, dine, dile, milliyete, ırka, etnik kökene, cinsiyete, cinsel yönelime bağlı olmaksızın ve hepsinden önemlisi devletlerin tanımasından bağımsız şekilde, evrensel ve doğal haklara sahip olduğu düşüncesi ile hazırlandı. II. Dünya Savaşı’nın insanın temel hak ve özgürlüklerini devletlerin milli hukuklarının insafına bırakılamayacağını gösteren acı deneyimlerine bir tepki olarak hazırlanan Bildirgenin kaçınılmaz sonucu, insan haklarının devletlerin iç işi olarak görülemeyeceği, insanlığın ortak sorunu olarak tanınması gereğidir.
  • Ne var ki; bu evrensellik ilkesi günümüz dünyasında yükselen popüler otoriter rejimlerin “yerellik, millilik” iddiaları ile ciddi bir şekilde aşındırılmaktadır. İnsanı değil belli siyasi görüşleri, milliyetleri, dini inançları merkezine alan ve bu gruplara dahil olmayanların eşit haklara sahip olma haklarını inkâr eden (AS: yadsıyan) bu küresel yeni akım, özgürlük / güvenlik dengesini de sürekli bir şekilde özgürlük aleyhine bozma konusunda tereddüt etmemektedir.
  • Ne yazık ki 2021 yılı, ülkemizde de insan hakları alanında çok ciddi geri adımların atıldığı bir yıl olarak akıllara kazındı. Türkiye Cumhuriyeti, bu yıl en başta gururla adını verdiği ve kadına yönelik şiddete ilişkin en önemli uluslararası belge sayılan Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka aykırı bir şekilde çekildi. Gerileme bu adımla sınırlı kalmadı.
  • Türkiye, buna ek olarak siyasilerin hukuk devleti ve yargı bağımsızlığını hiçe sayan açıklamalarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını tanımayacağını ve uygulamayacağını ilan etti. Bu ısrar ve kural tanımazlık, Türkiye’yi Avrupa Konseyi tarihinde ikinci kez Bakanlar Komitesi’nin ihlal usulüne başvurduğu üye devlet konumuna getirdi.Türkiye Barolar Birliği gerek dünyada gerekse ülkemizde otoriterliğin ve kural tanımazlığın yükseldiği, hukuk devleti ilkesinden uzaklaşıldığı, yargı bağımsızlığının aşındığı bu dönemde umutsuzluğa yer olmadığını, tam tersine evrensel insan hakları değerlerini daha güçlü şekilde savunmanın gerekliliğinin bilincindedir. Her avukat, işinin gereği olarak aynı zamanda bir insan hakları savunucusudur. İnsan hakları, evrensel bildirgede ifadesini bulduğu üzere medeni ve siyasal haklar ile ekonomik, kültürel ve sosyal hakların birbirini tamamladığı ve birbirine dayandığı bir bütün olarak anlaşılmalı ve savunulmalıdır.

    Uluslararası standartların Türkiye’de yaşama geçirilmesi ve uygulanması, başta AİHM olmak üzere insan hakları mekanizmalarının kararlarının bağlayıcılığının “ama”sız ve “fakat”sız kabulü, Türkiye Barolar Birliği’nin insan haklarının evrenselliği ilkesinin yaşama geçirilmesi için olmazsa olmaz olarak gördüğü hedeflerdir.

    “Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmayı sürdürecektir”

    Dünyanın en büyük hukuk örgütlerinden biri olan Türkiye Barolar Birliği, insanlığın ortak değeri olan hak ve özgürlükleri savunmak için baskıcı yönetim anlayışlarının karşısında demokrasiyi ve insan haklarını en güçlü şekilde savunmaya devam edecektir.”

 

TELE1 TV Konuşmamız – 05 Aralık 2021

Dostlar,

Bu gün, 5 Aralık 2021 günü, TELE1 TV‘den Sn. Namık Koçak’ın konuğu olacağız / OLDUK.. Program kaçıranlar için erişke (link) yazımızın sonlarında..

Bilindiği gibi 09 Kasım 2021 günü Güney Afrika’dan DSÖ’ye (Dünya Sağlık Örgütü) yeni bir varyant bildirildi.

DSÖ bu son varyanta OMICRON adını verdi ve yayılma yeteneğinin (potansiyelinin) “yüksek” olduğunu bildirdi. Şu betimlemeyi de ekledi.

  • EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR MUTASYON…

Salt dikensi çıkıntı proteininde (Spike protein) 35 dolayında mutasyon var virüsün RNA’sında.

Bilindiği gibi, SARS-Cov-2 adı verilen Covid-19 hastalığı etkeni virüsün kendisi de bir mutasyon ürünü idi. Pangolin ve yarasalar arasında bulaşın (enfeksiyonun) geçişi sırasında SarsCov-2 adı verilen mutasyon ürünü virüs oluştu ve bir “çevresel zoonotik” hastalık olarak küresel – kıtalararası salgına (pandemiye) neden oldu.

