Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

GÜNCEL ALEVİLIK SORUNLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER : ALİ’siz OLMAZ !!!

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Şairi

Vatandaş sürekli iki şeyi soruyor :

Soru 1- Alevililik bir kültür müdür, yoksa bir inanç mı?
Soru 2- Ali’siz Alevilik olur mu?

Çok özet olarak, birincisinden başlayalım.

Yanıt 1 – Alevilik bir inançtır!
Alevilik kültürü Alevilik inancının bir çıktısıdır, bir sonuçtur. Eğer Alevi kültürü varsa, ki vardır. Bu kültürü doğuran Alevi inancı da var demektir. Nasıl ki, İslam dini olmadan İslam kültürü, Hıristiyanlık inancı olmadan Hıristiyan kültürü, Yahudi inancı olmadan Yahudi kültürü olamazsa; Alevilik inancı olmadan da Alevi kültürü oluşmaz.

İnanç öznedir, kültür nesnedir.

İnanç nedendir, kültür sonuçtur.

Bu denli net ve kesindir.

  • Kıssadan hisse; Alevilik bir inançtır, Cemevleri kültürevi değil, ibadethanedir.

Cemevlerinin Kültür Bakanlığına bağlanması, inançsal, sosyolojik ve bilimsel olarak kökten yanlıştır.

Alevi kültürünü kabul edip Alevi inancını yok saymak, kültürü kabul edip nedeni yani Aleviliği, o denli anayasal, evrensel ve buyurucu hukuka karşın Cemevlerini ibadethane saymamak sağlıklı bir düşüncenin ürünü olamaz.

Bu yanlıştan mutlaka vazgeçilmelidir.
***
Soru 2- Ali’siz Alevilik olur mu?
Yanıt 2- Bu sorunun yanıtını önce bir uzun şiirle vereyim.

ALİSİZ OLMAZ !!!

Ali İslam’daki özüm,
Ali kalbimdeki gözüm,
Ali Hakka dönük yüzüm,
Tüm yollar Ali’ye çıkar.
Ali’sizlik OCAK(×) yıkar.
Xxx
Ali konuşan Kur’andır,
Ali şaşmayan vicdandır,
Ali’siz inanç zindandır.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Ali’sizlik Ocak yıkar.
Xxx
Ali Allah’ın aslanı,
Ali yiğitler sultanı,
Ali Alevinin canı,
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Ali’sizlik Ocak yıkar.
Xxx
Ali bilimin kapısı,
Ali inancın tapusu,
Ali adaletin sesi.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Ali’sizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali mazlumun kılıcı
Ali her derdin ilacı,
Ali insanlığın tacı.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali Alevinin piri,
Ali imamlar serveri,
Ezelden ebede diri.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali inancın temeli,
Ali edebin kemalı,
Ali velilere veli,
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
İmamların atasıdır,
Ehlibeyt’in kotasıdır,
Akılcılık rotasıdır.
Tüm yollar Ali’ye çıkar.
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali inancın gözesi,
Ali mazlumların sesi,
Ali vicdan terazisi.
Tüm yollar Alı’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali aklın meyvesidir,
Ali ruhun gıdasıdır,
Ali yoksulun sesidir.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Kadim inanç Ali’dendir,
Ali bu inanca candır,
Aleviler tek bedendir.
Tüm yollar Ali’ye çıkar
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Aklın, ahlakın sesidir,
Ozanların nefesidir,
Bilgelerin en hasıdır.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Ali, Muhammed’in dili,
Ali Ehlibeyt’in gülü,
Ali Hakka varma yolu,
Tüm yollar Ali’ye çıkar.
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Garipleri kayırandır,
Öksüzleri doyurandır,
Adaletle buyurandır.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Alisizlik şaşkınlıktır,
Cehalettir, taşkınlıktır,
Yoldan azma, düşkünlüktür.
Tüm yollar Ali’ ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx
Halil Çivi der, yolumdur,
Hem özümdür, hem dilimdir,
Alisiz olmak zulümdür.
Tüm yollar Ali’ye çıkar,
Alisizlik ocak yıkar.
Xxx   08 Kasım 2022, Çiğli / İZMİR

(×)- Anadolu’daki Aleviler OCAK SİSTEMİ ile örgütlenmiştir. Her Türkmen ya da başka soydaki bir Alevi oymağının mutlaka bağlı olduğu bir Ocağı vardır. Dedeler bu Ocakların doğal önderleridir. Alevi cemlerini Ocakzade olarak dedeler yönetir.

Soy kütüklerine dayanılarak Alevi dedeleri “Evlad-ı Resul” olarak tanınır ve 12 İmamlar kanalıyla Hz. Ali soyu ile bağlantılandırılır.

Ali’siz Alevilik, Ali ile birlikte, Ehli Beyt‘in, 12 İmamların, Kerbela‘nın, Ocakların, Alevi ozanları,
Alevi deyişleri, Alevi uluları yani hem inanç ve hem de kültür olarak 14 yüzyıllık Alevilik tarihini ve deneyimini yok saymak, halk deyimi ile Alevi ocaklarına incir dikmektir.

  • Ali’siz Alevilik kısa bir dönem sonra Alevilerin asimilasyonu ve ateizme yolculuktur.
    Aman dikkat…

Bakana yakışıyor mu?

‘Eğitim bakanının, başta öğrenciler olmak üzere tüm toplumun sağlıklı bilgiler edinebilmesi için, gerçekleri saptıracak söylem ve eylemlerden kaçınması gerekiyor.’

İktidar kaynaklı gerçek dışı söylemler son yıllarda giderek artıyor. AKP grubu başkanvekilinin Türkçe ve alfabe konusunda söyledikleri canlılığını sürdürürken, siyasetçilerin gerçeklerle bağdaşmayan açıklamaları/ söylemleri devam ediyor. Keyfi olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkınca kadına karşı olumsuz davranışlar artmışsa da, içişleri bakanı çıkıyor “Kadın cinayetleri azaldı” diyebiliyor! Ulaşım araçlarında, parklarda giysileri nedeniyle kadınlara saldıranlar artıyor. Kayyım rektöre karşı çıkanlar, laik düzeni ve LGBT haklarını savunanlar yaka-paça tutuklanıp yargılanıyor. “Kadın erkek eşitliği tamamen yalan. Namazını kıldırt hanımına, başını örttür. Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor” diyen imamın sözleri ise yargıya göre  “düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı için” suç oluşturmuyor! Adalet bakanı ise “Hiç kimse ‘Birinin eteğine, içkisine karıştılar’ diyemez” diyebiliyor! Gençlik ve Spor bakanı da, “21 sene önce, … Tesis yoktu, imkan yoktu, sporcu yetiştirecek antrenör bulunmuyordu. Bırakın sahaları, kortları, pistleri, salonları, statları pek çok vilayetimizde bir futbol topu dahi çok değerliydi” diyor!

Gerçek dışı söylemlerin etkisi, söyleyenin bulunduğu makama göre farklı oluyor. Leblebi çekirdek gibi gerçek dışı söylemlere alışılsa da, örneğin benzer bir söylemin bir bakandan gelmesi çok daha şaşırtıcı ve tuhaf oluyor; hele bu bakan profesör unvanını taşıyorsa! Hele hele bu tür söylemde bulunan kişi, ‘milli’ sıfatını taşıyan eğitim bakanı ise!  

