Etiket arşivi: Turgut Özal

CHP ve Cumhurbaşkanı Seçimi


CHP ve Cumhurbaşkanı Seçimi

portresi

 

 

Cüneyt ÜLSEVER, PhD

 

 

Muhakkak ki CHP öncelikle; Cumhurbaşkanlığı için 2. turda öbür muhalif partilere
gönül verenlerden, hatta daha önce AKP’ye oy verdiği halde artık RTE’den
rahatsız olanlardan da oy alacak bir aday bulmak zorundadır. Bunu yapamaz ise Ağustos sonrası CHP yönetiminin ayakta kalması çok zor olur.

             ***

Ancak, CHP’nin Türkiye’de ilk kez halk oylaması ile seçilecek Cumhurbaşkanlığı yarışında şu noktaları da dikkate alması gerekir:

1) Bu kez millet genel seçimlerin aksine bir parti programına (vaatlere) değil,
bir kişiye oy verecektir. Hali hazırda geçerli Anayasa gereği seçilecek Cumhurbaşkanının, doğrudan yaptırım gücü yoktur. Seçilecek kişi çok güçlü
(ama 1. ama 2. turda oyların %50’sinin üzerinde bir oy oranına tek başına sahip olacak) ama yetkisiz olacaktır. Yetkisiz olduğu için programın anlamı olmayacaktır.

2) Genel ve Yerel Seçimlerin aksine Örgüt ilk kez kendisinden olmayan,
hatta tanımadığı bir kişinin propagandasını yapmak zorunda kalacaktır. Örneğin,
belki de Edirne Örgütü, yaşamında hiç Edirne’yi görmemiş, salt medya üzerinden tanıdığı bir Hakkârili adayın peşinden koşmak, O’nu Edirnelilere benimsetmek
zorunda kalacaktır.

3) Cumhurbaşkanlığı seçiminin bugün itibari ile finansmanı yoktur. Genel Merkez dışında İl ve İlçe Örgütleri, kendilerini doğrudan etkilemeyen bir seçim için
para harcamak zorunda kalacaktır.

4) Adayın bir programı (vaatleri) olamayacağına göre, yalnızca ve yalnızca nitelikleri
ön plana çıkacaktır. Kitlelere adayın dünya görgüsü, entelektüel düzeyi, hoşgörü üstünlüğü, kucaklayıcı özellikleri, sempatik tavırları, cana yakınlığı, gerektiğinde de pederşahi olabileceği vb. gibi nitelikleri anlatılacaktır ama sanırım geniş kitleleri
en çok devletin namusunu emanet edeceği kişinin kendi namusu ilgilendirir.

Kitlelere, rakibe oranla CHP adayının ne denli daha namuslu olduğu anlatılacaktır.
İster istemez bu seçimde kara propaganda (karşı tarafı kötüleme) ön plana geçecektir.
***
1991 seçimlerini Süleyman Demirel bir tek kelime ile kazandı: Hanedan!
Rahmetli Turgut Özal’ın bütün ailesini yolsuzlukla suçladı, başka hiçbir kavrama
itibar etmedi, yalnızca ve yalnızca “hanedan” söcüğünü yere göğe kazıdı ve
sonuca ulaştı.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimini CHP şöyle bir sloganla taçlandırabilir:

“Namusuna sahip çık!”

***

  • Eski Bakanların TBMM’de hayasızca yalan söyledikleri
    gün ışığına çıkmaya başladı. 

CHP fezlekeler hakkında halkı sürekli bilgilendirmeyi ve uyarmayı doğal ki, ilke edinmeli ama benim kendimce önemli bir uyarım var:

Ağustos ayında yolsuzlukla suçlanan eski bakanlar aday olmayacak,
büyük olasılıkla AKP’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan olacak!

Çok sıkışırsa RTE topu onların üzerine atar, “zaten ben anında istifalarını aldım” diyerek sıyırmaya çalışır.

Ağustos seçimlerine giden dönemde hedefte yalnızca bir ad olmalıdır: RTE!
Fezlekelerde suçlanan Bakanlar yalnızca bu amaca yönelik ara duraklardır.

***

Zaten RTE hali hazırda CHP’ye çok önemli kozlar vermiş durumda :

1) 17 Aralık günü Bilal oğlanla yaptığı “sıfırlama” konuşması! (Bu konuşma gerçektir, dublaj olma olasılığı sıfırdır, zaten böyle olduğunu kanıtlamak RTE’ye düşer.)

2) Eski Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın (mealen) “Ne yaptı isem Başbakan’ın bilgisi içinde yaptım” sözü çok önemlidir, çünkü yol göstericidir.

CHP İstanbul’da artık rezalete dönen inşaat projelerini lime lime etmek zorundadır. Bunun için CHP’den uzman bir ekip Çevre Bakanlığı ve İBB’deki inşaat izinlerini
teker teker irdelemek durumundadır. “Medya Havuzları” ile “İnşaat Havuzları” arasında doğrudan bağlantı vardır. Bağlantı, RTE üzerinden kurulmaktadır.

3) Wikileaks Belgelerinde yer alan “RTE’nin İsviçre’de 8 ayrı hesabı olduğuna ilişkin iddia!”

Bu savlar Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın Şubat 2012’de yayınladığı
“Sızıntı (Wikileaks’de Ünlü Türkler)” adlı kitapta yer aldı. Aradan 2 yıl 3 ay geçti.

i) ABD’nin Türkiye’deki Büyükelçisi’ne atfedilen iddiaları bugüne dek ABD makamları
ne yalanladı ne de iddia sahipleri hakkında herhangi bir işlem yaptı.

ii) RTE’nin kurduğu komisyon 2 yıl 3 aydır bir sonuca ulaşamadı.

İii) İşin en garabet tarafı; RTE’nin yetkisi olmasına karşın, hesapların var olmadığını
2 yıl 3 aydır İsviçre’deki Bankacılık Sistemine onaylatmamasıdır. Hâlbuki böyle bir iddia Deniz Baykal aleyhine ortaya atıldığında Baykal hem kendisinin hem de yakınlarının herhangi bir hesabının olmadığını İsviçre Bankacılık Sistemi’ne resmen onaylatmıştı.

***
Eğer CHP:

a) Yandaşları dışında 2. turda öbür partilere gönül verenlerden de oy alabilecek
bir aday bulur ve onun olumlu niteliklerini Örgüt üzerinden tüm Türkiye’ye
doğru tanıtırsa,

b) “Namusuna sahip çık” türü basit ama anlamlı bir sloganla RTE hakkında
yukarıda sıraladığım “Yolsuzluk İddiaları”nı lime lime ederek halka anlatabilirse Cumhurbaşkanı seçilmesine sekte vurabilir.

(YURT Gazetesi, 8.5.14, http://www.yurtgazetesi.com.tr/yazarlar/chp–ve-cumhurbaskani-secimi-makale,7902.html)

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

Yorumların dayandığı kaynaklar, yorumların hemen yanındadır.
Yorumların sahiplerini bilmiyorum.
Ancak söylenenlerin doğru olduğunu biliyorum.

Oraj POYRAZ 

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den Maaş alıyor!

Said-i Nursi müritliğiyle Erzurum’dan yola çıkan gezici vaiz Fethullah Gülen’i,
New York-Vatikan-Kudüs’e uçuran süpürgenin bir CIA imalatı olduğunu saptıyoruz.
Said-i Nursi, Yüzyılın başında İngiliz emperyalizminin İslam coğrafyasında
egemenlik kurmak için kurduğu Nakşibendî tarikatının bir şeyhiydi.

  • Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında işgalci güçlerle işbirliği nedeniyle
    mahkûm oldu,
  • Atatürk döneminde yasaklıydı ama Türkiye NATO’ya girdikten sonra
    Nur tarikatını kurdu.

ABD yönetimi, NATO vasıtasıyla, üye ülkelerde ve çevre ülkelerde “komünizmle mücadele” adı altında doğrudan kendisinin hükmettiği paralel örgütler kurdu.
1991 yılında İtalya’da bütün NATO üyesi ülkelerde kurulduğu açığa çıkan örgüte
Gladyo adı verildi. Oysa kendi kaynaklarında bu örgütlere “SüperNATO” adı veriliyor.
Türkiye’deki SüperNATO örgütlenmesi, istihbarat örgütleri içinden doğdu,
sonra Türkiye’nin bütün yönetimine egemen hale getirildi.

  • 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980′deki Amerikancı askeri darbeleri
    Türkiye’deki SüperNATO örgütü yaptı ve iktidara geldi.
  • Türkiye’deki parlamenter yapı da tümüyle SüperNATO’nun güdümüne girdi.

Fethullah Süper NATO’nun Çocuğu

Fethullah Gülen, bugün dört kıtada faaliyet yürüten şeriatçı örgütünün temelini, SüperNATO’nun ilk sivil örgütlenmelerinden olan Komünizmle Mücadele Derneği sayesinde atıyor. İlk şubesini 1954′te İzmir’de açan bu dernek, Türkiye’de şeriatçı sağcı militanların eğitim üssü. Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği’nin ikinci şubesini de memleketi Erzurum’da açtırdığını “Küçük Dünyam” isimli kitapta övünerek açıklıyor.

“Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne dek yalnızca İzmir’de vardı. İkincisi Erzurum’da bizim çabalarımızla açıldı. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.
Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençleri Caferiye Camii önünde topladık.
Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”
 (Latif Erdoğan, Küçük Dünyam, AD Yayınları, İstanbul, 1995, s. 78.)

Gülen, örgütünün inşasına Nurcu kamplarıyla başladı

Burada sahip olduğu en önemli araç, İzmir Kestanepazarı’nda kurduğu
“İmam Hatip ve İlahiyat’a Öğrenci Yetiştirme Derneği”ydi.
O sırada, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden yetişenler de
“komando kamplarını” kuruyordu.
İlginç olan, her iki kampın da aynı mekânlarda düzenlenmesidir.
Eğitmenleri de aynıdır; ABD’nin Türkiye’nin NATO üyeliği için koşul olarak kurdurduğu, parasını verdiği, eğitici yolladığı Gladyo.
Şeriatçı Nur şakirtlerinin de, faşist ideolojiyi takip eden “Komandolar”ın da
efendileri aynıdır: SüperNATO.

Belletmen olduğu Kestanepazarı yurdunda, gündüz yaramazlık yapanları akşam falakaya çeken Gülen’in bugün hükmettiği güç, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 1998 başında hazırlanan bir raporda şöyle sıralanmaktadır:

  • Yurtiçinde

    85 vakıf,
    18 dernek,
    89 özel okul,
    207 şirket,
    373 dershane,
    yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve
    biri İngilizce yayımlanan 14 dergi,
    15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi,
    ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo
    ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu;

    yurtdışında6 üniversite ve yüksekokul,
    236 lise,
    2 ilkokul,
    8 dil ve bilgisayar merkezi,
    6 üniversiteye hazırlık kursu ve
    21 öğrenci yurdu olmak üzere

    toplam 279 eğitim kuruluşu” bulunmaktadır.

(Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, syf. 4 ve 5.)

Amerikancı Liderler sayesinde Fethullah Gülen’in ABD ile kurduğu köprü hep işlektir.
Gülen, yükselişindeki büyük basamakları Amerikancı liderlere borçludur.
Örgütün kuruluşuna harç koyan, 1960′lı yıllarda dönemin uzun süre başbakanlık yapan Süleyman Demirel’dir.

Gülen, uluslararası ölçekte faaliyetini, ABD’nin Türkiye’de en güçlü olduğu yılda, 1980′de başlatmıştır. Devletin içindeki kaynakları o denli sağlamdır ki, askeri müdahale yapıldığı 12 Eylül’den bir gün sonra 13 Eylül 1980′de, hakkındaki operasyon emrini öğrenip kaçabilmiştir.

12 Eylül yönetimi, bir yandan aranıyor iken
O’nu Çanakkale Merkez Vaizliği’ne atamıştır.

12 Eylül döneminde örgütlenme faaliyetleri katlanarak devam etmiştir.
Gülen örgütüne sıçramayı yaptıran, 1986′da yakalanmışken O’nu İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı kuvvetlerinin elinden alan dönemin başbakanı Turgut Özal’dır.
Gülen, en büyük gelişmeyi, ABD vatandaşlığı ve CIA görevliliği Genelkurmay
Askeri Mahkemesi’nce soruşturulan Tansu Çiller’in başbakan olduğu 1993-97 arasında yaptı.

Gülen, Çiller iktidarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terfi ve tayinlerine bile müdahale edecek güce ulaşmıştı. Fethullah Gülen, bir orgeneralin kuvvet komutanı olarak atanmaması için hangi girişimlerde bulunduğunu bizzat kendisi 10 Ekim 1995′te
basın toplantısında açıklamıştı.

Reagan’ın Demokrasi Projesi ve Ulusal Demokrasi Vakfı

Fethullah Gülen örgütünün sıçrama yapmasıyla, ABD’nin dünyadaki etkinliğinin artması arasında bir paralellik bulunuyor.
Gülen örgütü, ABD’de Reagan iktidarında, Sovyetler’i çözmek amacıyla yürütülen
ve 1981′de resmileşen “Demokrasi” projesinin bir ürünü olarak serpiliyor.
Demokrasi projesi, 1970′li yıllarda, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği
Yeşil Kuşak politikasının bir üst aşamaya çıkarılmış hali.
ABD’nin Çelik Çekirdeği, bir yandan en katı Amerikancı askeri diktatörlükleri ayakta tutarken, bir yandan da örgütlediği CIA muhalefetine “insan hakları ve demokrasi” görevi veriyordu.

“İnsan hakları”ndan kasıt, tabii ki etnik, dinsel ve kültürel haklardı.

Dünyanın her yanını saran din ve mezhep savaşları, mikro milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla milyonların canına mal olan milli boğazlaşmalar, bu projenin eseridir.
Bu projeyi yürütmek için bir de örgüt kuruldu.

  • National Endowment for Democracy. (NED)
  • Yani Demokrasi Vakfı.

Kısa adıyla NED diye anılan vakfın, CIA’dan daha etkin bir örgüt olduğu
Newsweek dergisi tarafından teslim ediliyor.

ABD’nin “Project Democracy” si İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ın geliştirilmesi olarak piyasaya sürüldü.
Ilımlı İslam ideolojisiyle, hem “dinler arası diyalog” için zemin oluşturuluyordu,
hem de ABD’nin laiklik zemininde yükselen ulusal devletleri tahrip etmesinin aracı olarak işlev görüyordu.

“Ilımlı” sözcüğü, İslam fundemantalizminde bir ılımlılık değildi. Şeriatın koyu iktidarı için mücadele eden Ilımlı İslamcı örgütler, ABD yönetimine ve politikalarına karşı  “ılımlı” olmalıydı!