SARS-Cov-2 adlı Covid-19 etkeni virüs, 2020’nin ilk günlerinde bu adı aldıktan sonra, aradan geçen yaklaşık 2 yılda çok sayıda mutasyon geçirdi. Bunlardan salgın açısından önemli olanlar “varyant” olarak adlandırıldı ve DSÖ’nce Grek (Yunan) abecesinden (alfabesinden) harflerle adlandırıldı. İlki “α varyantı” olarak tanıtıldı, Güney Afrika kökenliydi ve İngiltere’de yakalandı. Sonki gene olasılıkla G. Afrika kaynaklı ve bu ülkece 9 Kasım 2021 günü DSÖ’ne duyuruldu.

Son verilerle küresel ölüm sayısı 5,270,472; olgu (vaka, hasta) sayısı ise 266,101,055 (05.12.2021). Türkiye’de ise “resmi” ölüm sayısı 77,830 ve olgu (vaka, hasta) sayısı 8,901,117.
Bunlar elbette “resmi” ya da yakalanabilen ve kayda alınabilen / alınan sayılar, buzdağının ucu.
DSÖ’nün uyarılarına göre gerçek sayılar, açıklananların 3 – 3,5 katı dolayında.
***
Mutasyon, bulaş nedeniyle olmakta. Bir insandan bir başka insana bulaş gerçekleşmedikçe virüs çoğalma davranışı sergileyemediğinden, bu sırada, kendisini klonlarken yaptığı hatalara bağlı mutasyon da söz konusu değil. RNA’sını kopyalayarak çoğalırken, 36 bin dolayındaki bazdan birinde ya da birkaçında sıralama hatası olabiliyor. Bu biyolojik olgu “mutasyon” adını alıyor.

Mutasyon biyolojik bir süreç ve sürekli. Tüm canlılarda beli olasılıklarla gerçekleşmekte. Örn. grip virüslerinin RNA’sı her yıl %7 gibi yüksek bir oranda mutasyona uğramakta ve bu yüzden grip aşıları her yıl güncellenmek zorunda.

Mutasyon, –virüsler dahil– canlıların yaşamda kalma ve uyum sağlama çabalarının ürünü. Olumlu yönde mutasyonlar canlının değişen yaşam – çevre koşullarına uyumunu ve sağkalımını (survival) sağlarken, tersi yönde mutasyonlar ise doğal ayıklanma (natural selection) sonucu ile yaşamdan dışlanma (ölüm!) anlamına geliyor.

Son 2 yılda, SARS-Cov-2 virüsünde (Koronavirüs) gözlemlenen kayda değer mutasyon sayısı 10’u aştı. OMICRON varyantı, DSÖ’ne göre “ENDİŞE VERİCİ, EŞİ GÖRÜLMEMİŞ BİR MUTASYON” varyantıdır. İnsan hücresine girişte kullanılan dikensi çıkıntıda (Spike) yer alan proteinlerin mutasyon sonucu değişimi, hücrelerimizin bu virüsle daha önce karşılaşmış bile olsa onu tanıyamaması riski doğuruyor. Bunun uygulamada karşılığı, AŞIDAN KAÇMA ve YENİDEN BULAŞ (re-enfeksiyon)!

Sağlık Bakanı Dr. Koca ülkemizde henüz OMICRON varyantına rastlanmadığını belirtmekte ancak ne oranda gen dizilim incelemesi (sequence analyse) yapıldığı açıklanmıyor. İngiltere’de her hafta pozitif PCR testi sonuçlarının yaklaşık %20’si, ki bu 60 bin dolayında olguya (vakaya) karşılık geliyor, gen dizilimi incelemesine alınıyor. Dolayısıyla varyantları yakalama olanağı oluyor. 

ABD’de geliştirilen ve FDA’dan, ivedi kullanım onayına ek olarak tam ruhsat (Lisans) da alan Moderna ve Alman-ABD ortak ürünü BioNTech&Pfizer firmaları, OMICRON’un aşılardan kaçması ve bu aşıların güncellenerek son varyanta karşı da koruyucu / etki olması için sırasıyla 6 hafta ve 100 (yüz) gün gerekebileceğini açıkladılar. Henüz tam bilinmemekle birlikte,

  • OMICRON varyantı aşılardan kaçabilir ve bu olumsuz senaryoda tüm küresel toplum, iyimserlikle, 3 aya dek uzanan bir süre tümüyle korunmasız kalabilir!

Bu, KARANLIK BİR PENCERE DÖNEMİ‘dir ve ürkü (panik) göstermeden Küresel ölçekte hazırlıklı olmayı gerektirir.

Çok ciddi bir durum.. 2 yıl boyunca “virüs yaşamımızdan çekip gitmedi”.. Tersine yönde mutasyonlarla varlığını sürdürdü ve salgın savaşımımızı güçleştirdi.

