Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

İstanbul Sözleşmesi’nin feshi

Hikmet Sami Türk DSP'den istifa etti - Son dakika haberleri – SözcüProf. Dr. Hikmet Sami TÜRK
Eski Adalet Bakanı

04 Ağustos 2022, Cumhuriyet

İstanbul Sözleşmesi, 19.3.2021 tarih ve 3718 sayılı cumhurbaşkanı Kararı ile Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmiş; böylece Türkiye devleti, kendi ülkesinde imzalanan ve imzalandığı şehrin adıyla anılan uluslararası bir sözleşmeden çekilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla 20.3.2021 tarih ve 31429 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan bu kararın “9 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin 3. maddesi gereğince” verildiği belirtilmiştir.

KARARIN GEREKÇELERİ

Feshe ilişkin cumhurbaşkanı kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemleriyle Danıştay’da çok sayıda dava açıldı. Önce yürütmenin durdurulması istemlerini reddeden Danıştay 10. Dairesi, duruşmalı olarak baktığı davada –cumhuriyet savcısının iptal yönünde görüş açıklamasına karşın– 2’ye karşı 3 oyla iptali istenen “cumhurbaşkanı kararında hukuka aykırılık bulunmadığı ve davanın reddine karar verilmesi gerektiği” sonucuna vardı. 10. Daire’nin 19.7.2022 günü açıklanan kararı, anayasanın devletin başı olarak cumhurbaşkanına milletlerarası antlaşmaları onaylama ve sona erdirme yetkisi verdiği, yürütme yetkisine sahip cumhurbaşkanının bu konuda tam bir takdir yetkisi olduğu, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesine dayanılarak sözleşmenin feshinde yetki ve usulde paralellik ilkesine aykırılık bulunmadığı, şiddet mağdurlarının korunması amacıyla iç hukukta anayasa ve 8.3.2012 tarih ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun başta olmak üzere birçok düzenleme bulunduğu gerekçelerine dayanmaktadır.

YETKİSİ YOK!

Yürütme yetkisine sahip cumhurbaşkanı, anayasanın 90. maddesinin son fıkrasına göre “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşma” olarak “kanun hükmünde” olan İstanbul Sözleşmesi’ni de yürütmekle görevlidir.

  • Bir kanunu yürürlükten kaldırma yetkisi olmadığı gibi,
  • Bir uluslararası sözleşmeyi de feshetme yetkisi yoktur.

Danıştay 10. Dairesi’nin oyçokluğuyla verdiği kararda cumhurbaşkanının fesih kararı için hukuki dayanak olarak gösterdiği 9 sayılı Milletlerarası Antlaşmaların Onaylanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, anayasanın 104. maddesinin 18. fıkrasında cumhurbaşkanına “yürütme yetkisine ilişkin konularda” çıkarma yetkisi verilen kararnamelerdendir.

Ancak bütün kanunlarda olduğu gibi, bu Kararnamelerde de anayasaya aykırı hükümler yer alamaz. Anayasanın 104. maddesinin 11. fıkrasında cumhurbaşkanına uluslararası antlaşmalar konusunda verilen görev ve yetki, “Milletlerarası antlaşmaları onaylar ve yayımlar” cümlesiyle ifade edilmiştir. Burada fesih yetkisi yoktur.

  • (AS: Ayrıca, CB’nın milletlerarası andlşamayı onaylaması, daha sonra TBMM tarafından bu onaylamanın (gerçekte ön onay) bir yasa ile “uygun bulması” ile geçerlik kazanmaktadır. Bu “onaylamayı uygun bulma yasası” RG’de yayınlanarak yürürlüğe girecek, ardından CB söz konusu milletlerarası andlaşmayı RG’de yayınlama yetkisini kullanarak görevini tamamlayacaktır. Bkz. Anayasa md. 90, 1. fıkra : “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.”)

Anayasaya göre “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz”.

  • İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye bakımından feshi, bu anlamda anayasaya aykırı bir işlem olmuştur.
  • Çünkü anayasa, cumhurbaşkanına böyle bir yetki vermemiştir.

ORTAK HUKUK

İç hukukumuzda 8.3.2012 tarih ve 6284 sayılı yasanın varlığı, İstanbul Sözleşmesi’ni gereksiz bir duruma getirmez. Danıştay’ın bu konuda bir değerlendirme yapma yetkisi yoktur.

İnsan haklarında fazlalık olmaz!

Türkiye Cumhuriyeti, anayasanın değişmez nitelikteki 2. maddesine göre “insan haklarına saygılı … sosyal bir hukuk devletidir”. Türkiye’nin imzalanmasında ev sahipliği yaptığı İstanbul Sözleşmesi, bizi aynı sözleşmeyi imzalayan Avrupa Konseyi ülkeleriyle ortak bir hukukta buluşturan uluslararası bir antlaşmadır.

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden İstanbul Sözleşmesi’ne dönmesi gerekir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 3 Ağustos 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

FİYAT

DİB Din İşleri Yüksek Kurulu, “Fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren Allah’tır.” hadisini işaret etti.

Diyanet ucuzluk duası yapsa ya… (AS: Madem öyle, piyasada fiyat denetimi yaptınız?)

DÜRÜST HIRSIZ

Pazarcı vatandaş iktidarı “çalıyorlar” diye eleştirenlere:

Benim sorunum değil, çalıyorsa Allah ile O’nun arasında. Biz de çalıyoruz. Vergi kaçırıyoruz. Yüz tane mal satıyoruz 20 tane fiş kesiyoruz, dürüst olalım. Şu elimi kessem Tayyip Erdoğan’dan başkasına oy vermem.” dedi.

  1. Çalanlar ile neden Erdoğan’ı özdeşleştirdi?
  2. Herkes çalmıyor, herhalde herkesi kendileri gibi sanıyor.
  3. Çalmalar benim sorunum çünkü benim hakkım çalınıyor.
  4. Erdoğan’a oy vermesi fikri-zikri uygunluktan olabilir.
  5. “Dürüst” kelimesini kullanmasa da kavram kargaşası yaratmasa daha iyi olurdu.

KEFİL

Perinçek, ”Mehmet Ağar’a kefilim. Türkiye için gerekli bir şahsiyet.”

  1. Yalıkavak Marinası’na çökme vatan savaşıdır. Karşı gelenler ABD gemisindedir!
  2. Ağar vatansever, kim parasever?
  3. Kefile kim kefil?
  4. Çakıcı’yı unutmuş mudur, sonra O’na da kefil olur mu?
  5. Müsilaj…

ŞURA

YAŞ’a Bakan Nebati de katılıyor.
Terfi edecekleri gözünün ışıltısına göre seçer…

AŞIK

Ethem Sancak AKP’den ayrılıp Vatan Partisi’ne katıldı. (AS: AKP yedeği parti)

Tank-Palet’i yatırdı.

RTE’ye olan aşkını bitirdi.

Aşkın yaşı ve sınırı yok…

PUAN

Veysel Eroğlu, ”Kırsalda çok çocuk var, bunlar okumak için değil, laf olsun diye geliyorlar, sınavlarda puanları bunlar düşürüyor”

O çocukları yetiştirip puanlarını yükseltmek kimin görevi?..

HİÇ

RTE, eski mesai arkadaşları Davutoğlu ve Babacan için, “Onlar o makamlara layık oldukları için gelmediler, getirildiler.” dedi.

Bu durumda getirenin liyakatı nasıldır ?..

SARAY

Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier örnek olmak için enerji tasarrufunu saraydan başlatmış.

