Etiket arşivi: 1789 Fransız Devrimi

Laiklik ve ulusal güvenlik

Laiklik ve ulusal güvenlik

Örsan K. Öymen
08 Mart 2021, Cumhuriyet

  • Laiklik karşıtı hareketler, aynı zamanda bir ulusal güvenlik sorunudur.
  • Laiklik karşıtlığı, ülkelerin din, mezhep ve dünya görüşü üzerinden bölünmesine ve parçalanmasına yol açar.

Laiklik bir uzlaşma formülüdür ve farklı dinleri, mezhepleri, din yorumlarını ve dünya görüşlerini bir arada tutar, birliği, birlikteliği ve bütünlüğü sağlar.

Laiklik bir taraftan, dinin siyasete, devlet işlerine, hukuka ve eğitime müdahale etmesini önler, bir taraftan da vatandaşların dini inanç, ibadet ve felsefi düşünce özgürlüğünü güvence altına alır.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, her vatandaş kendi özgür iradesine göre hangi dini, mezhebi, dünya görüşünü, felsefi düşünceyi seçeceğine karar verebilir. Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Sünni, Alevi, Şii, Katolik, Protestan, Ortodoks, Budist, Hinduist, Konfüçyüsçü, Şintoist, ateist, agnostik, deist, panteist olmak kişinin özgür iradesine bağlıdır.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, devlet, belli bir dini ve mezhebi vatandaşlara dayatmaz ve bu dayatmaya bağlı olarak dinsel, mezhepsel, felsefi farklar çatışmaya dönüşmez, aksine bir arada aynı ortamda varlığını sürdürebilir.

  • Laikliğin olduğu bir ülkede devletin dini olmaz, vatandaşın kendi özgür iradesine göre dini olur veya dini olmaz.
  • Laikliğin var olmadığı bir ülkede demokrasi ve halkın egemenliği değil, teokrasi ve belli bir dinin ve mezhebin egemenliği geçerli olur.
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede dinci bir diktatörlük olur.
    ***
    Avrupa’da laikliğin geçerli olmadığı yüzyıllarda, din ve mezhep savaşları sonucunda, milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Batı Avrupa ve kuzey Amerika, 1776 Amerikan devrimiyle ve 1789 Fransız Devrimi’yle, teokrasinin yerine laiklik ilkesini uygulamaya başlayarak yüzlerce yıl süren bu sorunu çözmüştür. Ortadoğu’da bu sorunun çözülmesine yönelik ilk adım 1923 Türk devrimiyle Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde atılmıştır.

Nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerde, laiklik ilkesinin devlet ve toplum tarafından benimsenmemiş olmasından dolayı, din ve mezhep savaşları varlığını sürdürmektedir. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, İran, Libya, Mısır, Yemen, Sudan, Somali, Nijerya gibi ülkelerin onlarca yıldır yaşadıkları sorunlar, bölünmeler, parçalanmalar, çatışmalar, savaşlar ortadadır. Bunların sonucunda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir.

Türkiye’de laiklik ilkesinin ortadan kalkması durumunda, laiklik ilkesine karşı çıkan köktendinci İslamcılar ile laiklik ilkesini benimseyen Müslümanlar arasında, laiklik ilkesine karşı çıkan köktendinci İslamcılar ile ateistler, agnostikler ve deistler arasında, Sünniler ve Aleviler arasında, büyük gerginliklerin, karşıtlıkların, bölünmelerin, parçalanmaların ve çatışmaların çıkması kaçınılmazdır. Belli bir dinin ve mezhebin, kendi içinde farklılıklar barındıran bir ülkeye ve topluma dayatılması durumunda, buna karşı bir ayaklanma ve isyan hareketinin başlaması, toplumsal gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur.

  • Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de vatandaşların %82’si laiklik ilkesini benimsemektedir.

Türkiye’de vatandaşların büyük çoğunluğu, laiklik ilkesini benimseyen Müslümanlardan oluşmaktadır. Yapılan farklı araştırmalar, kendisini ateist, agnostik, deist olarak tanımlayan dinsiz vatandaşların oranının yaklaşık %10 olduğunu göstermektedir. Bu Yunanistan’ın nüfusuna yakın bir nüfusa denk düşer. Aleviler de Müslüman nüfusun yaklaşık % 18’ini oluşturmaktadır.
***
Türk Silahlı Kuvvetleri bir zamanlar bu olgunun farkında olduğu için Genelkurmay Başkanı’nın, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın ve Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın da katıldığı Milli Güvenlik Kurulu kararlarında, laiklik karşıtı dinci ve irticacı hareketler, ulusal güvenliğe yönelik bir iç tehdit olarak görülmüştür.

Bu aynı zamanda, ulusal güvenliğe yönelik bir dış tehdittir. Türkiye’deki laiklik karşıtı hareketler, ABD, Suudi Arabistan, Katar ve İran gibi ülkeler tarafından desteklenmektedir.

AKP, Fethullah Gülen “cemaati” ve Hizbullah gibi oluşumların gelişimi, bu gerçeklik bağlamında anlaşılabilir.

Felsefe ve din

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Felsefe ve din

Son yıllarda, siyasi yelpazenin hem sağ hem de sol kanadında, bazı yazarların, felsefe ile dini bağdaştırmak için özel bir çaba göstermeleri dikkat çekicidir. Bu yaklaşım, karanlık ortaçağ zihniyetine hizmet ettiği gibi, felsefenin özüyle ve tarihselci bakış açısıyla çelişmektedir.

Felsefe terimi, antik Yunancada bilgelik sevgisi anlamına gelen “philo-sophia” teriminden türetilmiştir. Ancak kuşkucular hariç, antik Yunan filozofları bilgelik (“sophia”) kavramını, bilgi (“episteme”), gerçeklik (“aletheia”) ve akıl yürütme (“logos”) kavramlarıyla birlikte ele almışlardır. Başka bir deyişle filozof, akıl yürüterek gerçeğin bilgisini elde etmek için mücadele eden kişidir.

Hatta kuşkucu filozoflar bile, kuşkularını akıl yürüterek gerekçelendirmişlerdir. Çünkü akla dayalı temellendirme, felsefenin özünde olan bir şeydir. Felsefe bu anlamda, kavramsal ve kuramsal bir etkinliktir. Felsefe, söylenceden akıl yürütmeye, “mitos”tan “logos”a geçme sürecidir. Antik Yunan’dan sonra da felsefe, günümüze kadar bu doğrultuda gelişmiştir.

***

Din de felsefe gibi, evreni, doğayı, insanı, toplumu, ahlakı açıklamak için bir girişimde bulunur. Ancak birçok dinin temelinde tanrılara, Tanrı’ya, vahye ve imana yönelik inançlar yatar. Felsefede gerekçelendirmenin temeli, tanrılar, Tanrı, vahiy ve iman değildir. Felsefe, kavramlarla ve kuramlarla gerçekliğin bilgisine ulaşmayı amaçlar.

Ayrıca dinin felsefe gibi, diyalektik ve çoğulcu bir yapısı da yoktur. Felsefede farklı görüşler, hatta birbiriyle çelişen tezler ele alınabilir. Oysa dinde, dinin çizdiği sınırların dışına çıkılamaz.

  • Din, içerdiği iddiaları tartışma konusu haline getirmez. Din sorgulayıcı değildir, dogmatiktir.

Bununla birlikte din cemaatçi bir anlayışa sahiptir. Birçok dinin bir öncü lideri vardır ve o dinin üyesi olan insanlar, o lidere itaat ederler, onun söylediklerine iman ederler. Museviler Musa’nın, Hıristiyanlar İsa’nın, Müslümanlar Muhammed’in, Budistler Budha’nın, Konfüçyüsçüler Konfüçyüs’ün sözlerinin dışına çıkamazlar, onları tartışma konusu haline getiremezler. Bunu yaptıkları anda o dinin dışına çıkmış olurlar. Felsefe ise bir mücadele meydanıdır; bir filozofun ortaya attığı tez bir başka filozof tarafından eleştirilebilir, çürütülebilir ve ortaya atılan herhangi bir iddia sorgulanabilir.