Henüz bilgilerimiz çok sınırlı. Klinik gidişin örneğin Delta varyanta göre daha hafif olabileceği ancak %40 dolayında daha bulaştırıcı olduğu ön veriler içinde. Daha çok bulaştırıcılık yüzünden, daha hafif klinik tablo yaratsa bile, ölüm sayısında azalma değil tersini beklemek gerek.

En kötü senaryo olarak Aşılardan kaçma durumunda bir karabasan tablosu bekliyor dünyayı. Moderna 6 hafta, BioNTech&Pfizer ise en az 100 gün gerekeceğini açıkladı aşıların güncellenmesi için. Bu süre bir “karanlık pencere” dönemi oluşturabilir Küresel toplum için. Güncellenme başarılı olsa bile, bu “yeni” aşılarla dünya nüfusunu “sil baştan” aşılamak gerekecek. Çok büyük bir sorunsal..

8 Aralık 2020’den bu yana başlanan aşılama süreci, 1. yılı bitirdiğinde adeta bir hüsran ile yüz yüzeyiz. Temel neden ise tüm Küre nüfusunu bir seferberlik bilinci ile 2-3 ay içinde AŞILAYAMAMIŞ olmamız bağlı. Bunda da hem AŞIYA ERİŞİM HAKKI hem de AŞI KARŞITLIĞI belirleyici rol oynadı. Her 2 sorunun da hızla aşılması gerek ve bu olanaklı.

  • Küresel aşı adaletsizliği sürüyor.. 8,14 milyar doz aşı yapıldı 1 yılda, Dünya nüfusu 7.9 milyar iken. Ama yoksul ülkelerde en az 1 doz aşılanabilen nüfus hala %6,2! Neo-liberal yabanıl kapitalizmin utancı.
  • Küresel salgın karşısında adeta DENETİMLİ BİR DEHŞET SENARYOSU izleniyor!!??

Dünya nüfusunun %54,9’u en az 1 doz aşılandı ve her gün ortalama 34,41 milyon doz aşı yapılıyor. Ama Kara Kıta Afrika’da aşılanma %5 dolayında. Bardağın boş tarafından bakıldıkta, 1,2 milyar nüfusun %95’inin Kovit-19 aşılarına erişemediği görülüyor hazin biçimde.

Küresel toplumun ağır sınavı sürüyor, özellikle Küresel efendilerin, neo-liberal vahşetin baronlarının! Salgınla tehlikeli flörtü / valsi / kumarı bir yana bırakıp; BM (Birleşmiş Milletler) öncülüğünde bir seferberlik kaçınılmaz.. Aşı adaletini sağlayarak, patent vb. akçalı (mali) engelleri aşarak, yoksul ülkelerin borçlarını erteleyip – öteleyerek, hafifleterek, silerek..

  • 5 yaş üstünde tüm dünyalıları ETKİN / GÜVENLİ aşılarla 2-3 ay içinde aşılamak…
  • Maliyet 1 doz aşı 10 $ alınırsa, 7 milyar 5+ yaş nüfus için 70 milyar $; 2 doz için 140 Bn $! Asla kaldırılamayacak bir tutar değil. Toplam Küresel gelir 2020’de yaklaşık 80 Tr $. Tüm Dünyalılara 2 doz aşı bedelini lojistik vb. hizmet giderlerini de katarak 200 Bn $ dersek, 2002 toplam Dünya gelirinin 1/400’ü! Bu yapılmadığında tablo çok yönlü çok ağırlaşıyor ve İPLERİ ELDEN KAÇIRMA RİSKİ de var!
  • Aşı karşıtlarının akıl – bilim dışı savlarına teslim olamayız!
  • 2-3 haftalık eş zamanlı KÜRESEL KAPANMAYI gündeme ciddiyetle almak..

Bu arada, klasik korunma önlemlerini özenle sürdürmek her zamankinden daha gerekli.

– Uygun / standart maske ve dezenfektanlar; mutlaka sıkı nitelik (kalite) denetimleri yapılarak,
– 1,5 – 2 m fiziksel korunma uzaklığı,
– başta el olmak üzere genel hijyen,
– kalabalıklardan – sosyalleşmeden olabildiğince kaçınma,
– kapalı alanlarda olabildiğince kısa süre kalma ve buraları kışın da etkin havalandırma..
– 0zorunlu olmayan gezi vb. eylemleri erteleyip – öteleme,
– toplumsal hareketliliği sınırlama
– Devletin sosyal destek programlarını sürdürmesi, eğitimi ve yasal yaptırımları uygulaması..

Örneğin 1593 s. Umumi Hıfzıssıhha Yasası’nın 94. maddesi çok net yaptırım olanağı tanımlamakta :

  • Yinelenen aşılarını belgeleyemeyenler kamu ve özelde, büyük çiftliklerde işe alınmaz ve okullara sokulmazlar.. 
  • Aşı karşıtlığı engelinin üzerine kararlılıkla gidilerek YAŞAM HAKKININ KORUNMASI…

Türkiye’nin perişan halleri” aşağıda..

