Etiket arşivi: Ali Sirmen

Halk devletine karşı vatanını koruyor

Ali Sirmen
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr
30 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Sevgili,

Akıl hamakatin karşı durulmaz lagarlığı altına ezilmeye mahkûm edildi mi, her şeyde olduğu gibi, atasözlerinde ve özdeyişlerde de anlam kayboluyor. Dünkü Cumhuriyet’in ilk ve son sayfaları bunun çarpıcı bir örneği. Son sayfada Boğaziçi Üniversitesi İklim Politikaları Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın, “Bunlar daha iyi günlerimiz” diyerek ağustosun temmuzdan daha beter olacağı uyarısı ve küresel ısınma dolayısıyla başlayan sıcakların ulusal afet ilan edilmesi önerileri yer almaktaydı.

Birinci sayfada ise Muğla’nın Akbelen Ormanı’nın kesilmemesi için devletin polisi ve jandarmasına direnen halkın ve onlara desteğe giden Kemal Kılıçdaroğlu’nun haberi vardı.

Sevgili, biraz belleğini yokla, sen de benim gibi küresel ısınma ile ilgili haberlerin, korkunç bir yarını betimlediği günleri gayet net hatırlayacaksın.

O yarınların haberleri şimdi bugün oldu, artık onları yaşıyoruz. Başka yarınların da bugün olması için çok beklemeyeceğimize, İstanbul-İzmir gibi kentlerimizin kıyı bölgelerinin yükselen deniz suları altında kaldığını pek yakında yaşayacağımıza emin olabilirsin.
***
Çevre ile ilgili kehanetlerin gerçek olması, afetlerin yaşanmaya başlanması bir musibetin bin nasihate evla olduğu deyişini anlamsızlaştığı açıktır. Felaket öngörülmüş, nasihatler birbirini izlemiş fakat kimse aldırmamıştır. Musibetin gerçekleşmesi dahi kimsenin aklını başına getirmemiştir. Getirseydi, dünkü Cumhuriyet’in son sayfasında söylenenler, kös dinler gibi karşılanır ve birinci sayfadaki rezalet olur muydu?

Ne oluyor Akbelen’de?

Akbelen’de devletin kolluk güçleri, “beşli çete”nin talebiyle kömür madeni açmak için ormanı kesmektedir.

Çevre köylüler ve başka yerlerden gelmiş çevreci vatandaşlar, “beşli çete”ye karşı ormanlarını korumaktadırlar. O ormanlar, kamunun yani onlarındır.

  • Korudukları kendi zenginlikleri, kendi vatanlarıdır.

Oralar kamu mülkiyetindedir. Bizim oraların korunmasını devletten talep etme hakkımız vardır.

Vatandaş da öyle yapmış, kamu malını, yani kendi malını, başka deyişle vatanını korumasını yargıya başvurarak talep etmiştir.

İlk bakışta anlaşılması güç tasarruflar ile devlet vatandaşın vatanının korunması talebine olumlu yanıt vermemiş, “beşli çete”nin isteğine uyarak ormanın kesilmesini, engellemek isteyenleri kolluk gücüyle dağıtmaya çalışmıştır.

  • Şu anda Akbelen’de halk ormanını yani vatanını korumaktadır.

Beşli çete”nin adamları kesimin sürmesi işinde gözcülük etmektedirler. Kesim alanında halka müdahale etmemektedirler.

Peki halk kime karşı savunuyor ormanını, yani vatanını?

  • Halk vatanını devletine karşı savunuyor.

Beşli çete ormanın alından kömür çıkarmak istemekte, halk ise bunu engellemeye çalışmakta, kamu yararını gözeterek devletten halk çıkarını korumasını istemektedir.

Devlet ise kesimin bir an önce gerçekleşmesi için Akbelen’de kolları sıvamıştır.

  • Akbelen’de bir çevre cinayeti işlenmektedir.

Ama Akbelen’de başka bir şey daha olmakta,

  • halk vatanını kendi devletine karşı savunmaktadır.

***
Çevre cinayeti, hem topluma hem de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Ama bir halkın vatanını devletine karşı savunmak zorunda kalması hali daha da büyük bir suçtur.

Halkın vatanını kendi devletine karşı savunmak zorunda kaldığını düşünmesi bile yeterince büyük bir musibettir.

Bu durumda bütün kavramlar karmakarışık olur, kurumlar birbirine girer, her şey anlamını kaybeder.

Bu durumda demokrasi dikta olur; egemenlik işgal, adalet ise zulüm.

Akbelen’de vatandaşın kendi vatanını kendi devletine karşı savunması durumu olmuşsa ya da olmayıp da sadece vatandaşta böyle bir izlenim uyanmışsa bile devletin bu durumu veya izlenimi gidermesi şarttır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Lozan ‘Bayramı!’28 Temmuz 2023

Kalpaksız Kuvayı Milliyeci

Büyükelçi Korkmaz Haktanır'ın Anısına Saygı-Daver Darende - Telgrafhane SanatDAVER DARENDE
Emekli Diplomat

Cumhuriyet, 24 Ocak 2023

24 Ocak, onurlu yaşamını ülkesi için feda eden kalpaksız Kuvayı Milliyeci Uğur Mumcu’yu yitirdiğimiz hüzün dolu gündür. Bugünü asla unutmayacağız, unutturmayacağız.

  • Uğur Mumcu Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucusuydu.

Bu topraklarda bir sömürge aydını gibi dolaşanlara, karşıdevrimcilere, siyaseti kendi çıkarları için kullananlara karşı Mustafa Kemal Atatürk’ün anısını yücelterek kalemiyle savaştı.

Yurdunun sorunlarını kendine dert edinmiş gerçek bir yurtseverdi.

‘İNANÇ IŞIĞI’

Değerli yazar Ali Sirmen bir yazısında Uğur Mumcu için şöyle demişti:

  • “Gerçekten eğer toplum Uğur Mumcu gibi olabilseydi veya O’nun uyarılarından
    gerekli dersleri çıkarmayı başarabilseydi, bugün içinde bulunduğumuz duruma düşmezdi.”

    (Cumhuriyet, 25 Ocak 2008)

Uğur Mumcu, Kuvayı Milliye ruhunun aramızda soluk alan inançlı temsilcisiydi.
Bugün yaşamda olsaydı, Lozan’ın intikamını almak isteyenlere karşı amansız mücadelesini sürdürür, ülkemizin bugün “Mütareke” döneminden daha ciddi bir durumda olduğunu halkımıza anlatırdı.