Ne anlar cumhurbaşkanlığından. itibardan?? Dolaysıyla saray harcamalarından tasarruf olmaz. Ders almalı…

TÖREN

AKP Tunceli İl Başkanı Sercan Özaydın, Gedikler Jandarma Karakolu’nu ziyaretinde askeri törenle karşılandı.

Karakol Komutanı görevden alındı.

Türk askeri gitmiş, Soylu’nun askeri gelmiş…

ÇIKARMA

MB Başkanı Kavcıoğlu, “Son on günü çıkardığımızda son bir ayda en az değer kaybeden para birimi Türk Lirası” dedi.

  1. Bir ay kaç gündür?
  2. Paramızın değerinin en iyi olduğu günü alıp “29 gün hariç bu ay” desek daha iyi olmaz mı?..

GİDİŞ

TTB, son altı ayda 1200 tabibin yurt dışına gitmek için belge istediğini açıkladı.

Giden gider, bizi ekonomist tedavi eder…

VİZE

Bulgar vatandaşları vizesiz ve kimlikleri ile ülkemize giriş yaparken, bizler Bulgaristan’a vizesiz gidemiyoruz.

Milletin itibarı, Sarayın itibarı gibi…

HARCAMA

Ziraat Bankasının sekiz yönetim kurulu üyesi, kendilerine verilen kredi kartı ile bir yılda üç milyon TL harcamış.

Harcama mı, yeme mi?..

PARA

Isparta’da Yalvaç İlçe Müftüsü Ömer Can’ın, ilçede bulunan Kuran kurslarının 60 bin liralık elektrik borcunu ödeyen vatandaşlara ‘cennet vaadi’ verdiği öne sürüldü.

Din, iman hepsi yalan; parayı ver cennet sana mekan…

SANATÇI

Bir dostumuzun işyerinin duvarında okudum İlhan İrem’in şu sözlerini :

“İçinde utanmak olmayan bir dünya yarattılar.
Oysa biz denizlerin deniz,
yağmurların yağmur,
aşkların aşk,
insanların insan olduğu masumiyet çağından geliyoruz”

Ne denli gerçekçi betimlemiş yaşadığımız dönemi.

Güce eğilmeyen, aydın Türk sanatçısı İlhan İrem’i saygıyla uğurluyorum.

Işıklar içinde uyusun…

SIKAR

YSK, LDP’nin “Mevcut cumhurbaşkanı 3. kez aday olabilir mi?” sorusunu, “görevleri arasında olmadığı için görüş bildirmeyeceği” şeklinde yanıtladı.

Yanıt, “Maçamız yemiyor, söyleyemiyoruz” biçiminde olmalıydı…

ADD’den 13 Komutanın Salıverilmesi Çağrısı

BASINA VE KAMUOYUNA

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

FETÖ firarisi bir savcının düzmece iddianamesine dayalı bir yargılama sonucu yıllarını Ordumuza, Ulusumuzun güvenlik ve esenliğine adamış şerefli komutanlarımız yaklaşık 1 yıldır zindanda ölümle pençeleşiyor.

Komutanlarımız; Ahmet Çörekçi, Aydan Erol, Cevat Temel Özkaynak, Çetin Doğan, Çetin Saner, Çevik Bir (ağır hastalığı nedeniyle tahliye edildi), Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Hakkı Kılınç, İdris Koralp, İlhan Kılıç, Kenan Deniz, Vural Avar ve Yıldırım Türker Anayasal bir kurum olan MGK’nın 28 Şubat 1997 bildirisi –ki dönemin Başbakanı ve kurul üyesi bakanlar da imzalamışlardır– ile olay tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 147. maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” -yani DARBE YAPMAK– ile suçlanmış ve MÜEBBET HAPİS cezasına çarptırılmışlardır.

Oysa MGK kararları tavsiye niteliğindedir ve hükümet tarafından uygulanır, bazen de uygulanmaz. Nitekim aynı MGK’nın 2004 kararlarının –siyasal sorumluluğu dönemin başbakanı tarafından alınarak– uygulanmadığı bilinen bir gerçektir. Yani isteseydi, 54. Hükümet de uygulamayabilirdi.

Durum bu iken; kararları uygulayan hükümetin değil de tavsiye eden Kurulun salt asker üyelerinin çeyrek yüzyıl sonra “DARBE YAPTILAR” denilip mahkum edilmelerinin hukuksal bir karar olarak görülemeyeceği ortadadır. Bu karar, kamu vicdanını ağır biçimde yaralamıştır.

Kaldı ki; ortada iddia edildiği gibi DARBE denilebilecek bir olgu da yoktur. Çünkü hükümet, söz konusu MGK kararlarını imzalayıp uygulamış ve görevini de aylarca sürdürmüştür.

Bilindiği üzere Refahyol koalisyon hükümeti, tarafların kurarken yaptıkları anlaşma gereği 30 Haziran 1997’de Başbakan değişikliği yapmak üzere istifa etmiş, dönemin Cumhurbaşkanı farklı bir görevlendirme yapmış, başka bir hükümet kurulmuş ve TBMM’den güvenoyu alarak göreve başlamıştır.

MGK toplantısından aylar sonra, tümüyle sivil siyasal tercih ve kararlarla gerçekleşmiş bu iktidar değişikliğinin, 25 yıl sonra mahkeme ve Yargıtay tarafından DARBE olarak nitelenip 14 komutanımızın ömür boyu mahkumiyetine gerekçe sayılması kabul edilemez.

Atatürkçü Düşünce Derneği; bu haksız kararın kaldırılarak komutanlarımızın derhal serbest bırakılması istemini kamuoyu ile paylaşmayı görevi saymaktadır.

Saygılarımızla… 04.08.2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
===============================
Dostlar,

Biz de yukarıdaki basın açıklması ve çağrıya bir yurttaş ve hukukçu olarak içtenlikle katılıyoruz. Bu bağlamda zaman zaman tweet iletileri ve sitemizde yazılar paylaştık. Kör politik intikam kokan bu zalim karara yargının alet edilmesi çok ama çok paralayıcı olmakta ve kamuoyu vicdanını derinden yaralamaktadır.

Bu yanlış yoldan hızla dönülmelidir.

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 05 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik
                                                                 

Sorumluluktan arındırılmış siyaset

1982 Anayasa kurgusunu ne çok eleştirmiştik! Siyaset ve demokrasi alanını daralttığı için: Senato kaldırıldı, Millet Meclisi üye sayısı 450’den 400’e indirildi, seçim süresi 4 yıldan 5 yıla çıkarıldı…

Cumhurbaşkanı ve Başbakan, devlet kurumları ve hükümet üzerinde güçlendirildi.

Toplu özgürlüklere getirilen yasaklar ise, “siyasetten arındırılmış toplum” amacına yönelikti.

Bu vb. nedenlerle 1982 Anayasası, 1961 Anayasası’na göre, “daha az demokrasi” öngörmekte idi.

SİYASETE İNDİRGENEN DEVLET

2017 Anayasa kurgusu, TBMM üye sayısını artırmak ve seçilme yaşını da 18’e indirmekle temsili organa ilişkin niceliksel genişlemeler bir yana, hükümeti tümüyle kaldırıp, yürütme ve devlet başkanlığı makamlarını birleştirdi. Halkoyu ile doğrudan seçilen kişiye çifte temsil işlevi verildi: devlet başkanlığı ve yürütme.

Böylece hükümetin genel siyaset yetkisi, devlet başkanlığı ve yürütmeyi temsil eden tek kişiye indirgenmiş oldu.