4-5 aydır her gün 20 -30 bin yeni hasta ve 200-300 arasında “resmi” ölüm..
Bu kıyımdır ve sürdürülemez, sürdürülmemelidir; daha iyi veriler olanaklıdır.
Türkiye’de salgın “öksüz” bırakılmıştır ve

  • AKP iktidarı çok sayıda önlenebilecek hastalık ve ölümden, masum insanların sağlıklı yaşam hakkından doğrudan sorumludur tarih önünde; yargılanacaktır.
    ***
    Bunları ve daha fazlasını konuşacağız / KONUŞTUK TELE1’de Sn. Namık Koçak ile.
    Programı izlemek için lütfen tıklayınız.. (42 dk.)

***
Bu gün, 5 Aralık 1934’ün 87. yıldönümü. Büyük ATATÜRK‘ün kadınlarımıza seçme – seçilme hakkı tanımasının mutlu yıldönümü. Birçok Avrupa ülkesinden daha önce hem de!
Büyük Devrimci Mustafa Kemal ATATÜRK‘ü ve eşsiz önderliğini şükranla anıyoruz.
Hiç ama hiç unutulmasın; “tüm insanlar haklar ve onur bakımından özgür ve eşit doğarlar“;
Türkiye’nin de kabul ettiği  İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 1.. (10 Aralık 1948)

Bilgi ve ilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile.
05 Aralık 2021, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

IRKÇILIK – MİLLİYETÇİLİK ve ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Okurlarım ve izleyicilerim bana, “Hocam ırkçılık ve milliyetçilik üzerine niçin hiç yazmıyorsunuz?” diye soruyorlar. Önce bir konunun altını önemle çizmem gerekir. Milliyetçilik öğretisi 2 yanı keskin bir bıçak gibidir. İyiye de, kötüye de yani birleştiriciliğe de, bölücülüğe de neden olabilir.

Milliyetçiliğin iyi yanı ve doğru olanı savunmacı milliyetçiliktir.
Ulusun bütün paydaşlarını bir bütün olarak sarıp sarmalar. Ortak tarih, ortak dil ve ortak kültür gibi değerlerle toplumsal bütünlüğü güçlendirir. Yine ortak ulusal geleceği, tüm paydaşları ve bileşenleri ile birlikte, hiçbir etnisiteyi dışlamadan, adalet içinde, kafa kafaya, el ele ve gönül gönüle vererek birlikte oluşturmaya çalışır.

Eğer milliyetçilik yanlış uygulanırsa, yurt içinde ırkçılığa ve dinciliğe bürünerek, ötekileştirmelere, dışlamalara, düşmanlaştırmalara ve etnik temizliğe (AS: etnik kırım!) neden olabilir. Toplumsal istikrarı bozar. Dış politikada da fetih ve cihat gibi feodal ve teokratik değerleri kullanarak saldırgan bir yapıya ve hatta ırkçılığa dönüşebilir.
Şimdi konumuzu çok özet olarak açıklamaya çalışalım :

A- Irkçılık ya da Biyolojik Irkçılık Nedir?

İnsanların kültürel ve toplumsal özelliklerini biyolojik ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren ideoloji ya da öğretidir. Derinin rengi, yaşadığı coğrafya bölgesi ve kafatası özellikleri vb. nedenlerle bu ideolojide, kimi ırklar üstün görülür.
Bu yaklaşım gericidir, çağdışıdır; akıl, bilim ve çağdaş insancıl değerlerle bağdaşmaz.

B- Kültürel Irkçılık Nedir?

Kültürel ırkçılık ise, kimi ırkların, örneğin bir bütün olarak beyaz ırkın öbür ırklardan daha çok gelişmiş, daha akıllı ve daha yetenekli olduğu yanlış ve kasıtlı çıkarsamasına dayanır.
Bu yanlış ve çağdışı yaklaşım, siyah Afrika halklarının köleleştirilmesi, ülke kaynaklarının da emperyalist Batı’nın beyaz ırklarınca kolonileştirilip (AS: sömürgeleştirilip) sömürülmelerine neden olmuştur. Hatta bu yanlış ırkçı yaklaşıma göre, beyaz ırklar siyah ırklara uygarlık (!) götürmektedir. Emperyalizmin siyah ırkları sömürü yolu böyle açılmıştır.

Günümüzün evrensel hukuk anlayışına göre herkes haklar ve özgürlükler bakımından eşit doğar (AS: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 1). Hiçbir ırkın öbürlerine üstünlüğü ya da aşağı olması söz konusu değildir.

C- MİLLİYETÇİLİK (Ulusalcılık) nedir?

Maddi, manevi, ekonomik, kültürel, sosyal ve sanatsal …her açıdan kendi halkı, ülkesi ve devletinin bütün çıkarlarını her şeyin üstünde tutma ideolojisi ya da öğretisidir.
Milliyetçilik ideolojisi de ırkçı milliyetçilik ve kültür milliyetçiliği diye ikiye ayrılır.