Eğitim bakan da, kendini tutamayıp “eğitimde ‘tüm antidemokratik uygulamaların son 20 yıl içinde ortadan kaldırıldığını’” söylüyor! Bu bakana “20 yıldır nerelerdeydin?” diye sormak gerekiyor. Bu bakanın Kasım 2010’da Bülent Ecevit Üniversitesi rektörlüğüne getirildikten sonra AKP ile içli dışlı olduğu, 2017’de ÖSYM başkanlığına, Temmuz 2018’de milli eğitim bakan yardımcılığına ve 6 Ağustos 2021’de de eğitim bakanlığına getirildiği akla gelince, bu sorunun anlamı kalmıyor.

Bakanın açıklamasından 20 yıl içinde ortadan kalkan antidemokratik uygulamaların, türban kullanımının serbest bırakılmasıyla, yükseköğretime geçişte bir süre uygulanmış olan ek katsayı uygulamasının sonlandırılmasıyla ve imam hatip ortaokullarının açılmasıyla ilişkili olduğu görülüyor.

Bakanın açıklamasına göre, inancı gereği türban kullanmak isteyene bu hakkın verilmiş olması demokratik bir uygulama oluyor. Bu açıklamadan bakanın, inancı gereği dört kadınla evlenmek/ kızına bir birim ve oğluna iki birim miras bırakmak/ 15 yaşında bir kızla evlenmek/ köle-cariye almak/ burka giymek/ … istenmesini de demokratik bulduğu anlamı çıkıyor. İlk fırsatta bu konularda da demokratikleşme olup olmayacağı şu aşamada bilinmiyor. Şimdilik AKP’nin anayasa değişikliği kapsamında, inancı gereği burka kullanmak isteyene bu hakkın verilmeyeceği biliniyor. İnanca dayalı isteklerin demokratikliği konusunda kafalar karışık olduğundan, AKP yukarıda değinilen konularda bir açılım getirecek olsa, ana muhalefetten de destek alacağı sanılıyor.

Bakan, katsayı uygulaması konusunda da, “öğrenciler meslek liselerinden uzaklaştırıldı” diyerek, gerçek durumu 180 derece çarpıtmış oluyor. Çünkü 1999 yılı öncesinde üniversiteye giriş sınavlarında, meslek yüksekokulları ile ilahiyat fakültelerini kazananların önemli bir bölümünü, sınavlarda çok daha başarılı olan genel lise mezunları oluşturuyordu. Katsayı uygulamasıyla, daha çok meslek lisesi mezunlarının meslek yüksekokullarını ve imam hatip lisesi mezunlarının da ilahiyat fakültelerini kazanması sağlanmıştı. Katsayı uygulamasıyla pek çok meslek lisesi mezunu eğitim fakültelerinin bilgisayar ve okulöncesi gibi bölümlerinde okuma olanağı bulmuştu.

Eğitim bakanının, imam hatip ortaokullarının açılmasını demokratikleşme olarak sunması da gerçeklerle bağdaşmıyor. Çünkü dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde, din adamı yetiştiren ortaokul bulunmuyor. AKP’nin ilk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi laik devletlerin inançlar karşısında yansız olması gerekiyor.

Çocukların küçücük yaşta dini öğretime gönderilmesinin çocuk haklarına
karşı olduğu gibi, çocuğun olası gelişimini kısıtladığı da biliniyor.

Herhangi bir inancın topluma dayatılmaması ve her inanç sahibine karşı eşit davranılması gerekiyor. Bu nedenle yerel mahkemelerle

  • AİHM, din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi zorunlu olamaz diyor.

Yine de eğitim bakanı, çocukların ‘imam hatip’ hayranı olmadığı halde aile zoruyla imam hatip ortaokullarına gitmesini demokratikleşme olarak sunabiliyor.

Eğitim bakanı, dini konuların öğrenilmesi olayını da çarpıtıyor. Dinini öğrenmenin ancak imam hatibe gitmekle mümkün olacağını düşünüyor. İmam hatipte okumamış olanların dinlerini bilmediklerini sanıyor. İnsanların büyük çoğunluğunun, yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de dinlerini aile içinde ve günlük yaşamlarında öğrendiklerini yadsıyor.

AKP’nin eğitim uygulamalarında şu gerçekler göze çarpıyor:

  • Zorunlu eğitim denen dönemde öğrenciler, dini, mesleki ya da genel eğitim görmek; devlet, tarikat eğitimi ya da laik eğitim veren özel okullarda okumak durumunda kalıp farklı düzeylerde gelişim gösteriyor. Zorunlu eğitim içine alınan açıköğretimde de, öğrencilere, bile bile diğer okul öğrencilerine göre sınırlı düzeyde eğitim veriliyor.

  • Küçük yaşta çocukların türbana sokulmasıyla, kuran kursuna, hafızlık kursuna ya da tarikat okullarına/yurtlarına gönderilmesiyle gelecek yaşamları sınırlandırılıyor.

  • Bakanlık hiçbir çağdaş kurumla işbirliği yapmazken, (Danıştay karşı çıktığı halde)
    din toplumu yaratma hedefi olan gerici kuruluşlarla işbirliği yapıyor.

  • Anadili Osmanlıca olan bir Allah’ın kulu olmasa da, Osmanlıca seçmeli ders yapılıyor. 

  • 2017 müfredatı ile öğrencilerin gerçekleri öğrenmesi kısıtlanıyor.
    Öğrencilerin bağımsızlık ve laik Cumhuriyet anlayışını benimsemeleri yerine
    Osmanlı ve padişah hayranı olmalarına çalışılıyor.

  • Bakanlığa bağlı kurumlarda, sık sık Cumhuriyet karşıtı, laiklik karşıtı söylem ve eylemler oluyor. Bu tür eylemlerde bulunanlar cezalandırılacaklarına terfi ettiriliyor.

  • Bakanlığın kendisi, ‘nitelikli lise’ ayrımı yapıyor.

  • Liseye geçiş sisteminde (LGS), DKAB ve yabancı dilden soru sorularak, dinini yeterince bilmeyenlerle devletin niteliksiz dediği okullarda yabancı dil öğrenemeyenlerin eğitim hakkı engelleniyor.

  • Öğrenciler, LGS uygulaması ile istemeye istemeye, imam hatiplere,
    açık liseye ya da özel okula gitmek zorunda bırakılıyor.   

  • Yoksul ve dar gelirlilerin okuduğu okullarda veliden katkı payı, boya parası, cam parası, … isteyen bakanlık, ailesinin gelir düzeyi yeterli olduğu için özel okula gidebilen öğrenciye
    para desteği yapıyor.

  • Demokratik haklarını kullanıp bir şeyler isteyen öğrenciler, AKP’nin yaptıklarına karşı çıkıyorsa, cop, gaz ve plastik mermi yiyor, yaka-paça gözaltına alınıyor; yargılanıyor, tutuklanıyor ve gelecekleri karartılıyor. Tutuklanan öğrencilerin sayısı bile bilinmiyor.

  • Binlerce askeri lise öğrencisi, sırf emirlere uydukları için tutuklanmış bulunuyor ve pek çoğunun tutukluluğu 6 yıldır devam ediyor.

  • On binlerce öğretmen ‘Fetöcü’ damgasıyla, yargılanmadan meslekten atılmış bulunuyor ve çoğu görevine dönmeyi bekliyor.