Anayasa ve siyaset bilimi tersine çevrildi: tarihsel gelişim sürecinde monarktan (kral, padişah, sultan) ayrılan ve yönetim görevini üstlenerek siyasal organa dönüşen hükümetin 2017’de kaldırılması, Devlet’in siyaset üstü konumunu sonlandırdı. Özetle devlet, siyasal çatışma ve yarışma sürecine sokuldu.

Gözlem(G.) 1: Yürütme, tek kişiyle özdeş kılındığı gibi devlet de tek kişiye indirgendi; yüzyıllar boyunca oluşan demokratik hukuk devleti yapısı kırıldı.

G. 2: Devleti ve yürütmeyi temsil eden kişinin parti başkanlığı ile, yöneticiliği günlük siyasete indirgenen devlet, partizanlaştırıldı.

G. 3: Politize edilen ve partizanlaştırılan Devlet, ‘her üye bir üye kazandırsın’ (10 milyon x 2) çağrısı ile artık korporatist yapı arayışına yönlendirildi.

SEÇİLMİŞLİK ve SORUMSUZLUK

Seçilmişlik – siyaset – sorumluluk’, demokratik hukuk devletinin sacayağı: Seçimlerde yarışan farklı partiler, toplumsal sorunları çözüm vaatleri ile seçmenin desteğini ister. Çoğunluğu sağlayanlar, yönetme görevini siyasal sorumluluk ilkesi eşliğinde üstlenir. 2017 kurgusu ise, partiler arasında eşit yarışma koşullarını kaldırdığı gibi tek kişilik çoğunluk yönetimini de sorumluluktan bağışık tutu.

G. 4: Siyasal sorumluluktan arındırılmış tek kişi siyaseti, “demokratik siyasetin sonu” oldu.

YA SORUMSUZLUK ZIRHI?

Anayasa’da tek kural, CB yardımcıları ve bakanların “CB’ye karşı sorumlu” olması. Ne var ki, görevden alma yetkisi bile anayasal çerçevede kullanılmadı. Resmi Gazete’de kullanılan ‘sözde görevden af’ gerekçesi;

– Kaynağını Anayasadan almıyor,

-Görevden alınan suçsuzluk ilkesinden yararlanamıyor.

G.5: Yetki kullanımında Anayasa kuralları değil, ‘paralel kavramlar’ yeğleniyor.

Kamu yönetiminde geçerli olan, görev + yetki + sorumluluk kuralı, ancak liyakat ve hukuka saygı çerçevesinde işletilebilir. KPSS yolsuzluğu nedeniyle ÖSYM Başkanının görevden alınması, buzdağının görünen kısmı.

Sorumluluktan arındırılmış parti başkanı CB, kendini bütün kamu görevlilerinin sicil amiri yapmakla, siyaset dışı tutulması gereken kamu yönetimi partizanlaştırıldı.

G 6: Yönetimde liyakatsizlik devam ediyor.

Öte yandan, sorumluluktan arındırılmış siyaset, “sorumsuzluk zırhı” giydirilmiş “mülga hükümet” ve “kamu yönetimi” ile berkitildi: Keyfi işlem yapanlar ve uygulayıcıları için, “hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” (5 yasa).

G. 7: OHAL sürekli kılınarak hukuk devleti sonlandırıldı.

EN KESKİN DÖNEMEÇ

Kısacası, sorumluluktan arındırılmış siyaset, liyakat ve hukuktan da arındırılmış bir devlet yapısı ile sonuçlandı.

Bu nedenle, önceki hiçbir seçim, 2023 seçimleri denli yaşamsal olmadı. Zira yüzüncü yıl dönemeci pek keskin: Demokratik cumhuriyetçiler, ancak kitlesel eleştiriler eşliğinde büyütecekleri dayanışma halkaları ile dönebilir bu keskin virajı.

Hatırlatma, demokratik hukuk devleti müttefiklerine:

-CHP, İYİ P., DP, SP, Deva P. ve Gelecek Partisi’ni kapsayan ‘6’lı masa’,
G. 8Demokratik cumhuriyetçiler 100. Yıl sınavında.

Terör dalgası

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
02 Ağustos 2022, 15:00
TÜM MAKALELERİ

Kahraman evlatlarımız, vatan toprağının bir parçasını ya da sınır ötesinde yapılan operasyonlar sırasında, vatanı savunma hattını korurken, teröre kurban gitmiştir. Saygı ile anarız, rahmet okuruz, ailesine baş sağlığı dileriz, al bayrağa sarılı tabutuna şükran duyguları ile selam dururuz.

Peki, hiç durup düşündünüz mü?

Terör, sadece o kahraman Mehmetçiklere kurşun sıkan yasadışı örgüt mensuplarının mı işidir? Ya da “terörizm” bunların yaptıkları ile mi sınırlıdır?

Hayatını, insanların sağlığı için hasretmiş, 18-19 yaşından itibaren kendini bilime adamış, belki onbinlerce hasta tedavi etmiş, milyonlarca sayfa okumuş, araştırmış, gencecik yaşından itibaren uykusuz gecelerde, insan yaşamını korumak ve can kurtarmak için araştırmaya ve incelemeye harcamış ve bunları üstün başarı ile yapmış birini öldürmek için plan yapana ne diyeceğiz?

“Şüpheli, zanlı, ruh hastası, sakıncalı…” gibi görece masum kavramlarla geçiştirecek miyiz?

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’a yönelik bir cinayet planı hazırlayıp, bununla da kalmayıp, marifetmiş gibi bunu sosyal medyada bir “oyuna dönüştürüp” utanmadan reklamını yapmaya çalışan şahsa, ağız dolusu “Teröristin dik alası” demeyecek miyiz?

Pazartesi gecesinden itibaren Esin Hoca‘nın teşhir ettiği bu kanlı planın kınanması amacıyla bizlerin attığı tweet’lerin, kınama mesajlarının, hocaya destek mesajlarının altına, utanmadan sıkılmadan “Siz de aşı yalanının, pandemi yalanının medya ayağısınız” diye havlayan densizler de “Terör şakşakçısı ve yardakçısı” değiller mi?

Dünyayı kasıp kavuran bu pandemi belasının ilk günlerinden itibaren, böyle bir olguyu reddetmeye çalışarak insanların hastalanmasına ölümüne sessiz-ilgisiz kalınmasını talep eden ve maalesef aralarında hekimlerin de bulunduğu bu sorumsuz güruh da “Acımasız Teröristler” diye anılmayı hak etmiyor mu?

Aşıyı küçümseyen, hatta daha da ileri giderek, küresel çapta yapılan çalışmalarla elde edilmiş bilimsel verilerin aksine “Aşı öldürüyor” yalanını yaymaya çalışanlar da bu “Terör dalgasının” birer icracısı değiller mi?

Bunları eleştirdiğinizde de, en ağır hakaretlere maruz kalmıyor muyuz? Mesela dün bir tanesi, kalkıp da bu satırların yazarına Sen kimsin? Ben hekimim. Ben katma değer yaratıyorum. Sen muhalif gevezelik yapıyorsun diye hakaret etmeye kalkmadı mı? Kendi (üstelik kişi bazında tartışılabilecek) mesleğini benim pırıl pırıl mesleğimden ve onca yıllık kariyerimden üstün görmeye çalışarak, aslında bal gibi “terör estirmeye” çalışmıyor mu bu zevzekler?

Peki bu sabah kalktığımızda hepimizin tüylerini diken diken eden görüntüler, Çekmeköy’deki bir parkın “kepçelerle ele geçirilmesi” operasyonuna direnenlerin yaka paça götürülmesi görüntüleri de “terör” örneği değil mi? Görüntü alanların üzerine bile tekme ile yumrukla, küfürle giden devletin görevlilerinin estirdiğine, “terör rüzgarı” demek çok mu abartılı sizce?