Pentagon tarafından İslam coğrafyasında “ılımlı İslam” hareketinin önderi olarak sayılan Gülen, kendi cemaatine ait Zaman gazetesinin 4 Eylül 1997 tarihli sayısında yayımlanan açıklamalarında, Batı ile ilişkiler hakkında şu değerlendirmeleri yaptı:

“İnanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez” (Zaman gazetesi, 4 Eylül 1997)

Gladyo’nun Rolü

Gülen örgütü, 12 Eylül Amerikancı askeri darbesinin “Türk İslam sentezi”ni
resmi kültür politikası olarak benimsediği, tarikatların”sivil toplum örgütü” olarak kutsandığı, yeşil sermayenin önünün dizginsiz açıldığı koşullarda gelişti.

Gülen örgütünün gelişmesi, yalnızca bu iklimin dolaysız sonucu değil.
Devlet içinde örgütlenen Amerikancı paralel devletin doğrudan bir müdahalesi var.
Gülen’in Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yakalanmasına karşın aynı gün serbest bırakılmasıyla, cezaevindeki ülkücü gençlerin gruplar halinde Fethullah Gülen örgütüne intisap etmeleri aynı döneme rastlıyor.

Gülen’in, Gladyo’nun tetikçileri Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’larla ilişkisi de 1980′li yılların sonunda örülüyor. 1980 öncesinde MHP’ye bağlı Ülkü Ocakları Derneği’nin Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı’nın 1996 yılında Türkiye’de
büyük yankılara yol açan bir trafik kazasında üst düzey bir emniyet mensubuyla birlikte ölmesiyle, Özel Harp Dairesi’nin yetiştirdiği Gladyo tetikçilerini kamuoyu önüne çıkarmıştı.

Gülen, bu yıllarda cezaevinde mağdur durumdaki sahipsiz ülkücülere
büyük maddi yardımlarda bulunuyor. Komünizmle Mücadele Derneği’yle
Fethullah Gülen’in ikinci kucaklaşması bu döneme denk düşüyor.
MHP’nin ikiye bölünmesi, Muhsin Yazıcıoğlu’ni kurmasında da Fethullah Gülen’in belirleyici rolü saptanıyor.

Büyük Birlik Partisi’nin militanları 1990 sonrasındaki bütün uluslararası etnik terör eylemlerinde rol alıyor: Bosna’da, Çeçenistan’da, Gürcistan’da, Azerbaycan’da, Keşmir’de ve Sincian’daki şeriatçı terör militanlarının kaynağı Büyük Birlik Partisi oluyor.

Moon Tarikatı ve Fethullah Gülen

Fethullah Gülen’in CIA ile ilişkilerini sürdürmede en önemli örtülerinden biri,
Dinlerarası Diyalog oldu. Bu örtü de bir ABD üretimi. 1950′lerden başlayarak
dünyanın efendiliğine soyunan ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için,
her kıtasal din içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi.
Bu tarikatların hepsinin söylemi aynı: Dinlerarası diyalog.

CIA denetiminde yürütülen bu faaliyetin ilk başarılı örneği Moon tarikatı.
1951′de Kore’yi işgal eden ABD, Güney Kore’yi sömürgeleştirirken
bir de Hıristiyan tarikatı kurdu ve

  • Güney Kore nüfusunun % 40′ı Budistlikten vazgeçip Hıristiyan oldu. 

Bu başarıdaki en önemli pay, bilinen adıyla Moon tarikatının.
Resmi adıyla anarsak; Birleştirme Kilisesi.

CIA’nın kurduğu Kore CIA’nın Washington temsilcisi Albay Bo Hi Pak da,
Moon tarikatının en güçlü adı. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Ligi’ni örgütledi. Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri de,
Dünya Anti Komünist Ligi’nin uzantıları.

Moon tarikatı, 1978′de, ABD’de bir Kongre soruşturmasına uğradıysa da
etkisini yitirmedi. Reagan döneminde Irangate skandalında boy gösterdiğini görüyoruz.
George W. Bush iktidarında Moon tarikatının sahibi olduğu Washington Times gazetesi, neo-konservatizm ve ABD saldırganlığının başlıca araçlarından biri oldu.

Fethullah Gülen’in Türkiye’de yayınlanan Zaman gazetesi ile Washington Times arasında sıkı işbirliği artarak sürüyor.

İsrail ile İlişkinin Ayırt Ediciliği

  • Moon tarikatının, Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerle,
    İsrail üzerinden kurduğu uyuşturucu ve terör bağı dikkat çekici.

Fethullah Gülen’in İsrail ile yakın ilişkisi de O’nun en ayırt edici özelliği.
Körfez Savaşı’nda, Irak yönetiminin İsrail’e attığı Scud füzesi üzerine İstanbul’da verdiği vaaz ve döktüğü göz yaşları ve ettiği bedduaların kaseti, İslamcılar tarafından
elden ele dolaştırılıyor.

İsrail ile ilişki, ABD açısından kilit öneme sahip.

Graham Fuller’in İslamcı hareketi konu alan Kuşatılanlar kitabında, İslamcı hareketlerin Batı ile entegrasyon için yapması gerekenlerin başında İsrail ile iyi ilişki geliyor.
(G. Fuller, I.O. Lesser, Kuşatılanlar, Sabah Kitapları, İstanbul, 1996, syf.126.)

Gülen’in İslamcı kitleleri kendisinden soğutma tehlikesine karşın, Kudüs Başhahamı ile yakın ilişkisi ve Fethullahçıların işadamları derneği İŞHAD’ın İsrail’le bağları,
bu politikanın gereği olarak kuruluyor.

“Abramowitz’le Beni Kasım Gülek Tanıştırdı”

Moon tarikatı ile Fethullah Örgütü arasındaki bağ, hedef benzerliğinden ibaret değil.
Organik ilişki var. Moon tarikatının Türkiye halifesi, Cumhuriyet Halk Partisi eski
Genel Sekreterlerinden Kasım Gülek ile Fethullah Gülen’in dostluğu artık saklanmıyor Gülen’in reklamını değişik yayın organlarında yapan yazar Hulusi Turgut,
21 Ocak 1998 tarihli Yeni Yüzyıl’da bu ilişkiyi şöyle anlatıyor:

“Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu.
Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü.
Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı.
Fethullah Gülen’e sorduk:

‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’
Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı.
Yani Pentagon’la irtibatları vardı.
Eğer kendisine değişik patformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa
‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir”
(Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)

Gülen, 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde bu ilişkiyi şöyle açıklıyor:
“ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di.
O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı.
Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı.
O’nun vasıtasıyla gıyaben O’nu tanıyorduk…

Türkiye, şimdiye dek çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır.
Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim.
Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim” (Zaman gazetesi, 1 Eylül 1997)

Gülen, 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in, Pentagon’da albay olarak görev yapan, sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı aracılığıyla Pentagon ve CIA yönetimi ile ilişkiye geçtiğini de anlatıyor.

Moon tarikatı ile Fethullah Gülen’i birleştiren bir başka ad; Gladyo’nun tetikçisi
Abdullah Çatlı. Çatlı, 1981 yılında Dünya Anti Komünist Ligi’nin toplantısına katılıyor.
1992′de Gülen’i ABD’de havaalanında karşılayan da Abdullah Çatlı.

====================================

Dostlar,

Sayın Oraj Poyraz‘a bu önemli yazı için teşekkür ederiz..

Türkiye’nin bu iğrenç ilişkileri tasfiye etmesi, saydam bir demokratik rejim olması gerek.
Temel insan hak ve özgürlükleri ekseninde,
Kemalist bir çağdaşlaşma ideolojisiyle..

İlk adım ise NATO’dan çekilmek..

Sevgi ve saygı ile.
3 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Uğur Dündar: Ürkütücü gerçeği açıklıyorum!


Ürkütücü gerçeği açıklıyorum!

portresi


Uğur Dündar
SÖZCÜ
, 21.12.13

 


“Bü­yük Rüş­ve­t” ope­ras­yo­nu
y­la il­gi­li bir ha­ber,
ha­fı­zam­da­ki ka­yıt­la­rı bir­den can­lan­dı­rı­ver­di.
80’li yıl­la­rın ikin­ci ya­rı­sı…

O yıl­lar­da al­tın it­ha­la­tı­nın ser­best ol­ma­ma­sı­na kar­şın,
Ka­pa­lı­çar­şı­’da kül­çe kül­çe al­tın sa­tı­lı­yor.

Ara­da bir ope­ras­yon ya­pıl­dı­ğın­da da bu kül­çe­le­rin, va­tan­da­şın yas­tık al­tın­da­ki al­tın­la­rı­nın eri­til­me­siy­le üre­til­di­ği söy­le­ni­yor. Oy­sa ger­çek çok fark­lı:

Tür­ki­ye üze­rin­den Ba­tı­’ya gi­den uyuş­tu­ru­cu pa­ra­ları­ ­İsviçre­’de
top­la­nı­yor, dö­viz ve al­tı­na çev­ri­le­rek ak­la­nı­yor!
Dö­viz­ler
ha­ya­li ih­ra­ca­tın kar­şı­lı­ğı ola­rak res­mi yol­dan,
ya­ni ban­ka­lar ka­na­lıy­la Tür­ki­ye­’ye in­di­ri­li­yor.

Al­tın­lar ise, Zü­ri­h’­ten kal­kan uçak­lar­la ön­ce Bul­ga­ris­ta­n’­a, ora­dan­da da
İs­tan­bu­l’­a gi­den oto­büs­le­rin zu­la­la­rı­na (giz­li böl­me) yer­leş­ti­ri­le­rek,
Ka­pa­lı­çar­şı­’ya gön­de­ri­li­yor.

Dö­viz ve al­tın tra­fi­ği­ni, İs­viç­re­’de ya­şa­yan Lüb­nan asıl­lı Mu­ham­med Şe­ker­ci­’ye ait Scha­kar­go şir­ke­ti, bu ül­ke­de­ki Türk dö­viz ve al­tın ka­çak­çı­la­rıy­la iş­bir­li­ği ha­lin­de
yü­rü­tü­yor.

Bu ün­lü Türk­ler­den bi­ri de, “Ber­ber Ya­şa­r” la­kap­lı Ya­şar Ak­türk.

Dö­ne­min dü­rüst­lü­ğüy­le ün­lü Ma­li Po­lis Mü­dü­rü Sa­det­tin Tan­ta­n’­dan
al­dı­ğım bil­gi­ler­le ha­re­ke­te ge­çi­yor ve ka­me­ra eki­biy­le bir­lik­te İs­viç­re­’ye
uçu­yo­ruz.

O yıl­lar­da ça­lış­tı­ğım Hür­ri­yet ga­ze­te­si­nin İs­viç­re tem­sil­ci­si Er­dinç
Is­par­ta­lı­‘nın unu­tul­maz kat­kı­la­rıy­la Zü­rih-Sof­ya-İstan­bul üç­ge­nin­de­ki
ka­ran­lık tra­fi­ğin pe­şi­ne dü­şü­yo­ruz.

Scha­kar­go­’nun önün­de çe­kim ya­par­ken gö­zal­tı­na alın­ma­mı­za rağ­men,
Zü­ri­h’­ten Sof­ya­’ya gi­den uça­ğa al­tın ko­li­le­ri­nin yük­le­ni­şi­ne ka­dar,
tüm tra­fi­ği gö­rün­tü­le­me­yi ba­şa­rı­yo­ruz.

Ha­ber­le­ri­miz Hür­ri­ye­t’­e man­şet olu­yor, TRT te­le­viz­yo­nun­da ya­yın­la­nan
“O­la­y” prog­ra­mı­mız da, adı gi­bi olay ya­ra­tı­yor.
İs­viç­re ba­sı­nının da ha­re­ke­te geç­me­siy­le, ge­le­ce­ğin Cum­hur­baş­ka­nı ola­rak gös­te­ri­len Ada­let Ba­ka­nı Eli­za­beth Kopp, eşi­nin Scha­kar­go ile iliş­ki­si
ne­de­niy­le is­ti­fa et­mek zo­run­da ka­lı­yor.

Tür­ki­ye­’de ise Ad­nan Kah­ve­ci­’nin öne­ri­siy­le Baş­ba­kan Turgut Özal
ra­di­kal ka­rar­lar alı­yor, kam­bi­yo re­ji­mi­ni de­ğiş­ti­re­rek, al­tın it­ha­la­tı­nı
ser­best bı­ra­kı­yor.

Böy­le­ce İs­viç­re­’yi me­kan edi­nen Türk al­tın ve dö­viz ka­çak­çı­la­rı da bi­rer bi­rer mem­le­ke­te dön­mek zo­run­da ka­lı­yor. Ba­zı­la­rı emek­li olup kö­şe­le­ri­ne çe­ki­li­yor, bir bö­lü­mü de iş­le­ri­ni ya­sal çer­çe­ve­de de­vam et­ti­ri­yor.

* * *

“Ber­be­r” Ya­şar Ak­türk, “Bü­yük Rüş­ve­t” ope­ras­yo­nu­nun ta­pe­le­rin­de
yıl­lar son­ra tek­rar kar­şı­mı­za çı­kı­yor.

İd­di­aya gö­re, ope­ras­yo­nun bir nu­ma­ra­lı şüp­he­li­si olan Rı­za Sar­ra­f’­ı (Re­za Zar­rab) ba­kan­lar­dan bi­riy­le, geç­mi­şin bü­yük al­tın ve dö­viz ka­çak­çı­la­rın­dan Ak­türk ta­nış­tı­rı­yor. Ko­nuş­ma­lar­dan Ak­tür­k’­ün Sar­ra­f’­ı çok ya­kın­dan ta­nı­dı­ğı an­la­şı­lı­yor.

De­di­ğim gi­bi Rı­za Sar­raf, bu ope­ras­yo­nun ki­lit is­mi.
Ön­ce­ki ak­şam Halk TV’­de­ki Hal­k Are­na­sı­’n­da açık­la­dı­ğım bel­ge­de­ki id­di­aya gö­re Sar­raf, du­dak uçuk­la­ta­cak, hat­ta eko­no­mi­yi sar­sa­cak bo­yut­lar­da
ka­ra pa­ra ak­la­ma ve al­tın işi ya­pı­yor.

Sar­ra­f’­ı ya­kın­dan ta­nı­yan bi­ri, yak­la­şık bir yıl ön­ce, ka­ra pa­ra tra­fi­ği­nin
bo­yu­tu­nun 87 mil­yar do­la­rı bul­du­ğu­nu dev­le­tin en üst ma­kam­la­rı­na
ih­bar edi­yor.

İh­ba­rı ya­pan ki­şi, bu tra­fik­te dev­re­ye gi­ren ba­zı ban­ka şu­be­le­ri­nin,
pa­ra­van şir­ket­le­rin isim­le­ri­ni ve­ri­yor, ban­ka he­sap nu­ma­ra­la­rı­na ka­dar
ay­rın­tı­lı bil­gi su­nu­yor.

İh­bar üze­ri­ne Ma­li­ye Ba­kan­lı­ğı­’nın baş­lat­tı­ğı in­ce­le­me, ha­len sü­rü­yor.

“Bü­yük Rüş­ve­t” ope­ras­yo­nun­dan med­ya­ya yan­sı­yan ha­ber­ler, Sar­ra­f’­ın
ka­ran­lık iş­le­ri­ni ba­zı yet­ki­li­le­re rüş­vet ve­re­rek yü­rüt­tü­ğü, Tür­ki­ye­’nin İra­n’­dan al­dı­ğı do­ğal­ga­zın pa­ra­sı­nın da, Du­ba­i üze­rin­den al­tın ola­rak ulaş­tı­rıl­ma­sı­nı üst­len­di­ği an­la­şı­lı­yor.

Du­ba­i’­de ise kar­şı­mı­za bil­dik bir isim, Mu­ham­med Şe­ker­ci çı­kı­yor.

İs­viç­re­’nin ka­ra pa­ra ak­la­ma yol­la­rı­nı tı­ka­ya­rak, ban­ka­cı­lık iş­lem­le­ri­ni
şef­faf­laş­tır­ma­sın­dan son­ra, Mu­ham­med Şe­ker­ci­’nin de iş­le­ri­ni Du­ba­i’­ye
ak­tar­dı­ğı ve çok bü­yük bir al­tın ra­fi­ne­ri­si kur­du­ğu bi­li­ni­yor.

* * *

Sev­gi­li okur­la­rım.

Ka­mu­oyu şim­di­lik ka­ra pa­ra tra­fi­ği buz­da­ğı­nın sa­de­ce ucu­nu
gö­re­bi­li­yor.

Muh­bi­rin 87 mil­yar do­lar, CHP’­nin yol­suz­luk­lar­la mü­ca­de­le­de sim­ge­le­şen
is­mi, İs­tan­bul Mil­let­ve­ki­li Ay­kut Er­doğ­du­’nun da 70-75 mil­yar Eu­ro ol­du­ğu­nu öne sür­dü­ğü

  • ka­ra pa­ra ve al­tın tra­fi­ği, eko­no­mi­yi sar­sa­bi­le­cek bo­yu­ta ulaş­mış
    bu­lu­nu­yor.

Ay­rı­ca “Tür­ki­ye­’nin öde­me­ler bi­lan­ço­sun­da­ki ra­kam­lar ger­çe­ği
yan­sıt­mı­yor mu?” so­ru­su­nu da gün­de­me ge­ti­ri­yor.
Bu ne­den­le sa­de­ce ik­ti­da­rı de­ğil, ma­ale­sef ül­ke­mi­zi de dün­ya önün­de çok zor du­rum­da bı­ra­kı­yor.

Bu­nu bi­lip ne­ler ya­şa­na­bi­le­ce­ği­ni tah­min et­mek, yak­la­şık ya­rım asır­lık
mes­lek ha­ya­tım­da ina­nın be­ni ilk kez ür­kü­tü­yor.

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

Raylı Sistem mi, Karayolu mu?

Dostlar,

Sn. Prof.Dr.D. Ali Ercan nükleer fizik uzmanıdır. Enerji, ulaştırma, çevre politikalarıyla yakında ilgilidir..

İyi bir matematikçi olarak seçim aritmetiği ve güvenliği ile de..

ADD Bilim Kurulu Başkanı olarak doğalllıkla, ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ – KEMALİZM ile ilgili birikimi de engindir..

Bu konularda çok sayıda yazısını sitemizde okuyabilirsiniz.

Bu yazısında ulaştırma ekonomisini irdelemekte..

Türkiye neden karayolları batağına sokuldu??

Niçin demiryolları bilerek ve isteyerek geliştirilmedi??

Haritaya bakıldığında gelişmiş ülkelerin ne denli yaygın demiryolu ağı sahibi olduğu imrenilerek izleniyor..

Ve Türkiye,
KANYOLLARINDA HER YIL YAKLAŞIK ON BİN İNSANINI KURBAN VERİYOR!

Siz hala “karayolu” mu diyorsunuz??

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 26.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Raylı Sistem mi, Karayolu mu?

Portresi_gulumseyen

Prof.Dr. Ali Ercan
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı

Demiryolu_agi_Avrupa
Avrupa Ülkelerinde raylı sistem (demiryolu) haritası

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?...

– Türkiye’de Devlet politikası olarak, demiryolu yerine karayolu taşımacılığının tercih edilişinin, ABD Marshall yardımının bir koşulu (kriteri) olduğunu,

– İstanbul-Ankara arasında elektrikli tren projesinin 1959 yılında hazırlandığını,

– 1976 yılında Demirel tarafından 411 km olarak ihalesi yapılan Ankara-İstanbul hızlı tren hattının % 40’ının tamamlandığını, ancak bunun bitirilmesinin engellendiğini, hatta Dönemin başbakanı tarafından (M. Yılmaz) “bu hattı tamamlayamayacağız” diye bir açıklama yapıldığını,

– 8 Haziran 2003’te dönemin Hükümetinin Ankara-İstanbul hızlı tren hattını tamamlamak yerine, Abdülhamit zamanından kalan 725 km’lik hattı modernize edecek şekilde Alarko ile ortak İspanyol şirketiyle bir anlaşma imzaladığını,

– Bu hattın Ankara-Eskişehir arası için 600 milyon dolarlık bir harcama yapılacağını ve bu projenin hızlı tren ile bir ilgisi olmadığını, aksine hızlı treni engellemek için bir aldatmaca olduğunu,

Atatürk zamanında 4075 km demir yolu yapıldığını,
bundan sonraki 65 yılda ise yalnızca 1510 km demiryolu yapılabildiğini,
1950 yılında %50 oranında olan demiryolu taşımacılığının, 2003 yılında
%5’e düştüğünü,

– Tokyo’da yüksek hızlı trenlerin (>200 km/h) 1964’te çalışmaya başladığını ve bugüne dek bu trenlerin hiç kaza yapmadığını,

– ABD, Fransa ve Japonya’da 450 km/s hız yapan trenlerin havayolu taşımacılığı ile rekabet ettiklerini, 600 km/s hız yapan elektrikli trenlerin artık kullanılmaya başlandığını, 800 km/s hız yapan elektrikli trenlerin ise deneme aşamasında olduğunu,

Taşımacılığını %95 oranında karayolu ile yapan Türkiye ‘nin,

    kaza sayısında 195 ülke arasında 12.

olduğunu,

Türkiye’de yılda ~10 bin kişinin karayollarındaki trafik kazalarında öldüğünü,

– Türkiye’de % 7’si trenle yapılan taşımacılığın, elektrikli trenle %30’a çıkarılması durumunda, yıllık 36 milyar $ tasarruf edileceğini, (Prof.Dr. Atıf Ural),

– Son hükümetin (AKP) acil eylem planında söz konusu olan 15 bin km yolun, yapılabilirlik (fizibilite) çalışmasının, jeolojik ve jeofizik etütlerinin, şehir içi geçiş planlarının, bilimsel değerlendirmesinin olmadığını, (Prof.Dr. Atıf Ural),

Tarsus-Adana-Gaziantep arasında yapılan yolun, keşif bedelinin, 360 milyon $, keşif uzunluğunun 243 km, öngörülen bitiş tarihinin 1991 yılı olduğunu, ancak bu yolun (258 km) 2001 yılında 4,2 milyar dolara bitirildiğini (Prof. Dr. İlyas Yılmazer),

– Otoyolların geçtiği alanların, on kilometre sağ ve on kilometre solunun, kirlilik nedeniyle tarım alanı olmaktan çıktığını, Türkiye’nin en verimli ovalarından biri olan İzmir Menemen ovasının ortasından, otoyol geçirmek için proje hazırlandığını, otoyolun ovanın 4 bin dönüm arazisini yok edeceğini,

– Menemen Ovasının içinden geçen karayolları kenarlarındaki bağlardan ihraç edilen üzümlerin, zararlı madde bulunduruyor olmaları nedeniyle iade edildiğini,

– Otoyolların verimli ovalar içinden geçirilmesinin Türk tarımını yok etmek planının bir parçası olduğunu,

– Yüksek hızlı demir yolunun km maliyetinin 1,4 milyon dolar, ömrünün 30 yıl, bölünmüş kara yolun km maliyetinin 1,5 milyon dolar, ömrünün 15 yıl olduğunu (Prof. Dr. İlyas Yılmazer),

Bolu tünelinin Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde olduğunu,

– Türkiye’de Almanya’dakinden daha fazla sayıda otobüs ve kamyon bulunduğunu,

– Avrupa ülkelerinde, elektrikli trenle yük taşımacılığının en düşük olduğu ülkede, bu oranın % 60, yolcu taşımacılığında ise en düşük oranın ~ % 80 olduğunu,

– 1 km karayoluna yapılacak harcama ile ~5 km demiryolu yapılabileceğini,

– Karayolunda taşınan yükün, demiryolunda ~5 kat daha ucuza taşındığını,

– Demiryolu ulaşımının, komünist ülkelerin tercihi olduğunu öne süren Turgut Özal‘ın, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yaptığını,

– Gaziantep-Adana arasında 4 milyar dolara yapılan otoyolun, günde 30 bin araç trafiği için ekonomik olduğunu, ancak bu yolda günde sadece 3 bin araç trafiği olduğunu,

– İstanbul-Ankara arasını 3 saat, Ankara-Mersin arasını da 3 saatte alacak olan bir demiryolu yapılsa bunun maliyetinin 4 milyar $ olacağını,

– Ülkemizde, denizyolunun yük taşımacılığındaki payının % 0,3 olduğunu,
300 milyar $ olan dünya deniz taşımacılığından, Yunanistan 60 milyar $ pay alırken, bizim ise 2,5 milyar $ bile pay alamadığımızı,

– Eğitim – Enerji – Ekoloji – Ekonomi ve Erişim (ulaşım + iletişim) gibi
5 temel E-politikaları yanlış olan bir ülkenin kalkınamayacağını,

BİLİYOR MUYDUNUZ???

Kuzey Kürdistan Neresi?

Dostlar,

CHP Uşak milletvekili Sayın Av. Dilek Akagün Yılmaz’dan,
Başbakan Erdoğan’a zıpkın gibi soru :

  • Kuzey Kürdistan Neresi ????

Evet Başbakan R.T. Erdoğan
Net, kıvırmadan yanıtlar bekliyoruz..
Hem de gecikmeden, oyalamadan..
Demokrasi bu işte..
Saydam (şeffaf) olacaksınız, hesap verebilir  – hesap sorulabilir olacaksınız.

Turgut Özal gibi hesabı mahkeme-i kübraya havale etmeyeceksiniz, edemeyeceksiniz.
Önce bana, yurttaş olarak hesap verceksiniz..

Teşekkürler yurtsever ve yürekli milletvekili Sayın Av. Dilek Akagün Yılmaz!

Sevgi ve saygı ile.
28.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

Kuzey Kürdistan Neresi                        ??????

CHP Uşak milletvekili Av. Dilek Akagün Yılmaz, Başbakan Erdoğan’a
15-16 Haziran 2013 günlerinde yapılan
“Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı”nı sordu.

Toplantıda;

– “Kürdistan halklarının kendi tercihleriyle (özerklik-federasyon-bağımsızlık gibi) statülerini belirleme hakkına sahip olduğu,

– Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması,

– Anadilde eğitim ve Kürtçenin resmi dil olarak kabulü
,
anayasal güvence altına alınması,

Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanması,

PKK‘nın terör örgütleri listesinden çıkarılması

kararlarının alındığını hatırlatan Yılmaz, Erdoğan’a şunları sordu:

1)Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ndan sonra yayınlanan sonuç bildirgesinde belirtildiği gibi ülkemizde “Kuzey Kürdistan” olarak nitelendirilen ayrı bir bölge mi oluşturulmuştur? Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak böyle bir bölgenin
fiili olarak oluşturulmasına onay veriyor musunuz?

2)Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. maddesinde belirtilen

Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.

ilkesini açıkça ihlal ederek bu bölgeyi fiili olarak kurup Anayasal bir suç işleyen bu kişi, kurum veya örgütler ile ilgili yasal işlem başlatılmış mıdır?

3)Söz konusu konferansta dile getirilen

“Kürtçenin resmi dil olarak tanınması,
anadilde eğitim,
Abdullah Öcalan’ın tahliyesi ve
PKK’nın terör örgütü listesinden çıkarılması..

gibi talepleri hükümet olarak yerine getirmeyi düşünüyor musunuz?

4)BDP’nin, “Çözüm Süreci”nin 2. aşamasına geçildiğini söylediği bu günlerde hükümetinize verdiği bilinen 25 maddelik Demokratikleşme Paketi’ni neden açıklamıyorsunuz?

Halktan gizlediğiniz nedir?

5)Taksim’de gezi parkı eylemleri sırasında terörist Öcalan’ın posterlerini indirttiğinizi övünerek söylemektesiniz, ancak Diyarbakır’da Öcalan’ın isteği ile yapılan ve ülkenin
bir bölgesinin bölünmesinin ve Öcalan’ın tahliyesinin talep edildiği bu toplantıya karşı
neden sessiz kalıyorsunuz?

6)Ülkemizde bir ortaçağ kurumu olan toprak ağalığının yoksul Kürt köylüsünün temel sorunu olması nedeniyle ortadan kaldırılması, ekonomik kalkınma ve ülkemizin gerçekten demokratikleştirilmesi yerine, sadece gerici ve bölücü yaklaşımlarla
Kürt vatandaşlarımızın sorununun çözülebileceğine inanıyor musunuz?

Odatv.com,  27 HAZIRAN 2013

‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’

Dostlar,
Yurtsever Jandarma Genel Komutanımız Şehir Org. Eşref BİTLİS,
oğlu Tarık Bitlis‘in anlatımına göre ve İTÜ Bilirkişi raporlarına göre,
uçağına sabotajla alçakça öldürüldü.
Tarık Bitlis, cinayetten ABD’yi sorumlu tutuyor..
İçimiz acıyor; Türkiye Cumhuriyeti bu onur kırıcı cinayetin üstüne gidemedi..
Ve bu gün cinayet 20. yılını tamamlayarak zaman aşımına girdi..
Türkiye neden böyle zaaf içinde oluyor, ulusal onurumuz inciniyor, gururumuz kırılıyor..
Bu zaman aşımı sorunu yasa ile kaldırılmalı ve iğrenç cinayet aydınlatılmalı..
Yurtsever Jandarma Genel Komutanımız Şehir Org. Eşref BİTLİS‘i şükran ve özlemle anıyoruz..
Esref_Bitlis
Sevgi ve saygıyla.
17.2.13, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
=========================================
‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’

Zaman aşımının dolmasına günler kala, oğul Bitlis konuştu

Açıklama: ‘BABAM EŞREF BİTLİS’İ ABD ÖLDÜRDÜ’
Orgeneral Eşref Bitlis, MİT’in (SÖZDE) Ümraniye şemasında 2. sıraya yerleştirildi.
Oğlu Tarık Bitlis ise aynı soruşturmada araştırıldı.

Gözaltına alınan çalışma arkadaşlarına Tarık Bitlis’in ilişkileri soruldu.
ABD’li Çekiç Güç’ün PKK’ya desteğini “Kod adı Kale” raporuyla belgeleyen ve
17 Şubat 1993’te uçağına sabotaj düzenlenerek şehit edilen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis‘in oğlu Tarık Bitlis’le babasının ölümünün 20. yılında buluştuk.
Tarık Bitlis babasını kaybettiğinde 36 yaşındaydı.
Şimdi ise 56…
Aradan geçen yıllara karşın hiçbir şeyin değişmediğini söyleyen Bitlis “Bugünü karartan bir sistem geçmişi zaten aydınlatamaz.” diyor.

MİT İLGİLENMEDİ BİLE

Bitlis, MİT’in suikaste ilişkin hiçbir yazısı olmadığını ama aynı MİT’in Eşref Bitlis’i (SÖZDE) Ümraniye şemasının ikinci sırasına koyduğunu anlatıyor.
2008’de çevresindeki çalışanların (SÖZDE) Ümraniye soruşturması kapsamında gözaltına alındığını Bitlis ilk kez Aydınlık’a açıklıyor:

“Bir şey bulsalardı beni de Ergenekon için çağıracaklardı”

Tarık Bitlis’in açıklamaları şöyle:
Aydınlık:
Suikaste ilişkin kapsamlı bir araştırma yapılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
T.B.:
Bugüne kadar 20 sene boyunca konuyla ilgili 5 kitap yazıldı.
Her kafadan bir ses çıktı.
Ortada bir delil falan yok.
İşin tuhaf yanı bunun suikast olduğu söyleyenler olayı gazeteden okuduklarını söylüyorlar.
Buna Cumhuriyet Savcısı da dahil…
Emniyet ve MİT bu konuyla ilgili tek satır yazı yazmamış.
Arkasından zamanın MİT yetkilisi Mehmet Eymür ‘Benim haberim yok’ diyor.
Bir MİT yetkilisinin böyle bir konudan haberi yoksa adama gülerler.
Gülmüyorlarsa birinin çıkıp 93 yılında MİT’in işlerini sorgulaması lazım.
Bir şeyi araştırmak demek illa ki sonucunu bulmak değildir.
Araştırdığınızda şu yargıya varmanız lazım;
Failini bulamadık.
Mehmet Eymür görevini yapmamış.
Hiçbir mekanizma üzerine düşeni yapmamış, ya da saklıyor.

Eşref Bitlis suikast öncesinde tehdit alıyor muydu?

Sizin şahit olduğunuz bir olay var mı?
Aile içinde bir konuşma olmadı.
Pratikte bu tehdit Amerika tarafından zaten yapılmış.
Bir insanı eğer dünyanın en büyük gücü tehdit ediyorsa bunun ötesinde bir şey yoktur.
Olan bir tehdidin soruşturması bile yapılmamış.
Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetleri ABD’ye ne yapmış?
Peki yaptığı çalışmalar nedeniyle Genelkurmay’dan uyarı alıyor muydu?
Hayır, söz konusu değil.
Kendisi hayatının her döneminde yasalar üzerinden çalışmış bir kişiydi.
Prosedür gereği hazırladığı rapor önce Genelkurmay’a sunuluyor.
Buradaki rahatsızlık Cumhurbaşkanı’na yansıyor.
Raporun başında da babam ‘Telefonda görüştüğümüz ve verdiğiniz emir üzerine
size de ulaştırıyorum’ diyor.
El altından vermek sözkonusu değil.

“ÖZAL ABD POLİTİKALARINI UYGULUYORDU”

‘Eşref Bitlis, Turgut Özal’la beraber Kürt sorununu çözecekti‘ deniyor.
Hatta ölümlerinin bağlantılı olduğu iddia ediliyor.
Sizce benimsedikleri politika aynı mıydı?
Eşref Bitlis ‘Amerikalıların faaliyetleri bu’ diyor.
Bu sırada Turgut Özal ne diyor?
Turgut Özal, Amerika’nın politikasının bölgede gerçekleşmesi konusunda tavır sergiliyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin başlangıcından beri uygulanan şeyleri yapmaya çalışıyor.
Eşref Bitlis’in raporunda bahsedilen tüm hususlar sonradan Türkiye’nin başına bela oldu.
‘Özal’la aynı görüşteydiler’ polemiği yanlış.
Görüş diye bir şey yok.
Eşref Bitlis tespit yapıyor.
Suikastın yaşandığı dönemde şüpheli olaylar yaşandı mı?
Bu detaylara ilgili merciler cevap vermek zorunda.
Yıllardır karargâha biri gelmiş deniyor.
Bana bir resmî kayıt gösterin.
Geçmişte de bugün de kurumların bu gibi konularda yaptığı araştırmalar beni vatandaş olarak tatmin etmiyor.

“BUGÜNÜ KARARTAN GEÇMİŞİ AYDINLATAMAZ”

AKP’nin ‘faili meçhulleri aydınlatacağız‘ söylemi sizce samimi mi?
AKP, CHP, BDP siyasi mekanizmalar.
Bu siyasi mekanizmaların şu anki konumu bu tür olaylarla yüzleşecek güçte değil.
Siz eğer geçmişi aydınlatmak için verdiğiniz çabada samimiyseniz sorarlar;
bugün ne yapıyorsunuz?
Düşen iki jet hakkında, Uludere konusunda hala susuluyorsa, bu bugünü karartmaktır.
Bugünü karartan bir sistem geçmişi zaten aydınlatamaz.
Gerçeğin ortaya çıkacağına ilişkin umudunuz var mı?
Eşref Bitlis’in faillerini bulunduğunu farz et.
Türkiye bunu dünyaya ilan edecek konumda mı?

‘Jandarma Genel Komutanı’mızı ABD öldürdü’ diyebilir mi?

ABD Adana konsolosunu sorgulayabilir misin?
Türkiye’nin yüzleşecek gücü yoktur.
Bunun ilacı bağımsızlıktır.
Bağımsız ülkeler kendi sorunlarla mücadele edebilirler.
Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana verilen mücadelenin devam ettiğini görüyoruz.
20 yıl önce rastlantıyla sağda solda çıktığında ayağa kalktığımız o haritaların şimdi gerçekleşme dönemindeyiz.
Bu anlamda vatansever herkesin Eşref Bitlis olayı hakkında bakış açısı geliştirmesi gerekir.
Bence gerçeğin zaman aşımı yoktur.
Gerçek hep bir yerde durur.

“TÜRK HALKI ONU DA ÇUVALI DA UNUTMADI”

Kamuoyunun %99’u bunun suikast olduğuna inanıyor.
Bana bir olay göster ki halkın %99’u hemfikir olsun, sağcısı da solcusu da.
Bu, bir generalin muvazzafken böyle bir raporun altına imza atabilmesinden kaynaklanıyor.
Türk halkının bunu unutmadı.
Kafaya çuval geçti.
Türk halkı bunu unutmayacak.
Milliyetçilikle alakası yok.
Halkın ana damar noktaları var.
Her ne kadar umutsuz gibi yaşasak da, en büyük umut bağımsızlığa karşı halkın gerektiği zaman verebileceği mücadele.
Eşref Bitlis olayı bu anlamda bir ışıktır.
Bu halk unutmuyor.
Darbe yaptığı apaçık ortada olan kişiler tutuksuz yargılanırken, darbe yapmaya teşebbüs suçlamasıyla komutanlar tutuklu yargılandı ve ceza aldı.

Balyoz davası konusunda ne düşünüyorsunuz?

Darbeleri sorgularken şuna bakmak lazım;
bütün darbeler, 27 Mayıs dışında, emir komuta zincirinde yapılmıştır.
Hazırlıkları da dahil.
Kenan Evren‘i yargılarken bu kriteri alıyorsun.
Bu döneme geldiğinde yine aynı yöntemi kullanman lazım.
O zaman en üsttekine Genelkurmay Başkanlığı’na sor.
Sen astsubayla, yüzbaşıyla niye uğraşıyorsun?
Genelkurmay Başkanı itiraf ediyor ‘benim altımdaki kadrolar bunu yapıyorlardı’ diye.
O zaman sorarsın ‘Sen ne iş yapıyordun o sırada?’
Örgüt diyorsun.
Örgütün başı binbaşı, kıçı general olmaz ki.

“ÖZEL KASASI AÇILIRKEN ORADAYDIM”

Eşref Bitlis’in özel bir el yazısı mektubu ya da notu var mı size?
Rahmetli el yazısıyla hayatı boyunca iki sayfa not tutmamış herhalde.
Çalışma odasına girdik.
Bir hatıra olsun diye baktım.
Bir tek satır yok.
Babamı evde çalışırken görmedim.
Karargahtaki odasından size gelen oldu mu?
Oldu.
Bir çuval fiş geldi.
Resmi görevli olarak gittiği yerlerde içtiği çaydan, yediği simide kadar aldığı fişler.
Odasında bir kasa vardı.
Anahtarı kayboldu kazada.
Beni çağırdılar.
Kaynakla açacaklar.
Ben çok heyecanlandım.
Jandarma Genel Komutanı’nın kasasından ne çıkabilir bir düşünün.
O kadar karışık olaylar olmuş.
Açtık, bir kese çıktı.
‘Meltem’in takıları’ yazıyor.
Kız kardeşim evlendikten sonra takılanları annem babama vermiş kasaya koysun diye.
Altta bir kutu çıktı.
Eskiden araba cilalamak için dönen makineler vardı.
Babam da çok severdi arabayla oynamayı.
Bir tane o makineden çıktı.
Bir Fransız kanyağı çıktı.
Bir kutu çikolata çıktı.
Başka da hiçbir şey çıkmadı.
Benim hayatımın en mutlu anı oydu.

Eşref Bitlis nasıl bir babaydı?

İnsan olarak iyi ki tanışmışım dediğim biri.
Yanında sürekli bir şeyler öğrenebileceğim bir yapısı vardı.
Hayatta neyi doğru yapabilmişsem onun yaklaşımından kaynaklandığını hissediyorum.
Lisedeydim.
Okula gitmediğinde ailen mazeret imzalardı.
Beni çağırdı ‘Şu benim imzam.Öğren.
Kaç gün devamsızlık hakkın olduğunu bil.
Ben mi tutayım hesabını?’ dedi.
Ben hayatımda hiç okul kıramadım. (SÖZDE) ÜMRANİYE’DE ARAŞTIRILDIM

Eşref Bitlis’in isminin MİT Şeması’nda 2. sırasında olması hakkında
ne düşünüyorsunuz?

Eşref Bitlis ölmeseydi belki de Silivri’nin en yaşlı müdavimlerinden olacaktı.
Hangi Eşref Bitlis?
Şu anda kamuoyunda vatanını seven, bağımsızlık gereken herşeyi yaptığı bilinen Türk subayı.
Demokrasi düşmanlığı iddiasına cevap vermek zorunda kalacaktı.
Muhsin Yazıcıoğlu, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Uludere hepsi ayrı platformda.
Sistem bunların hepsini alıp Ergenekon’a bağlıyor.
Ve o hiçbirşey bilmeyen MİT Eşref Bitlis’i alıyor, Ergenekon’un ikinci sırasına koyuyor.
Hilmi Özkök‘ün 2003’te annenize ‘Tarık neden Doğu Perinçek’le görüşüyor, bu işleri bıraksa ya’ dediğini söylemiştiniz.
Konunun üzerine gitmenizi engellemek mi istiyordu?

Bu sözü şu yüzden anlattım;
2003 yılındaki Ergenekon Şeması’nda Eşref Bitlis’in adı geçmiş ki, bir aile toplantısında benden bahsediliyor.
Ergenekon’la ilgili bir süreç.
Ben bir fizyoterapistim.
Bir Genelkurmay Başkanı’nın bir devlet memurunun kiminle görüştüğünü bilmesi saçma bir olaydır.
Neden?
Birinin Genelkurmay Başkanı’nın önüne ‘Tarık Bitlis onunla görüşüyor’ diye bir şey götürmüş olması lazım.
‘Tarık niye bunlarla görüşüyor?’ diyor.
Kimsenin haddine olmayan bir tavsiye.
Benim verdiğim tek mücadele Eşref Bitlis cinayetinin Turgut Özal’da olduğu gibi abuk subuk noktalara çekilmemesi.
Cinayetin ardından yaşadığınız tuhaf bir olay oldu mu?
Bir kere evime birileri girdi.
Hiçbir şey almadan çıktı gitti.
Hangi yılda oldu?
2011 gibi…
Dava başlamadan önce ya da sözde Ergenekon şemasının hazırlandığı 2002 tarihinde başınıza gelen bir olay oldu mu?
Etrafımdaki insanlar sorgulandı.
Daha tuhaf ne olabilir?
Ben Özel Sporcular Spor Federasyonu başkanıydım.
2008’de federasyonun yönetim kurulunu ve sekreterini Ergenekon kapsamında alıp götürdüler.
Bir şey bulsalardı beni de Ergenekon için çağıracaklardı.
Bunu anlatmak için Özkök Paşa’nın ismini vurguluyorum.
Çünkü 2003 yılında MİT’in yolladığı raporun içinde Eşref Bitlis’in adı var.
Bağlantı oradan bana gelmiş olabilir.
MİT Eşref Bitlis’in ölümüne dair savcı sorduğunda hiçbirşey bilmiyor ama adını şemanın ikinci sırasına yazıyor, bir de beni araştırıyor.
Peki bunları nereden biliyor?
Onlara neler sorulmuş?
Sizinle mi ilgili sorular sorulmuş?
Tabi ki. ‘İlgisi var mı?’ şeklinde sorular sorulmuş.
Gece emniyete alıp sabaha kadar benimle ilgili sorular sormaları normal mi?
Siz ifade verdiniz mi?
Hayır.
Bana hiçbir şey sorulmadı.
=============================
Haber:Irmak METE
Fotoğraf:Tuğçe YILDIZ
Kaynak:AYDINLIK

Atatürk Türkiye’dir; Türkiye Atatürk.