  • Binlerce akademisyen ‘Fetöcü’ damgasıyla ve de yüzlerce akademisyen de ‘Barış Bildirisi’ni imzaladıkları için yargılanmadan meslekten çıkarılıyor. Anayasa Mahkemesi,
    Barış Bildirisini imzalamanın suç olmadığına karar verdiği halde
    ,
    imzacı akademisyenlerin görevlerine dönmesine izin verilmiyor.

  • Öğretmenleri sınıflandıracak ‘Öğretmenlik Meslek Kanunu’, öğretmen örgütlerinin tepkilerine aldırmadan çıkarılıyor.  Öğretmen örgütlerinin tepkileri devam ederken ve öğretmenler itilip kakılırken, bakanlık duymazdan ve görmezden geliyor.

  • Öğrenciler zorla ya da “teknoloji etkinliğine gidiyoruz” denilerek AKP’nin etkinliğine götürülüyor.

Bakan, bazılarında, öğretmenlik meslek kanunu gibi, kendisinin de sorumlu olduğu bu uygulamaları bile bile “eğitimde ‘tüm antidemokratik uygulamaların son 20 yıl içinde ortadan kaldırıldığını’” söyleyebiliyor!

Gerçekleri saptırmak yerine tüm bakanların ve özellikle de eğitim bakanının, başta öğrenciler olmak üzere tüm toplumun sağlıklı bilgiler edinebilmesi için, gerçekleri saptıracak söylem ve eylemlerden kaçınması gerekiyor.

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?

Anayasanın 40. Yılı : Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı?
Kasım 7, 2022 Anayasanın 40.yılı: Seçim fırsatçılığı mı, totalitarizm tasarımı mı? | PolitikYol Haber Sitesi

 

İbrahim Kaboğlu
CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa profesörü İbrahim Özden Kaboğlu, 1986-2017 yılları arasında yurt dışındaki çok sayıda üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaptı. 70’in üzerinde bilimsel makalesi ve Anayasa hukuku alanında 25’in üzerinde kitabı bulunan Kaboğlu 27. dönemde milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı ve Anayasa Hukuku Dergisi yayın yönetmeni olarak da görev yapan Kaboğlu, aynı zamanda TBMM Anayasa Komisyonu üyesidir.

Anayasada son yıllarda yapılan değişiklikler demokratik bir gelenekten uzaklaşma anlamına geliyor. Peki bu değişiklikler siyasi ve hukuki olarak iktidarı nasıl perçinliyor? Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu bunu “istismarcı değişiklik” olarak adlandırıyor.

7 Kasım 1982’de kabul edilen Anayasa (Kanun no: 2709), yargı ve yasama yerine yürütme öncelikli yetkiler, özgürlük sınırlama ve yasakları nedeniyle güvenlikçi ve otoriter olmakla eleştiriliyordu.
Anayasa’da 19 kez yapılan değişiklik, birbiri ile tümüyle çelişen iki ana yelpazeye yöneldi:

– 1987-2004 çizgisi, TBMM’de siyasal uzlaşma yoluyla İktidarı sınırlandırma ve özgürlükleri pekiştirme amaçlı değişiklikler (özellikle 1995 ve 2001) yoluyla, demokratik siyaset ve Demokratik toplum yönünde anayasacılık gereklerine dönüş arayışıdır.

– 2007-2017 çizgisi ise, halkoylaması araçsallaştırılarak iki başlı güçlendirilmiş yürütme yerine tekil yürütmenin; kurul halinde siyasal karar düzenekleri yerine, devlet ve hükûmet yetkilerinin tek bir kişide toplandığı kişiselleşmiş bir iktidarın kurulması, anayasacılıktan uzaklaşma iradesini yansıtır.

2017 Anayasa kurgusu, Cumhuriyet Anayasalarının parlamenter rejime ilişkin şu üçlü ortak paydasını kaldırdı:

– Hükûmetin genel siyaseti Bakanlar Kurulu’nca belirlenir.
– Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.
– Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükûmet birbirinden ayrıdır.

2017 Değişikliğinin kurumsal anayasa hukuku bakımından neden olduğu kopma ve  askeri darbelerin neden olduğu kırılmalar arasında nitelik farkı vardır. Şöyle ki; darbe sonrası Anayasalar veya değişiklikleri asker güdümünde yapıldığı halde 2017 Anayasa değişikliği, 2015’te seçimle belirlenmiş olan ve darbe girişiminin bastırılmasında belirleyici olan siyasal aktörler öncülüğünde gerçekleştirildi.

6771 sayılı Kanun ile 21 Ocak 2017’de gerçekleştirilen ve 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta:

– Hükûmet lağvedilerek Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti mirası reddedildi.

– Parlamenter rejim sonlandırıldı. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi (CBHS) adı verilen anayasal kurgu, Meclis’in yürütme üzerindeki güvenoyu ve gensoru önergesi gibi sorumluluk ve denetim düzeneklerini büyük ölçüde tasfiye etti. Ne var ki, parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi getirilmedi. Zira, başkanlık rejiminin gerekli kıldığı denge ve denetim düzeneklerinin asgari unsurları öngörülmedi.

– Yasama yetkisini devir yasağı ihlal edildi: Cumhurbaşkanı’na, geniş bir alanda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile norm koyma yetkisi tanındı.

– Yargı bağımsızlığının kurumsal güvencesi kaldırıldı: Özellikle, yargı teşkilatının en üst düzenleme ve denetleme organı Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapılandırılma tarzı ile yargı, yürütmenin güdümüne konuldu.

– Kişiselleştirilen iktidar, hesap vermekten bağışık tutuldu: Yürütme, tek kişi ile özdeş kılındı; yasama ise parti başkanlığı yoluyla yürütmenin güdümüne sokuldu. Buna karşılık, görev-yetki-sorumluluk ilkesi öngörülmedi. Siyasal karar mercileri olarak kurgulanmayan bakanlık teşkilatlarının hiyerarşik amiri konumundaki bakanlar, sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olup, kendi aralarında eşgüdüm veya dayanışma sağlamaya yönelik bir bağ bulunmamaktadır.

Dahası, 2017 değişikliği, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” (m. 101/son) kaydını kaldırarak, Cumhurbaşkanı statüsü ve parti üyeliğini bağdaşır kıldı. Düzenleme, böylece, partili bir adayın Cumhurbaşkanı seçildiği zaman parti üyeliğinin devam etmesi veya partili olmayan bir kişinin üye olma yolunu açmış olsa da, CB’nin parti genel başkanlığı, yürürlükteki Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümleri ile bağdaşmaz.  Üstelik sakıncalıdır da.  Yalnızca ikisine değinmekle yetinelim:

16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği, kurumlar, kurallar ve değerler bütünü bakımından, Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık çizgisinden kopuş sürecini yansıtmakta.

-Cumhurbaşkanlığı ve parti genel başkanlığı statülerinin birleşmesi, Anayasa’ya saygıyı sağlamakla yükümlü makamın kendisini, Anayasa ihlalinin baş aktörü haline getirdi.

-Demokratik siyasal yarışmanın serbest ve eşit işleyişini engellemekte olan parti-devlet başkanlığı birleşmesi, iktidarın el değiştirme (siyasal münavebe) ortam ve koşullarını da zedeledi.

Özet olarak; zorlayıcı toplumsal ihtiyaçlar gerekli kılmadığı halde, OHAL ortam ve koşullarında, istismarcı Anayasa değişikliği, yüzyılı aşkın zaman diliminde oluşan anayasal kurumlar ve kurallar yürürlükten kaldırıldı; Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik hukuk devleti” niteliğini zedeleyen üç yokluk hali ortaya çıktı:

– Kurul halinde (ortak/kolektif) siyasal karar süreci,
– Siyasal sorumluluk ve hesap verebilir yönetim,
– Denge ve denetim düzenekleri.

