Etiket arşivi: Mustafa Kemal

Devrim Şehidi Kubilay’ı Ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz


Devrim Şehidi Kubilay’ı ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz..


“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır fakat, 

Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

  • Laik Cumhuriyete başkaldıran yobazlara karşı direnen ve başı kesilerek vahşice katledilen Öğretmen Mustafa F. Kubilay’ı Ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz.

Değerli arkadaşlar, 

Türkiye Cumhuriyeti “Laiklik” ve “Ulus Devlet” temelleri üzerinde kurulmuştur…
Laiklik toplum yaşamına, kamu düzenine, Devlet yönetimine Dinin, inancın müdahale etmemesi, karışmaması demektir.

Ulus Devlet ise, Yurt ve Ulus bütünlüğü içinde, tek bayrak altında yaşayan bir Ulusun egemenliği temelindeki bağımsız Devlet yapısıdır… Bu nedenle,  Atatürkçü Düşünceyi (Kemalizm);

“Bilimi rehber alan Ulus Devlet anlayışı”

olarak tanımlıyoruz.

**

Bilim ve Teknolojiye sırtını dönmüş, Endüstri Devrimini ıskalamış, Savunma Sanayisini kuramamış, ekonomisi çökmüş, üretemeyen, halkını refah (AS: gönenç) içinde yaşatamayan ve toprak yitiklerini önleyemeyen Osmanlı Devleti artık iyice zayıflamış
ve tüm çırpınışlarına karşın, kaçınılmaz hızlı bir çöküntü sürecine girmişti. 1878’de
Rus Orduları İstanbul kapılarına (Yeşilköy) dayandığında artık “iş bitmiş” sayılırdı; Osmanlı Devleti artık her an ölümü beklenen bir “Hasta Adam” idi.

**

Osmanlı-Rus Savaşı sonrası toplanan Berlin Kongresi’nde  “Das Orient Problem”
(Doğu meselesi – Şark ssorunu) diye adlandırılan “Türkleri Avrupa’dan (daha sonra tüm Anadolu’dan) temizlemek” projesi güden Hıristiyan Batı Emperyalizmi, 1.Dünya savaşında yenilerek, Sevr antlaşmasıyla teslim olup son nefesini veren Osmanlı Devletinin elinde kalan son topraklarını, Anadolu’yu da aralarında paylaşmışlar ve yer yer işgal etmişlerdi. İlginç bir rastlantı, tam da bu büyük (!) projenin başlatıldığı yıl (1881) Anadolu’nun tersine dönmüş talihini düzeltecek ve Emperyalizmin düşlerini yıkacak bir kurtarıcı doğuyordu; Mustafa Kemal!

**

Emperyalizmin (ve içerideki yardakçılarının) dayatmalarına ve silahlı işgale karşı kazanılan Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşından çok bitkin çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ağırlıklı olarak Ortaçağ normlarında yaşayan, yani şeriat yasalarıyla idare olunan, feodal düzende bir toplum yapısı (AS: din – tarım toplumu) vardı. İmparatorluğun son savaşlarında, 1913-23 arasındaki 10 yılda yarım milyona yakın insan cephelerde ölmüştü. %90′ ı okumak-yazmak bilmeyen, yaklaşık 12 milyon nüfuslu, cahil, yoksul ve yaralı bir halk.  Yoksulluğun yanı sıra Verem, Kolera ve sıtma kol geziyor; ortalama yaşam süresi 40 yıl dolayında. Üstüne üstlük Osmanlı Devletinin galip Devletlere ödemesi gereken devasa borçlar vardı.  İşte bu koşullarda, böyle bir toplum yapısıyla işe başladı büyük Önder. Böyle bir toplumun kısa sürede Laik Cumhuriyeti içselleştirmiş çağdaş ve uygar bir toplum yapısına evrilmesi elbette kolay iş değildi…

**

Cumhuriyetin ilan edileceği 29 Ekim 1923 gününden bir gün önce Cumhuriyet rejimine karşıt olan Milletvekilleri Meclisi türlü bahanelerle terk etmişler, birçoğu İstanbul’a gitmişti… Ankara’da kalan karşıtlar da en son 28 Ekim 1923 gecesi kendi aralarında toplanarak “yarın ne yapacağız?” sorusuna yanıt arıyorlardı. Şöyle kararlaştırdılar ;