Türkiye, son derece ciddi ve tehlikeli bir süreçten geçiyor

Uğur Mumcu, yıllar önce ülkemizin karşı karşıya kaldığı tehlikeyi gördü ve halkımızı uyardı. Şimdi O’nun yıllar önce yazdıklarına kulak verelim:

  • “Ortadoğu siyasetinde kimin kiminle ne zaman dost, ne zaman düşman olacağı bilinmez. Çünkü Ortadoğu kum ve petrolden oluşan bir cehennemdir.”
    (Cumhuriyet, 22 Haziran 1991)
  • “ABD, Türkiye topraklarını öteden beri Ortadoğu’ya müdahalesi için bir üs olarak kullanmak istiyor. Dün böyleydi, bugün de böyle. Herhalde yarın da böyle olacaktır.”
    (Cumhuriyet, 22 Haziran 1991)
  • “Türkiye, dış siyasetinde ABD markalı mayınlarla döşenmiş bir mayın tarlasına doğru
    hızla sürükleniyor.” (Cumhuriyet, 26 Temmuz 1992)

Şimdi aramızda olmayan, değerli yazar Oktay Akbal bir yazısında şöyle demişti:

  • “Sevgili Uğur Mumcu, bir yıldız gibi geldin geçtin Türk tarihinden.
    Ardında inanç ışıkları bırakarak…”

GERÇEK KEMALİST

Aydınlanmanın simgesi, direncin anıtı Uğur Mumcu Türkiye üzerine oynanan kirli oyunları önceden gören, emperyalizmin çevirdiği dolapları belgeleriyle ortaya çıkaran gerçek bir Kemalist idi.

Bizlere inanç ışıklarını bırakan Uğur Mumcu’yu, O’nun çok sevdiği Sabahattin Ali’nin unutulmaz dizeleriyle saygı ve artan bir özlemle anıyorum.

Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye 
Göğsümde şimdi O’nun aşkı yatıyor..

AKP anayasa yapamaz

Ali Sirmen
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr 

Son Yazısı / Tüm Yazıları
08 Kasım 2022, Cumhuriyet

AKP’nin fırsatı yakalayınca ortaya attığı türban için anayasa referandumu önerisinin tartışmaları sürüyor. Hafta sonunda anayasa profesörü ve eski milletvekili Süheyl Batum, Ruhat Mengi ile yaptığı söyleşide, toplumsal sözleşme olan anayasaların parti ziyaretleriyle yapılamayacağını söylüyordu. AKP temsilcilerinin anayasa değişikliği konusunu HDP ile görüşmeleri ise bizzat AKP bünyesinden itirazlar yükselmesine neden oluyordu. Cumartesi günü Cumhuriyet‘in altını çizdiği üzere, Cumhur cephesinin türban referandumu için daha 26 milletvekiline ihtiyacı vardı. Onu da bulamıyordu.

Sözün özü Millet cephesinden herhangi bir kurtarıcı aklı evvel öneri çıkmaz ise AKP anayasa değişikliğini yaşama geçiremeyecekti.

Bu defa (kez) AKP’nin anayasa değişikliliğinin önündeki engel parlamento aritmetiğidir. Ama öyle olmasa da AKP zaten kendi kafa yapısı dolayısıyla da anayasa yapamaz.
***
Bunun neden böyle olduğunu görebilmek için anayasaların özelliklerine bakmak gerek. İlk anayasal belge olan Magna Carta’dan bu yana (1215…) bütün anayasal metinlerin ortak yönleri, iktidarın yetkilerini yönetilenler lehine sınırlamalarıdır.

Her ne kadar kutsal devlet tutkusundan bir türlü kurtulamamış olan ülkemizde anlatılması epeyce güç olsa da aslında devlet bir şer odağıdır.

Vatandaşları tebaası olan bireylere yaptırım gücü olan yasalarla nelerin serbest, nelerin yasak olduğunu saptayan devletin tescil ettiği özgürlükler ve haklar geçerlidir ancak.

Vergi yoluyla, tebaası olan bireylerin emeğinin ve ürünlerinin bir bölümüne el koyan, savaş açma yetkisiyle bireyi ölüme yollayabilen, ceza yasalarıyla bireyi ölüme kadar (dek) varan yaptırımlarla cezalandıran devlet, hâkimi mutlak olmuştur uzun süre boyunca.

Hitler’in Nazi İmparatorluğu, hâkimi mutlak olan devletin yıkımı nereye dek varabilecek bir şer odağı olduğunun çok çarpıcı örneğidir.

Devletin, bu mutlak gücünün Tanrı’dan kaynaklandığı savı da yeterince inandırıcı değildir. Bu sav zamanla, kilise tarafından bile yeterince inandırıcı bulunmamış olsa gerek ki, bir kilise mensubu olan Akinolu Aziz Thomas bile zamanla “Omnis potestas a Deo, per populum” (Bütün iktidar Tanrı’dan gelir ama halk aracılığıyla) demek zorunluluğunu duymuştur.
***
Evet, devlet bir şer odağıdır. Ama toplumsal yaşamın zorunluluğu, bu kötülüğü kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durumda yapılacak şey, yokluğu varlığından daha büyük bir şer olan devleti gücünü denetleyecek mekanizmalarla birlikte kabul etmektir. Öyle de olmuştur. Toplumların tarihleri bir bakımdan yönetilenlerin, aslında (gerçekte) devletin egemen sınıfların baskı aracı olduğu tanımlamasının genel kabul gördüğü çağımızda devletin erkinin denetiminin, toplum ve muhalefet adına denetlenmesi savaşımının öyküsü olarak görülmektedir.

Gücün bozduğu, mutlak gücün mutlaka bozduğu düşüncesi Montesquieu tarafından ileri sürüldükten ve kabul gördükten beri kuvvetler (güçler) ayrılığı demokrasinin onsuz olmazı olmuş ve devletin gücünün iktidar tarafından kullanılmasının denetimi önem kazanmıştır.

  • Anayasa böylece vatandaşı devlete karşı koruyan bir metindir aynı zamanda.

Bu işlevin yerine getirilebilmesi biat kültürü ile mümkün (olanaklı) olmayacaktır. Vatandaşın devlete ne olursa olsun sorgusuz sualsiz biat etmesiyle, devletin iktidarının denetlenmesi fikri bir arada yürümemektedir.

Çağımızda, yalnızca yönetilene sınırlamalar getiren, yönetenin gücünün denetimini ıskalayan kafa ile anayasa yapmak mümkün değildir. Böyle bir şey yapıldığı takdirde bu anayasa olmayacaktır.