***

Buna rağmen tarihte, dinsiz filozoflar gibi, dindar filozoflar da var olmuştur. Ancak bu durum tarihsel siyasal koşullardan ve teokratik yapılardan bağımsız olarak yorumlanamaz. İster antikçağdaki çoktanrıcı bağlamda olsun, ister ortaçağdan itibaren yaygınlaşan tektanrıcı bağlamda olsun, döneminde egemen olan dinlerin sorgulanması, yakın bir geçmişe kadar, ölüm, hapis, sürgün ile cezalandırılmaktaydı. Bu nedenle birçok filozof yüzyıllar boyunca, felsefe ve dini sentezlemek veya din konularında diplomatik ifadeler kullanmak durumunda kalmıştır.

Felsefe alanında dine ve dindeki Tanrı kavramına yönelik ilk eleştiriler 17. yüzyılda Spinoza ve 18. yüzyılda Hume, Diderot, D’Holbach gibi filozoflarla başlamış, 19. ve 20. yüzyılda Feuerbach, Marx, Nietzsche, Carnap, Sartre, Russell, Dennett gibi filozoflarla devam etmiştir. Bu filozoflar da birçok dindar filozof gibi önemli, yani büyük filozoflardır.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi sonrasında, laiklik ilkesinin belli başlı coğrafyalarda geçerli kılınmasıyla ve bir özgürlük ortamının oluşmasıyla birlikte, ateist, agnostik ve deist kuramlar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Öte yanda antik Yunan felsefesinde, Tevrat, İncil, Kuran’da tanımlandığı biçimde bir Tanrı kavramı yoktu. Dolayısıyla antik Yunan dönemi için “Tanrı” değil, “tanrılar” terimi kullanılabilir. Kaldı ki bu dönemde birçok filozof çoktanrıcı dine de inanmamaktaydı veya “tanrılar” terimine dinden farklı bir anlam yüklemekteydi.

Özetle, dinci siyasi baskılar azaldıkça, dinsiz filozofların sayısı artar, felsefe kendi özüne yabancılaşmaktan ve şizofreni benzeri durumların içine düşmekten kurtulur. Bunu da ancak devrimci filozoflar anlar.

İNADINA CUMHURİYET

Suay Karaman ile Söyleşi :

Suay Karaman

İNADINA CUMHURİYET!

Gamze AKDEMİR

– Geniş kapsamı düşünülürse “İnadına Cumhuriyet”in yakın ve çok yakın tarihe ilişkin temel önermelerini, amacını dile getirmenizi rica ederek başlayalım söyleşimize.

– “İnadına Cumhuriyetkitabım, ülkemizin ve dünyanın sorunları ile çözüm önerilerine genel bir bakış açısı yaratmayı amaçlıyor. Okuyucuya unuttuklarını anımsatmak, belirli konularda düşünmelerini sağlamak, ufuk açmak ve sorgulamak gibi önermeler de kitabın amaçları arasında sayılabilir. Yıllardır çeşitli sorunlar hakkında yazdığım yazıları bir kitapta toplamak niyetindeydim ki bu konuda biraz geciktim de sayılır. “İnadına Cumhuriyet” böyle doğdu. Kitabın başlığı, ülkemizde cumhuriyete düşman olanlara karşı bir başkaldırı olarak düşünülebilir.

Kemalist Devrimin sömürge ve yarı sömürge olarak emperyal devletlerce ezilmiş uluslara verdiği örneği, 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ve esinlenişiyle açımlıyorsunuz. Anlatır mısınız?

Kemalist Devrim, muhteşem Altı Ok’un yanında tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ilkeleri ile günümüzde de geçerlidir. Kemalist Devrim, sömürge ya da yarı sömürge olarak büyük devletlerin egemenliği altında bulunan ezilmiş uluslara, 300 yıldır dünyayı sömüren emperyalizmin yenilebileceğini göstermiştir. Böylelikle kurtuluş savaşı veren uluslara örnek olmuştur. Aydınlanma Devrimi’nin itici ve sürekli gücü Kemalizm ilkelerinin üçünü (cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik) Fransız Devrimi’nden, üçünü ise (devletçilik, halkçılık, devrimcilik) Bolşevik Devrimi’nden esinlenerek bir bütün oluşturmuştur. Türkiye’deki devrimin 1789 Fransız Devrimi’nden farkı, emperyalizme karşı savaşla kurulmuş olması, 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ise, Marksizm ideolojisi üzerine kurulmamış olmasıdır. Kemalizm ileriye açık, aydınlanmacı bir ideolojidir. Mazlum ulusların, ulusal demokratik devriminin ideolojisidir. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.

– Kumpaslardan Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalara, devlet himayesinde kök salan tarikat yapılanmaların eylemlerine, darbe kalkışmalarına dek hiçbir şeyin güzel olmadığı bir aralığa imza atan, ülkeyi ve toplumu adeta “re-set” leyerek geriye doğru biçimlemeye çalışanlar… Baskıcı söylem, eylem ve yol arkadaşlarıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği zihniyet… Yaz, sor bitmez! Özetleyecek olursak; kitabınızda açımladığınız laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne siyasi-dini karşıt ideolojilerin kökenleri ve yöntemlerinin geleceğine ilişkin temel yorumunuz nedir?

– Siyasi iktidarın aracılığı ve önderliğinde bugün ülkemizde her türlü baskı söz konusudur. Siyasi iktidar demokratik ve laik cumhuriyetle kavgalıdır, Atatürk ile kavgalıdır ve her fırsatta intikam almaya çalışmaktadır. Ortaçağ karanlığından beslenen bir zihniyet söz konusudur. İçinde laiklik olan her şeyi yıkmak azminde olan bir siyasi iktidar tarafından yönetilmekteyiz. Üstelik bu siyasi iktidar, Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşmiştir. Böyle baktığımız zaman durum iç açıcı değildir. Yaşadığımız günler 1919 yılına benzemektedir. Bugün de ülkemizde yabancıların büyük ağırlığı söz konusudur. Ulusal değerlerimiz, özelleştirme adı altında emperyalist güçlere peş keş çekilmektedir. Laik eğitim yerini imam eğitimine bırakmıştır. Ekonomik kriz toplumu derinden sarsmaktadır. Kısaca bugünlere bakınca toplumun geleceği karanlıktır diyebiliriz. Ancak ne olursa olsun bu topraklarda Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük ateşi vardır, bağımsızlık türküleri söylenir. Bütün bu olumsuzluklar, mutlaka yeni bir aydınlıkla son bulacaktır. Artık yeni bir Mustafa Kemal beklemeye gerek yoktur; Mustafa Kemal’in gençleri, Kemalizm’i özümseyenler bilmelidirler ki hepimiz bir Mustafa Kemal’iz. Güzel günler için örgütlü olarak yapılacak eylemler, mutlaka aydınlıkla sonlanacaktır. Türk gencinin, demokratik ve laik cumhuriyetine sahip çıkacak azim ve kararlılıkta olduğu görülecektir.

– Tehlikenin boyutu ve toplumun farkındalık düzeylerine, aydınların yılgınlığı ve bireylerin epey uzun sürmüş suskunluğuna yorumunuzu da sormak isterim. Yol haritası ve bireyde içselleşen değerleriyle Kemalist Devrimlerin sürekliliğine inancı nasıl dile getiriyorsunuz? Aynı bağlamda çeşitlenen millet, milliyetçilik, Atatürkçülük ve istikrar anlayışlarına ilişkin ne düşünüyorsunuz?