“Yarın Cumhuriyete zorunlu olarak ‘evet’ diyeceğiz. Unutmayalım, Mustafa Kemal de fanidir, bir gün elbet göçüp gidecektir; O zaman biz meseleyi hallederiz” diyerek “Cumhuriyeti yıkmak” projesini, Cumhuriyetin doğumundan bir gün önce başlatmış oluyorlardı. 29 Ekim 1923’te mecliste hazır bulunan 160 dolayında Milletvekilinin
oybirliği ile Cumhuriyet ilan edildi…(O zamanki Milletvekili sayısı 300’e yakındı; Cumhuriyet karşıtlarının (şeriat yanlılarının) o zamanki oranı ~%40 denebilir… ya şimdi?)

**

Değerli arkadaşlar,

Bu geçmişi unutmamak, genç kuşaklara aktarmak,  “mesele dedikleri şeyi iyi öğretmek gerekiyor… Bu nedenle, çok zor koşullarda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni,  Mustafa Kemal Atatürk genç kuşaklara emanet etti; O biliyor ve inanıyordu ki,
ancak “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar”Cumhuriyetin gerçek koruyucularıdır…
Tarih bilincinden yoksun, aklı dogmaların cenderesindeki kuşaklar bırakınız
Laik Cumhuriyeti korumayı ve yüceltmeyi, körkütük düşmanı bile olurlar…
Nitekim bu örnekleri günümüzde esefle görüyoruz.

O halde bu mücadele, Karanlığa karşı Işığın savaşı, “aydınlanma savaşı” sonsuza dek sürecektir. Unutmayalım, karanlık zaten kendiliğinden vardır; özel bir çabaya gerek yok. Işık ise bir enerji kaynağının ürünüdür… Dolayısıyla  “Aydınlanma” kolay değil, enerji ister, emek ister, özveri ister.  Ve bu savaşta can veren Kubilaylar da olacaktır elbet… Şairin (AS: Nazım Hikmet) sorduğu gibi;

“Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”…

Sevgilerimle. æ

====================================

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan’ bu güzelim yazısı için teşekkür ediyoruz
Düşüncelerin katılarak yazısını paylaşıyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
23.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Hüsnü Merdanoğlu : DERSİM’den DERS ALMAK…

 

Dostlar,

Aşağıda yazdıklarımızı 24 Kasım 2014 günü yineleyerek bu dosyayı güncelliyoruz..

Başta hükümet ve Başbakan Davutoğlu olmak üzere herkesi sorumlu davranmaya
ve siyasal sömürü (istismar) kaynağı olarak kullanmamaya;
böylesi davranıştan “utanmaya” çağırıyoruz.

“Dersim modern bir Kerbeladır..” sözü, Başbakan Davutoğlu adına büyük bir ayrıştırma, provokasyon olarak kaydedilmiştir.

Davutoğlu bu ağır hatasından ne zaman utanır bilemeyiz ama
toplumsal barışı kundakladığını dileriz hızla fark etsin ve rotasını düzeltsin.

Haydi RTE‘yi mazur görelim.. (Görülmez ya!?)

Başbakan Davutoğlu Boğaziçi gibi seçkin bir üniversitede siyasal bilimler –
uluslararası ilişkiler (ve Ekonomi) okumuş, bu alanda Profesör olmuş bir kişi.. Kendisinden kamil bilim insanı davranışı beklemek hakkımızdır;
kendisinin de bu yönde davranmak boynunun borcudur.

Neydi Alevi – Bektaşi inancının özü : Eline (İline) – Beline – Diline sahip ol!

Her kim ki bu ilkeye uyar; önce kendini kurtarır..

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

DERSİM’den DERS ALMAK…

PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü Merdanoğlu

 

 

Dostlar,

Kardeşimiz araştırmacı – yazar Sn. Hüsnü Merdanoğlu‘nun önemli bir kitabını,
2014’ün kritik topludurumuna (konjektürüne) paldır küldür sürüklenirken
paylaşmak istiyoruz :

  • DERSİM’den DERS ALMAK…

İlgi ve bilginize sunarız…

Dersim'den_Ders_Almak_Husnu_Merdanoglu_kitabi
Bu çalışma;
Dersim konusu Alevilik sorunu mudur?