Özetle biatçı AKP kafasıyla anayasa yapılamaz.

Ama şimdi itiraz olarak denecek ki: “Geçmişte pek de âlâ yapıldı.”

Evet yapıldı. Yapıldı da ne olduğu da görüldü işte!

12 Eylül’de ne yaptınız­?

Ali SirmenAli Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr

Son Yazısı / Tüm Yazıları
Cumhuriyet, 14 Eylül 2021
“12 Eylül’de ne yaptınız” diye sorulunca akla iki şey geliyor: Birincisi bütün bir darbe döneminde ne yaptınız, ikincisi de üç gün önce 12 Eylül 2021 Pazar günü ne yaptığınız?

Ben bu pazar, Büyükada’da Anthea Hotel’de kimi Barışçılar ve bazı dostlar ile bir aradaydım.

“Barışçı” deyince, 1982 Şubatı ile 10 Mayıs 1986 tarihleri arasında, Barış Derneği davasında birlikte tutuklanan, daha sonra da birlikte yargılanan 26 kişiyi kastediyorum. Zamanla her yıl geleneksel olarak bir araya gelenlerin aralarından çoğu öldü, çekirdek Barışçıların artık sayıları da azaldı.

Ama pazar günü onlarla cismen ve kalben beraber olanlar çok daha fazlaydı. Resmi cenahtan Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül de gelmişti.

Gecenin söyleşilerini, şakalarını, o gece bizimle birlikte olan değerli gazeteci yazar İsmail Saymaz’ın esprilerini, Turgut Kazan’ın siyasi durum ve yargının yürekler acısı haliyle ilgili saptamalarını diğer yazılarda okuyacaksınız.

Ama konu 12 Eylül’den açılmışken post-12 Eylül’ün bir dönüm noktasında yeni dönem ile ilgili tanıları ıskalamamak durumundayız.
***
Aslında 12 Eylül ile ilgili çeşitli sorular sorulabilir.
Zaman içinde, her şey yerli yerine oturunca aslında darbenin askeri mi, sivil mi olduğu sorulabilir. Hatta yakından bakınca, “Ortada tek bir darbe mi vardır, yoksa çift darbe mi” sorusu da gündeme gelebilir. Acaba bir ara çift gibi görünen darbelerin hepsinin aynı amaca yönelik tek bir darbe olup olmadığının da tartışma dönemi gelmiştir.
***
Gerçekten de Türkiye, 12 Eylül’den bu yana hep aynı istikrar içinde Cumhuriyetin temel kurum, kavram ve kuramıyla son hesaplaşmasına doğru yol almaktadır. Son dönemlerde laiklik karşıtı mücadelenin aşikâr kılınması yönünde baş döndürücü hızla yol alınmıştır.
***
12 Eylül’den bu yana bütün gelişmeleri dikkatle incelediğiniz zaman, kâh askeri kâh sivil yollar kollanarak belli bir amaca yönelik girişimler manzumesi ile karşı karşıya olduğumuza göre, artık bir darbeleri birleştirmek, “tecdidi darbe” (AS: Darbenin yenilenmesi) döneminin gelip gelmediği de ciddi biçimde sorulabilecek bir soru olarak karşımızda duruyor görünüyor.

Tevhid-i darbe (AS: Darbelerin birleştirilmesi), amaçların birleşmesinin sonucu olarak çıkıyor karşımıza. Başka bir deyişle aslında birlik amaçta birliktir. Yani söz konusu olan darbelerin de ötesinde, amaçta birleşmiş olan vesayetlerin birleşip bütünleşmesidir.

AKP iktidarı, karmakarışık görünen hesaplarının arasında, rejim üstündeki vesayetini yöntem, kurum ve kuramlarıyla bir bütünlüğe ulaştıracak bir bütünleşmeye doğru yol almaktadır.

İktidarın son günlerde, Suriye istikrarının bombalanması için daha da yoğun çaba içine girmesi girişimleri ile Suriye’deki rejim ve bölge barışı karşıtı güçleri kendi şemsiyesi altında toplamaya çalışması. Önümüzdeki günlerde bölgesel hesaplar açısından daha da karmaşık hale gelecek ortamda ülkenin üstündeki vesayetin artmasına yol açmak amacına yönelik gözükmektedir.

Türkiye, bölgede bütün savaş risklerine kafadan dalarken ülkede demokrasiye geçişi engelleyerek
büyük risk almaktadır.

İç politikada çıkmazdaki ekonomik durumun yanı sıra sosyal ve politik olarak ortamı germenin, Türkiye’yi böyle muhataralı bir ortamda, laiklik gibi rejimin temeliyle ilgili bir alanda tehlikeli toplumsal patlamalara yol açacak bir hesaplaşmanın gündemde olunduğu ortamda, Türkiye’nin Ortadoğu batağına daha çok battığı bir dönemde, ne sonuçlar vereceğini kestirmek güç olmasa gerek.

Kısacası, iktidarın, aralarında uyum içinde oldukları görünen askeri ve sivil gücü politikaları, daha gergin, demokrasiye daha az elverişli ortamı yaratmak için aynı amaca doğru yürüyor görünmektedir.

Bu durumun tevhid-i vesayetin ortamını da hazırlamaya yöneleceğini söylemek abartılı mı olur?

Türkiye ayağına kurşun sıkıyor

Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr 

Türkiye ayağına kurşun sıkıyor

Cumhuriyet, 10 Temmuz 2020

Öyle anlaşılıyor ki daha bir süre koronavirüs ile birlikte yaşayacağız, daha doğru deyişle, daha bir süre koronavirüsten ölmeye devam edeceğiz. Resmi açıklamalar bile hastalığın yayılma hızında beklenen yavaşlamaya bir türlü erişilemediğini, durumun endişe verici olduğunu bildiriyor. Ortada şaşılacak bir durum yok. “Ekonomik darbe mi? Korona dalgası mı?” ikileminde, Türkiye’yi yönetenler ikinci şıkkı tercih ettiklerinden, her alanda hızla “normalleşme” sürecine geçildi ve önlemler bir kenara atıldı.

Görünen o ki bir “vur patlasın çal oynasın” dönemine giriyoruz.