Sonuç olarak; yürütme ve devlet yönetiminin anayasal olarak tek kişide toplanması, aynı kişinin Anayasa’nın bağlayıcı kuralları ile bağdaşmadığı halde parti genel başkanı olması, devleti ve yürütmeyi, lideri aracılığıyla siyasal parti hâkimiyeti altına soktu.

  • İktidarı kişiselleştirme ve Devleti partileştirme, kişi-parti-devlet birleşmesi tehlikesini yarattı.

Şu hâlde, 1982 Anayasası, 40. Yılında nasıl okunmalı?

Kuşkusuz 1980’ler anlamında “darbe Anayasası” söylemi artık geçerli değil; “anayasacılık yörüngesi” de, 2017 Anayasa kurgusu ile gölgelendi. Bu nedenle, 1982 metnini 40. Yılında değişiklikler bütününde okuma gereği kadar, insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler, Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları ışığında yorumlama gereği vardır.

Bu süreçte özgürlükler, anayasa hukuku kazanımları, kurumsal anayasa hukukunu demokratik devlet ereğinde değişikliğin itici güçleri olarak kullanılmalı. “OHAL Anayasası” ve “Anayasal OHAL” düzenine son vermek amacıyla Anayasa değişikliği, gelecek seçimleri değil gelecek 40 yılı tasarlayarak kurgulanmalı.

Türkiye’nin anayasal sorunlara çözüm arayışı, klasik anayasacılığın ortak paydaları veya asgari standartları ışığında olacaktır.  Haysiyeti temel alan bir insan hakları anlayışına dayanması gereken çağdaş bir Anayasa’da, başta siyasal aygıtlar gelmek üzere, bütün resmi kuruluşlar, bu hedefte düzenlenmeli ve yapılandırılmalı. Bu amaçla, Anayasa değişikliği sürecinde denge ve denetim düzenekleri.. de çok yönlü tasarlanmalı.

Anayasa kuralları, insan toplumlarının karşı karşıya geldikleri yeni sorunlara sürekli çözümleri de içerir. Anayasa değişiklikleri ve yenilenmeleri bu arayışa yanıt vermeyi amaçlar. 21. yüzyıla Anayasa arayışları ile giren devletler, küresel ölçekte ortaya çıkan sorunlar karşısında sınıraşan (trans-national) anayasacılık olgusu ile bugün daha çok yüzleşmektedirler.

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Toplumsal ve siyasal yapıların gelişmesi, uluslararası ilişkilerde sürekli değişimler de etkili olmakla birlikte, anayasal kurumlar yoluyla fikri çalışmaların çeşitliliği ve içtihadi etkileşimler de gelişmenin itici güçleridir. Öte yandan, anayasa hukuku, teknolojik ilerlemelerin de sürekli etkisi altında olup, kurum ve kavramlarını bunlara uyarlamak durumundadır.

Bunun için anayasal bilgilenme hakkı, her zamankinden daha yaşamsal; zira, 35. Yılında “istismarcı değişiklik” sonucu anayasacılık geleneğinden koparılan yürürlükteki Anayasa, 40. yılında “fırsatçı değişiklik” riski ile karşı karşıya.

  • Başörtüsünü anayasal güvenceye kavuşturma bahanesi ile aile tanımını değiştirmeye yönelik AKP girişimi, anayasacılık anlayışı ve özü ile bağdaşmazlığı bir yana,
  • toplum mühendisliği yoluyla totaliter rejim hevesinin dışavurumudur.

Oysa Türkiye’nin siyasal gündemi, TBMM önünde sorumlu bir yürütme için demokratik hukuk devletinin asgari gereklerini içerecek bir Anayasa değişikliğidir.

Şu çelişkiye bakın: 1982 Anayasası, yeterince güvenceli olmayan özgürlük anlayışı ve sınırlı olmayan iktidar anlayışı ile eleştiriliyordu.

-İlk 20 yılında bu denge büyük ölçüde sağlandı: Güvenceli özgürlükler ve sınırlı iktidar.
-İkinci 20 yılında ise, siyasal iktidarı sınırlayıcı denge ve denetim düzenekleri kaldırıldığı için, özgürlükler de kâğıt üstünde kaldı.

Cumhuriyet, 2. Yüzyılında tam bir yol ayrımında:
demokrasi mi, yoksa monokrasi mi?

Demokratik hukuk devleti için CHP öncülüğünde kurulan Millet Masası, ikincil sorunları gündeme çıkardıkça, Anayasa’yı toplumsal barış belgesi değil iktidar için savaş aracı olarak gören totaliter rejim heveslilerinin iştahları kabarıyor.

Sözün özü; Türkiye demokratları, zaman ötesi bir sınavla karşı karşıya: Aman dikkat! Anayasa, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava kadar önemli; ama, günlük siyasal çatışmalara alet edilmemesi gereken kuşaklar ötesi ortak ve üstün bir normdur.

Cezaevinin anlamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
07 Kasım 2022, Cumhuriyet

Düzeni bozuk ülkelerde, cezaevinde daha fazla mahkûm olur. Çünkü bir ülkenin düzeni bozuksa o ülkede daha fazla insan suç işlemeye yönelir. Bu durum, düzeni bozuk ülkede, herkesin suç işleyeceği veya düzenin bozuk olduğunun tek göstergesinin, cezaevlerindeki mahkûm sayısı ve oranı olduğu anlamına gelmez. Ancak düzeni bozuk ülkelerde, suç oranlarının da ona paralel olarak daha yüksek olduğu bir gerçektir.

  • Bir ülkenin cezaevlerinde çok sayıda vatandaşın bulunması, övünülecek değil, utanılacak bir durumdur.

Amerika Birleşik Devletleri, dünyada hem mahkûm sayısı hem de nüfusa oranla mahkûm oranı en fazla ülkedir. ABD cezaevlerinde yaklaşık 2 milyon insan bulunmaktadır. ABD birçok alanda gelişmiş bir ülke olmasına rağmen (karşın), ekonomik ve sosyal adalet açısından, Avrupa Birliği ülkelerinin gerisinde olmasına da bağlı olarak, suç oranı konusunda dünya rekorunu elinde tutmaktadır.

Cezaevindeki mahkûm sayısı açısından ABD’yi, yaklaşık 1 milyon 600 bin kişi ile Çin izlemektedir. Ancak Çin’in nüfusunun 1.4 milyar olduğu, ABD’nin nüfusunun 335 milyon olduğu dikkate alınacak olursa, Çin’de nüfusa oranla cezaevinde bulunanların oranı, ABD’ye göre düşüktür.

ABD ve Çin’den sonra, dünyada cezaevinde en fazla sayıda mahkûma sahip olan ülkeler sırasıyla Brezilya, Hindistan, Rusya, Tayland, Türkiye, Endonezya, Meksika ve İran’dır. Bu ülkelerin içinde, yine nüfusa oranlandığında Hindistan’ın oranı diğer ülkelere göre daha düşüktür.
***

  • Türkiye’de yaklaşık 310 bin kişi, cezaevlerinde mahkûm veya tutuklu olarak bulunmaktadır.

Türkiye, dünyadaki 195 ülke içinde, cezaevlerinde en fazla kişi bulunduran 7. ülkedir!