1- Irkçı Milliyetçilik

Kendi ırkının her açıdan başka ırklar ve toplumlardan daha üstün olduğu inancına dayanır. Başka uluslara düşman olur. Kafatasçılık olarak da tanımlanabilir. Akıl ve bilim dışı bir saplantıdır. Hem içerde ve hem de dışarıda istikrarsızlık kaynağı olur .

2- Kültür Milliyetçiliği

Dil, tarih, kültür, gelenek, görenek ve birlikte yaşama açısından ortak bir geçmişe sahip olan etnik ve azınlık kesimlerin oluşturduğu toplumsal yapının yine ortak gelecekte birlikte var olma savaşımında fikir ve davranış birliği içinde olabilme bilinci ve istencine dayalı bir öğretidir.
Saldırgan ve savunmacı milliyetçilik olarak ikiye ayrılır.

a- Saldırgan Milliyetçilik

Saldırgan milliyetçilik başka toplumların ve ülkelerin varlığını kendisi için sürekli tehlike ve düşmanlık olarak algılayan milliyetçiliktir. Başka uluslarla uzlaşmaya ve barış içinde yaşamaya karşıdır. Örneğin Hitler dönemindeki Alman Ulusunun iç ve dış saldırgan milliyetçiliktir. Yurt içindeki farklı kültür ve azınlıklara karşı etnik temizlik ve asimlasyon, yurt dışında ise başka toplumların düşman olarak görülmesi ve yok edene kadar savaş stratejisine dayanır.

b- Savunmacı ve Korumacı Milliyetçilik.

Dağılmış ulusal birliği yeniden toparlamak, halk arasında farklı etnik ve azınlıklarla birlikte ortak yaşam ilkelerini sağlamlaştırmak; toplam ulusal bilinci güçlendirerek korumak, yurt içinde ulusal birliği ve barışı kalıcılaştırmak. Yurt dışında ise başka ulusların yaşama hakkına saygı duymak, ancak her türlü iç ve dış tehditlere karşı uyanık olmak…

D- Atatürk Milliyetçiliği Nedir?

Atatürk Miliyetçiliği :
– Irkçı değildir, kültür odaklı ve kültür tabanlıdır,
– Saldırgan, fetihçi ve cihatçı değildir,
– Tüm yurttaşların eşitliğine dayanır,
– Bölücü değil birleştiricidir,
– Başka ulusların hak ve hukukuna saygılıdır,
– Emperyalizme karşı büyük bir kurtuluş savaşını birlikte kazanmış tüm paydaşların ortaklaşa birlikte yaşama ve çağdaş ortak geleceği birlikte kurabilme inancına dayanır.

Atatürk diyor ki:

  • Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.
  • Cumhuriyetin temeli kültürdür, (ırk değil)
  • Yurtta barış, dünyada barış.
  • Türkiye Cumhuriyetini kuran TÜRĶİYE HALKINA TÜRK MİLLETİ (ULUSU) DENİR.

Dünya AIDS Günü 2021: Eşitsizlikleri sonlandır, AIDS’i sonlandır!

HIV enfeksiyonu tedavisinde son yıllarda elde edilen önemli başarılara karşın, halen dünyada yaklaşık 38 milyon kişi HIV ile yaşamaktadır ve HIV enfeksiyonu önemli ve öncelikli bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir.

Yıllık yeni HIV enfeksiyonu sayısı 2000 yılında 3 milyonun üzerindeyken bugün 1,5 milyona inmiş, HIV enfeksiyonuna bağlı ölümler 2007 yılında 2 milyona yaklaşırken, geçtiğimiz yıl 680 bine gerilemiştir. Bu sayılar hala çok yüksek olmakla birlikte, sağlanan azalışlar önümüzdeki dönem için umut vericidir.

Küresel ölçekte yeni olgu sayısı her yıl azalmaktayken, Türkiye ve çevresindeki ülkelerde yeni olgu sayılarının sürekli artış göstermesi dikkat çekicidir. Son bir iki yılda Türkiye’de belirlenen yeni olgu sayılarının önceki yıllara göre azaldığı yönündeki veriler –uzun dönem verileri incelendiğinde– dikkatle izlenmeyi ve doğrulanmayı gerektirmektedir. Türkiye’de olgu sayıları halen Dünya ortalamasının altındadır; ancak, artışın sürmesi durumunda bu tablo değişecek gibi görünmektedir. Bu gidiş, küresel deneyimlerden ve bilgi birikiminden yararlanmak yoluyla durdurulabilir.