– Günümüzde ülke olarak yaşadığımız tehlikenin farkındayız ama biraz geç kaldık bu farkındalıkta. Bugün ülkemizde demokratik rejim, yerini tek adam diktatörlüğüne bırakmıştır. Siyasi iktidarın insanları susturmak ve rejimi değiştirmek için yaptığı kumpasları hep birlikte yaşadık. Ergenekon, Balyoz gibi davalarla hem orduya olan güven zedelendi, hem ülkede rejimin değiştirilmesi için düğmeye basıldı ve hem de insanlar susturuldu, etkisizleştirildi. Açılımın gölgesinde terör bir yandan, işsizlik, açlık, yoksulluk diğer yandan toplumu vururken, ekonomik ve siyasal kriz her geçen gün daha çok can yakarken toplumun bunlardan etkilenmemesi düşünülemez. Ancak Türkiye, potansiyeli çok büyük olan bir ülkedir. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri çok fazladır. Planlı bir kalkınma hamlesiyle, bütün bu olumsuzluklar aşılabilir. Ama önce siyasi bir yeniden yapılanma olması gerekir. Benim sürekli söylediğim bir söz vardır:

  • Krizden çıkmanın yolu, Kemalizm’in Altı Oku’dur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde milliyetçilik akımı, Misak-ı Milli ilkesinden başlayarak, özgürlük, tam bağımsızlık, milli egemenlik uğrunda dış ve iç düşmanlarla çetin savaşlar vermiş, içe dönük ve halkın mutluluğunu amaçlayan bir niteliğe dönüşmüştür. Atatürk milliyetçiliği “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesiyle, şovenizmden sıyrılmış, evrensel bir kavram kazanmıştır. Atatürk’ün elinde milliyetçilik, ulusal kurtuluştan, ulusal devrimlere geçişin gerekçesi olmuştur. İşte burada Atatürk’ün yaptığı millet tanımı da çok önem kazanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Atatürk ilke ve devrimlerine, tam bağımsızlığa ve emperyalizm karşıtlığına sıkı sıkıya sarılarak ve özümseyerek bütün olumsuzlukları yeneceğimize inanıyorum.

– Sendikal haklardan yargı bağımsızlığına açtığı yolda, 27 Mayıs devriminin dinamizmini ve özellikle 1961 Anayasası ile topluma siyasal, kültürel, ekonomik, sosyal açılardan başlıca kazandırdıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumları kısaca nasıl sıralamak mümkün?

27 Mayıs 1960 Devrimi olarak adlandırılan tarihsel olay, ayrıntılı incelemeleri gerektiren toplumsal bir davranışın ürünüdür. 27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir. Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 için “demokrasiye darbe” söyleminde bulunan yüzeyseller çoğalmaktadır. Çünkü doğru kaynakları okumadan, araştırmadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar kolaycılığı seçmektedirler. 27 Mayıs 1960 öncesinde Türkiye’de yalnızca adı Demokrat olan bir parti vardı ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla demokrasiyi yok ediyordu. Yalnızca “Tahkikat Komisyonu” bile demokrasinin olmadığının kanıtıdır.

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.

Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır.

1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. 16 Eylül 1960 tarihli ve 10605 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Milli Birlik Komitesi Direktifi” ve “Milli Birlik Komitesi’nin Memleket Meseleleri Hakkında Temel Görüşleri”, Milli Birlik Komitesi’nin programı gibidir ve hükümetin neler yapması gerektiğini anlatır. Bu belgelerde, Milli Birlik Komitesi her konuda bir politika saptanmasını öngörmüş ve bunları genel çizgileriyle açıklamıştır. Bu “Direktif” ve “Temel Görüşler” incelendiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin toplumcu, sosyal adaletçi, eşitlikçi, devrimci, devletçi yanı ağır basan, özel girişimi teşvik eden ve destekleyen bir karma ekonomi modelini benimsediği görülür. Bunların hayata geçirilmesi, çıkarılan yeni yasalarla ivedilikle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da yeni anayasaya konularak, uygulaması gelecek iktidarlara bırakılmıştır. On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır. Ancak gelen iktidarlar 1961 Anayasası’na karşı çıkmış ve “bize plan değil, pilav lazım” söylemiyle, 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği aydınlanmanın gerisine düşmüşlerdir.

– Babanız Suphi Karaman’ın 27 Mayıs 1960 Devrimi’nde aldığı aktif rolü, devrim savunusunu, yorumunu, ülküsünü burada da anlatır mısınız? Ayrıca, 27 Mayıs Devrimi’nin önderlerinden Haydar Tunçkanat’ı da nasıl anıyorsunuz?

– 27 Mayıs 1960 Devrimini yapanları saygı ile anıyorum. 27 Mayıs’ın devrimci çizgisinden sapmadan yaşamını sürdürenleri de sevgiyle selamlıyorum. 27 Mayıs 1960 İhtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Büyük tarihi deneyimi ile ülkemizin yakın geçmişinin önemli tanıklarından olan babam Suphi Karaman, Milli Birlik Komitesi’nin çekirdek kadrosundaydı. 27 Mayıs öncesinde Kurmay Yarbay rütbesiyle KKK Kurmay Şubesi Müdürü idi. Babamın bu kilit göreve atanmasıyla birlikte, ihtilalin önemli noktalarına komiteden arkadaşlarının getirilmesi sağlanmıştır. Babam gözüpek bir devrimciydi; “Harp okulunda okurken, Mustafa Kemal’i ve yaptığı devrimleri kıskanırdım, kırk yıl önce dünyaya gelseydim, Samsun’a ben çıkardım” diyecek kadar cesaretli ve kendine güveni olan biriydi.

Ülkesini, içine düştüğü kardeş kavgasından kurtarmak için, geleceğini ve yaşamını ortaya atmaktan, devrim yoluna baş koymaktan çekinmeyen babam, 27 Mayıs’ın amacını “Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek ve demokrasiyi tekrar sağlamak” olarak özetlemiştir. 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumlar için babamın Türkiye tarihine özel bir sorusu vardı: “Neden bu demokratik ve sosyal kurumları siviller getirmedi?”

12 Eylül karşı devriminin paşaları ile günümüzdeki yöneticiler lüks içinde ve devlet koruması altında yaşarlarken,  27 Mayıs Devrimcileri gibi babam da korumasız sade hayatını, onurlu ve dürüst bir şekilde sürdürmüştür. “Benim halktan korkacak bir şeyim yok ki, korumam olsun. Bizden sonra yönetime el koyanlar hep korumalarla dolaştı, aramızdaki farkı anlamak isteyen bunu düşünsün” diyerek tarihe not düşmüştü. Kemalizm’in, ulusal egemenliğin ve 27 Mayıs Devrimi’nin savunucusu olan babamın en büyük arzusu, Tam Bağımsız Bir Türkiye idi. Bir gün bu arzunun gerçekleşeceğine tüm kalbimle inanıyorum.

14 Temmuz 2002’de yitirdiğimiz Milli Birlik Komitesi’nin seçkin subaylarından Haydar Tunçkanat, “Türkiye’nin Milli Savunma Stratejisi”, “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA”, “27 Mayıs 1960 Devrimi” kitaplarını yazmıştır. Özellikle “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı eserinde;

  • Ulusal Kurtuluş Savaşında yenerek, ülkemizden kovduğumuz emperyalizmin ve kapitülasyonların, yıllar sonra yalnız ABD ile yapılan ikili anlaşmalar yoluyla ülkemize nasıl geri geldiği belgelere ve olaylara dayanılarak açık açık anlatılmıştır.