Türkiye Avrupa’daki 45 ülke içinde, Rusya’dan sonra, cezaevlerinde en fazla kişiyi bulunduran 2. ülkedir!

Dünya rekorunu elinde bulunduran ABD nüfusunun % 0.6’sı cezaevindedir, Türkiye nüfusunun %0.36’sı cezaevindedir! Türkiye’yi küçük Amerika yapma projesi istikrarlı bir biçimde devam etmektedir!

Tabii ki ABD’ye göre, Türkiye’de suçsuz olduğu halde cezaevlerinde bulunan insanların oranı daha fazla olduğu için, Türkiye’nin “küçük Amerika” olmak için daha fazla çaba göstermesi gerektiği de söylenebilir!
***
Cezaevleri, intikam alma merkezleri değildir.

Cezaevleri, suç işleyerek topluma zarar veren vatandaşların, belli bir süre için toplumdan yalıtılmaları ve o süre içinde topluma yeniden kazandırılmaları için kurulan yerleşkelerdir. Demokratik bir hukuk devletinde olması gereken budur. Ancak dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’deki fiili durum bu değildir.

Örneğin, Türkiye’deki cezaevi koşulları, Avrupa Birliği ülkelerinin çok gerisindedir. Türkiye, cezaevlerindeki fiziksel işkence uygulamasının sonlandırılması konusunda önemli bir aşama kaydetmiş olsa da psikolojik işkence konusunda yeterli bir gelişme sağlayamamıştır. Cezaevlerinden mahkûmların yolladıkları mektuplar, mahkûmların yakınlarına ve avukatlarına aktardıkları dikkate alınacak olursa, Türkiye’nin bu konuda hâlâ çok şey yapması gerektiği açıktır.

Mahkûmların, dar hücrelerde tecrit edilmeleri; yakınlarıyla görüşmelerinin ve açık görüş olanaklarının, dış mekânda hava almalarının ve gökyüzüyle temas kurmalarının, gazete, dergi, kitap ve televizyon gibi olanaklara ulaşmalarının sınırlandırılması; kış aylarında soğuk havalarda ısınma sistemlerinin zaman zaman çalıştırılmaması; bakım, temizlik ve beslenme koşullarının zayıf olması; mahkûmların topluma yeniden kazandırılmaları amacıyla eğitilmelerine yönelik nitelikli çalışmaların yok denecek kadar az olması, Türkiye’deki cezaevlerinin başlıca sorunları arasında yer almaktadır.

Türkiye’de, bu koşulların düzeltilmesi için ölüm orucuna giren ve ölüm orucu sonucunda ölen onlarca vatandaş bulunmaktadır. Bir insan, cezaevi koşullarının düzeltilmesi için ölümü göze aldıysa, hükümetlerin bunun üzerine ciddi bir biçimde düşünüp sorunu çözmesi gerekir.

Cezaevlerinin ölüm, eziyet ve intikam merkezleri olmaktan çıkıp vatandaşları yeniden kazanma araçlarına dönüşmesi, uygarlık yolunda atılacak çok önemli bir adım olacaktır.

NOKTA TV Programımız : 7 Kasım 2022

Dostlar,

Bu gün, 7 Kasım 2022 günü saat 15:00’te NOKTA TV’de Sn. Ezgi Yeşiltepe‘nin konuğu olacağız.

Güncelleme : Program gerçekleştirildi, izlemek için lütfen tıklayınız. https://youtu.be/h1d9Iyil0cI

Türkiye’nin ağır gündemini;
– Salgında (Kovit-19) son durumu
SEFALET İNDEKSİNDE Dünya 1. si
 olmamızı,
– çok ağır yoksullaşTIRILmamızı,
AKP’nin yarattığı bu cendereden nasıl kurtulabileceğimizi konuşacağız..

NOKTA TV‘nin sosyal medya hesaplarından canlı yayın yapılacak / ayapıldı..

https://www.instagram.com/noktatv24/


Bilgi ve ilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 07 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik        twitter : @profsaltik    

 

Padişahlığın sonu… 100 yıl önceki Meclis kararı

Alev Coşkun
Alev COŞKUN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

 

100 yıl önce, 1 Kasım 1922, günlerden çarşamba, Meclis iki maddelik bir kanunu kabul ederek padişahlığı kaldırdı. 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti ve padişahlık tam 623 yıl sonra tarihin derinliklerine gönderildi. Bu son derece önemli bir devrimdi ve Cumhuriyetin ilanının önü açılmıştı. 100 yıl önce gerçekleşen bu önemli konuyu, altyapısı ve arka planı üzerinde durarak irdeleyeceğiz. Atatürk Nutuk’ta Milli Mücadele’nin başlarında padişahın durumunu şöyle anlatıyor:

“… Millet ve ordu, padişah ve halifeliğin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık…” (Nutuk, s.8.)

Bu nedenle Mustafa Kemal konuşmalarında “Padişahımız, halife hazretleri yabancıların elinde esirdir… Onu kurtaracağız.” diyordu. Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin yapısı çeşitliydi. Kimisi medrese kökenli, kimisi din hocası, kimisi yönetici ve askerdi. Özellikle, medrese kökenliler ve hocalar hilafet ve saltanata bağlıydılar. Milli Mücadele hareketinde Atatürk’ün yakın arkadaşlarının çoğu da padişahlık ve halifeliğin devamını istiyorlardı. Önce bu konuyu açığa çıkaran önemli bir olayı ele alalım.

‘Heyecana yer yok’

Başbakan Rauf Orbay, 19 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e önemli bazı konuları görüşmek isteğini bildirdi ve Refet (Bele) Paşa’nın Keçiören’deki evine akşam yemeğine davet etti. Dört eski arkadaş Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy buluştular. Bu dört kişinin Milli Mücadele’yi ilk açıklayan Amasya Bildirisi’ne imza koyanlar olduğunu belirtmeliyiz. Atatürk, Rauf Orbay’dan padişahlık ve halifelik konusundaki kişisel düşüncesini sordu. Rauf Orbay’ın yanıtı şöyledir:

  • “Ben padişahlık ve halifelik makamına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü, benim babam padişah ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. (…) Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Bu makamı kaldırmak, yıkıma yol açar, büyük acı doğurur.” (Nutuk, s. 464.)

Refet Bele de bu görüşe aynen katıldığını; Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini ve durumu inceleyeceğini bildirdi. Mustafa Kemal şu yanıtı verdi:

“Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının korkup aceleye ve heyecana kapılmasına da yer yoktur” dedi.

Daha sonra neler olduğunu biliyoruz. Kuvayı Milliye orduları 9 Eylül 1922’de İzmir’de zafere ulaştı. Ateşkesten (AS: Mudanya) sonra Barış Konferansı (AS: Lozan) için hazırlıklar başladı.

‘Gizli talimat almış bir kişiyi İstanbul’a gönderin’

17 Ekim 1922’de, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı Tevfik Paşa’dan Mustafa Kemal’e, kişiye özel bir telgraf geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, kazanılan zaferin önemini vurguluyor; bu zaferin İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdığını belirtiyordu. İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’na davet edildiğini, barış görüşmelerine gidecek olan İstanbul ve Ankara delegelerinin bir görüş etrafında birleşmelerinin yararlı olacağını belirtiyordu. Tüm bu nedenlerle Ankara ve İstanbul’un görüşüp uzlaşmaya varabilmesi için “Mustafa Kemal’den gizli talimat almış bir kişinin çok acele İstanbul’a gönderilmesini” istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafının anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. O nedenle, Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.” Sadrazam bu telgrafıyla zafere açıkça ortak oluyordu. Atatürk, Sadrazam’ı muhatap almadı. “Barış Konferansı’nda Türkiye’yi ancak TBMM temsil edebilir. Asıl yetkili TBMM’dir” dedi.