Kardeş yayın organı Halk TV’ye verilen insafsız cezaları, milyonlarca insanın haber alma ve verme hakkına, basın özgürlüğüne tecavüz edilmesini “RTÜK terörüne destek vermeden” savunmak mümkün mü?

Üniversitelerin başına çöreklenmiş kayyum rektörlerin, çocuklarımızın en doğal ve yaşamlarındaki en tarihi dönüm noktalarında kullanmaları gereken hakkını çiğnemesi, mezuniyet törenlerini iptal etmesi, “Ağır terörist eylemler” değil midir? Orada burada komik ve çağdışı gerekçelerle konser ve etkinliklere getirilen yasaklar da “Terör eylemi” sayılmaz mı?

Hem suçlu hem güçlü Bakanların, başarısızlıklarını gizlemek için, milletin gözünün içine baka baka yalan söylemeleri ve kamuoyunu yanlış bilgilendirmeleri, üstüne üstlük TCMB Başkanı’nın sanayicelerle konuşurken yaptığı gibi “azarlama ve diklenme” terbiyesizliğine tevessül etmesi “Terör eylemi” sayılmaz mı?

Mahkeme kararlarını, yüksek mahkeme kararlarını AİHM hükümlerini ve anayasa maddelerini, milletin aklı ve zekası ile alay edercesine çiğneyen muktedir siyasetçilerin tavırları “Terörizm”le değil de ne ile izah edilebilir?

TBMM’de “Sağlıkta şiddetin önlenmesine yönelik” bir yasa teklifinin görüşülmesini önlemek için oturuma katılmamak, HDP’ye de “Fezlekelerinizi getiririm ha” diye şantaj yapmak, “Terörün daniskası” değil midir?

Akli melekelerini yitirme noktasına kadar, tutuklu ve hükümlüleri demir parmaklıklar ardında tutmak, “Terör eylemi” sayılmayacak da, ne sayılacaktır?

4-6 yaş arası bebelerin zorla Kur’an kurslarına gönderilmesi uygulamasını savunan bir Diyanet Başkanı’nı eleştirdim diye, bana sosyal medyada “Bulaşık süngeri beyinli. Kadük” diye saldıran bir zavallı hokkabazın kalkıştığı eylem aslında zavallı bir “Terör girişimi” değil midir?

Listeyi daha da uzatabilirim. bu yazı sabaha kadar bitmez.

O yüzden, ülkeyi yönetenler ve onların şakşakçılarına bir kez daha sesleniyorum:

Bundan sonra, işinize gelmeyen hoşunuza gitmeyen herkese ağız dolusu “Teröriiiiiz!” diye höykürürken, bir de kendiniz aynaya bakın.

Yaptıklarınız ve himaye ettiklerinizin yaptıkları, tam da bu “Teröriiiiiiz!..” sıfatını hak etmiyor mu?

CEMEVİ SALDIRISI NOTLARI

Av. Hüseyin ÖZBEK
TBB Önceki Başkan Yrd.

Ankara’da aynı gün kısa aralıklarla 3 ayrı cemevine saldırının yarattığı mağduriyet ve haklı tepkiyi, siyasal Kürtçülük adına kullanmak isteyenlere dikkat edilmelidir.

Alevi Bektaşı Federasyonu’nun basın açıklamasındaki; “Eşit yurttaşlık” sözünün, Siyasal Kürtçülüğün masumiyet ambalajlı temel talebi (istemi) olduğu bilinmelidir. Yine açıklamadaki, “Koçgiri ve Dersim” söylemi üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ni hedefleyen saldırı dikkatten kaçmamalıdır.

Adı açıkça söylenmese de Koçgiri ve Dersim üzerinden asıl hedefin Atatürk olduğunun altı çizilmelidir. (Koçgiri ayaklanması Mart 1921 – Dersim kalkışması 1937-38)

Koçgiri isyanı, Yunan Ordusu Eskişehir üzerinden Ankara’ya yönelmişken Mart 1921’de çıkar(ılır). Yunan ve İngiliz istihbaratı ve İngilizlerce kurdurulan Kürdistan Teali (yükselme) Cemiyeti işbirliği ile çıkarılan bir isyandır. Amaç işgalci Yunan Ordusunun elini rahatlatmak ve Ankara’nın inisiyatifini zaafa uğratmaktır.

Yine amaç, Milli Mücadeleyi arkadan vurmak ve emperyalizme karşı cepheyi çökertmektir. İlerleyen Yunan Ordusu karşısında bir askere bile ihtiyaç varken, isyanı bastırmak için cepheden on bin askerin geri çekilmek zorunda kalındığı hatırlanırsa, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Koçgiri isyanının liderlerinin Kürdistan Teali Cemiyeti ile irtibatı kalkışmanın amacının ne olduğunu açıkça göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, Hatay’ın ana vatana katılmasına odaklanmışken, Fransa başta olmak üzere, emperyal güçlerin arkalamasıyla çıkan feodal isyanın çarptırılmasına şimdilik bir cümle ile değinelim.

Dersim olayını, Cumhuriyet’in, yöre halkını ortaçağ karanlığında baskılayarak sömüren feodal derebeylerinin tasfiyesine yönelik müdahalesine bambaşka anlamlar yükleyip çarpıtarak yansıtmak, tarihsel gerçeklikle hiçbir şekilde örtüşmemektedir.

Irak, Lübnan ve Suriye’de yaşananlar, mezhep kimliğinin ulusal kimliğin önüne geçirilmesi halinde neler yaşanacağının somut ve güncel kanıtlarıdır.

Irak’ın, aynı dili konuşan Arapları, Şiilik – Sünnilik,
Suriye Arapları Sünnilik – Nusayrilik,
Lübnan Arapları, Hıristiyanlık – Müslümanlık
üzerinden hiç bitmeyecek bir kavga ve kaosun (karmaşanın) içinde çırpınmalarından ders alınmalıdır.

  • Türkiye’nin, ulusal kimliğin reddi temelinde alt kimlikler ve mezhepler üzerinden ayrıştırılmasına hayır!

Emperyal odakların, post-modern Madımak kumpaslarına hayır.!

Yurttaşlarımızın mezhep aidiyetleri üzerinden içe kapanmaya, gettolaşmaya zorlanmasına hayır!

Mezhep aidiyeti üzerinden ulusal kimliğe açık ve örtülü saldırılara hayır!

Cumhuriyeti, Milli birlik ve bütünlüğümüzü hedefleyen bu alçakça saldırıyı tersyüz ederek Atatürk döneminin karalanmasına hayır!

Emperyalizme, Ortaçağ karanlığına, Cumhuriyet, uygarlık ve çağdaşlık karşıtı teokrasiye hayır!

Anadolu Türk ve Türkmen Aleviliğinin bin yılda oluşan geleneksel hiyerarşisini, hassas (duyarlı)  dengelerini, kutsal ocaklarını, halkın itibar ettiği inanç önderlerini devre dışı bırakan yapay, politik, gelenekten ve Serçeşme’den beslenmeyen, başka manevi (!) merkezlerden yönlendirilen, kimi yol düşkünlerinin provokatif (kışkırtıcı) çıkışlarının, yeni acılar ve ayrışmaların yaşanmasına yol açacağı göz önüne alınmalıdır.

Manevi Merkezi Hacıbektaş, manevi önderi, Serçeşmesi Hacı Bektaşi Veli olan, bin yıllık damıtılmış inanç ve kültür sentezimiz Türk ve Türkmen Aleviliğine, Anadolu’muzun bu kutsal inanç ocaklarını bugüne dek söndürmeyen yol evlatlarına, inanç önderlerine, taliplere, müsahiplere, birliğimizin ve dirliğimizin güvencesi cümle canlarımızı geçmiş olsun dileklerimizle kucaklıyor, Muharrem Orucumuzun barış ve kardeşlik içinde geçmesi duasıyla, “gelin canlar bir olalım” diyoruz.