Bu arada bilimi ciddiye alan ve sorumluluklarının farkında olan bilim adamları ise yönetimi ve toplumu uyarma görevlerini yerine getirmek için gerekli açıklamaları yapıyorlar. Bunlardan biri de koronavirüs salgını ile ilgili bilimsel verilerden yola çıkarak uyarılarda bulunan Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala.
***
Aynı zamanda, Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Grubu üyesi olan Dr. Pala’nın bir internet sitesine yaptığı pandemi ile ilgili açıklamalar üzerine Bursa Valiliği İl İdare Kurulu Müdürlüğü, halkı yanlış bilgilendirmek ve paniğe yöneltmek suçlamasıyla savcılığa başvurmuş. Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmanın sonunda görevsizlik kararı vererek dosyayı Uludağ Üniversitesi’ne göndermiş. Bunun üzerine de üniversite yönetimi, Prof. Dr. Pala hakkında soruşturma başlatmış.

Bu gidişle, yeni bir Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu olayıyla daha karşılaşabiliriz.

Bilindiği gibi, uluslararası çapta bir Epidemoloji ve Halk Sağlığı Uzmanı olan Onur Hamzaoğlu’nun 2011 yılında Kocaeli Üniversitesinde öğretim üyesiyken yaptığı Dilovası ile ilgili çalışma üzerine gelişen olaylar da böyle başlamıştı. Türkiye’de kanserden ölüm oranı %12 iken Dilovası’nda çarpık sanayileşmenin sebep olduğu kirlenme yüzünden bu oranın %33.7’ye çıktığını çalışmalarıyla ortaya koyan Onur Hamzaoğlu, Kocaeli Belediye Başkanı’nın tepkisini çekmiş, halkı yanlış bilgilendirmekle suçlanmıştı. Sayın Belediye Başkanı bununla da yetinmemiş, Hamzaoğlu’na “şarlatan” demişti. Onur Hamzaoğlu, bu konuda açtığı davayı kazanmasına rağmen, Kocaeli Üniversitesi’nin soruşturma açmasına da KHK yoluyla üniversiteden uzaklaştırılmaya da mani olamamıştı.

Dilovası’nda herkesin gördüğü gerçeği bilimsel çalışmasıyla göz önüne sermiş olan Onur Hamzaoğlu yerel ve merkezi yöneticilerin tepkisini çekmiş, açılan soruşturma sonunda KHK ile görevinden uzaklaştırılmış, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de 2018 yılında HDK’nin, AKP’nin Suriye politikasını eleştiren “bu suça orta olmayacağız” bildirisini imzaladığı bahanesiyle tutuklanmış ve 5 ay hapis yatmıştı.
***
Dilovası’nda insanlar, çevre kirliliğinden ağır metaller tarafından öldürülürken, bu gerçeğe dikkati çeken bilim adamı doktor Onur Hamzaoğlu’nun da bilimsel gerçeği açıklaması dolayısıyla başına gelenler de Kocaeli Belediye Başkanı’nın suçlamaları ve üniversitenin soruşturma açmasıyla başlamıştı. Şimdi Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın da, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile aynı akıbete duçar olması olası.

Bu olasılığın gerçekleşmesi halinde Türkiye, bir kez daha kendi ayağına kurşun sıkmış olacaktır.

Bilindiği gibi Almanya, Türkiye’ye seyahat sınırlamasını kaldırmamakta direnmektedir. Bu davranışın nedeni, Türkiye’nin koronavirüs olaylarıyla ilgili açıklamalarının inandırıcı olmayışıdır. Bu şeffaflık eksikliği yüzünden Türkiye’ye Alman turist gelmemektedir. Ruslar da Türkiye uçuşlarını hâlâ tam açmadılar.

Tam bu ortamda, Türkiye’de bir bilim insanının korona ile ilgili endişelerini dile getirmesine soruşturma açılması, Ankara’nın inandırıcılığını daha da zedeleyecektir.

Evet, korona öldürür, ama hamakat da süründürür.

İflas

İflas

Ali Sirmen

15 Temmuz darbe girişimi sırasında, eşi ve oğlu FETÖ’cüler tarafından öldürülen Nihal Olçok’un isyanını gazetelerde okumuşsunuzdur. 
Nihal Hanım’ın, AKP’nin reklamcısı olarak anılan ve 2016’ya kadar elde edilen seçim başarılarında çok büyük payı olduğu bizzat hareketin önde gelenleri tarafından da kabul edilen kocası Erol Olçok, partinin kuruluş aşamasından itibaren AKP hareketi içinde yer almış bir kişi. Öncü kadro içinde bulunan Erol Bey ile eşi Nihal Hanım’ın en büyük çocuklarına Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’dan esinlenerek, Abdullah Tayyip adını vermeleri kurucu kadro içindeki ilişkilerini anlatmaya yeter. 
Mutekit bir insan olan Nihal Hanım, 15 Temmuz 2016’da eşi ve oğlunu kaybetmesini “Ne mutlu onlara ki şehadet mertebesine eriştiler” diyerek tevekkülle karşılayarak insanların önünde acısını vekarla bastırdığında kamuoyunun takdirini kazanmıştı. 
Aynı Nihal Hanım şimdi ise isyanını haykırmakta.
***
Nihal Olçok, aralarında cumhuriyet savcısı İsmet Bozkurt’un da olduğu bazı savcıların FETÖ dosyalarında para karşılığında karar verdikleri iddiaları üzerine, tavrını ilk kez şöyle ortaya koymuştu:

  • – Kaça sattınız 250 şehidi? Değdi mi aldığınız verdiklerinize?

Tayyip Bey ile olduğu kadar, Fethullah Gülen ile yakın ilişkileri, Zaman ve Bank Asya’daki özel konumu herkesçe bilinen Rixos zincirinin sahibi Fettah Tamince hakkında da takipsizlik kararı çıkması ve yeni yapılacak Atatürk Kültür Merkezi’nin ihalesinin de yine ona verilmesi üzerine, bu kez şu tepkiyi göstermişti Nihal Hanım:

  • – İhale verildi… Bu mudur… Neyle neyi takas ettiniz?

Nihal Hanım, son olarak da ByLock yazılımcısı Mesut Yılmazer’in serbest bırakılması üzerine haykırdı isyanını:

  • – Dünyanın en büyük ortaklığı, günah ortaklığı!

Bütün bu olaylar olurken, 15 Temmuz şehidi ilan edilen, Abdullah Tayyip Olçok’un isim babalarından Abdullah Gül, köşesinde bütün olup biteni sessizce izliyor, Tayyip Erdoğan ise Türkiye’nin bütün erklerinin tek egemeni olarak ülkenin dizginlerini elinde tutuyordu. 
Nihal Hanım’ın açıkça haykırdığı isyanı, iktidarın da, gizlenemez iflasıdır. 
İflas yalnızca, kimilerinin gerçekliğine inanmadığı için kınanamayacakları ve bir süredir iktidarın ana hedefi olduğunu iddia ettiği FETÖ ile mücadele konusuyla da sınırlı değildir.
***
İflas her alanda açıkça sırıtıyor.

FETÖ dışındaki terör ile mücadelede de, PYD/YPG karşısında eli kolu bağlı biçare tavır da iflasın göstergesidir. 
Ürettiğinden çok üreme ve tüketme ilkesine dayalı ekonomi çoktan iflas etmiştir
Yüksek faizle dışardan hazır gelen sıcak paraya, konut balonunun şişirilmesine dayalı sürdürülemez kalkınma modeli iflas etmiştir. 
Komşuda, bize de bulaşması kaçınılmaz istikrarsızlığı tahrik etmek üzere, silah, militan, paralı asker sevkıyatına ön ayak olmaya dayalı, Esad’a düşman ama PYD- YPG’ye karşı laf dışında hiçbir somut tepki göstermeyen Suriye politikası iflas etmiştir. 
Koalisyonları ortadan kaldırma savındayken, koalisyonları, seçim sonrasından seçim öncesi ittifaklara dönüştüren başkanlık etiketli tek adam politikası iflas etmiştir.

Ülkenin simgesi haline gelmiş kişi ağzını açtığında ya bütün dünyada ortak tepkilerin oluştuğu ya da TL’nin serbest düşüşe geçtiği her şeye kadir tek adam rejiminin dış politikası iflas etmiştir.

Muhalif siyasi parti liderlerinin hapiste bulunduğu, serbest olanların da tehditlerle sindirilmeye çalışıldığı, hapisteki gazeteci rekorunun sahibi demokratik sistem iflas etmiştir. 
TL’nin bir türlü durdurulamayan serbest düşüşü karşısında, Damat Bey’in derde deva olduğunu anlatmaya beyhude uğraştığı ekonomik önlemler paketi iflas etmiştir. 
Ve bütün bu iflasların birbiri üzerine bindiği ortamda Türkiye, kendinden başka herkesi hain gören zihniyetin sultasında seçim sandığına gitmekte.

Hepimizin durumu zor, hem de çok zor!

‘Hepimiz FETÖ’yüz abi!

‘Hepimiz FETÖ’yüz abi!

Ali Sirmen

Son günlerde hiçbir şeye şaşırmaz oldum. Artık en kızılacak şeylere bile, isyan edecek yerde gülüp geçiyorum. 
Basınımızın yürekli ve doğru iki yazarı Necati Doğru ve Emin Çölaşan’ın yanı sıra Sözcü’nün üç mensubu (Metin YılmazYücel Arı ve Mustafa Çetin) hakkında FETÖ’ye yardım suçlamasıyla 7.5 – 15 yıl hapis istemiyle dava açılmış. Duruşmalar İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde önümüzdeki günlerde görülmeye başlanacakmış. 

  • Necati Doğru ve Emin Çölaşan’ın Fethullah Gülen Örgütü’ne yardım ettikleri iddiasının ciddiye alınmasını beklemek abes olurBu iddia bir garabet örneği olarak kabul edilip, gülünür geçilir. 

Ama burası Türkiye. Burada insanlar en olmayacak suçlamalarla, yıllarca tutukluluk yoluyla infaz edilmekte, kanıta, delile dayanmadan, yıllarca hapislerde çürütülebilmektedirler. 
Onun için olayı enine boyuna irdelemek gerek. 
İlk akla gelen husus, kriz dönemiyle iç içe girmiş seçim kampanyası sırasında, iktidarın bilgisi dahilinde, giderek isteği doğrultusunda açılan bu dava ile bir korku ve sindirme ortamı yaratılmasının amaçlanmış olmasıdır.
***
İddianameyi hazırlayan savcının 23 Kasım 2018 günü Emin Çölaşan’a takipsizlik kararı vermişken, üç gün sonra kendi verdiği kararın kaldırılmasını talep etmesi, dışarıdan ve de yukarıdan bir müdahale ihtimalini güçlendirmektedir. 
İktidarın, herkesin seçimden sonra daha da artacağına kesin gözüyle baktığı, baskı yöntemleriyle yaratmak istediği korku ortamını Fox TV. Haber editörü Fatih Portakal şöyle tanımlıyordu: 

  • Yok artık gündemine geldik. Herkes FETÖ’cü olarak alınabilir. Bu cümleyi kurduktan sonra yarın beni de alırlar, sizi de alırlar. 

Daha önce de, artık korktuğunu itiraf eden (ama bu korkusu işini gereğince yapmaktan alıkoymuyor onu) Fatih Portakal’ın tanımladığı korku, dehşet bir şey; artık insanlar her şeyden korkuyorlar, hatta korktuklarını söylemekten bile

Olayın ikinci açıklaması ise, FETÖ’ye ne istedilerse verdiklerini açık açık söyleyen ve Fethullah takımının devleti işgal etmesine müzahir, hatta müşevvik olan, 15 Temmuz soruşturmasını bile, egemen olduğu komisyonda alelacele kapattıran AKP’nin FETÖ ile yakın ilişkilerinin kamuoyu önünde ikide bir de hatırlatılmasından duyduğu öfke ve çaresizlikle, bu bağlantının anlatılmasını bağımlı yargısının da yardımıyla, suç haline getirerek gerçeğin ortaya serilmesini engelleme isteğidir. 

Bu yolun bundan sonra daha sık denenmesi ve “The Ortak” da bu ilişkiyi bütün çıplaklığıyla bir şamar gibi çarpan Aykut Küçükkaya gibilerinin de kapılarının çalınmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktır.
***
Üçüncü olasılık ise köşebaşlarını hâlâ elinde bulunduran FETÖ’nün iktidardan bağımsız olarak, bu girişimleri ile FETÖ soruşturma ve kovuşturmalarını garip iddialar ileri sürüp inanılırlıklarını zedeleyip sulandırmak, daha da ilerisi, herkesin FETÖ’ye yardım ettiğini, FETÖ’nün her yerde hazır ve nazır olduğunu zihinlere kazımak amacıdır. 
Kamuoyunun en FETÖ karşıtı olarak bildiği kişilerin bile FETÖ’ye yardım etmesi, onu çekici hale getirmekte etken olabilecektir. 
Bu subliminal olmasına bile gerek bulunmayan yolla verilmek istenen mesaj şudur:

-Toplu olarak hepimiz FETÖ’yüz abi!

FETÖ propagandasının bundan daha âlâsı olabilir mi?

‘Hukuk bizi bağlamaz’

‘Hukuk bizi bağlamaz’

Ali Sirmen

 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş ile ilgili olan son kararında bazı yeni hususları da içeren ilginç saptamalar var. 
Dilerseniz Demirtaş’ın başvurusunda reddedilen hususlardan başlayalım. Her şeyden önce, mahkeme davacının dosyaya erişimde sorun yaşadığı yolundaki şikâyetini inceleyerek reddetmiş ve burada bir ihlal bulunmadığına hükmetmiştir. 
Aynı şekilde, Demirtaş’ın tutuklanmasına itirazını da reddetmiş, tutuklama için makul şüpheler bulunduğundan, tutuklamaların da bir ihlal oluşturmadığı kararına varmıştır. 
Ama bu karara karşın, Demirtaş’ın ilk tutuklamada makul şüpheler olsa bile sonrasında tutuksuz yargılanması gerektiğine hükmetmiştir
Ülkemizde, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesinden hareketle, “katolog suçlardan olduğu” klişesine dayandırılarak verilen tutukluluk halinin devamı kararlarını AİHM birçok kez ele almış ve bu tutumun bir ihlal oluşturduğuna hükmetmiştir. 
Son karar bu açıdan bir yenilik getirmiyor. 
Yeni olan husus, ülkedeki gergin siyasi iklimin özellikle olağanüstü hal rejimi altında, ulusal mahkemelerin bazı kararlarını etkileyecek bir ortam yarattığını ve bu bağlamda yargı makamlarınca Demirtaş ve genelde muhalif seslere karşı sert bir tutuma yönelindiğinin kararda ileri sürülmesidir.
***
Avrupa İnsan Hakları komiserinin gözlemlerine dayandırılan bu saptamada ilk kez AİHM Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsızlığını bu kadar ciddi bir biçimde sorgulamış oluyor
Yine yeni olan bir husus, geçerli gerekçelere dayanmadan uzatılmış ve infaza dönüştürülmüş olan tutuklamanın sürmesi sonucunda, seçilme ve seçme haklarının ihlal edilmiş olduğu saptamasıdır. 
Demirtaş’ın keyfi olarak uzatılan tutukluluk hali yüzünden milli irade tarafından seçilmiş olduğu parlamentonun etkinliklerine katılmasının engellenmesiyle, seçilme hakkı ihlal edilmiş olduğu gibi, seçtiği kişinin keyfi tutuklamayla yasama çalışmalarına katılamamasıyla, ona oy vermiş olan vatandaşın seçme hakkı da ihlal edilmiş olmaktadır
Bu durumda, infaza dönüştürülen tutukluluk milli iradeyi de zedelemiş oluyor
AİHM kararının iktidar kanadında bir bomba etkisi yarattığı söylenebilir. Öyle ya! Adalet BakanıAİHM iç hukukun bir parçasıdır derken, Cumhurbaşkanı Erdoğan gayet açık ve net konuşmuştur: 
AİHM kararı bizi bağlamaz! 
Türkiye’yi kıyısından bucağından birazcık olsun tanıyanlar, bu iki açıklamadan geçerli olanın Tayyip Bey’inki olduğunu bilirler. 
AİHM kararı bizi bağlamaz!” ne demektir diye soracak olursanız, bunun anlamının hukuk bizi bağlamaz olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. 
Evet, Türkiye Sayın Tayyip Erdoğan’ın iktidarı döneminde AİHM kararlarının kendini bağlayacağını belirten metne imza koymuş ve buna uygun olarak anayasada düzenleme yapmak yolunu tutmuştur.
***
Bu durumda AİHM kararları beni bağlamaz demek, hukuk beni bağlamaz demekle aynı kapıya çıkmaktadır. 
Devlet, bireyler ve kurumlar üzerinde yaptırım uygulayan, güç kullanan bir aygıttır. Bu gücün korkutan, sindiren, susturan, içeri tıkan, öldüren bir terör girişiminden farklı olmasını sağlayan tek etken ise, onun, temel hak ve özgürlüklerin özüne saldırmadan kullanılmasının, yönteminin ve sınırlarının hukuk ile çizilmiş olmasıdır. 
Bu öğeyi ortadan kaldırırsanız devletin yaptırımları terör eylemi, devletin kendisi de terör örgütü olur. 
Devletin gücü hukuk ile sınırlı olunca, hukuk herkesi olduğu gibi devleti de bağlar ve kimse hukuka karşı hamle yaparak işi bitiremez! 
Aman dikkat!

Mesut Özil ve ulus devlet

Mesut Özil ve ulus devlet

Ali Sirmen

Mesut Özil’in ırkçı sataşmalar ve bunlara karşı, Alman Futbol Federasyonu’nun kendisine sahip çıkmaması gerekçesiyle Alman Milli Takımı’ndan ayrılma kararına ünlü yazar Paolo Coelho’nun ta Amerika’dan beri destek çıkması, uluslararası sorunu evrensel boyuta ulaştırdı. Sorun olayla ilgilenenlerin kapsamı kadar içeriği dolayısıyla da gerçekten evrensel. 
Son dünya kupasında, şampiyon Fransa örneğinde olduğu gibi birçok başka ulusal takım bağlamında da gündeme gelen sorun, aslında ulus devlet ve ulus kavramının kendisinden kaynaklanmakta. 
Ama oraya gelmeden önce, olayın özeli ile ilgili bir noktaya değinmek gerek.
Mesut Özil’in tepki çekmesine neden olan Türkiye’deki seçimler öncesinde, Tayyip Erdoğan ile fotoğraf vererek, siyasal propagandaya alet olması. Alman kamuoyunun yakınlık duymadığı AKP iktidarının Türkiye’nin çarpık sorunlarını kendi ülkelerine de bulaştırmaları konusundaki alerjilerini anlayışla karşılamamak olanaksız. 
Ama kabul etmek gerekir ki Alman kamuoyundaki Tayyip Erdoğan antipatisinin etnik kökeni dolayısıyla Özil’e de bulaştırılmasındaki ırkçı dürtü de görmezden gelinemez.
***
Gelişmiş sanayi ülkelerinin ulusal takımlarındaki yabancı kökenli oyuncu çokluğu son dünya kupasına özgü bir olgu değil. 20. yüzyılın son dünya şampiyonu Fransa’nın milli takımındaki yabancı kökenli oyuncu sayısı tıpkı bugünkü gibiydi. Olay göç alan tüm ülkeler için geçerli. 
Bu durum, tüm insanların aynı markaları tükettiği, aynı maçları, aynı filmleri izlediği, ulusal sandıkları birçok ürünü, yabancı veya çokuluslu olduğunu bilmeden kullandığı bir dünyada doğal karşılanmalıdır. 
Küreselleşen dünyada artık insanların davranış biçimleri de yerel özelliklerini yitirerek, evrensel nitelik kazanmaktadır.  Ulaşımın, iletişimin bu denli geliştiği, düşüncelerin, insanların ama özellikle sermayenin bu denli kolaylıkla sınır tanımazcasına dolaştığı, göçün bu denli yoğunlaştığı bir dünyada bu olguyu yadırgamamak gerek. 
Küreselleşen dünyanın bu yapısı, kurumları ve temel kavramları da etkilemekte, geçmişin kimi kavramları bugünün kurumlarını, kimi yanıtları bugünün sorunlarını karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Hâlâ geçerliliğini yitirmemiş ve yerine yenisi henüz konamamış olan ulus devlet kavramı da eski kurumlarıyla, günümüz sorunlarına yanıt getirememektedir.
***
Çağdaş, ırkçı olmayan, subjektivist ulus kavramında temel ölçüt, birlikte yaşama ve ortak bir geleceğe yönelme iradesi olduğundan insanın kendini ne hissetiği önem kazanmaktadır. 
Ne var ki günümüzde bu ölçüt de kimi neo-rasistler (AS: yeni ırkçılar) tarafından çarpıtılmakta ve yeterli görülmeyerek, değişik etnik kökenlilere hemen şu soru dayatılmaktadır: 
-Karar ver, hangisini seçiyorsun! Kendini ne hissediyorsun? O musun, yoksa bu mu? Tercihini yap! 
Oysa, Almanya’da okumuş, Almanya’da yetişmiş, Almanya’da yaşamını kazanmış, insanca yaşamış Hasan’ın tercihini, Almanya’da yaşama ve Hans ile ortak bir geleceğe ulaşma yönünde yapması, Hasan’ın her şeyi bir kalemde silip, Hans olmasını gerektirmez. 
O, yeni yurduna uyum sağlarken yine, kökeninden gelen kimi değerlere, özelliklere bağlı kalacaktır. 
Ondan istenmesi gereken entegre olmasıdır, asimile olması değil
Ecdadının geldiği ülkenin Cumhurbaşkanı’nın çağrısına olumlu yanıt veren Mesut’a Alman’ın yaptığı yanlış budur. Bu yanlışı vurgularken, keşke kendi bu yöndeki yanlışlarımızı da görsek. 
Bizim siyasetimizde, toplumsal davranışımızda da aynı temel yanlış yok mu? 
Biz de Kürt kökenli yurttaşlarımızı köşeye sıkıştırıp, hep aynı şeyi söylemiyor muyuz: 
-Birlikte yaşamak istiyorsan, karar ver! Kürt müsün, yoksa Türk müsün? 
Oysa pek de âlâ, o bir Türk Kürdü veya Kürt Türk’ü olarak birlikte yaşama tercihinde bulunabilir. 
Bu olgunun, çağımızda bir ülkeyi daha kırılgan değil, tam tersine daha zengin, güçlü kıldığını bir anlasak…

Tayyip Bey’in B ve C planları ne? 

Tayyip Bey’in B ve C planları ne?

Cumhuriyet, 29 Mayıs 2018
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İlk bakışta inanılmaz olsa da yaptığım küçük araştırma sonunda gördüm ki sandığa gitmeye dört haftadan bile az zaman kaldığı şu günlerde dahi 24 Haziran günü, Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra bir de yasama seçimleri yapılacağını çoğu kişi hâlâ bilmiyor. Aynı anda başlayacak olan bu iki seçimin “yürütmenin başı” Cumhurbaşkanı ile artık ne kadar yasama yetkisi kalmış ise Meclis’in ayrı çoğunluklardan oluşmasıyla çelişkili sonuçlar vermesi mümkündür. 
Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, büyük tepkilere yol açan ünlü Londra gezisi sırasında, Bloomberg TV’den Guy Johnson’un, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, kendisine muhalif bir Meclis ile karşı karşıya kalması halinde ne yapacağı sorusu üzerine şu yanıtı vermiş: 
Yani A planı, B planı, C planı bütün bunlar tabii ki olacaktır
Önce bir noktayı vurgulayalım. Benzer durumla, klasik başkanlık rejiminin uygulandığı ABD’de çok karşılaşılmıştır. Kongre ile ayrı çoğunluktan olan “Başkan”lara bu durumda “Topal Ördek” denir. Daha değişik “Başkancı” sistemin uygulandığı şu andaki Fransız sisteminde de yürütme yetkisini paylaşan cumhurbaşkanı ile başbakanın ayrı çoğunlukta olmaları durumu, iki kez ülkenin olgun demokrasi geleneği sayesinde “cohabitation” diye adlandırılan uygulama ile çözülmüştü. 
Tabii bizim kendine özgü Reis sistemimiz ne ABD ne Fransa’daki duruma benzer. 
Zaten bizim “Reis”imiz de “topal ördek”liğe asla rıza göstermez.
***
Aslında, bizim kendine özgü “Reis sistemi”mizde Cumhurbaşkanı lehine yasama ve yürütmeyi denetleme yetkisi hepten elinden alınmış olan, Meclis karşısında, anayasanın 104. maddesinde öngörülen Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle iktidarın sürdürülmesi mümkündür. 
Ama bizim ne ABD’ye ne de Fransa’ya tam olarak benzeyen kendine özgü Reis sistemimiz dizayn edilirken yine 104. maddeye şöyle bir hüküm konulmuştur: 

  • “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır.” 