Büyük devletlerin stratejisi 

İşin esası şudur: Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri (İngiltere, Fransa, İtalya) hem İstanbul hem de Ankara’yı Barış Konferansı’na davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. TBMM’de bu ikili davetin doğal olduğunu kabul eden ciddi bir grup vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar, zaten Milli Mücadele’nin ve üç buçuk yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

‘Saltanat tarihe karışmıştır’

Bu arada İstanbul Hükümeti’ne, Avrupa devletlerinden, Lozan Konferansı için resmen davet mektubu geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, bu kez 29 Ekim 1922’de doğrudan Meclis Başkanlığı’na başvurdu. “Eğer İstanbul hükümeti olarak konferansa katılınmazsa 600 yıllık saltanatın yok olduğunun kabul edilmiş olacağını” belirtiyordu. Bu nedenle görüşüp uzlaşma sağlanması için ya kendilerinin Ankara’ya ya da Ankara’nın İstanbul’a bir temsilci göndermesini istiyordu. Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı bu girişimleriyle, kazanılan zafere açıkça ortak olmak istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu telgrafı, TBMM’de gergin ve tartışmalı, sıcak günlerin yaşanmasına neden oldu. Padişah onayıyla düzenlenen isyanlar, Kuvayı Milliye’yi engelleyici tutum ve davranışlar, İngilizlerle yapılan işbirliği, Mustafa Kemal başta olmak üzere Kuvayı Milliye liderlerinin idama mahkûm edilmeleri nasıl unutulabilirdi?

Heyecanlı gün 

30 Ekim 1922, Pazartesi, Meclis’te çok heyecanlı, çok sıcak, sert ve yakıcı tartışmaların yaşandığı bir gün oldu. Önce Mustafa Kemal kürsüye çıkarak Sadrazam Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgraf hakkında bilgi verdi ve görüşlerini açıkladı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa

81 imzalı önerge 

Konuşmalar uzayınca, Meclis Başkanlığı’ na Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzaladığı bir önerge verildi. Bu önergede:

• Osmanlı İmparatorluğu’na ait padişahlık yönetiminin tarihe karıştığı;

• Anayasaya göre egemenlik haklarının millete ait olduğu belirtiliyor ve padişahlık hakkında da yasal işlem yapılması isteniyordu. Bu önergeyi Mustafa Kemal de imzalamıştı. Önerge alkışlarla destekleniyordu. Ancak konuşmayan, sessiz kalan bir milletvekili grubu vardı. Önergenin aleyhinde bir iki milletvekili söz aldı. Sonunda yapılan oylamada 132 milletvekili kabul, 2 milletvekili ret ve 2 milletvekili çekimser oy kullandı. Halifeliği ve saltanatı destekleyen bir grup milletvekili oylamaya katılmadılar. Halife ve saltanat yanlısı olan bu milletvekilleri, oylama sırasında Meclis salonundan çıktılar.

Yeterli oy çıkmadı

Böylece yeterli oy sağlanamadı. Oylamanın tekrarlanması 1 Kasım 1922 gününe bırakıldı. Oylamaya katılmayarak önergenin kabul edilmesini engelleyen milletvekilleri, kuşkusuz saltanatı ve Padişah Vahdettin’i destekliyorlardı. Konu bir gün sonra yeniden Meclis’e geldi. Atatürk konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

“Meclis’te geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli egemenlik ve saltanat makamının TBMM olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım…” (Nutuk, s.467)

Mustafa Kemal’in stratejisi, saltanatla halifeliği ayırarak, padişahlık makamına son vermek üzerinde kurulmuştu.

Komisyondaki durum 

Çeşitli görüşlerin birleştirilmesi için, önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısına gönderildi. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılmayacağını, bu nedenle saltanatın korunması gerektiğini” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt veremiyordu. Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için, önündeki sıranın üstüne çıktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Bu konuşma, Nutuk’ta özetlenmiştir.

‘Egemenlik ve saltanat makamı TBMM’dir’

Atatürk şöyle diyordu : 

  • “Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez.
  • Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır…
  • Şimdi de Türk milleti artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. (…)
  • Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla belirtmekten ibarettir. Bu mutlaka olacaktır.
  • Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir.
  • Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.

İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur.” (…) “Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Şeriye Komisyonu üyesi Beynamlı Hoca Mustafa Efendi, ‘Affedersiniz efendim. Biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık’ dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.” (Nutuk, s.468)

Bir devrim 

Mustafa Kemal, Meclis çatısı altında ilk kez bu derece kesin konuşuyordu. Hatta “Bazı kafalar kesilecektir” cümlesini Meclis’te ilk kez kullanıyordu. Ancak artık köhnemiş bir saltanatın, kesin bir kararla sona erdirilmesi söz konusuydu. Bir devrim söz konusuydu. Ondan başka birisi de bu konuşmayı yapamazdı. Başkomutan olarak, vatanın düşman işgalinden, milletin yabancı boyunduruğundan kurtarılmasında liderliği üstlenmişti. Aslında, yaptığı konuşma ile yeni bir şey söylemiyor, Kuvayı Milliye’nin temel ilkelerini dile getiriyordu.

Demokrasiye uygun mu? 

Mustafa Kemal’in Meclis Komisyonu’nda yaptığı bu konuşmadan 50 yıl, 80 yıl, 90 yıl sonra, bu konuşmayı demokratik bulmayanlar, “Ama bu konuşma demokrasiye uymuyordu” diyenler çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır.

Atatürk’ün yaptığı bu konuşma, o günün koşullarında değerlendirilmelidir. Tersi durumda tüm yorumlar boşlukta kalır. Unutulmasın ki bir dönem kapanıyor, Cumhuriyet dönemine adım atılıyordu. Bir devrim yapılıyordu.

  • Tarihte hangi devrim demokrasi ile gerçekleşmiştir?

Fransız Devrimi’nde giyotinler işledi, hatta İhtilal kendi çocuklarını yedi. Amerikan bağımsızlık hareketi bir savaş sonucu elde edilmiştir. 1917 Rusya Büyük Ekim Devrimi’nde de aynı sahneler görülmüştür. Türkiye’de de bir devir kapanıyor, Cumhuriyet dönemi açılıyordu.

Oylama sonucu 

Meclis İkinci Başkanı Adnan (Adıvar) komisyondan gelen tasarıyı okuttu. Saltanatın, İstanbul’un hukuken işgal tarihi olan “16 Mart 1920’den itibaren kaldırılmış sayılmasını” öngören tasarı, şiddetli alkışlarla kabul edildi. Meclis başkanının “oybirliği ile” sözüne karşı sadece Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, “Ben karşıyım” diye bağırdı. Osmanlı saltanatının yıkılış ve göçüş töreninin son aşaması böyle geçmişti:

Böylece Cumhuriyete giden yolda en önemli engel Osmanlı saltanatı kaldırılmış, 600 yıllık padişahlık tarihinin derinliklerine gönderilmişti. Bu olaydan tam 1 yıl sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı gerçekleşti.