Küresel ölçekte yeni olguların ve ölümlerin azalmasını sağlayan başlıca iki müdahale alanı bulunuyor. Bunların ilki, bulaşmayı önleyici koruyucu davranışların toplumda yaygınlaştırılmasıdır. Üreme sağlığı ve cinsel sağlık hizmetleri ile risk altındaki kesimlere ve toplumun bütününe yönelik farkındalık ve güvenli cinsel davranış eğitimleri ile bu alanda etkili sonuçlar alınabilmektedir. Öte yandan, tedavideki gelişmelerin de küresel başarıda büyük payı vardır. Doğru ve sürekli olarak uygulanan anti-HIV tedavileri enfeksiyonun semptomatik hastalığa (AIDS’e) dönüşmesini başarıyla önlemektedir. Uygun tedavinin sağlanması bulaştırıcılığı da büyük ölçüde önlemektedir. Böylece, tedaviye erişimi olan HIV pozitif kişilere, daha iyi işbirliği sağlanarak güvenli davranış kazandırılabilmekte ve viral yükün sıfıra yaklaşması ile paralel olarak bulaştırıcı olmaları da önlenmektedir. Başka bir anlatımla, HIV pozitif bireylerin tedaviye erişimleri hem kendilerinin sağlığını korumak, hem de yeni olguları önlemek için çok etkili olmaktadır.

Dünyada, HIV ile yaşayanların % 73’ü anti-retroviral tedaviye erişebilmektedir. Bu oran önceki yıllara göre çok olumlu olmakla birlikte UNAIDS’in belirlediği %90 hedefinin altındadır. UNAIDS, HIV pozitif kişilerin en az %90’ının tanı alması, tanı alanların en az %90’ının tedaviye erişebilmesi ve tedaviye erişenlerin en az %90’ında bu tedavinin tam ve sürekli olmasının sağlanması durumunda HIV enfeksiyonu pandemisinin denetim altına alınabileceğini öngörmüştür. Eşitsizlikler, 90-90-90 hedefleri olarak ifade edilen bu hedeflere ulaşmayı güçleştiren en önemli etmendir. COVID-19 Pandemisi de eşitsizlikleri artırarak ve hizmete erişimi engelleyerek süreci olumsuz etkilemektedir.

Türkiye’de HIV enfeksiyonu tedavisinde kullanılan ilaçlar sağlık güvencesi kapsamında yer almakta ve HIV pozitif bireylerin tedaviye erişimi sağlanabilmektedir. Ancak henüz bu anti-HIV tedavi uygulamalarının 1. Basamak sağlık hizmetlerine ve Üreme Sağlığı Programlarına entegrasyonu (AS: eklemlenmesi) sağlanmamıştır. HIV’le yaşayan bireylerin sayısının giderek artması ile birlikte, bu hizmetlerin entegrasyonu (AS: bütünleştirilmesi) tedavinin sürekliliği için önemli bir gereklilik haline gelmiştir. Bundan başka, sığınmacılar, mahpuslar gibi özel grupların tanı ve tedavi hizmetlerine ve ilaca erişimleriyle ilgili sorunlar yaşanmaktadır. Anti-HIV tedavilerin etkili olması için tedavi sürekliliği büyük önem taşır ve bu yüzden dezavantajlı toplum kesimlerinden kişilerin tedaviye erişimleri özel yaklaşım gerektirir.

Türkiye’de 90-90-90 hedeflerine ulaşmak ve HIV enfeksiyonlarının artış eğilimini durdurmak için önemli bir sorun, tanı konulmayan HIV enfeksiyonlarıdır. Tedavi ve kontrolün (AS: denetimin) sağlanabilmesi için önce HIV enfeksiyonu tanısının konması gereklidir. Toplumda bu konuda olumsuz yargıların, dışlayıcı ve damgalayıcı tutumların yaygınlığı ve sağlık kuruluşlarında gizliliğin sağlanamadığı örneklerin çokluğu tanı için başvuruları güçleştirmektedir. Riskli cinsel davranışı olan, bu nedenle HIV ile ilgili endişesi olan kişilerin endişe etmeden başvurarak bilgi alabileceği, isimsiz ve ücretsiz test yaptırabileceği birimlerin artırılması gereklidir. Halen Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmeyen ve Belediyeler tarafından açılmış anonim (AS: adsz) test merkezleri, kısıtlı sayılarına karşın çok önemli bir hizmet sunmaktadır. Bu merkezlerin her ilde ve başlıca her Sağlık Bakanlığı hastanesi bünyesinde bulunması ve tanı için başvurunun teşvik edilmesi önemli bir gereksinimdir. Bundan başka, HIV tarama programının 1. Basamak sağlık hizmetlerine entegre edilmesi (eklenmesi) de bu hizmetin yaygınlığını ve ulaşılabilirliğini artıracaktır.