27 Mayıs Devrimcileri, seçkin subaylardı, ülke ve dünya sorunları hakkında engin bilgiye sahiplerdi. Yaşamları boyunca sürekli yeni bilgiler öğrenmek için okuyan, düşünen ve sorgulayan aydın insanlardı. Atatürk ilkelerine bağlı, kendilerini sürekli geliştiren yurtsever ve cesur subaylardı. Anayasa gereği Tabii Senatör olarak Cumhuriyet Senatosunda görev yaptıkları zaman, ülkemizin hemen hemen her sorunuyla yakından ilgilenmişler, görüş ve çözüm önerilerini dile getirmişlerdir.

– Son olarak bugünkü durumuna ilişkin değerlendirmenizi de ekleyerek yanıtlamanızı rica edersem; sol üzerine değerlendirmelerinizde nelere odaklanıyorsunuz, solun sancılarına ilişkin hangi görüşleri dile getiriyorsunuz? Bu bağlamda size göre CHP sol bir partiden beklenenleri ne ölçüde karşılayabilmişti ve bugün ne ölçüde karşılayabilmektedir?

– Önce soldan başlayalım, sonra bugünkü duruma gelelim. Sol kavramı ile toplumun büyük kesiminin yararına olan politikalardan söz edilmelidir. Sol bir parti ulusalcıdır, yabancıların belirleyeceği politikaları değil, kendi ulusunun çıkarlarına göre olan politikaları benimser. Sol görüşlü parti, siyasetin halkı kandırmak için değil, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması için yapıldığının bilincindedir. Sol bir parti, sosyal devlet ilkesini benimser; sağlık ve eğitim hizmetlerinin ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine sağlanmasına çalışır. Sol görüşlü parti, demokratik ve laik eğitimi savunur. Sol bir parti, planlı ekonomiden yanadır ve özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkar.

Türkiye’de sol bir parti, Atatürk düşmanlarını, ikinci cumhuriyetçileri, tarikatçıları, din tüccarlarını, bölücüleri, ırkçıları, mezhepçileri, küreselleşme yanlılarını, ilkesiz ve tutarsız olanları içinde barındıramaz, barındırmamalıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan, onun Kuvayı Milliye’sinden, onun Müdafaa-i Hukuk’undan,  Halk Fırkası’ndan ve bütün hepsinin temel felsefesini oluşturan “6 Ok”undan gelen Cumhuriyet Halk Partisi, bugün sol bir partiden beklenenleri karşılayamamaktadır. İşin özü CHP, büyük önderimiz Atatürk’ün ölümünün ardından savrula savrula, bugünkü savruk, hatta proje parti durumuna getirilmiştir. CHP yukarıda saydığımız her konuda tutarlı olsaydı, AKP gibi ortaçağ özlemcisi gerici bir iktidar 17 yıldır siyaset sahnesinde bu büyük çoğunluğa ulaşamazdı.

Eskiden hepimizin kullandığı sağ-sol gibi kavramlar vardı ama bugün yaşadığımız günlerde bu sağ-sol yerine vatansever, vatan haini kavramlarının kullanılması daha doğru olur kanısındayım.

Şimdi bugünkü duruma bakalım. Bugün

17 yıllık AKP iktidarı ile sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulanmaktadır.
Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, ülkenin parlamentosu yerine kanun hükmünde kararnamelerle yasama görevini yerine getiriyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, bağımsız yargının verdiği kararlara tepkili ise, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşıyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur.

  • Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.

Ne yazık ki yıllardır ülkemizde uygulanan yöntem budur. Özellikle 17 Nisan 2017 halk oylamasında yapılan büyük hukuksuzluklarla ülkemizde rejim değiştirilmiş ve bugünlere getirilmiştir. Daha önceki 12 Eylül halk oylaması ile sonucun bir saat içinde açıklandığı seçimleri de unutmamak gerekir. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde, İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı seçiminin iptal gerekçeleri ortadadır. Bugün ülkemizde tek adam diktatörlüğü yaşanmaktadır ve buna “ileri demokrasi” adını vererek, toplumu kandırmaktadırlar. Ama bu kandırmaca da sona ermeye başlamıştır çünkü toplumun, 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle yavaş yavaş uyanmaya başladığı görülmektedir.

Geldiğimiz noktada artık AKP iktidarının iniş sürecine başladığı görülmektedir. Topluma güven verecek muhalefet partileri ve yöneticileri ile bu değiştirilen rejimin, eskiye döndürülmesi gerekmektedir. Ama sanıyorum bunun için biraz daha beklemek durumundayız.

Ve son olarak şunu söylemek istiyorum:

  • Ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır.
  • Ülkeyi yöneten iktidarların demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk devleti ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, kargaşa ya da karışıklık ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir.
  • Eşsiz güzel ülkemiz Türkiye’mize, Atatürk’ün aydınlık ve çağdaşlaşma yolundan gitmek yaraşır.

=========================================

Sevgili dostumuz Suay Karaman’ı bu nefis kitabından dolayı kutluyoruz..
Lütfen okuyalım, okutalım, dostlarımıza, kitaplıklara armağan edelim..

Related image


Sevgi ve saygı ile. 29 Haziran 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Devlet ve bayrak

Devlet ve bayrak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.03.2019
AKP’li Bursa Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta, “Arkadaş hangi caddeye, hangi kültür merkezine bir tane Allah dostu, bir tane padişahın ismini verdin? Nerede bu devlete ve bayrağa savaş açmış, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Nâzım Hikmet gibi, nerede dinle diyanetle problemi olan insan varsa, onların ismini verdin” biçiminde skandal bir açıklama yaptı. AKP’nin yeniden Bursa Belediyesi başkan adayı yaptığı bu şahıs, Nâzım Hikmet’i, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u ve Türkan Saylan’ı devlete ve bayrağa savaş açan insanlar olarak tanımladı!
Bu açıklama aslında, AKP’nin kendi çarpık, dogmatik ve despotik zihniyetinin sonuçlarından birisidir. 1789 Fransız devriminden önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin geçerli olduğu dönemde, Fransa kralı, “ben devletim” ifadesiyle, kendi şahsı ile devleti özdeşleştirmişti. Aynı yaklaşımı Rusya’da Çar, Osmanlı’da Padişah göstermekteydi.
Neo-Osmanlıcı AKP de, devleti ve bayrağı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştirdiği için, devleti ve bayrağı Erdoğan’a indirgediği için, AKP’nin ve Erdoğan’ın yanında olmayan, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı zihniyetini paylaşmayan herkesi, devlet ve bayrak düşmanı olarak ilan etme noktasına gelmiştir.
Bu talancı ve fetihçi zihniyet, devleti babasının çiftliği sanmakta, devleti kendi kişisel tapulu malı gibi görmektedir. Cehalete, dogmatizme ve despotizme devleti yönetme yetkisi verildiğinde olacak olan da budur.
* Devleti yönetmek niteliğinden yoksun kişilerin becerebildiği tek şey, devleti işgal edip talan etmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine meydan okuyanlar, vatandaşlara devlet ve bayrak dersi vermeye kalkıyorlar, bunu yaparken de vicdansızlığı, yalanı ve iftirayı bir bayrak haline getirmekten çekinmiyorlar!
Alinur Aktaş’ın hedef haline getirdiği Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan gibi kişiler, Türkiye’nin onuru, namusu ve şerefi olan insanlardır. Onlar yaşamları boyunca halk için, adalet için, özgürlük için, bağımsızlık için, vatan için mücadele vermiş olan kişilerdir.
Alinur Aktaş’ın hayranlık duyduğu insanlar cehalete ve emperyalizme hizmet ederlerken, Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan, devletin ve bayrağın bağımsızlığı için, bu devlet ve bayrak altında birleşmiş olan halkın aydınlanması ve kalkınması için mücadele veriyorlardı.
Üstelik bu insanlar, mücadelelerinden dolayı büyük bedeller ödediler. Nâzım Hikmet yıllarca hapis yattıktan sonra sürgünde yaşadı, vatandaşlıktan atıldı ve bir daha ülkesine dönemedi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok suikasta uğrayıp öldürüldüler. Türkan Saylan gözaltına alındı, hakkında soruşturma başlatıldı. Öğretim üyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında soruşturma başlatan, kendisi kanserle mücadele ederken evini basıp onu gözaltına alanlar kimlerdi?
AKP destekli İslamcı Fethullah Gülen çetesinin üyeleri, FETÖ’nün savcıları, yargıçları ve polisleri!
Öğretim üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürenler kimlerdi? İslamcı terör örgütleri ve onların devlet içindeki uzantıları!
Nâzım Hikmet’i hapise attıran kimlerdi? Tek parti döneminde CHP’nin içindeki bazı köşeleri kapmış olan sosyalizm düşmanları!
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkartan kimdi? Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes!
Kimler bu devlete ve bayrağa savaş açmış, kimler bu devlet ve bayrak için savaşmış, bunu ancak kişilerin eylemleri, olgular ve tarih belirler!

Venezüella’nın anlamı

Venezüella’nın anlamı

Örsan K. Öymen
31.01.2019, Cumhuriyet

1776 yılı uygarlık tarihi açısından önemli bir yıldır. 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika’da Philadelphia kentinde imzalanan Bağımsızlık Bildirgesi ile Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasında oluşturduğu koloniler, Britanya Krallığı’ndan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin temeli atıldı.

Ancak Thomas JeffersonBenjamin FranklinThomas Paine ve George Washington gibi devrimcilerin öncülük ettiği bu hareket bir bağımsızlık ilanından ibaret değildi. Bu hareket, yeni kurulan bağımsız devletin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin, Britanya Krallığı’nın siyasal yapısından farklı olacağını da ana hatlarıyla ilan etmişti.

Söz konusu yeni yapıya göre ABD’de, Britanya Krallığı’ndan farklı olarak, monarşik, teokratik ve feodal bir yapının olmaması öngörülmüştü. Yetkileri tek elde toplayan despotik bir kralın ve kraliçenin yerine; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi bağlamında hareket eden bir devlet başkanı; yürütmeyi etki altına alan bir kilise yerine dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmediği ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı laik bir düzen; toprak mülkiyetinin devletin ve toprak ağalarının tekelinde olduğu bir düzen yerine, tüm vatandaşların doğal mülkiyet hakkının olduğu bir yapı öngörülmüştü.

Bu devrimlerin temelinde, 17. yüzyılda yaşamış olan John Locke ve 18. yüzyılda yaşamış olan David HumeAdam SmithCharles-Louis Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların ve düşünürlerin kuramları yatmaktadır.

  • 1776 Amerikan devrimi, monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkan ilk büyük devrimdir.

Bu devrimin Avrupa’daki ilk yansıması da Amerika’dan 13 yıl sonra, 1789 yılında Fransa’da yaşanmıştır. Genel sanının aksine monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılma süreci ilk kez 1789 Fransız devrimiyle değil, 1776 Amerikan devrimiyle birlikte başlamıştır. Ancak 1789 Fransız devrimi de Amerikan devrimini tamamlamış ve önce Avrupa’da, sonra da dünyanın diğer bölgelerinde büyük bir etki yaratmıştır.

18. yüzyılda, bir yandan aydınlanma ideallerinin üzerine inşa edilen, bir yandan da Britanya Krallığı’nın sömürgeci yapısına bir tepki olarak kurulan ABD, 20. ve 21. yüzyılda kendi sömürgelerini kurmanın peşine düşmüştür.

Neden? Çünkü ABD, aydınlanma devrimlerini bir adım daha ileriye götüremedi, 19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx ile Avrupa’da gelişen sosyalist ve diğer sol akımları kendi içine taşıyamadı. Avrupa, belli bir ölçüde de olsa, Fransız devriminin üzerine sosyalist veya sosyal demokrat bir örgütlenme oluştururken, ABD yerinde saydı, kendisini geliştiremedi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yönetimleri bu nedenle de darbe ve/veya işgal yoluyla Guatemala, Küba, Şili, Nikaragua, El Salvador, Vietnam, Irak, Suriye gibi birçok ülkeye müdahalede bulundu. Son yıllarda benzer bir senaryo Venezüella için hazırlanmış durumda.
Venezüella eski Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ülkesinde sosyalist politikaları uygulamaya başlamasından itibaren Venezüella ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde Guatemala’da, Küba’da, Şili’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, El Salvador’da sosyalist hareketlere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin bir benzeri, şimdi Venezüella için devreye girdi. ABD, Chavez’in politikalarını sürdürmeye çalışan Nicolas Maduro’yu devirmek için kukla siyasetçi Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanıdığını ilan etti.

Büyük resim dikkate alındığında, Maduro’nun ekonomi ve hukuk alanlarındaki yönetim beceriksizlikleri bir ayrıntı olarak kalmaktadır. İşin özü şudur:

  • Kapitalizm emperyalizmi, emperyalizm de kapitalizmi beslemektedir. 

O nedenle Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi liderlerin kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmeden Venezüella’ya sahip çıkmalarının da hiçbir anlamı yoktur.

Akademi vatana ve gerçeklere bağlıdır

Akademi vatana ve gerçeklere bağlıdır

Deniz_Yildirim_portresi
Deniz Yıldırım
1128 akademisyenin hendeklerin öbür tarafından yazılan bildiriye imza atmasına tepkiler
çığ gibi büyüdü. Terör ve özerkliğe tek kelime etmeden “barış” isteyen bu heyetin imzaları kurumadan PKK 3’ü çocuk 6 sivili katletti, 36 yurttaşı yaraladı.Emperyalizmin “kara gücünü (AS: ABD, PKK için bu tanımlamayı kullanıyor!) meşrulaştıran her türlü “barış” girişiminin kan ve gözyaşı getireceği, bir kez daha
son 2 günde kanıtlandı. Hem de ABD Büyükelçisi’nin verdiği açık destekle…
Vatansız akademisyen olmaz
Bütün kavramların altüst edildiği bir süreçte gerçeklerin sahibi ve ülkeyi aydınlatacak birikimin merkezi olması gereken “akademi”, saldırganlığı “barış” maskesi takarak sürdürenlerin gündemi haline getirildi.
“Barış”ı kendilerinin icat ettiğini düşünen “sivil toplum” örgütleri,
ulusal direnişlerin dünya barışına yaptıkları katkıyı değil, insanları göç ettirenlerin
kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği terörü alkışlıyor.
Komşularımız da şahittir; barışın tek güvencesi bugün ulusal devletlerin ve ordularının varlığıdır.
Halkın barış özlemini gerçekleştirecek olan da emperyalizmden kopuştur.
Türkiye’de daha önce barışın nasıl kurulduğunu görürsek,
bundan sonra da nasıl sağlanacağını görmüş oluruz:Milleti birleştirme arayışında ve yurdu savunarak…
İçinde bulunduğumuz durumu görememenin sorumluluğu devrimciler açısından büyüktür. Şiddeti ve savaşı, onu doğuran ve besleyen her ne ise,
ancak onu ortadan kaldırarak yok edebilirsiniz.

Gerisi yazacağınız hikâyeler arasında yerini alabilir.

=======================================

Dostlar,
Teşekkürler genç ve yetenekli gazeteci Deniz Yıldırım..
Ergenekon – Balyoz … kumpas davalarında gözaltına alındığında, kelepçeli ellerini havaya kaldırarak dik duruşunu sürdüren yiğit adam…
Üstelik o sırada 2 kolundan tutarak götüren kolluk görevlileri de Deniz’in kollarını indirmeye çabalıyordu.. O kareler hiç gözümüzün önünden gitmiyor..
Silivri zindanlarında bir tür devrimci stajını yapan (tamaladı mı??!)
Deniz Yıldırm, günümüzde Türk Devriminin öncüsü AYDINLIK Gazetesinin yöneticisidir
ve başyazı yazmaktadır bu gazetede..Dünkü özlü ve vurucu başyazısını paylaştık yukarıda..
Sözün – sözcüğün – dilin – yazının gücüdür, vurucu gücüdür!
– Halkın barış özlemini gerçekleştirecek olan da emperyalizmden kopuştur.
Barışın tek güvencesi bugün ulusal devletlerin ve ordularının varlığıdır.
Halkın barış özlemini gerçekleştirecek olan da emperyalizmden kopuştur.
– Milleti birleştirme arayışında ve yurdu savunarak...
İçinde bulunduğumuz durumu görememenin sorumluluğu devrimciler açısından büyüktür.

Türkiye’mizin devrimci – aydınlık birikimi bu hayın ve yaman kuşatmayı da yaracak ve
Türkiye Cumhuriyeti yoluna devam edecektir..

Büyük ATATÜRK‘ün gerçekçi – bilimsel – Batıda uygulanan senteziyle :

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına (ahalisine) Türk Milleti denir..

Altı çizili sözcükler evrensel şablonun ülkemiz – halkımız için doldurulmuş biçimidir.

Bir örnek :

Fransa Cumhuriyetini kuran Fransa halkına (ahalisine) Fransız Milleti denir..

Batı’nın güçlü devletlerinin başarısının altında yatan “uluslaşma”, “ulus yaratma”,
“ulusal birliği kurma”
 reçete budur..
Mustafa Kemal Paşa; 1648’lerde Westphalia Barışı (30 yıl süren kanlı Katolik – Protestan savaşlarının ardından) ile başlayan, 1789 Fransız Devrimi (ki çok kanlı olmuş, giyotinler kıyasıya çalıştırılmıştır..) ile pekişen “ulus devlet anlayışı” ve
ABD’nin 50 farklı milletten olağansüstü başarıyla yarattığı “Amerikan milleti” senteziyle doruğa ulaşan evrensel çözüm.. Günümüzde de mazlum halkların tek reçetesidir;

ULUS DEVLET!..

Türkiyemizin kurtuluşu da burada..

Hepimiz, birlikte “Türk milleti”ni oluşturuyoruz..

Kürdüyle, Lazıyla, Arabıyla, Rum ve Ermenisi ile, Yahudisi ile… sayın 30’lara dek.
Bir çiçek bahçesi gibi uyumlu (symbiotic) ve barışığız.. (peacefull)
Birlikte, bir orman gibi bir arada ve kardeşçeyiz.. (Nazım Hikmet’e saygı ile..)
1’imiz hepimiz, hepimiz 1’imiz içiniz..
Tek başına bir ağaç gibi de özgürüz..
Mozaik falan değiliz; ayrışmamız olanaksız; yüzyıllar bizi biyolojik et – tırnak,
kimyasal (metalürjik) olarak ayrıştırılması olanaksız ALAŞIM kılmış..

Bu bütünleşik (assimile değil entegre!) – kaynaşmış – kardeş olmuş – kız alıp vermiş –
iş kurup ortak olmuş, kapı komşu olmuş, tasada – kıvançta ortaklaşmış, cephede omuz omuza düşmanla savaşmış… çoook özellikli yapımız – sentezimiz, yüzyılların imbiğinden geçmiş
paha biçilmez bir kazançtır.

Emperyalizme lokma – yem olmadan güçlü biçimde birlikte yaşamanın güvencesidir
bu almaşığımız..

Bu tarihsel – siyasal – sosyolojik – antropolojik – etnolojik.. bireşime (senteze) varamayan
insan toplulukları ise iç – dış kanlı savaşlarla parçalanıyor ve emperyalizme yem oluyorlar. Örnekleri dolu.. En yakını Yugoslavya, Bosna – Hersek, Irak, Suriye, Filistin,
kendine özel durumuyla Belçika, Kore, Pakistan ve Bangladeş.. hatta SSCB..

Değerini bilelim ve ona saldıranları ve de niyetlerini iyi tanıyalım, reddedip dışlayalım..
Vatan topraklarında barış ve erinç içinde onurlu yaşayabilmenin başka yolu yok!

Sevgi ve saygı ile.
17 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Paşalara orduevi yasağı


Dostlar
,

“Paşalara orduevi yasağı”

doğallıkla önemli bir gündem maddesi. Tartışılacak ve bu idari tasarrufta bulunan makam da idari işleminin hukuka uygun gerekçelerini açıklayacak.. Hukuk devletinde kural olarak İdare’nin her türlü işlem ve eylemi yargı denetimindedir. (Her ne denli
82 Anayasasında İdarenin yargısal denetimi önemli ölçüde sınırlandırılarak
“kuşa” döndürülmüş olsa da!)

Anayasa madde 125 : “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır….”

Bize göre, Genelkurmay’ın bu işlemine muhatap komutanlar yazılı başvuru ile hem işin aslını hem de hukuksal gerekçelerini sormalı ve dilekçelerini teslim tarihinden başlayarak 60 gün içinde yazılı yanıt verilmezse yönetsel yargıda söz konusu idari işlemin yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açmalıdırlar. Kanımızca giderim (tazminat) davası açma hakları da saklıdır.

Bir toplum bu deni çok yönlü ve ağır baskı altına alınmamalıdır.
Bu hata işlenirse neler olabileceğinin örnekleri tarihte çoktur.
En hafif deyimiyle meşru direniş hakkı başlar..

1789 Fransız Devrimi‘ni Krala karşı ayaklanarak başaran Fransız halkının eyleminin meşru olmadığını kim ya da kimler söyleyebilir??

İşbirlikçi ve hain Osmanlı Saltanatı‘na karşı isyan ederek bağımsızlığını ve ülkesini – halkını kanlı ve zalim emperyalistleden kurtaran Anadolu halkının eylemi
yerden göğe haklı ve meşru değil midir?

  • Devrimin yasası tüm yasaların üstündedir!

Böyle giderse, bu kadim halk, makus giden talihini yeniden bir Devrim ile
yoluna koymasını bilecek ölçüde deneyimli, birikimli, öngörülü ve de yüreklidir..

Aşağıya konuya ilişkin 2 yazıyı alıyoruz.. (Görüşleri yazarlarını bağlar..)

Muhataplarının, hırsla kalkıp öfkelenmek ve yeni zincirleme hatalar yapmak yerine,
sonuçta ziyan ile oturmak yerine; sağduyu ile yanlışlarından dönmeleri,
bir kez daha dileğimizdir. Yine bu gün yazdığımız aşağıdaki yazımıza da bakılması…

Türk Genelkurmayı‘nın kendisine yakışan feraseti göstermesini hala umarız.

Sevgi ve saygı ile.
8.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

Komutanın şerefsizi böyle bir emir verir.

Şerefli olanı da hiç takmaz, yoluna devam eder.
Bunlar hep tarihe geçen aşağılık hareketlerdir.
Nefretle ayıplıyorum.

Koca koca komutanları restoranla, kantinle, barla terbiye edeceksin haa.
Bu büyük cürettir, ağır bir terbiyesizlik ve ahlaksızlıktır.

Bir gün devran döndüğünde kimse neden, nasıl, niçin demesin.
Herkes ettiğini bulur.

Allah’a inanmıyorum.
Ama biliyor  ve umuyorum ki, bu türden seviyesiz işler mutlaka karşılık bulur.
Bu evrende her şey bir karşılık bulur.
Denge prensibi, etki-tepki ilkesi ne derseniz deyin.

Oraj POYRAZ
via yahoogroups.com
8.12.13


Paşalara orduevi yasağı

portresi

Saygı ÖZTÜRK
SÖZCÜ, Aralık 7, 2013 |

  • Orgeneral Necdet Özel’in talimatıyla 28 komutan hakkında şok karar!

TSK’nın kritik davalarda sessiz kalmasını, yazılı ve sözlü olarak eleştiren
emekli komutanlar hakkında orduevlerine giriş yasağı getirildi.
Paşalardan tepki yağdı

Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri casusluk gibi davalarda tutuklu bulunan komutanların haksızlığa uğradığını, kendilerine, ailelerine sahip çıkılmadığını öne süren, bunu yazılı ve sözlü olarak da gündeme getiren emekli komutanlar hakkında orduevi ve sosyal tesislere giriş yasağı getirildi.

Talimatı doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’nın verdiği öne sürüldü.
Haklarında “giriş yasağı” verilenler arasında, Deniz Kuvvetleri Komutanı olması beklenirken, Gölcük Donanma Komutanlığı’ndan istifa eden ve komutanlara yapılanları protesto amacıyla geçen aylardır saç ve sakalını kesmeyen emekli Oramiral Nusret Güner de bulunuyor.

Listede kimler var?

Komutanlar, kendilerine böyle bir yasağın getirildiğini yeni öğrenmeye başladı.
Emekli Tümgeneral Osman Özbek, sosyal tesise Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen emir üzerine alınmadığını belirtti ve listede 28 kişinin bulunduğunu öğrendiğini söyledi.
Haklarında orduevi, sosyal tesisler ve spor okullarına alınmaması talimatı verilenler arasında emekli Korgeneral Yaşar Müjdeci, emekli Tuğamiral Türker Ertürk,
emekli Tümgeneral Naci Beştepe de bulunuyor.

Eylemlere katılmışlardı

Komutanların ortak özellikleri Genelkurmay Başkanlığı’nın kimi uygulamalarına karşı açıklamalar yapması.. bu dikkat çekti.
Yasak getirilen emekli komutanların, tutuklu ve hükümlü komutanların eşlerinin oluşturduğu vardiya Bizde Platformu” nun her cumartesi günü düzenlediği
Sessiz çığlık eylemlerine katıldığı, buralarda konuşmalar yaptığı belirtildi.

Şimdilik 6 ay uygulanacak

Komutanlar için yasağın şimdilik “uyarı” amacıyla 6 ay uygulanacağını, bu dönemde komutanların konuşmalarında ve yazılarında bir değişiklik olmaması halinde
yasağın uzatılacağı, “iyi hal” gösterenlerde ise yasağın kaldırılacağı bildirildi.
Listede adı bulunan emekli komutanların, yasak kararını öğrenmelerinden sonra Genelkurmay Başkanlığı’na dilekçe vermeye başladıklardı bildirildi.

Emekli Tümgeneral Osman Özbek, dilekçesinde, durumun

  • TSK’nın teamüllerine uymayan nezaket ve hukuk dışı olduğunu belirtti,

niçin alınmadığının yazılı olarak kendisine bildirilmesini istedi.

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Prof. Dr. Mahmut ADEM
Eğitimbilimci

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Bugün “Laiklik Günü”nün 85. yıl dönümüdür. Türkiye Cumhuriyeti laiklik niteliğini,
10 Nisan 1928’de İsmet İnönü’nün 120 arkadaşı ile birlikte verdiği yasa önerisiyle anayasanın  2. maddesinden

“Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir.” kuralının çıkarılmasıyla kazanmıştır.

Laiklik Nedir           ? 

Laiklik Fransızcadan alınmıştır. Fransız Cumhuriyeti, 1789 Devrimi ile laiklik odağında kurulmuştur. Türkiye’de laiklik ilkesi anayasaya 1937’de girmiş olsa da, laikliğin temeli; Öğretim Birliği Yasası, Halifelik ve Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nı kaldıran
3 Devrim Yasası ile atılmıştır (3 Mart 1924). 1924’ten başlayarak başta eğitim olmak üzere, hemen her alanda laiklik fiilen uygulanmaya başlanmıştır.

Atatürk’e Göre Laiklik                  :

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların
vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar… dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır.
Din düşüncesi vicdani olduğundan Cumhuriyet, din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesinde başlıca başarı koşulu görür.”

“Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz. Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte serbestir. Ancak din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şu var ki, din Allah ile
kul arasındaki bağlılıktır.”

  • Laiklik, devletin her türlü inanç karşısında yansız ve herkese eşit davranması ve belli bir dini temsil etmemesidir.
  • Laiklik; dinsizlik ya da din düşmanlığı değildir. 

Ancak dünya işlerinin arkasında  Tanrı ya da elçisinin buyruğunu bulmaya alışmış kişiler bu ayrımı anlayamazlar. Bunu ancak  aydınlanmış, özgür kişiliği olanlar anlayabilir.

Laiklik, ille de aynı inançları paylaşmaları gerekmeyen bireyleri bir arada yaşatmanın
bir aracı
dır.

Laiklik, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın söylediği gibi ayrıştırıcı değil,
tam tersine toplumu  birleştircidir, ulusal birliğin temel taşı, harcı, çimentosudur.

  • Toplumumuz, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin hiçbir evresinde,
    AKP iktidarında olduğu denli ayrıştırılmamıştır.

Türkiye’de laiklik  bunalıma girdiğinde -ki bugün girmiştir- devlet, Türk toplumuna ortak bir gelecek sunmaz. Laik devlette, kılık kıyafetle ilgili bir düzenleme yapmak,
din işi değil, devlet işidir.

Anayasaya göre (md. 2) “Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devletidir
.”

  • Laiklik; demokratik Cumhuriyetin “olmazsa olmazı”dır.

Laikliğin en çok bilinen iki önkoşulundan biri, devletin ve halkın tüm dinlere karşı hoşgörülü olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda bu ilke başarı ile uygulanmıştır. Yüzyıllarca Müslümanı, Musevisi, Hıristiyanı barış içinde birlikte yaşamışlardır.

İkincisi; devlet yaşamında, yasal kurallarda dinsel dogmaların egemen olmamasıdır.
Bu konuda da, 1923 Aydınlanması ile çok önemli gelişmeler sağlanmıştır.
Hatta Türk devletinin laiklik konusunda attığı adımlar yurt dışında bile ses getirmiştir. Fransız Başbakanlarından E. Herriot, 1933’te İstanbul’da Atatürk ile görüşmesinde şöyle diyor:

  • “Paşa, size nasıl hayran olmayayım. Ben Fransa’da laik program uygulayan bir hükümet kurmuştum. Bu kabineyi, Papa’nın Paris’teki temsilcisinin yardımıyla papazlar devirdi. Siz, bu taassup havası içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri, laik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmak olmuştur.”

80 yıl sonra bugün gelinen noktada Türkiye Cumhuriyeti laik mi?  

2002’den beri, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan” bir parti (Anayasa Mahkemesi kararı) iktidardadır. AKP’li Cumhurbaşkanı şöyle demişti:

“ İslama aykırı kanunlar kalkacak…
Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslama aykırı olanlar da var, 
olmayan da.
Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkımı kullanacağım.
Halka bu imkanı vereceğim.”

Aynı yıllarda Başbakan RT Erdoğan şöyle diyor:

  • “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye!
    Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabi elden gidecek…
  • Hem laik hem müslüman olunmaz.”