Başarılı oldukları bir şey yok

authorYALÇIN KARATEPE

EKONOMİ 04.11.2022, BİRGÜN

Geçen hafta bu köşede ekonomi yönetiminin enflasyon ile mücadele etmediğini, sadece raporlamakla yetindiğinden bahsetmiştik. TÜİK tarafından açıklanan Ekim ayı verileri bu tespiti bir kez daha teyit etmiş oldu. TÜİK’e göre Ekim ayında aylık enflasyon yüzde 3,54 olarak gerçekleşirken yıllık enflasyon ise yüzde 85’i aşmış durumda. Dolayısıyla enflasyonda bir hız kesme, yavaşlama gibi bir durum söz konusu değil. Mücadele etmediğiniz bir gösterge de alıp başını gidebilir. Bizde olan durum da budur.

Sadece manşet verilerine baktığımızda bile bizi kaygılandıran tüketici enflasyonunun detayına, alt kalemlerine baktığımızda vatandaşın enflasyon karşısında yaşadığı mağduriyetin boyutunun çok daha derin olduğunu görebiliyoruz. Düşük gelirli grupların harcamalarında daha yüksek bir pay tutan gruplara bakınca yaşanan enflasyonun manşet veriden daha fazla olduğu görülüyor. Mesela, gıda enflasyonu yüzde 99! Bu veri sanki üç haneli olmasın diye dikkat edilmiş gibi duruyor. Gıdadaki fiyat artışına biraz daha detaylı bakınca enflasyonun vatandaşa yansımasının daha yüksek olduğu görülüyor. Ekmek fiyatları son bir yılda yüzde 107, süt ürünleri, yumurta vs yüzde 111, yemeklik yağlar yüzde 99 artmış. Bu veriler ortada iken vatandaşın “manşet verinin” gerçek durumu yansıtmadığına ilişkin algısının da ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz.
***
Elektrik, doğalgaz gibi kalemlerdeki artış yıllık olarak yüzde 117 olmuş. Bunu şimdilik pek hissetmiyor olabiliriz çünkü özellikle doğalgaz tüketiminin düşük olduğu aylardan geçtik. Ama şimdi havaların soğuması ve bunların tüketim miktarlarının artmasıyla birlikte kabaracak olan faturalar ile karşı karşıya kalmaya başladığımızda, gelirimizin önemli bir kısmını buralara ödemek durumunda kalınca, tükettiğimiz diğer ürünlere harcayabileceğimiz paramız azalınca, enflasyonun etkisini çok daha belirgin bir biçimde hissetmeye başlayacağız.

TÜİK verilerinde kira artış oranının yıllık yüzde 41 ile sınırlı kalması da dikkatimizi çeken bir veri. Her ne kadar iktidar kira artış oranlarına yasal bir sınır getirmiş olsa da, fiili kira artışlarında bunun dikkate alınmadığını ve kiralara çok daha yüksek oranlarda zamlar yapıldığını biliyoruz.

Dün açıklanan üretici fiyat enflasyonu verileri gelecek dönemde enflasyonun yüksek seyretmeye devam edeceğinin bir göstergesidir. Ekim ayında aylık yüzde 7,83, yıllık yüzde 157,7 olarak gerçekleşen ÜFE zaman içinde TÜFE’ye de yansıyacaktır. Elbette TÜFE’nin tek belirleyicisi ÜFE değildir. Hizmet ve tarımsal ürünler üretim maliyetlerine de bakmak lazım. Onlar da maalesef TÜFE’nin üzerinde seyrettiği için, nereden ve nasıl bakarsak bakalım enflasyon artmaya devam edecek.

Tabii, kasım ve aralık ayı verileri açıklandığında gelecek olan veriler yıllık enflasyonun baz etkisi nedeniyle bir miktar gerileyeceğini gösterecek olsa da, bu durum vatandaşın ödemek zorunda olacağı fiyatların düşeceği anlamına gelmeyecektir. Eğer Kasım ve Aralık’ta, ekim ayı verisine paralel aylık veriler ile karşılaşırsak, yıllık enflasyon yüzde 70 seviyesinde yılı tamamlayacaktır. Bu oran bile geçen hafta Merkez Bankasının açıkladığı yılsonu enflasyon tahmininin 5 puan üzerinde bir veriye ulaşacağımıza işaret etmektedir.
***
Peki, bizim bu yüksek enflasyona maruz kalmamıza yol açan ekonomi politikası diğer alanlarda sevinebileceğimiz sonuçlar ortaya çıkarıyor mu? Bunun yanıtı da maalesef, hayır. İktidarın sürekli atıfta bulunduğu büyümenin yavaşladığının, hatta durgunluğa doğru gittiğimizin emareleri gün gibi önümüzde duruyor. İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından açıklanan “satın alma yöneticileri anketi endeksi (PMI)” verisi ekonomik büyümedeki yavaşlamanın bir göstergesi. Hemen hemen tüm sektörlerde yüzde 50’nin altında olan PMI yılın geri kalan kısmında büyümenin yerlerde sürüneceğini gösteriyor.

Tabii, sadece PMI göstergesinde değil, diğer göstergelerde de benzer bir durumun olduğunu görüyoruz. Geçen hafta Merkez Bakası tarafından yayımlanan enflasyon raporunda yer alan “İktisada yönelim anketi (İYA)” verilerinde de hemen tüm sektörlerin ihracat artış oranlarına ilişkin beklentilerinin ihracatta hızlı bir daralmaya işaret ettiğini görüyoruz.
***
Çarşamba günü ABD merkez bankası FED tarafından yapılan 75 baz puanlık faiz artışını ve dün İngiltere’de yapılan 75 baz puanlık artışını da dikkate aldığımızda, ihracat performansımızın tahmin edilenden çok daha hızla kötüleşeceği açıktır. Hatırlatmak isterim ki ABD ve İngiltere bizim ihracatımızda önemli paylara sahipler.

Dolayısıyla, büyüme, ihracat gibi alanlarda beklenen olumlu sonuçların ortaya çıkmayacağı bir dönemde yüksek enflasyona yol açan politikalarda ısrar etmenin anlamı yok. Çünkü “kararlı bir şekilde” uygulanan politikalar, ülkeyi durgunluk döneminde yüksek enflasyona doğru sürüklüyor.

Sahi, uyguladıkları ekonomi politikasıyla neyi başardılar?

Cumhuriyet’in 99. yılı

GÜNCEL03.11.2022, BİRGÜN

Ülkemiz yine/yeniden gösterişli bir demokrasi sınavına doğru sürüklenerek ilerliyor. Boru değil bu… Cumhuriyet’in 100. yılı. Şenlikli bir dönem olacağı çok açık. Daha şimdiden ilan edildi ki, Türkiye’nin yüzyılı başlıyor. Bütün aksamı yurtdışında imal edildikten sonra memleket topraklarında yerli yerine konularak “yerli-milli” hale getirilen ülkenin “İlk Otomobili” kamuoyuna takdim edildi. Fiyatı dudak uçuklatacağı için şimdilik açıklanmadı.

Seçim yılı içinde böylesi sürprizlerden çokça yapılacağı aşikâr (açık) olarak görülüyor. Muhalefet çevreleri her zaman ki gibi, otomobil şovunu da beğenmediler.

Herkesten ziyade tek kişinin beğenmesi çok önemli. Çünkü O’nun beğenmediği sonuçlar ortaya çıktığı zaman demokrasi olmuyor!

Demokrasi olabilmesi için O’nun kazanması gerekiyor.

Model basit: Kazı-kazan! 