2021 Dünya AIDS Gününün bu yılki teması

  • “Eşitsizlikleri sonlandır. AIDS’i sonlandır”

şeklinde formüle edilmiştir (AS: belirlenmiştir). Eşitsizlikler en köklü toplumsal sorunlardandır ve günümüzde en ağır biçimde sürmektedir. HIV/AIDS dahil birçok halk sağlığı sorunu eşitsizlikler temelinde büyümekte, çözüm güçleşmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 70’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) ortaya koyduğu eşitlik hedeflerine halen ulaşılamamıştır. Eşitsizlikler temel olarak makro-ekonomik sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır ve yok edilmesi de kolay gözükmemektedir. Ancak bugünkü sistemler içinde bile eşitsizlikleri azaltabilmek, derin uçurumları ortadan kaldırmak mümkündür. Bu yıl 1 Aralık Dünya AIDS Günü için belirlenen eşitsizlikleri sonlandırma teması bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Sağlığın her alanında, eşitsizlikleri dikkate almayan çabalar ancak sınırlı yarar sağlayabilir.

  • Eşitsizliklerin azaltılması ve ortadan kaldırılması için çalışmak halk sağlığı yaklaşımının temelini oluşturur.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1. maddesine göre

  • “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.”

Bu ilkeyi soyut bir genelleme olarak değil, var olan toplumsal ve uluslararası sorunların temelden çözümünün anahtarı olarak görmek gerekir. HIV enfeksiyonu taşıyan bireyler ve HIV nedeniyle damgalamaya uğrayan toplum kesimleri başta olmak üzere, toplumun tüm kesimlerine yönelik her türlü ayrımcılığa son verilmesi gereklidir. HIV pandemisi, halk sağlığı sorunlarının çözümü için eşitsizliklerin ve ayrımcılığın önlenmesi gerektiğini gösteren deneyimler sağlamıştır. Bu deneyimlerden yararlanmak gerekir.

  • Eşitsizlikleri sonlandıralım; AIDS’i sonlandıralım!

*Bulaşıcı Hastalıklar Çalışma Grubu adına, Prof. Dr. Tacettin İnandı ve Prof. Dr. Tuğrul Erbaydar tarafından hazırlanmıştır.

Kavimler göçüne dönüşen sığınmacı akınları

hikmet sami türk ile ilgili görsel sonucuProf. Dr. Hikmet Sami TÜRK

20 Ağustos 2021, Cumhuriyet

 

10 Aralık 1948 günü BM Genel Kurulu’nca kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi şöyledir:

  • “Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkelere sığınmak ve bundan yararlanmak hakkına sahiptir. Bu hak, gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan kaynaklanan ya da BM’nin amaçlarına ve ilkelerine aykırı eylemlerden kaynaklanan kovuşturmalar durumunda öne sürülemez.”

Böylece adi suçlardan kaynaklanan kovuşturmalar dolayısıyla sığınma (iltica) isteminde bulunulamaz. Bir devletin yabancı uyruklu bir kimseye sığınma hakkı tanıması, sığınmacı (mülteci) olarak kendisine geldiği devletin baskısından uzak, süreli veya süresiz bir özgürlük desteği vermesi niteliğindedir. Ancak bu durum, sığınmacının konuk olduğu ülkenin güvenliği, kamu düzeni ve ekonomisi bakımından bir tehlike oluşturmamasına bağlıdır.

SIĞINMACI AKINLARI 

Bireysel bir insan hakkı olan sığınma hakkı, belirli bir ülkeden gelen çok sayıda insan tarafından kullanıldığı zaman kütlesel (AS: kitlesel) bir harekete, kalıcı olduğu zaman göçe dönüşür. Suriye ile en uzun kara sınırını paylaşan, aslında bölgede bölücü PKK uzantısı YPG, PYD, SGD vb. terör örgütleriyle mücadele eden Türkiye’ye son on yıl içinde bu ülkeden sığınan insanların yarattığı kütlesel (AS: kitlesel) hareket bu niteliktedir.

23 Temmuz 2021 itibarıyla Türkiye’deki Suriyeli sayısı en düşük
3.690.896 kişi olarak tahmin edilmektedir. Suriye’nin 2021 yılındaki nüfusunun 17.752.388 olduğu dikkate alınırsa bu, Suriye halkının yaklaşık %21’inin Türkiye’de yaşaması demektir. Başka ülkelerden doğrudan Türkiye’ye gelen ya da Türkiye’yi transit güzergâh olarak kullanıp Avrupa ülkelerine geçmek isteyen ama geçemeyip burada kalan insanlar bir yana bırakılsa bile sadece Suriye’den gelip kalanların toplam sayısı, ortaçağda doğudan gelen istilacı kavimlerin baskıları karşısında tutunamayıp Batı Avrupa, Kuzey Afrika ve Anadolu’ya göç eden kavimlerle karşılaştırılabilecek boyuttadır. Bu boyuttaki bir kütle (AS: kitle) hareketi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 14. maddesinin sınırlarını aşar. Tek başına hiçbir ülke, işgal olarak da nitelenebilecek bu çapta bir toplu sığınma hareketine çare bulamaz. Bu tür kütle (AS: kitle) hareketleri, bir insanlık sorunu olarak ancak birçok devletin işbirliği ve sorumluluk üstlenmesiyle çözüm yoluna konabilir.