Yoksa Alevilikle doğrudan ilintili olmayan etnik bir konu mudur?

Dersim harekâtı, bir ayaklanma sonucu mudur?

Dersim olaylarının günümüz ayrılıkçı girişimleri ile benzerlikleri nelerdir?

Dersim harekâtında Atatürk’ün etkinliği nedir?

gibi soruların, yansız bir yaklaşımla ve belgelere dayanılarak yanıtlanması,
konunun özenle incelenip, geçmişte yaşanılanlardan günümüz ve gelecek için
kimi derslerin çıkarılıp deneyimlerin kazanılmasına yardım amacıyla yapılmıştır.

Osmanlı yönetimi Mondros Mütarekesi‘ni kabul etmekle, hem Osmanlı’nın sonunu getirmiş hem de Sevr Antlaşması dayatması ile karşı karşıya kalarak,
emperyalist güçler tarafından Anadolu’nun bölüşülmesine zemin hazırlamıştır.
Bu bağlamda, Anadolu’nun paylaşılması yanında Ermenistan ve
Kürt devletlerinin kurulmasını da kurgulayan egemen güçler
,
etnik ayrımcılığı kışkırtmışlardır.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’un 9 Temmuz 1919 ve 21 Temmuz 1919’da hazırlayıp Londra’ya gönderdiği rapordan:

  • “Binbaşı Noel, Abdülkadir ve Bedirhanoğulları ile görüştü. Abdülkadir satın alındığı takdirde güçlük çıkaramaz. Binbaşı Noel, Kürt şefleriyle görüşbirliğine varırsa, bundan büyük yararlar sağlayacağını söylüyor. (…) Kürtler henüz
    Mustafa Kemal‘e karşı ayaklanmadı. Noel bunu başarabileceğinden emin.”

İngiliz Yüksek Komiserliğinin görevlisi Hohnel’in Sir Tilly’e gönderdiği
21 Temmuz 1919 tarihli rapordan:

  • “Türkleri zayıflatmak maksadıyla, Kürtleri Türklerden dikkatli ve temkinli bir şekilde kopartmanın iyi bir fikir olduğu…”

İngilizlerin İstanbul’daki Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb’in,
Dışişleri Bakanı Lord Curzon‘a 19 Ağustos 1919 günü gönderdiği rapordan:

  • “Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan Ermenistan’ı himaye edecek;
    geri kalan dört il ise Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakılıyor.”

İngiliz ajanı Kindston’un 28 Kasım 1919 tarihli raporundan:

  • “Kürtlere ne kadar inanmasak da onları kullanmamız
    çıkarımız gereğidir.”

*****

Eşe – dosta ve de “ilgilisine” armağanlık..

İbretlik..

Bir kez daha teşekkürler Sn. H. Merdanoğlu ve 2014’te yeni ürünler dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
30 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

Bülent ESİNOĞLU : Ülkemiz bir yol ayırımında!


Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sn. Bülent ESİNOĞLU çok acı ve çarpıcı saptamalar ve
köktenci çözüm önerileri içeren bir makalesini paylaştı :

Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dikkatle okumak ve artık “gereğini yapmak”…

Umutsuzluğa asla yer vermeden..

Dünya Devrimler tarihi biz çok öğretici dersler vermekte ve
güven sağlayan deneyimler kazandırmakta..

Türkiye’miz, bu karabasanı da Cumhuriyetin devrimci birikimi ile mutlaka aşacak.

Sorumluları da yargı önünde mutlaka hesap verecekler..

Sıkı durmanın zamanıdır..

Teşekkürler Esinoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
19 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

portresi


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com, 19.9.14

 

Koca Osmanlı İmparatorluğu, küçük yöneticilerin eline kalınca, yönetimler kendilerini yenileyemeyince, Osmanlı gericileşti ve kendini savunamaz konuma geldi.

Yani bir yol ayırımındaydı. Kurtuluş Savaşı‘nın yapılması zorunlu hale geldi. Devrimler zorunlu oldu.

Yol ayırımlarında, büyük devletlerin lokması haline gelmemek için,
ittifaklar zorunlu hale gelir.

Tek başına halledemeyeceğiniz konularda, kimi düşüncelerinizden özveride bulunup, size yakın güçlerle ittifak yapmak durumundasınızdır.

Mustafa Kemal de bunu yaptı.

İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği’nden destek aldı.

Ancak Atatürk’ün vefatından sonra, bu birliktelik sürdürülmedi. Eski mandacıların çocukları ortaya çıktı. Yönetimleri ele aldı. Tekrar Batının, dolayısıyla
Amerika’nın emrine girildi.

Küçük Amerika süreci Türk halkını çürüttü.
Ülkeyi savunan değerler yıkıldı. Vatansız Müslümanlar türedi.

Ülke yoluna devam edemez hale geldi.

Böyle durumlarda halkımızın önüne, bir seçim yapma zorunluluğu çıkar.

Bu yol ayırımı, öncelikle iktidar konumunda olanlar için zorunluk taşır.
Önderlik olmazsa, zaten halk, başındaki belalarla uğraşmaktan,
ülkeyi savunacak bilince ulaşamaz.

Olayları ve olayların yorumunu, iktidardaki çıkar sahiplerinin gözü ile izler.

Önderler bir şeyler yapabilirse yaparlar.

Şimdiye dek ittifak halinde olduğumuz Batı bloku, bizim çıkarlarımızı hiçe saydı. Dolayısıyla, bu blokla ittifak halinde olmanın bir anlamı kalmadı.
(İttifak demek de ne denli olanaklı, bilemiyorum ama…)

Sistem bizim aleyhimize işledi.

Şimdi Batı, Osmanlının son zamanında olduğu gibi, daha çok şey istiyor.

Yani gene ülkemizi biraz daha küçültmek istiyor.

Açılım, toprak vermenin Batılılar tarafından, halkı ikna etmek için icat edilmiş adıdır.

Zaten PKK’ya doğrudan silah vermeleri de, bunu açıkça göstermektedir.

Aynı Bulgarlara, Yunanlara silah verdiği gibi şimdi de, PKK’ya, Peşmergelere
silah veriyor Batı. Kürt milliyetçiliğini yükseltirken, bizim milli değerlerimiz üzerinde, içerdeki işbirlikçilerini kullanarak savaş yapıyor.

İşbirlikçilerin bugüne dek kullandıkları “bölünmüş Türkiye Batı’nın
işine yaramaz” 
iddiasının da sonuna gelmiş olduk.

TÜSİAD hala diyor ki; “Dünyaya Amerika’nın optiğinden bakmalıyız.”

  • IŞİD, ABD’nin AKP’yi de kullanarak,
    milli devletleri istikrarsızlaştırmak için kurduğu bir operasyon aracıdır.

IŞİD bahane edilerek, Batı yeniden Irak ve Suriye’ye yerleşecek. Zaman zaman IŞİD’ı veya IŞİD’a yeni bir isim bularak, bölge ülkelerini tehdit etmeye devam edecektir.

Zaten bu o denli açıktır ki, Şam’ın güneyinde konuşlanmış El Nusra cephesine, Suriye ordusu tarafından bir harekât oldu mu, İsrail Suriye ordusunu vuruyor.

Öte yandan İngiltere, ABD ve Fransa Suriye’deki muhaliflere (aslında teröristlere) yardım yapacaklarını açıkça ifade ediyorlar.

  • Evet, Türkiye bir yol ayırımındadır!

Önce Ulusal bir iktidar kurarak yönetimimizi modernize edeceğiz,
sonra da ulusal çıkarlarımızı ABD’ye karşı korumak için halkımızı hazırlayacağız.

Mevcut iktidar Batıdan hakkaniyetli bir davranış bekliyor.
Mezhepçilikle işleri yürüteceğini sanıyor.

Osmanlı yıkılırken de, Osmanlı aydını, İngiltere ve Fransa’dan gelecek Hakkaniyetli bir Barış bekleyişindeydi.

Aynı noktaya geri geldik…

Uygarlığın sonu mu geliyor?


Dostlar,

12 Eylül gerici – faşist darbesinin 34. yılında,
en az 3 onyıldır ekilen gericiliğin – irticanın – etnik ve inanç ayrımcılığının
“semeresini” (!) Türkiye deriyor..

Prof. Korkut Boratav‘dan, adına yaraşır bir derlemeyi,
12 Eylül gerici darbesinin sorumlularının yüzüne 34 yıl sonra
boş bir eldiven gibi çarpıyoruz.. 

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not     : 12 Eylül Dönemi MGK’sının Genel Sekreteri merhum Org. Haydar Saltık‘ı büyük ölçüde bu ağır sitemimizin dışında tutuyoruz. Nedeni, aynı soyadını taşıyacak ölçüde yakın akrabalık ilişkilerinin derin duygusallığı değil..
Paşa’nın bize kurduğu bir tümce (mealen – yaklaşık) :

  • “Ahmet’ciğim, elimden geldiği ölçüde frenliyorum..
    İyi ki (!) buradayım ve burada kalmalıyım…”

================================================

Uygarlığın sonu mu geliyor?

 Portresi

 

 

Prof. Dr. Korkut Boratav

 

http://www.sendika.org/2014/09/uygarligin-sonu-mu-geliyor-korkut-boratav/, 12.9.14


Çağımızın bilgelerinden Prof. Noam Chomsky
, dünyanın haline bakmış; sorgulamış ve 4 Temmuz 2014 tarihli In These Times’ta Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir yazı yayımlamış. Kısaltarak, toparlayarak aktarıyorum:

  • “Yaklaşık on bin yıl önce uygarlık, Dicle ve Fırat havzasında doğdu.
    Günümüze yaklaştıkça bu topraklarda ölçüsüz dehşetler yaşandı.
    2003’teki George W. Bush ve Tony Blair saldırısı, Iraklıların birçoğu tarafından
    13. yüzyıldaki Moğol istilasına benzetilir. Bu öldürücü darbeden hemen önce
    Bill Clinton’un başlattığı Birleşmiş Milletler yaptırımları gelmişti. Yaptırımları uygulayan iki diplomat (Halliday ile von Sponeck), bunları ‘soykırım benzeri’ olarak nitelendirmiş ve istifa etmişlerdi. Bu yıkımdan arta kalan varlıkların çoğunu da Bush-Blair saldırısı yok etti. 2003’te farklı kimliklerin aynı mahallelerde
    yan yana yaşadığı Bağdat, bugün sınırsız bir nefret girdabı içindedir;
    mezhepler ayrı, kuşatılmış bölgelere sığınmıştır. ABD-Britanya istilasının tetiklediği korkunç çatışmalar, tüm bölgeyi paramparça hale getirmektedir.”

Chomsky, karanlık gözlemlerini Suriye’ye, Lübnan’a, Mısır’a, Filistin’e taşıyor ve
Gazze kıyımını anımsatıyor.

İnsanlık tarihinin beşiğini oluşturan Mezopotamya coğrafyasının on bin yıl sonunda sergilediği enkaza bakan Chomsky hüzünleniyor:

  • “İnsan uygarlığının kısa, tuhaf çağı galiba son bulmaktadır.”

********

Chomsky’nin gezindiği enkaz coğrafyası çok sınırlıdır.
Batı’ya doğru küçük bir adım atalım ve Libya’ya bakalım.

Libya’dan söz ettikçe, gözümün önüne iki görüntü gelir. Birincisi, Muammer Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’de, tarifsiz işkenceler sonunda linç edilmesini gösteren video filmi;
ikincisi ise bu ölüm haberinden hemen sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
TV kanallarına böbürlenerek verdiği “zafer demeci”:

Veni, vidi and he’s dead…”  

Bayan Clinton birilerine öykünmektedir: Belki, Bağdat’ın düşmesinden sonra,
1 Mayıs 2003’te bir uçak gemisinin güvertesine pilot giysileriyle çıkıp
görev tamamdır…” diyen George W. Bush’a…

Belki de Zile’de Pontus Kralı Farneke’yi yendikten sonra veni, vidi, vici…”
sözleriyle de tarihe geçen Roma İmparatoru Julius Sezar’a…

Ne var ki Sezar düşmanını öldürmemişti ve “geldim, gördüm, yendim” diyordu; Clinton ise, “geldim, gördüm, O öldü…” 