Her yeri kazıyorsun, kazıyorsun ve sonunda kazanıyorsun. Mesele bu kadar basit!

Fakat basit meseleyi zorlaştıranlar var. Başında da muhalefet geliyor. Seçim var denildiğinde ipini koparan sandığa koşuyor. Koşmaları bir şey değil. Seçimleri de kazanmak istiyorlar. Ve maalesef kazanıyorlar da… İşte demokrasinin en kötü yanı bu noktada ortaya çıkıyor:

Seçim zaferi muhaliflere geçiyor.

Sandıklardan muzaffer biçimde çıkanlar bulundukları alanlarda yönetim kademelerini kendi denetimlerine alıp köyü, kasabayı, vilayeti yönetmeye soyunuyorlar. Böyle bir şey olabilir mi?

Bunlar yakın gelecekte ülkenin tamamını da yönetmek isteyebilirler.

Hiçbir iktidar, iktidarını kaybetmek istemez.

Nedense kötü niyetli kişi ve kuruluşlar bu ulvi kaygıyı anlamamakta ısrar ediyorlar. Demokraside doğru davranış kuralı şu olmalıdır:

İktidarlar yönetmeli, muhalifler de muhalefet etmeliler. O zaman ülke rahat ve huzur yüzü görebilir.

İktidarın yönetebilme kabiliyeti sorgulanır, hatta elinden alınırsa ülkede yaşayanlar da rahat ve huzur yüzü göremezler. Bu kadar açık ve net biçimde ortaya konulması gerekiyor.

Koyanlar yok mu? Var.

İktidar medyasının sadık kalemleri büyük bir ciddiyetle yukarıdaki gerçeği anlatmak için var güçleriyle çalakalem yazıyorlar. Ağızlarından çıkanı kulaklarının duymayacağı bir zarafette anlatıyorlar.

Hiç kimseyi inandıramıyorlar.

Devlet kasasının har vurup harman savurma şeklinde yağmalanmasını “itibardan tasarruf olmaz” diyerek savuna savuna hiç itibarlarının kalmadığını göremiyorlar.

Sahipleri de onlardan memnun değiller.

Atsalar atılmazlar, satsalar satılmazlar. Mal olarak da piyasa değerleri kalmadı. Yine ne varsa demokrasi de var. Tam olarak kabul edilebilmesi için minik bir koşul gerekiyor:

-Muhalefetin kazanmaması lazım!

Ama bazen oluyor, muhalefet kök salmış iktidarları kökünden söküp atıyor. İşte o zaman gerçek bir mutluluk ülke sathına (yüzeyine) yayılıyor. Geride kalan 29 Ekim coşkusu bunu gösterdi:

Cumhuriyet’in 99. yılı!

99. YILINDA CUMHURİYETİMİZ : BİR ATATÜRK YARATISI

Dostlar,

Bu gün, Politik Psikoloji Derneği‘nin konuğu olduk (Ankara Midi Otelde) ve saat 15:00’te başlayarak bir görsel konferans sunduk (106 yansı).

Hem Cumhuriyetimizin 99. yaşını bitirip 100. yaşına girmesi hem de 10 Kasım 1938’de bedenini sonsuzluğa uğurladığımız Kurtarıcı – Kurucumuz Mustafa Kemal ATATÜRK‘ü anmak üzere.

Konumuz şöyleydi :

  • 99. YILINDA CUMHURİYETİMİZ : BİR ATATÜRK YARATISI

Daha çok yakın tarihe odaklanarak adım adım Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kuşatıldığına, Küresel oyunlara… bunlarla nasıl başedilebileceğine odaklandık.

Bize bu olanağı sağlayan, bizim de üyesi olduğumuz, Politik Psikoloji Derneği başkanı meslektaşımız Prof. Dr. Abdülkadir Çevik‘e ve konukseverlik ve sürekli özverileri nedeniyle MİDİ Otel sahiplerine teşekkür ederiz.

Yansılar için lütfen tıklayınız :

Dikkatle incelenmesi, paylaşılması, üzerinde düşünülmesi ve gereklerinin gecikmeden yapılması dileğiyle..

Em. Öğretmen Aydın Koloğlu dostumuz konferans sırasında cep telefonu ile kayıt yaptı ve eşzamanlı olarak facebook’ta yayınladı. Kendisine teşekkür ederiz. Son 10 dakika dışında kayıt, aşağıdaki erişke (link) ile izlenebilir :

Aydin Koloğlu – Aydin Koloğlu canlı yayındaydı — Yaşadığın… | Facebook

Türkiye Cumhuriyeti, 100 yıllık tarihinde hiç böylesine ağır kuşatılmamıştı.

***

  • İktidarda Cumhuriyet dostları yok 21 yıldır.. tam da tersi..

Cumhuriyet’e gecikmeden, bilimsel akılcılık ve örgütlü bir yurtseverlikle, bilinçle, yüreklilikle ve derhal kol kanat germenin zamanıdır.

Sevgi ve saygı ile. 06 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

 

ADD web TV : AKP’nin Sağlık Politikaları da Çıkmazda.. Ne Yapmalı?

Dostlar,

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi web TV’si yayınlarını sürdürüyor.

Yurtsever, güvenilir, ufuk açıcı, Aydınlanmacı ve Bilimsel Akılcılık ekseninde..

İzlenmesini, paylaşılmasını, Ulusumuzun, içinde bulunduğu çok zor koşullarda gerçekleri öğrenebilmesi için çok çok önemli bir kanal. AKP iktidarı 21. yılına girdi 3 Kasım 2022 günü ve seçime yaklaşırken muhalefeti iyice susturma kararında.

Yeni çıkarılan “Sansür Yasası” nın 29. maddesi İktidar karşıtlarının, yazan – çizen – düşünen – konuşan insanların ensesinde tutuluyor ne yazık ki.

Kuşku yok, bu günler de geride kalacak. Türkiye bu gerici – cumhuriyeti yıkmaya kararlı siyasal kadrolara teslim olmayacak.

Hemen her alanda olduğu gibi, sağlık alanında da AKP = RTE iktidarı tam anlamıyla çuvallamış durumda. Örn. sağlık emekçilerine, özellikle hekimlere yönelik çok yönlü şiddet durdurulamıyor, cinayetlere ulaşmış durumda!

On milyonu aşkın insan SGK primini = ek vergiyi ödeyemediği için GSS (Genel Sağlık Sigortası) dışında kaldı ve sağlık hizmetine erişemiyor!

  • GSS örtük iflasta, finansal yoğun bakımda..

AKP = RTE iktidarı, Haziran 2003’ten beri SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM adı altıda Batı Emperyalizmi dayatması politikalarla sağlığı özelleştirmekte, kamuyu geri çekmekte. Tipik olarak ŞEHİR HASTANELERİ TALANI sürdürülmekte! Faturası yüzlerce milyar Dolar!

Değerli ADD emekçisi Mutlu Veziroğlu’nun sorularını yanıtlamaya çalıştık.. 30 dk.

  • AKP’nin Sağlık Politikaları da Çıkmazda.. Ne Yapmalı?

İzlemek için lütfen tıklayınız..

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını dileriz.

Hiç unutulmasın:

  • “Ulusun tüm bireylerinin sağlıklı olmaları için sağlık koşullarını gerçekleştirmek,
    Devlet durumunda bulunan siyasal kuruluşların en BİRİNCİ görevidir.”
    Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Sevgi ve saygı ile. 06 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik