Etiket arşivi: 1776 Amerikan devrimi

Deniz, Gezi ve istila

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Cumhuriyet, 09 Mayıs 2022

Tam bağımsız Türkiye için kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden Deniz Gezmiş’in, Yusuf Aslan’ın ve Hüseyin İnan’ın, ABD emperyalizminin işbirlikçileri tarafından idam edilmelerinin üzerinden 50 yıl geçti.

Bu 50 yıl içinde Türkiye emperyalizme ve kapitalizme karşı bir arpa boyu yol alamadığı gibi, bir de teokrasinin, köktendinciliğin, İslamcılığın esiri oldu.

Türkiye kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi vereceğine, monarşiye ve teokrasiye karşı cumhuriyet ve laiklik mücadelesiyle yetinmek durumunda kaldı.

Türkiye, karşıdevrimci AKP iktidarı nedeniyle, 20. ve 21.yüzyılın mücadele paradigmasından, 18. yüzyılın mücadele paradigmasına geri döndü, 1776 Amerikan Devrimi’nin ve 1789 Fransız Devrimi’nin de gerisine düştü.
***
2013 yılında, yurt çapında milyonlarca vatandaşın katılımıyla AKP’nin dikta rejimine karşı gerçekleşen “Gezi” protesto eylemleri, teokrasi, monarşi, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlarını kitlesel boyutta bir araya getirdi. Bu nedenle “Gezi” eylemleri, sadece Türkiye tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli kitlesel protesto eylemleri arasındaki yerini aldı.

AKP dikta rejiminin, “Gezi” protesto eylemlerini iftirayla ve yalanla mahkûm etmek için bu kadar ısrarcı olmasının temel nedeni budur.

Osman Kavala’nın ve sözde davada yargılananların “Gezi” protesto eylemlerindeki rolü, milyonlarca vatandaşın katılımıyla ve örgütlenmesiyle karşılaştırıldığında, yok denecek kadar azdı.

Buna rağmen AKP dikta rejiminin, birkaç kişiyi ayıklayarak “Gezi” protestolarıyla özdeşleştirmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması anlamına geldiği gibi, AKP’nin geniş halk kesimlerini karşısına almaktan korkmasının da bir sonucudur. AKP’nin gücü ancak Osman Kavala’ya ve onunla birlikte yedi kişiye yetmiştir.

Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı idam eden mahkemeden farkı olmayan sözde mahkemenin, beş yıla yakın bir zamandır haksız yere tutuklu olan Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vermesi, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi’ye de 18 yıl hapis cezası vererek tutuklanmalarına karar vermesi, dünya hukuk tarihine geçecek kara bir lekedir.

Bu tutuklamaların, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” adıyla anılan sahte yargı süreçleriyle gerçekleşen tutuklamalardan hiçbir farkı yoktur. AKP, bir zamanlar Fethullah Gülen’e bağlı çeteyle birlikte yürüttüğü kumpas sürecini, şu anda tek başına yürütmektedir.

Bu sözde mahkemenin kararı, hem anayasanın 34. maddesinde yer alan, “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ilkesinin, hem de anayasanın 138. maddesinde yer alan, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” ilkesinin ihlal edilmesi anlamına gelmektedir.

Bu karar, demokrasiye vurulan bir darbedir. Anayasal düzeni yıkan, “mahkûm olanlar” değil, bu sözde mahkûmiyete neden olanlardır.
***
Bütün bunlar olup biterken,

  • AKP dikta rejimi bir yandan da emperyalizmin talebi üzerine, Türkiye’yi bir sığınmacı deposuna çevirerek Türkiye’nin egemenlik haklarına darbe vurmaktadır.

ABD, Britanya ve AB emperyalizminin bir sonucu olarak iç savaşa sürüklenen, bölünen ve parçalanan Suriye, Irak, Afganistan ve Libya’dan kaçanlar, ilk aşamada Türkiye’ye sığınmaktadırlar ve yine ABD, Britanya ve AB emperyalizminin talebi üzerine, kaçanların ABD’ye, Britanya’ya ve AB’ye geçişleri engellenmektedir ve kaçanlar Türkiye’de bekletilmektedirler.

AKP dikta rejimi böylece;

– bir yandan emperyalizmin taleplerini yerine getirmektedir,
-bir yandan Türkiye’nin demografik yapısını değiştirmektedir,
– bir yandan da kendisine yandaş ithal “vatandaş” devşirmeye çalışmaktadır!

Türkiye’yi istila eden bir düşman kuvveti olsaydı, Türkiye’ye ancak bu kadar zarar verebilirdi!

Halkın egemenliği

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Kralın, padişahın, çarın, hanedanın, toprak ağasının ve ruhban sınıfının egemenliğine son verip egemenliğin halka devredilmesinin yolunu açan iki büyük devrim, insanlık tarihinde ilk defa, 18. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu süreci başlatan iki büyük devrimdir. Bu devrimlere, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması sürecini başlatmaları nedeniyle, aydınlanma devrimleri denir.

14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Avrupa’da felsefe, bilim ve sanat alanındaki bazı gelişmeler, bu devrim sürecinin altyapısını hazırlamıştır.

– Sanatta Da Vinci, Botticelli, Raffaello, Michelangelo, Dante, Shakespeare, Cervantes;
– Felsefede Bacon, Hobbes, Locke, Descartes, Leibniz, Hume, Rousseau, Kant;
– Bilimde Kopernik, Galilei, Kepler, Newton;

monarşik, feodal ve teokratik güç odaklarının dogmalarının sarsılmasında büyük rol oynamışlardır.

Dönemin ekonomik ve siyasi koşullarıyla birlikte, alanlarında devrimci çalışmalar gerçekleştiren bu kişilerin eserleri birleşince, insanlık yeni bir dönemeçle karşılaştı.

Halkın egemenliği, birkaç yüzyıldır gündemde olan bir konudur. İnsanın yüz binlerce yıllık tarihi dikkate alınacak olursa, bunun çok yeni bir gelişme olduğu açıktır.

Halkın egemenliğinin sağlanması konusunda günümüzde yaşanan sancılar da insanlığın oldukça uzun süren karanlık geçmişinden hâlâ tam olarak kurtulamamış olmasıyla ilgilidir.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimleri, Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan bu sürecin, 20. yüzyıldaki bir yansımasıdır.

Avrupa’da ve Amerika’da, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik devreye girmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu aynı dönemde bu alanlarda hiçbir devrim gerçekleştirmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı, tek başına, sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlı bir konu değildir. Sanayi devrimi Avrupa’da ve Amerika’da 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Gelişmişlik bağlamında esas konu sanayi devrimi değildir; esas konu, sanayi devriminden önce gerçekleşen siyasi devrimlerdir.

Sanayi devrimi, kapitalizm adı verilen yeni bir sömürü düzenine yol açtığı için, aydınlanma devrimleri bağlamında yüceltilecek bir şey değildir. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen kapitalizm, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük idealini yerle bir etmiştir.

Atatürk, bir taraftan, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerini, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk ve devrimcilik ilkeleriyle uygulamaya koymuştur, bir taraftan da kapitalizmin, özel sektörün ve serbest piyasa ekonomisinin yol açacağı adaletsizlikleri, belli bir ölçüde bertaraf etmek için, devletçilik ilkesini yürürlüğe koymuştur.

Bu ilkeler, Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin “altı ok” olarak da bilinen temel ilkeleridir.

  • Cumhuriyet Halk Partisi, aydınlanma felsefesini, Türkiye’de siyaseten örgütlemek üzere, Atatürk tarafından kurulan bir siyasi partidir. CHP bir aydınlanma projesidir.
    ***

23 Nisan 1920’de, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın egemen olmasının sağlanması doğrultusundaki ilk büyük adımdır. Atatürk bu ulusal bayramı çocuklara, yani gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu nedenle 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır.

Dünyada bu bayramın başka bir örneği yoktur. Türkiye bu bayramı, Atatürk’ün yaratıcılığına, insancıllığına ve iyimserliğine borçludur.

  • TBMM’nin kurulmasıyla birlikte, egemenlik saraydan ve padişahtan alınıp halka devredilmiştir.
  • Bugün AKP hükümeti, egemenliği halktan alıp yeniden saraya ve padişaha devretmeye çalışmaktadır! 

Ancak halkın egemen olması için, milletin temsilcilerinin yer aldığı Meclis’in kurulması yeterli değildir. TBMM bu nedenle, 1922’de saltanatı ve 1924 yılında halifeliği kaldırmıştır; 1923’te cumhuriyeti kurmuştur; 1924’te Öğretim Birliği Kanunu’nu, 1926’da Medeni Kanunu çıkarmıştır; 1928’de ve 1937’de laiklikle ilgili anayasal düzenlemeler yapmıştır; 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.

Sağda solda, halkın, milletin, ulusun egemenliğini ağızlarında sakız yapanların, öncelikle bunları öğrenerek aydınlanmaları gerekmektedir.

Felsefe ve din

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Felsefe ve din

Son yıllarda, siyasi yelpazenin hem sağ hem de sol kanadında, bazı yazarların, felsefe ile dini bağdaştırmak için özel bir çaba göstermeleri dikkat çekicidir. Bu yaklaşım, karanlık ortaçağ zihniyetine hizmet ettiği gibi, felsefenin özüyle ve tarihselci bakış açısıyla çelişmektedir.

Felsefe terimi, antik Yunancada bilgelik sevgisi anlamına gelen “philo-sophia” teriminden türetilmiştir. Ancak kuşkucular hariç, antik Yunan filozofları bilgelik (“sophia”) kavramını, bilgi (“episteme”), gerçeklik (“aletheia”) ve akıl yürütme (“logos”) kavramlarıyla birlikte ele almışlardır. Başka bir deyişle filozof, akıl yürüterek gerçeğin bilgisini elde etmek için mücadele eden kişidir.

Hatta kuşkucu filozoflar bile, kuşkularını akıl yürüterek gerekçelendirmişlerdir. Çünkü akla dayalı temellendirme, felsefenin özünde olan bir şeydir. Felsefe bu anlamda, kavramsal ve kuramsal bir etkinliktir. Felsefe, söylenceden akıl yürütmeye, “mitos”tan “logos”a geçme sürecidir. Antik Yunan’dan sonra da felsefe, günümüze kadar bu doğrultuda gelişmiştir.

***

Din de felsefe gibi, evreni, doğayı, insanı, toplumu, ahlakı açıklamak için bir girişimde bulunur. Ancak birçok dinin temelinde tanrılara, Tanrı’ya, vahye ve imana yönelik inançlar yatar. Felsefede gerekçelendirmenin temeli, tanrılar, Tanrı, vahiy ve iman değildir. Felsefe, kavramlarla ve kuramlarla gerçekliğin bilgisine ulaşmayı amaçlar.

Ayrıca dinin felsefe gibi, diyalektik ve çoğulcu bir yapısı da yoktur. Felsefede farklı görüşler, hatta birbiriyle çelişen tezler ele alınabilir. Oysa dinde, dinin çizdiği sınırların dışına çıkılamaz.

  • Din, içerdiği iddiaları tartışma konusu haline getirmez. Din sorgulayıcı değildir, dogmatiktir.

Bununla birlikte din cemaatçi bir anlayışa sahiptir. Birçok dinin bir öncü lideri vardır ve o dinin üyesi olan insanlar, o lidere itaat ederler, onun söylediklerine iman ederler. Museviler Musa’nın, Hıristiyanlar İsa’nın, Müslümanlar Muhammed’in, Budistler Budha’nın, Konfüçyüsçüler Konfüçyüs’ün sözlerinin dışına çıkamazlar, onları tartışma konusu haline getiremezler. Bunu yaptıkları anda o dinin dışına çıkmış olurlar. Felsefe ise bir mücadele meydanıdır; bir filozofun ortaya attığı tez bir başka filozof tarafından eleştirilebilir, çürütülebilir ve ortaya atılan herhangi bir iddia sorgulanabilir.

***

Buna rağmen tarihte, dinsiz filozoflar gibi, dindar filozoflar da var olmuştur. Ancak bu durum tarihsel siyasal koşullardan ve teokratik yapılardan bağımsız olarak yorumlanamaz. İster antikçağdaki çoktanrıcı bağlamda olsun, ister ortaçağdan itibaren yaygınlaşan tektanrıcı bağlamda olsun, döneminde egemen olan dinlerin sorgulanması, yakın bir geçmişe kadar, ölüm, hapis, sürgün ile cezalandırılmaktaydı. Bu nedenle birçok filozof yüzyıllar boyunca, felsefe ve dini sentezlemek veya din konularında diplomatik ifadeler kullanmak durumunda kalmıştır.

Felsefe alanında dine ve dindeki Tanrı kavramına yönelik ilk eleştiriler 17. yüzyılda Spinoza ve 18. yüzyılda Hume, Diderot, D’Holbach gibi filozoflarla başlamış, 19. ve 20. yüzyılda Feuerbach, Marx, Nietzsche, Carnap, Sartre, Russell, Dennett gibi filozoflarla devam etmiştir. Bu filozoflar da birçok dindar filozof gibi önemli, yani büyük filozoflardır.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi sonrasında, laiklik ilkesinin belli başlı coğrafyalarda geçerli kılınmasıyla ve bir özgürlük ortamının oluşmasıyla birlikte, ateist, agnostik ve deist kuramlar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Öte yanda antik Yunan felsefesinde, Tevrat, İncil, Kuran’da tanımlandığı biçimde bir Tanrı kavramı yoktu. Dolayısıyla antik Yunan dönemi için “Tanrı” değil, “tanrılar” terimi kullanılabilir. Kaldı ki bu dönemde birçok filozof çoktanrıcı dine de inanmamaktaydı veya “tanrılar” terimine dinden farklı bir anlam yüklemekteydi.

Özetle, dinci siyasi baskılar azaldıkça, dinsiz filozofların sayısı artar, felsefe kendi özüne yabancılaşmaktan ve şizofreni benzeri durumların içine düşmekten kurtulur. Bunu da ancak devrimci filozoflar anlar.

Venezüella’nın anlamı

Venezüella’nın anlamı

Örsan K. Öymen
31.01.2019, Cumhuriyet

1776 yılı uygarlık tarihi açısından önemli bir yıldır. 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika’da Philadelphia kentinde imzalanan Bağımsızlık Bildirgesi ile Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasında oluşturduğu koloniler, Britanya Krallığı’ndan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin temeli atıldı.

Ancak Thomas JeffersonBenjamin FranklinThomas Paine ve George Washington gibi devrimcilerin öncülük ettiği bu hareket bir bağımsızlık ilanından ibaret değildi. Bu hareket, yeni kurulan bağımsız devletin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin, Britanya Krallığı’nın siyasal yapısından farklı olacağını da ana hatlarıyla ilan etmişti.

Söz konusu yeni yapıya göre ABD’de, Britanya Krallığı’ndan farklı olarak, monarşik, teokratik ve feodal bir yapının olmaması öngörülmüştü. Yetkileri tek elde toplayan despotik bir kralın ve kraliçenin yerine; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi bağlamında hareket eden bir devlet başkanı; yürütmeyi etki altına alan bir kilise yerine dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmediği ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı laik bir düzen; toprak mülkiyetinin devletin ve toprak ağalarının tekelinde olduğu bir düzen yerine, tüm vatandaşların doğal mülkiyet hakkının olduğu bir yapı öngörülmüştü.

Bu devrimlerin temelinde, 17. yüzyılda yaşamış olan John Locke ve 18. yüzyılda yaşamış olan David HumeAdam SmithCharles-Louis Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların ve düşünürlerin kuramları yatmaktadır.

  • 1776 Amerikan devrimi, monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkan ilk büyük devrimdir.

Bu devrimin Avrupa’daki ilk yansıması da Amerika’dan 13 yıl sonra, 1789 yılında Fransa’da yaşanmıştır. Genel sanının aksine monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılma süreci ilk kez 1789 Fransız devrimiyle değil, 1776 Amerikan devrimiyle birlikte başlamıştır. Ancak 1789 Fransız devrimi de Amerikan devrimini tamamlamış ve önce Avrupa’da, sonra da dünyanın diğer bölgelerinde büyük bir etki yaratmıştır.

18. yüzyılda, bir yandan aydınlanma ideallerinin üzerine inşa edilen, bir yandan da Britanya Krallığı’nın sömürgeci yapısına bir tepki olarak kurulan ABD, 20. ve 21. yüzyılda kendi sömürgelerini kurmanın peşine düşmüştür.

Neden? Çünkü ABD, aydınlanma devrimlerini bir adım daha ileriye götüremedi, 19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx ile Avrupa’da gelişen sosyalist ve diğer sol akımları kendi içine taşıyamadı. Avrupa, belli bir ölçüde de olsa, Fransız devriminin üzerine sosyalist veya sosyal demokrat bir örgütlenme oluştururken, ABD yerinde saydı, kendisini geliştiremedi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yönetimleri bu nedenle de darbe ve/veya işgal yoluyla Guatemala, Küba, Şili, Nikaragua, El Salvador, Vietnam, Irak, Suriye gibi birçok ülkeye müdahalede bulundu. Son yıllarda benzer bir senaryo Venezüella için hazırlanmış durumda.
Venezüella eski Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ülkesinde sosyalist politikaları uygulamaya başlamasından itibaren Venezüella ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde Guatemala’da, Küba’da, Şili’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, El Salvador’da sosyalist hareketlere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin bir benzeri, şimdi Venezüella için devreye girdi. ABD, Chavez’in politikalarını sürdürmeye çalışan Nicolas Maduro’yu devirmek için kukla siyasetçi Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanıdığını ilan etti.

Büyük resim dikkate alındığında, Maduro’nun ekonomi ve hukuk alanlarındaki yönetim beceriksizlikleri bir ayrıntı olarak kalmaktadır. İşin özü şudur:

  • Kapitalizm emperyalizmi, emperyalizm de kapitalizmi beslemektedir. 

O nedenle Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi liderlerin kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmeden Venezüella’ya sahip çıkmalarının da hiçbir anlamı yoktur.