Haydin, hep birlikte, el ele omuz omuza, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ve Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık yolunda yürümeye…

Bu davet (çağrı) bizim !

CEMEVLERİNE YAPILAN HUKUK VE AHLAK DIŞI SALDIRILAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

30 Temmuz 2022 günü, Ankara’da hem de ibadet yapılırken, Alevilerin ibadet yeri olan Cemevine bozgunculuk ve fitne kokan bir saldırı oldu.

Anayasal olarak din ve vicdan özgürlüğünü temel almış Türkiye Cumhuriyeti gibi demokratik ve laik bir devlette; Alevi, Bektaşi, Caferi, Mevlevi, Sünni, Şii… ya da Musevi, İsevi, Bahai… deist, agnostisist, ateist.. her türlü inanç kümelerinin can, mal, inanç ve ibadethane (tapınç yeri) yaşamları ve özgürlükleri devlet güvencesi altındadır. Devlet, tüm inanç kümelerine her konuda eşit uzaklıkta durmak, etkin (aktif) bir yansızlık (tarafsızlık) politikası gütmek zorundadır.

Her T.C. yurttaşının etnik kökenleri, dinleri, mezhepleri, inançları ve kanaatleri ne olursa olsun herkesin her türlü can, mal, inanç ve kültür varlıkları devletin koruması altındadır. Ayrıca devlet, koşulsuz ve ayrıksız (istisnasız) olarak, anayasa gereği herkese eşit / hakkaniyetli davranmak, tüm farklı inanç kümelerinin can, mal, din ve vicdan özgürlüklerini korumak zorundadır.

Kısa dönemde, en üst makamlardaki kamu görevlilerine düşen görev de, ulusal birlik ve bütünlüğün koruyabilmek açısından, bu vb. fitneci, bozguncu eylem ve söylemleri yüksek sesle ve içtenlikle kınamaktır. Eylemcileri de en kısa zamanda yakalayıp adalete teslim etmektir.

Uzun dönemde ise, yürürlükteki anayasal düzenin kaçınılmaz gereği olarak eğitimde, diyanette, kültürde, sanatta, edebiyatta, gündelik söylemlerde ve özelikle de siyasette her türlü ötekileştirici, ayrıştırıcı ve bölücü yazılı, görüntülü ve sözlü davranışlardan uzak durmak; bu tür yanlış davranışlari bireylerin belleğinden, toplumun ve devletin ortak (kolektif) bilincinden silmek olmalıdır.

Hüner ve gerçek çözümler yüksek sesli ve hamasi söylemlerde değil, anayasanın ve adaletin gereği olarak yapılması gereken siyasal, hukuksal, adli, ekonomik, yönetsel (idari), ekinsel (kültürel), eğitsel… ve etkin eylemler ve uygulamardadır.

Bu nedenle Ankara’da 3 Cemevine yapılan fitneci ve bozguncu saldırıları ŞİDDETLE KINIYORUM!

Ankapark: Bir Türkiye modeli

Hem var olan hem de yaratılabilen kaynaklar açısından, dünyanın en zengin “kaynak potansiyeli”ne sahip ülkelerinden biri olduğumuzu söyler dururuz. İnsan kaynağı açısından da doğal zenginlikler açısından da bunlar üzerinden ve tabii ki çalışarak zenginleştirebileceğimiz kaynaklar açısından da geçen 100 yıl içinde hem nitelik hem de nicelik olarak muazzam bir kapasiteye ulaşabilirdik.

Hani şu “her renkten her cinsten” siyasetçilerimizin dillerinden düşürmedikleri “Yıldız ülke-Model ülke” olmamamız için hiçbir neden yoktu.

Ancak maalesef, iktidarı elinde tutanların “gaflet, dalalet ve hatta hıyanetleri” sonucu, şu anda “Kuzeybatı sınırından girecek Bulgar’ın 3-5 Leva’sına, Kuzeydoğu sınırından gelecek Gürcü’nün 3-5 Lari’sine, AVM’lere üşüşen Araplar’ın yeşil dolarlarına” muhtaç durumda, uluslararası mütekabiliyet (AS: karşılıklılık) ilkelerini bile kendi aleyhimize çiğneyerek ekonomimizi (en azından yerel çapta) ayakta tutabilmenin hesabı içindeyiz. Arap’ı, Bulgar’ı ve Gürcü’yü küçük görmek için yazdığım asla zannedilmesin, bizimle kıyaslandığında çok küçük ekonomileri ve çok daha sorunlu siyasi-sosyal geri planları olan ülkelerden söz ettiğimiz için bu örnekleri verdim.

Türkiye’nin geri kalanı ile aynı ekonomik zorluklarla boğuşmakta olan Edirneli, Kırklarelili, Ardahanlı, Artvinli, Karslı esnafın “günü kurtarması, günü çevirmesi” ve en azından onların yüzlerinin (bir süreliğine) gülmesi için bile hükümetin nelerin hesabını yaptığını hatırlatmak için yazıyorum.

Bir yandan da artık gidici olduğunun fena halde farkına varan iktidar sahiplerinin, her türlü akıl, izan ve mantık sınırlarını zorlayacak düzeyde saçmaladıkları bir döneme girildiğini not almamız lazım.

Düşünsenize, Türkiye tarihinin (Cumhuriyet dönemi de değil, belki de birkaç yüz yıllık tarihimizin) belki de en ahlâksız, en vicdansız, en utanmazca ve en yüz kızartıcı israf, soygun ve yolsuzluk projelerinden biri olan Ankara’daki Oyuncak Park (Ankapark) rezaletini bile muhalefete fatura etmeye çalışacak kadar “zıvanadan çıkmış” bir muktedir söylemle karşı karşıyayız.

Çevre Bakanı beyefendi, 800 milyon dolar (o paraya Ankara halkı için neler yapılabileceğini Mansur Yavaş anlattı) tutarındaki bir “kirli rezalet”i aslında kendisi de kınayacağına, “Ne  büyütüyorsunuz ya. Zaten tesisin çürümesinin sorumlusu bugünkü ABB yönetimi” diyecek kadar ne söylediğinin farkında olmayan (daha da kötüsü, belki de bile bile söyleyen) utanmazca bir ruh hali içinde.

Aslına bakarsanız, bu Ankapark rezaleti Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun, son 20 yılın har vurup harman savurma uygulamalarının, Cumhuriyet’in ilk 80 yılının varlıklarını satıp savmanın, “rüşvet-avanta-kayırma-peş keş-hırsızlık” ekseninde buharlaştırmanın bir “mikro” örneği değil mi? Orada 800 milyon, makro ölçekte kim bilir kaç trilyon (AS: milyar) dolar?

Ankapark’a ve sonrasında muktedirin tepkilerine bak, geçen 20 yılın özetini gör. Eğitimde, sağlık alanında, hukuk ve adalet sisteminde, ifade özgürlüğünde, dış politikada, muhtemelen on yıllar alabilecek bir tamirata ve tadilata ihtiyaç bırakacak ağır yıkımı saymıyorum bile. Sadece ekonomiye verdikleri hasarı bile, kendilerini eleştirenlere “ciro etmeye” çalışan insafsız ve vicdansız bir zihniyet ile karşı karşıyayız.

Yıkıp döktüklerini, yakıp yıktıklarını, çalıp çaldırdıklarını, hortumlayıp hortumlattıklarını unutturmak istercesine, her başarısızlıkta (ki, dakikada neredeyse en az 60 örneği yaşanmakta) başkalarını suçlayan bir utanmazlık tiyatrosu oynanıyor.

  • Ekonomik iflası bile “Cenab-ı Allah katına” havale eden bir aymazlık ve terbiyesizlikle, millete karşı derin bir küstahlıkla karşı karşıyayız.

Bu ülke, buna daha ne kadar tahammül edebilir bilemiyorum. Ama bu toprakların bir insanı olarak, halkın tahammül gücüne de bir yandan şapka çıkarıyor, bir yandan da hayret etmekten kendimi alamıyorum.

En temel ihtiyaçlarını (peynir, zeytin ekmek, kira, enerji, iletişim, ulaştırma, sağlık, eğitim) bile artık karşılayamaz duruma gelmiş, borç batağına saplanmış, işsizlik ve yetersiz emek karşılığı ile hayatı zindan olmuş, çocuğunu okula gönderememe riski taşıyan, hastanede en temel hizmeti almak için aylarca beklemek durumunda olan on milyonlarca insanın, nasıl olup da anketlerde hâlâ “Yüzde 25-30 bandında bile” muktedire teveccüh gösterebildiğinin ortaya çıkması beni ciddi endişelendiriyor.

Bunun “Dinle, imanla, cehaletle, tevekkülle” filan izah edilebileceğine inanmıyorum. Dileğim, 20 yıldır aşılamayan bu kısır döngünün, kırılamayan bu kahpe zincirin, yenilemeyen bu makûs talihin, bir an önce görkemli bir “silkiniş” ile aşılması. Son virajı almak, son çıkıştan kendinizi kurtarmak için tarihi bir fırsat var önümüzde.

O fırsatı iyi kullanmak ve bugünün viran manzarasına tepkilerimizi daha yüksek sesle dile getirmek için, muhalefetin çıkaracağı seslere daha büyük katılımla destek vermek gerekiyor. Unutmayın, zulmün, istibdadın ve karanlığın yüzüne ne kadar yüksek sesle haykırırsak, meydanları ne kadar hıncahınç doldurursak, zalimlerin gidişi o kadar hızlanacaktır.

Evimizde oturup, TV başından, telefon ve bilgisayar ekranından izleyerek kurtulamayız bu zifiri karanlıktan. Demokrasiden yana herkesin, hançerelerini yırtarcasına meydanlara muhalif siyasi güçlerin bayrağı altına toplanması tek çaredir. Meydanları doldurmak şarttır. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kurtarıp “hürriyet ve eşitlik” istemek son çaredir.

Artık, sefaletten, açlıktan, çaresizlikten başka yitirecek bir şeyimizin olmadığı bir noktadayız. Avazımız çıktığı kadar “Yettiniz Artık!..” diye bağırmak için bugün en uygun gün değilse, ne gündür?

SLOGANLAR (ÖZLÜ SİYASAL TALEPLER) ve REKLAMCILIK…

portresiLütfü Kırayoğlu
ADD Gn. Bşk. Başdanışanı
Mühendis – Yazar

Tarihin tekerleğini, hep devrimci kitlelerin doğru eylemleri döndürüp ilerletti. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana bu kural hiç değişmedi. İster doğru bir önderlik altında başlasın, ister kendiliğinden gelişsin, büyük kalabalıklar taleplerini (istemlerini) doğru bir zeminde ve özlü olarak ifade edebildiklerinde, devrimci kitlelere dönüşebildiler. Elbette, örgütlü bir toplumda devrimci önderliğin rolü tartışılmaz.

İşte haklı taleplerin olgunlaşarak kısa ve özlü olarak ifade edilmesine dilimize dışarıdan girmiş olsa da “SLOGAN” (savsöz) diyoruz. İlk çağlardaki büyük ve haklı isyanların sloganlarının neler olduğu konusunda yazılı tarihten çok bilgi alamasak bile en azından birkaç yüzyıllık tarihimizin bize ilettiği sloganları biliyoruz. Kendi tarihimize baktığımızda Osmanlı despotizmine karşı ayaklanan Şeyh Bedrettin’in “YARİN YANAĞINDAN GAYRI HER ŞEYDE, HER YERDE, HEP BERABER” sözü günümüzde bile kitleleri heyecanlandırıyor. Yine Osmanlı döneminde göçer Türkmen topluluklarına uygulanan baskı ve yıldırma politikalarına karşı, “FERMAN PADİŞAHIN, DAĞLAR BİZİMDİR” sözü yakın yıllara dek Ege dağlarını, Torosları isyancıların sığınağı haline getirdi. Alevilere uygulanan baskıya karşı Pir Sultan Abdal’ın “YÜRÜ BRE HIZIR PAŞA, SENİN DE ÇARKIN KIRILIR / GÜVENDİĞİN PADİŞAHIN, O DA BİRGÜN DEVRİLİR” sözü günümüzde de geçerli.

İngiliz devrimci (General) Cromwell’in İngiliz parlamentosunu ahıra benzetirken söylediği “ALTIN SİZİN TANRINIZ OLMUŞ”, ya da “ATIM KADAR BİLE DİNDAR DEĞİLSİNİZ” sözleri. 1789 yılı Temmuz ayında ayaklanan Fransız devrimcilerinin “EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK” sözlerinin 1908 devrimini yapan İttihatçıları etkileyerek II. Abdülhamit sultasını devirmiş olması, dahası, yakın zamana dek Abdülhamit yandaşı bir siyasal akımı savunan kadın liderin yeni kurduğu partisinin toplantılarında “MUSAVAAAT, MEŞVEREEET, ADALEEET” diyerek haykırması ilginç değil mi?

Ekim devrimi” dediğimiz 1917 Rusya’sındaki “BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLERE” sözü ile Şubat devriminin karmaşasına nokta konması, bir sloganın, saatler süren ateşli bir nutuktan daha sonuç alıcı olduğunun kanıtı değil mi?

Yakın tarihimizde CHP’nin hatalı politikalarına karşı, tanınmış solcularımızı bile etkileyerek, “DUR” anlamına gelen el işareti ile “YETER. SÖZ MİLLETİNDİR…” sloganını kullanan Demokrat Parti’nin peşine taktığı kitleleri nerelere sürüklediği, günümüzü bile etkileyen ders alınması gereken bir örnektir.

Yine yakın tarihimizde, 1968 devrimci gençlik hareketinin binlerce genci peşinden sürükleyen etkili taleplerine ne demeli. Bütün Dünya gençliğini etkileyen “GERÇEKÇİ OL. İMKANSIZI İSTE…” sözü kadar bize ait olan “ALTINCI FİLO. DEFOL…!”, ya da “YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ ve GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE” sözü bugün unutturulmaya çalışılan, ancak halen geçerli olan temel slogan değil midir?

Daha dün denecek bir tarihte Gezi eylemleri sırasında, bütün halkı direnişe çağıran “HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ” sözü kadar, bu direnişin siyasal rengini ve hedefini koyan “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sözü Anadolu’nun en baskıcı köşelerindeki üniversite öğrencileri kadar, “apolitik” olmakla suçlanan futbol seyircisinin de stadyumları inlettiği doğru bir hedef değil mi? Hele 12 Eylül 1980 sonrası Ordu içinde örgütlenen FETÖ’cü casus şebekesinin Kemalist subayları kumpas davaları ile zindanlara tıktığı, TSK içinde elde ettiği mevzilerle 15 Temmuz 2016 gecesi Amerikancı bir darbe tezgahladığı bir dönemde bundan daha anlamlı bir slogan olabilir mi?

YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM…

Kuşkusuz Türk tarihinin en anlamlı sözü “İSTİKLALİ TAM TÜRKİYE” şiarı (ilkesi) ile yola çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının haykırdığı “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” sloganıdır. İşgal altındaki bir ulusu 14 günde Kocatepe’den İzmir rıhtımına çıplak ayakla ve savaşarak koşturan bu slogandır. Ve bu slogan, günümüzde neredeyse her gün yoksul Mehmetleri al bayrağa sarılı tabutlar içinde yoksul köy evlerine geri getirip, gözü yaşlı analara “VATAN SAĞOLSUN” dedirtmektedir.

SLOGAN ÜRETME DÖNEKLERİN TEKELİNE GEÇTİ

Dünyayı değiştirme ideali ile yola çıkan 1968 gençliği gözünü kırpmadan, idam sehpasına yürüyen kahramanlar üretti. Bugün 70’li 80’li yaşlarına karşın büyük bölümü şimdilerde gençliklerinin heyecanı ile mücadeleye devam ediyorlar (savaşımı sürdürüyorlar). Ne var ki bu kuşak hatırı sayılır miktarda dönek de üretti. Bunların bir kesimi çok satışlı gazetelerin köşelerini tutarak “biz de bir vakitler devrimciydik” ya da “Ben Paris’te kaldırım taşlarını polise fırlatırken…” şeklinde yazılar yazarak binlerce Dolar aylıklarla beslendiler. Aynı takım, “Güneşi zapt etmek” için çıktıkları yolun sonunda TV ekranlarını da zaptetti. Ve bu dönek takımının bir kesimi de 1980 sonrası çok geçerli hale gelen reklamcılık sektörüne hakim (egemen) oldu. Ne de olsa 1968 döneminde çok sayıda slogan üretmişlerdi. Biradan, çikolataya, prezervatiften, çocuk mamasına dek her şeyi en iyi pazarlayan sloganları onlar üretiyorlardı. İçlerinde bu konuda üniversitelerde ders verenleri, kürsü sahibi olanları da çıktı.

Artık siyaset de metalaşmıştı. Siyaset-Ticaret-Tarikat, Uğur Mumcu’nun deyişi ile el ele yürüyordu. Sıra siyaseti ve sözde siyasetçileri pazarlamaya geldi. Artık kitleleri kandırmak için afişlerin hangi renk olması gerektiğine psikologların da katıldığı bir kurul ile karar veriyorlardı. Nonoşların giydiği “NO…NO…NO… WELL MAY BE… YES” yazılı gömlekleri en ünlü siyasiler çekinmeden giyebiliyordu. Ecevit’in külüstür seçim otobüsünün yerini devasa sahneler ve beynimizi delen ses sistemleri almıştı. Elbette Bülent Ecevit’e seçim kazandıran “HESAP SORACAĞIZ”, “TOPRAK İŞLEYENİN SU KULLANANIN”, “ANAYASADAN ÖNCE DOĞA YASA VAR” sloganları da tarihe gömülecekti. Artık siyasiler sahne sanatçısıydı ve ünlü şarkıcılar kentlerin meydanına kurulan sahnelere üvertür olarak sahneye çıkıyor, miting meydanına gelen vatandaşlara köfte ekmek ve para zarfları dağıtılıyordu. İçeriği olmayan sloganlar, gereksiz polemiklerle günümüze geldik.

Artık en devrimci sloganlar “HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK” (oysa bu sloganın önceleri açılım döneminde Abdullah Gül söylemişti) . “KURBAN OLURUM SANA” , “AZ KALDI. AZ KALDI” gibi içerikten yoksun, her renkten siyasi akımın bile rahatça söyleyebileceği sözler kalıyordu. “GELİYOR GELMEKTE OLAN” gibi hiçbir Türkçe kalıba sığmayan garip sözü ise hangi yabancı ülkede eğitim aldığını bilmediğimiz birileri üretmişti. Geriye en “devrimci” slogan olarak “HAK-HUKUK-ADALET” kalıyordu ki bunu da her siyasal akım söyleyebilirdi. Zira devrimci sloganlara gereksinim yoktu. Ya bir de böyle şeylere alışıp daha sonra lider sultasına da son veriverirlerse!

BİRAZ CESARET LÜTFEN…

Varolan siyasal iktidarı devirecek sloganlar aramaya ne gerek var! Nasıl olsa yaratılan ekonomik kriz (bunalım) ile siyasal iktidar günün birinde kendiliğinden devrilir, yerine de sizi oturtuverirler. Oysa kitleleri denetim altında tutamadığınızda sizlerin çok “militarist” bulduğunuz “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sloganını kendiliğinden atıyorlar. Hiç değilse “NO…NO…NO… WELL MAY BE… YES” sloganı yazılı gömlek giyen siyasetçi kadar ya da Amerikan bayraklı bluz giyen Bakan eşi kadar cesaretli olun ve “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” yazılı ya da Türk bayraklı gömleklerinizi giyip bulunduğunuz localardan halkın arasına inin.

Muharrem orucunda gelen Alevi nefreti

authorTURAN ESER

“Alevilere yönelik saldırıları, ayrımcılığı, dışlamayı ve nefret söylemini cesaretlendiren asıl kaynak; bizzat devletin dinsel, ideolojik aygıtları ve siyasi iktidar tarafından üretilen Alevi politikaları ve söylemleridir.”

Muharrem orucunda gelen alevi nefreti

Aleviler sessiz, sedasız ve şatafattan uzak Muharrem orucunun ilk gününde oruçlarını açmak için bir araya geldikleri Cemevlerinde saldırıya uğradılar. Saldırılar eş zamanlı olarak Ankara’nın üç ilçesinde bulunan cemevlerine düzenlendi. Bir Alevi kadın bıçaklandı ve hastaneye kaldırıldı.

Yezid’e lanet okunan bir günde, belli ki, planlanmış ve tasarlanmış bir organizasyon ile Alevilere ve cemevlerine saldırıldı. Aleviler her zaman olduğu gibi, yine Anayasa’da güvence altına alınan “can ve mal güvenliğinden” mahrum bırakılmıştır. Madımak otelinde korunmadıkları ve katledilmeleri devletçe izlendiği gibi.

  • Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da yok edilmeleri engellemediği gibi.

Çünkü Aleviler kimsesizdi, sahipsizdi! Eşit yurttaşlık haklarından mahrumdular!

Ulusal Güvenlik Politikalarından sorumlu İçişleri Bakanlığı, söz konusu Ramazan orucu olduğunda, “Ramazan ayının huzur ve güven ortamında geçmesi için” genelge yayınlarken, Alevilerin “Muharrem ayı orucu huzur ve güven ortamında geçmesi için genelge” yayınlamaz!

Ama laikliğe aykırı işlerle uğraşıyor.

Ne yapıyor; Cemevlerine ziyaretler düzenliyor ve rapor hazırlatıyor. 81 il valiliğine gönderdiği genelgede “Muharrem ayında Yas-ı Mateme ortak olma ve oruç açma lokmalarına vali ve kaymakamların da katılımıyla Cemevi yöneticileri, vakıf veya derneklerdeki vatandaşlar ve kanaat önderleriyle birlikte olunması” gibi bir talimatta bulunmak suretiyle, Cemevleriyle kurdukları ilişki biçimin merkezine, Alevi asimilasyonu ve oylarını elde etmek hedefler koyuyorlar.

Oysa “laik devlet” adına kamu hizmeti yürütenlere “inanç işlerine katılın” talimatı verilmez. Cemevlerine ve kurum yöneticilerine “güvenlik politikası” gözlüğünden bakmaz! Bu tavır laikliğe aykırıdır. Din, vicdan ve inanç özgürlüğü ilkeleriyle bağdaşmaz. İnanç ve Matem orucu gönül ve sivil hayatın işidir. Bir emir, talimat ve devlet müdahalesiyle yaşanmaz.

İçişleri Bakanlığı Matem orucu düzenlemez ya da 16-17 ve 18 Ağustos’ta yapılan geleneksel Hacı Bektaş Veli Anma etkinliklerine karşı, valilere talimat vererek, bindirme kıtalarla, Hacı Bektaş ilçesinde 15 Ağustos’ta alternatif AKP Hacı Bektaş Veli Anma etkinliği organizasyonuna girişmemeli.

Hacı Bektaş Belediyesi’nin ev sahipliğinde ve Alevi kurumlarının ortaklaşa hazırladığı geleneksel etkinliklerin güvenliğini sağlamalı ve geçmişte olduğu gibi hükümet olarak, bu etkinliklerde mevcut olan protokollerdeki yerlerini alabilirler.

Dolayısıyla İçişleri Bakanlığı bir Alevi asimilasyon politikasına değil, Alevilere yönelik, ayrımcılık, nefret, saldırılar ve linç girişimlerine karşı bir “güvenlik politikasına” ve hükümet olarak da Alevilerin eşit yurttaşlık ve eşit haklar talebine karşı hukukun evrensel değer ve ilkelerine uygun bir eşitlik politikasına sahip olmalıdır.

Ankara’da Cemevlerine yönelik saldırılara “meczubun biri” ya da “bunlar ferdi ve münferit olaydır” diyerek geçiştirilecek kadar basit değildir. Belli ki bir provokasyon yaratmak, toplumsal çatışma ve kutuplaşmaları derinleştirmek isteyen odaklar var. Aleviler bugüne kadar kendileri üzerinden geliştirilmeye çalışılan tüm provokasyonlara izin vermediler ve bu girişimleri boşa çıkardılar. Fakat manidar şekilde (AS: anlamlı biçimde) Alevilere yönelik, saldırı, nefret söylemi, linç girişimi ve katliamlarda yer alanlara “cezasızlık ilkesi” uygulandı! Devletçe korundular ve kollandılar!

NEFRET VE AYRIMCILIK SÖYLEMİ ŞİDDET ÜRETİR

Alevilere yönelik saldırıları, ayrımcılığı, dışlamayı ve nefret söylemini cesaretlendiren asıl kaynak; bizzat devletin dinsel, ideolojik aygıtları ve siyasi iktidar tarafından üretilen Alevi politikaları ve söylemleridir.

Ankara’nın üç ilçesinde yaşanan saldırılar, özellikle Alevilerin bir arada yaşadığı bölgelerde iktidar tarafından çoğunluk inancı üzerinden sosyal baskı mekanizmaları ve dinci gericiliğe dayalı tahakküm kurulmaya çalışıldığı da sır değildir.

Devletin eğitim sistemi, resmi din anlayışı, iktidar siyaseti ve iktidar vesayeti altına alınmış yargı üzerinden üretmiş olduğu ayrımcılık ve ötekileştirme, Sürgü kasabasında ramazan davulu ve tekbir eşliğinde “Sürgü Alevilere mezar olacak” gibi nefret söylemi ile ya da dün Ankara’da yaşandığı gibi Muharrem orucunun ilk gününde gelir. Fakat bu saldırlar arasında fark yoktur. Hepsi aynı makro ayrımcılık ve nefret söyleminden beslenmiştir.

  • Madımak otelinde insan yakanlar aynı politikalardan cesaret almışlardır!

MEZHEPÇİLİK TOPLUMSAL BARIŞA ZARARDIR

Her yurttaşın cam ve mal güvenlik hakkı vardır. Alevi diye ayrımcılık yapılamaz. Alevilere yönelik sosyal baskı mekanizmaları AKP döneminde daha da güçlendi. Son dönemlerde Alevilere yönelik olumsuz ve çirkin gelişmeleri, AKP’nin kindar ve dindar gerici neslin yetiştirilmesine ilişkin politikasının sonuçları olarak okumak gerekir.

Hükümet ve Diyanet sürekli “Cemevi ibadet yeri değildir” ya da “camiden başka ibadet yeri yok, Aleviler camiye gelin” diye ideolojik fetva verirse, mahallenin davulcusu da, mahallenin dindar ve kindar nesli de, Alevilerin dini inançlarına saygı göstermek yerine, inançsal farklılıklarından ötürü baskı uygulamayı, nefret söylemine ya da fiziki saldırıya sığınır!

Malatya’da 3 Hıristiyan dindar, kindar ve milliyetçi gençler tarafından katledilmiştir. Farklı kimliklere yönelik nefret ve kindarlık politikası bu saldırıların cesaret kaynağıdır. Sistematik şekilde Alevi nefret ve ayrımcılığı siyaseti üretenler, “bunlar Alevi”, “Dedeleri yargıdan temizleyeceğiz” diyerek, Sivas katliamının faillerini savunarak, Alevilere karşı sürekli ve aktif şekilde nefret propagandası yürüten İslamcı medya ve cemaatler, bu topraklarda arzu edilen eşitlik hukukuna dayalı toplumsal barışa izin vermiyorlar.

Ankara’da Alevilere ve Cemevlerine yönelik saldırı ve tehdit ortamına karşı sessiz kalmamalı. Hak, adalet ve vicdan sahibi herkes saldırıya uğrayan cemevlerinin yanında yer alarak, toplumsal barışı inşa edecek dayanışma örgütlenmelidir. Elbette sadece dayanışma yetmez. Başta eğitim sistemi ve müfredatlarında ayrımcılık, nefret söylemi, şiddet dili, etnik ve dinsel milliyetçilikten arındırılmalıdır. Farklı ama eşitlik hukuku içinde birarada yaşamanın olmazsa olmaz önemine dair radikal kararlar alınmalıdır.

Devlet, hükümet, TBMM, yargı ve siyasi partiler Alevilere yönelik baskı, ayrımcılık ve nefret üreten politikalarla yüzleşmelidir.

  • Aleviler yalnız değildir.
  • Alevilere ve cemevelerine yönelik saldırının tüm sorumluları yargı önüne çıkarılmalıdır.

Cemevlerine saldırı, farklılıklara tahammülsüzlüğün dışa vurumudur. Bu tahammülsüzlüğü üreten politikaların, toplumsal kutuplaştırmaya sığınanların nasıl bir kin ve düşmanlık ürettiğini, beslediğini ve kolladığını göstermektedir.

Alevilerin ne kadar ciddi ve büyük bir tehdit ve tehlike altında olduklarını
bir kez daha gözlerimizin içine sokarcasına göstermiştir.

Bu saldırıların gerçek sorumlularının sadece saldırıyı düzenlediği için gözaltına alınan kişi olmadığının, bu türden saldırılarının ortaya çıkmasına ortam ve iklim hazırlayan, cesaretlendiren, bu saldırıların üzerine yeterince gitmeyen, cezasızlık ilkesini uygulayan, bu türden saldırıları örtbas etmek isteyen ve sorumluluklarını yerine getirmeyen herkes bu saldırıların suç ortağıdır.

Aleviler her türlü sinsi provokasyonlara ve yeni katliamlara fırsat vermemek için bilinçlidir, uyanıktır, örgütlüdür ve sağduyuludur.

Dolayısıyla bu saldırıların siyasi sorumluları da, Alevilere yönelik ayrımcılık, nefret ve saldırılara kalıcı tedbirler almakla mükelleftir.