Farklı rejim değişikliklerine sahne olan Afganistan’da özellikle son altı yıl içinde kadına hiçbir hak tanımayan bağnaz bir din anlayışını temsil eden Taliban hareketinin giderek güç kazanması da İran üzerinden Türkiye’yi bir transit güzergâh olarak kullanıp Avrupa’ya geçmek isteyen, başaramayıp Türkiye’de kalan Afganların sayısında artış nedeni olmuştur. Taliban’ın Kâbil’i ele geçirerek ülkenin tamamında denetimi sağlaması, bir karşı önlem alınmazsa bu göçü hızlandıracaktır.

SIĞINMACILARLA GELEN SORUNLAR 

Sığınmacıların kendileri, aile bireyleri ve çocuklarının dil, eğitim, gelenek ve görenek, kılık ve kıyafet farkları dolayısıyla Türk toplumuna uyum sağlamaları bakımından bazı sorunların, bir kültür çatışmasının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu sorunların aşılması, sığınmacıların geldikleri ülkeye uyum sağlama yönünde gösterecekleri çabalara bağlıdır.

Kalıcı olarak gelen, fakat dini bayramlarda ülkelerine gidip dönmeyi ihmal etmeyen Suriyeli sığınmacıların asıl amacı, Türkiye’de veya gidebilirlerse Almanya gibi bir Avrupa ülkesinde daha iyi koşullarda bir iş bulup veya bir iş kurup çalışmaktır. Yabancıların Türkiye’de çalışmaları ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan izin almalarına bağlıdır. 27.2.2003 tarih ve 4817 sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun uyarınca yabancılar, kural olarak “Türkiye’de bağımlı veya bağımsız çalışmaya başlamadan önce izin” almak zorundadırlar.

HAKSIZ REKABET

Çalışma izni veya uzatılması istemi, kanunda gösterilen çeşitli nedenlerle,

“a) İş piyasasındaki durum ve çalışma hayatındaki gelişmeler ve istihdama ilişkin sektörel ve ekonomik konjonktür değişikliklerinin çalışma izni verilmesine elverişli olamaması,

d) Yabancı çalışmasının milli güvenlik, kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararı, genel ahlak ve genel sağlık için tehdit oluşturması hallerinde reddedilir.” (m. 14).

Bu hükümler, anayasamıza göre “herkesin hakkı ve ödevi” olan çalışma bakımından sınırlama niteliğindedir (m. 49/I). Ancak yine anayasamıza göre “Temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir.” (m. 16).

Kaldı ki özellikle yükseköğrenim görmüş gençleriyle ciddi bir işsizlik sorunu yaşayan Türkiye’de devletin öncelikle kendi yurttaşlarına istihdam olanakları açması gerekir. Nisan 2021 sonu itibarıyla 15 ve daha yukarı yaşlardaki işsiz sayısı, 4 milyon 511 bin kişi, işsizlik oranı %13.9 olarak tahmin edilmiştir. Anayasamıza göre devlet, “çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak … için gerekli tedbirleri alır.” (m. 49/II).

Bu sayı 23 Temmuz 2021 itibarıyla Türkiye’de bulunan toplam Suriyeli sığınmacı sayısı olan 3.690.896’nın üzerindedir. Afganistan ve diğer ülkelerden gelenlerle birlikte yabancı işgücü arzı, Türkiye’deki işsizler sayısının üzerine çıkabilir. Bunlardan bir bölümü, izinli veya izinsiz olarak çalışıyor. Her iki durumda bir rekabet, izinsiz çalışma durumunda işverenin de birlikte sorumlu olduğu bir haksız rekabet söz konusudur.

NE YAPMALI?

Bu koşullarda

  • Türkiye, sakıncaları ortada olan bir açık kapı politikasını daha fazla sürdüremez.

AB ülkelerinin “Türkiye’ye bir miktar para verelim, sığınmacılar orada kalsın” yaklaşımı, bu durumun yaratacağı sorunlar bakımından Türkiye’nin kabul edebileceği bir çözüm olamaz. Bu insanlık sorununun çözümünde sığınmacıların asıl ulaşmak istedikleri hedef konumundaki AB ülkelerinin de sorumluluk üstlenmesi gerekir.

  • Halen Türkiye’de çalışan yabancılar, gönüllü olarak ülkelerine dönüş için ikna edilmelidir.

Böyle bir politika değişikliği kararının bugün Türkiye’de uygulanan tek adam yönetimi sistemi içinde alınması gerektiği açıktır. Dünyada küresel aktör olmak için -Anayasanın 73. maddesindeki tanımla- “kamu giderlerini karşılamak üzere” ödenen vergilerden Somali’ye 30 milyon dolar bağışlayabilen bir yönetimin böyle bir politika değişikliğine ne ölçüde hazır olduğu ise ayrı bir konudur.