Sınır tanımayan iktidar algısı böyle bir kısıtlanmayı kabul edemeyeceğine göre, doğrusu Tayyip Bey’in bu durumda B ve C planlarının ne olduğu kadar öbür Cumhurbaşkanı adaylarının da bu konuyu kendisine neden sormadıklarını çok merak ediyorum. Gerçekten de şimdiye dek soruyu soran olmadı. 
Benzer durum 2015 seçimlerinde olmuş ve Tayyip Bey Cumhurbaşkanı iken o yılın haziran ayında yapılan parlamento seçimlerinde AKP çoğunluğu yitirmişti. Kendisini cumhurbaşkanı seçen milli iradeye fevkalade saygısı olan Tayyip Bey, bu kez kendi istediği çoğunluğu seçmeyen milli iradeyi, “ben milli iradeye milli irade demem, istediğimi seçmeyince” diyerek o zamanki anayasanın bugün değişmiş olan 116. maddesini zorlayarak, yeniden seçime gidilmesine ön ayak olmuştu.
***
Yalnız Tayyip Bey’in, çocukların saklambaç oyununda yaptıkları gibi, bu kez de “çanak çömlek patladı!” diyerek beğenmediği Meclis çoğunluğunu değiştirmek için sandıkları yeni baştan kurdurması halinde, yine anayasanın 104. maddesinde öngörüldüğü üzere, Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesi gerekmektedir. 
Bu durumda seçmenin “çanak çömlek patladı(!)”ya, “sayım suyum yok arkadaş(!)” cevabını vererek Meclis yerine, Cumhurbaşkanı’nı değiştirmeye kalkması ve “yürütmenin başı”nın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması da hiç olasılık dışı değildir. 
Bütün bu hususları da düşününce, sayın adayların, içinden hiç değilse birinin çıkıp da Tayyip Bey’e “gerçekten, B ve C planlarınız nedir” diye neden sormadığını doğrusu çok merak ediyorum.
======================================
Dostlar,

Demokrasilerde hiçbir parti sürgit iktidarda kalamaz

Sayın Ali Sirmen Cumhriyet‘in en seçkin ve en kıdemli yazarlarındandır.
Kendisinin ufuk açıcı, nitelikli yazılarından hep öğrenmekteyiz.

Biz de Erdoğan’ın bu planlarının ne olduğunun Erdoğan’a sorulmasının yerinde olacağı kanısındayız; ancak yararlı olacağı kanısında değiliz. Nedeni açık, Erdoğan bu soruyu açıklıkla yanıtlamayacaktır. Dahası, açıklama zorunluğu yoktur.

Ne var ki, gerçekten demokratik değerleri özümsemiş bir siyasetçinin böylesine gizemli ve yaygın deyimiyle “dosta güven düşmana korku salan” iki ucu açık söylemler yerine net – saydam – tutarlı ve her durumda demokratik hukuk içinde olması – kalması beklenir.

Dolayısıyla Erdoğan kamuoyunu tedirgin edip ikirciklendirecek söylemler kullanmamalıdır. Londra’da Bloomberg TV’de kurduğu bu tümce için de bir açıklama getirmeli ve kamuoyuna güvence vererek;

  • …Elbette her ne planımız varsa hepsi hukuk, demokrasi, hakkaniyet, adalet, dürüstlük, erdem… içindedir… içerikli bir tümce kurmalıdır.

Artık bu sözcükler – değerler kendisi ve partisi ile ne denli yakın olabiliyor ise; son 15,5 yıllık yaşananların ışığında / karanlığında – deneyiminde…

Sanırız – umarız bu açıklanmayan planlar, 24 Haziran gecesi ve / veya 8 Temmuz gece yarısı bir seçim hilesi yapılırsa, doğacak ortamın “dehşet dengesi“ne dayandırılmıyor olsun..

Bu kez 16 Nisan kirli halkoylaması gibi olmaz, olamaz!

Bu kez 2015 Haziran seçimlerinin beğenilmeyip araya bir kanlı terör parantezi açılarak “Varanki kurgularıylakara propaganda yöntemleriyle halkın korkutulmasıyla yitirilen oyları geri toplamaya benzemez..

Ülke yangın yeridir ve insanlar 15,5 yıldır artık deneme – yanılma ile, görüp – yaşayarak bu partinin içyüzünü öğrenmişlerdir. En küçük bir hileye toplumun zerrece tahammülü yoktur ve buna vargücüyle engel olmaya çabalayacaktır. Bu yalınkat gerçek, AKP = RTE‘yi gerçek anlamda “cay – dır – ma – lı – dır“.. İçtenlikle ve serinkanlılıkla sonuçları içlerine sindirmeye hazırlanmalı örgütlerini de bu doğrultuda yönlendirmelidir. Herkes için “en hayırlı” davranış budur.

Dolayısıyla başta AKP, hiçbir kurum – kesim – örgüt – devlet…. 24 Haziran ve / veya 8 Temmuz oylamalarına HİLE KATMAYA ASLA NİYET ETMEMELİDİR!

Halkın istencine saygı duyulmalıdır. AKP ve Erdoğan, sonuçları içlerine sindirmeye hazırlanmalıdır. AKP’nin muhalefete düşmesi bu parti için de uygun olur. Demok-rasi terbiyesi edinilir. Erdoğan bir süre dinlenerek kendini toparlar. İçine sürük-lendiğimiz çok yönlü ağır bunalımı onarmaya çalışan siyasal kadrolar kaçınılmaz olarak yıpranır. AKP = RTE de muhalefet eder ve gelecek seçimleri kazanabilir.

  • Demokrasilerde hiçbir parti sürgit iktidarda kalamaz;
    bu çok temel bir “oyun” kuralıdır.

AKP = RTE iyi – kötü seçimle gelmişlerdir ve seçimle gitmelidirler.. İleride gene seçim kazanabilirler.. Başka hiçbir zorlama seçenek hiç kimsenin B, C, D… planlarında yer almamalıdır. Türkiye, birilerinin siyasal hırslarına kurban edilemez. Suç işleyenler ise mutlaka bağımsız – yansız yargıda elbette hesap vermelidir. AKP = RTE‘nin bu yönde korkusu – kaygısı yok ise bu ne telaş!?

Son çözümlemede; önümüzdeki seçimler son derece önemli olmak üzere, Türkiye için bir ölüm – kalım sorunu değildir. Türkiye kaç bin yılın kadim devletidir, son derece ciddi birikimi – özgücü (potansiyeli) vardır. Seller akar, kayalar ve kumlar kalır, ülkemiz ve ulusumuz yoluna devam eder;

  • Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek payidar kalır..

Çoooook iyi bilindiği gibi Büyük ATATÜRK‘ün hedefe atılmış asla şaşmaz ve asla geri döndürülemez hedefidir bu.. Ve Türk ulusunun ezici çoğunluğu bu gerçeğin bilincindedir; yeri ve zamanı geldiğinde gereği ne ise kesinkes yapar, yapacaktır.

Sevgi ve saygı ile. 29 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com