İşte ülke yönetiminin en tepesindeki bu ikili el ele verip  4+4+4 “ucube” yasayı getirdiler. Bu yasa, on yıllık şeriatçı kadrolaşmanın “tuzu-biberi” olmuştur.
Bu yasa ile Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası ve Anayasa’nın laiklik ilkesi yok sayılmıştır. Demek İslama aykırı görüldü! Oysa Öğretim Birliği Yasası ile;

Din odaklı bilgisiz imam ve kadı yetiştiren medrese eğitimine son verilerek laik eğitime
ilk harç konulmuştu. Ve Menderes’in deyişi ile “münevver din adamı” yetiştirmek üzere imam-hatip okulları açılmış ve bir İlahiyat Fakültesi açılması öngörülmüştü.

  • AKP iktidarında eğitim “dinci”leştirildi, okullar “imam-hatipleştirildi”,
    üniversiteler “medreseleştirildi.”

***** *****

Laik Eğitim Nedir?  

Laik eğitim, dinden buyruk (emir) almayan eğitimdir.

Laik eğitimde; öğretim programları ve ders içerikleri  bilimsel ilkelere dayanır, yönetici ve öğretmenler nesnel (objektif) davranışlar gösterir, çocuk ve gençler bağnazlıktan uzak tutulur.  Velinin çocuğuna  istediği dinsel eğitimi vermede ya da vermemede özgür olması, kız öğrencilere örtünmeleri için siyasal, parasal ve manevi baskı yapılmaması
laik eğitimdir.

Laik eğitimin hedefi;

  • özgür düşünceli, özgür vicdanlı, özgür davranışlı kuşaklar yetiştirmektir.

Fransız yazar Emile Zola (1840-1902) şöyle diyor:

  • “İrtica saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir kalır. Okullarda beyinleri yıkanan kuşaklar,  yönetimde görev aldıkları zaman ülke çıkarlarını değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.” 

Zola,  yüzyıllarca önceden sanki bugünün Türkiye’sini betimlemiş.
Ne dersiniz? (10 Nisan 2013)

MERİÇ VELİDEDEOĞLU : ‘İHEB’in ‘8-10-11’inci Maddeleri


Dostlar,

Aydınlanma Bilgesi, ilk TBMM’de “katip” Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun eşi, kendis de bilge insan Sayın MERİÇ VELİDEDEOĞLU‘nun yazısı aşağıda..

Ne çok öğretici ve ufuk verici değil mi??

Sevgi ve saygı ile.
19.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

MERİÇ VELİDEDEOĞLU


(Faks: 0216 355 31 78)

‘İHEB’in ‘8-10-11’inci Maddeleri

Geride bıraktığımız “10 Aralık” gününün, tüm dünyada “İnsan Hakları Günü” olarak anılması artık iyice yaygınlaştı, yerleşti.

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” (İHEB), “64” yıl önce (1948) o gün
“Birleşmiş Milletler”in “Genel Kurulu”nda kabul edilmişti.

“30” maddelik “İHEB”in hemen hemen ilk “21” maddesi insanın
“kişisel hak” ve “özgürlükleri”ni gözler önüne serer.

1789 Fransız Devrimi’nin ürünü olan laikliğin algılanmasıyla ayrımına varılan
bu “hak”ların, aynı zamanda “kendiliğinden” ve tüm insanlar için “eşit”oluşunun da bilincine varılır, henüz “18.” yüzyıl bitmeden.

Bu “eşit”lik bilindiği üzere, hiçbir “ayrım” gözetilmeksizin,
herkesin “yasa”önünde “eşit” oluşuyla sağlanır.

Burada bir ayraç (parantez) açarak bu “kabul”ün, bir “ayrım”a -özellikle-“kadın-erkek” eşitsizliğine dayanan her üç tek Tanrılı dinin “şeriat”larını (yasaları) anlamsızlaştırdığını, çağ dışı bıraktığını belirtmeliyiz.

Konuya dönersek, “İHEB”in “8.” maddesine bakmaya sıra gelir ki şöyle der:

  • Herkesin, yasayla tanınmış bu “temel hakları”nın çiğnenmesi durumunda“mahkemeler”e başvurma hakkı vardır.

Ve bir sonraki “10.” madde de; herkesin kendisine herhangi bir “suç”yüklenirken “bağımsız ve yansız” bir “mahkeme” tarafından “hakça” ve “açık”bir “yargılama”ya
hakkı vardır, der.

“11.” maddede ise kendisine “suç” yüklenen herkesin “savunma”sı için gerekli olan
tüm “güvenceler”in tanınmasından, söz edilir.

Türkiye, “10 Mart 1954”te “İHEB”e uyacağını bildirmekle, bu “bildirge”nin içerdiği “30” maddeyi, dolaysiyle de sözü edilen “üç” maddeyi de aynen uygulayacağını
kabul etmiş oluyordu.

Ama bu “imza”yı atan “Demokrat Parti” (DP) iktidarı bu yasaları uygulaması bir yana, “yasama” organı olan “Meclis”i, “mahkeme”ye dönüştüren, “Meclis Tahkikat Komisyonu” kurarak (Nisan 1960) muhalefeti (CHP) yargılamaya kalkıştı.

“27 Mayıs Devrimi”nin ürünü olan “1961 Anayasası”;  “İHEB”in bu “30.”maddesinin uygulanabilmesi için gereken yasal düzenlemeleri içerdiği bilinir.

Ne var ki çoğu kez “sağ” ve “dinsel” görüşlü iktidarlar “İHEB”i dikkate almama yollarını hep buldular.

Yalnız şu belirtilmeli; bunlardan hiçbiri son “10” yıldır Türkiye’yi yöneten “AKP”iktidarının bu konudaki başarısına (!) erişmedi, erişemezdi.

“İHEB”in temel ilkelerinden olan “cinsel eşitlik”i, kökten yadsıyan “şeriat”a,“Elhamdülillah ben ‘şeriat’çıyım!” diyerek sahip çıkan;
“ABD”den “deliğe süpürmeyip kullanılması” istenen R.T. Erdoğan,
“laik” TC Devleti’ne “Başbakan”yapılınca, bu “bildirge”yi hallaç pamuğu gibi savuracağı belli değil miydi?

“İHEB”in “10.” maddesindeki “bağımsız ve yansız bir mahkeme” vurgusunun,
“şeriat”a bağlı, ayrıca bir “imam” olan “Başbakan” için anlamı nedir?

Erdoğan, bunun yanıtını daha “Ergenekon Davası” oluşturulurken verdi:

  • “Bu davanın ‘savcı’sıyım!” diyerek.

Başbakan’ın bunu, “Ergenekon”un “iddianamesi” henüz kabul edilmeden söylediğini anımsarsak işlenen “hukuk cinayeti”nin boyutu sanırım daha da iyi görülebilir.

Çünkü Erdoğan bu söylemiyle -bir bakıma- “iddianame”yi hazırlamakta olan“savcı”ya, “Sen bensin, ben de sen!” diyordu. “Ergenekon İddianamesi”nin bu“ileti” dikkate alınarak oluşturulduğu genel bir kanıdır. Şimdi, bu iddianamenin yarattığı sonuçlar sergileniyor artık…

“AKP” iktidarında, “yargı” ile “yürütme”nin bu denli “sarmaş dolaş” içinde olmasını
-bizim “Simgesel Eylem Grubu” gibi kimi “çoban ateşleri”nin dışında- toplumun
“ah!” “vah!” ile izlemesinin kırılıp ülke çapında duruşmayı izleme“eylem”ine geçilmesi “umut” verici olmalı…

Ama bir “eylem”in ülkenin yüzünü güldürecek bir sonuca varması için“kesintisiz” sürdürülmesinin gerektiğine artık karar verme durumundayız.

Eğer bu çok “zor” dersek; daha dün “fellah”lar diye bir bakıma küçümsediğimiz
yerli Mısır halkının, özellikle “Kahire”lilerin bu “zor”u nasıl yendiğini onlardan
öğrenmemiz gerekir.

Öyle değil mi?
(Cumhuriyet, 14.12.12)