Kaddafi sağ yakalansaydı açıklayacağı çok şey olduğu için öldürülmeliydi…
Linç ise taşeronların katkısı idi. Ayrıca bunlarda düşmanı öldürme tutkusu da var. Kaddafi’den yaklaşık altı ay önce Obama ve Bayan Clinton Beyaz Saray’da bir başka düşmanlarının (Usame bin Ladin’in) Pakistan’da öldürülüşünü canlı yayından izlediler. Usame silahsızdı. Talimat gereği öldürüldü; cesedi de (Arjantin cuntasının solcu tutsaklara yaptığı gibi) denize atıldı. Amerika’da “niçin getirip yargılamadınız?” diye
bu eylemi yalnızca birkaç solcu (örneğin Michael Moore) protesto etti.

Bizler, yok olmakta olan bir başka geleneğin izlerini taşıdığımız için, Timur’un ve Mustafa Kemal’in savaş tutsaklarını (Bayezid’i ve General Trikopis’i) anımsarız.

Vietnam’la savaşırken, bombalarken tutsak düşen Amerikan askerleri aklımıza gelir. Bunlardan biri, altı yıl boyunca Kuzey Vietnam’da tutsak kalan (ve yıllar sonra
ABD Başkan adayı olan) John McCain idi. Cenevre Sözleşmesi söz konusu değildi; zira ABD Kuzey Vietnam’a savaş ilan etmemişti.

***

Peki, Kaddafi’yi öldürdüler de ne oldu?

“Sosyalist ve laik” Libya Arap Cemahiriyesi tarihe karıştı.
Devleti ve ülkesi ile Libya da yok oldu. Ülke aşiretler ve çeşitli İslamcı gruplar arasında paylaşıldı. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen cihatçı çetelerin ana kaynaklarından
biri oldu. Kaddafi’nin ölümünden bir yıl geçmeden ABD Bingazi Konsolosluğu’nu basan çeteler, büyükelçi Stevens’i (ve üç Amerikalıyı) öldürdü. 26 Temmuz 2014’te
ABD Libya’daki büyükelçiliğini kapattı. Batılı diplomatlar canlarının derdine düştü;
topluca ülkeyi terk etti. İslamcı milisler, Trablus’taki ABD büyükelçiliğine yerleşti.

Peki, bu Orta Çağ yobazlığına batmış olan Libya’da “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin
hâlâ ne işi var? Bu soruyu sormamın nedeni, 28 Ağustos tarihli
Defense and Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yazıdır. Yazıya göre;

  • Türkiye ve Katar, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı cihatçılarla işbirliği yapmakta; Batı Libya çöllerinde bir Özgür Mısır Ordusu oluşturmaya çalışmaktadır.

Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri bu nedenle Libya’daki cihatçı gruplara karşı
Ağustos’ta iki hava saldırısı düzenledi ve ABD tarafından uyarıldı.
25 Ağustos tarihli New York Times da bu bilgileri bir ölçüde doğrulamaktadır.

***

Galiba Chomsky’nin hakkı var. Uygarlığın harcında yer alan bütün pozitif normların, değerlerin utanmazca çiğnendiği; bu harca karışmış tüm pisliklerin ortaya çıktığı; kaderlerimize hükmettiği bir dönemdeyiz.

“İnsan insanın kurdu” olmakta; “kıyamet alametleri” artmaktadır.

Peki direnenler?

Bu yazının karanlık coğrafyasına, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye bakalım.
Emperyalizme, sömürüye karşı, programı ve kadroları bakımından birçoğu laik;
bazen de sosyalist öğeler içeren direnme hareketleri yerine;
Katar, Suudi, bazen İran devletlerinin parasıyla, silahıyla “sözde düşmanlara, ötekilere” cihat açan mezheplerin, tarikatların, güruhların vurucu güçleri öne çıktı.

Laik, ilerici Filistin Kurtuluş Hareketi’ne katılan, can veren Türkiyeli devrimciler
ilk dönemin; kelle kesmek üzere Suriye’de IŞİD’le buluşanlar
ikinci dönemin Türkiye’deki simgeleri olarak düşünülebilir.

Bilgi Üniversitesi mezuniyet töreninde bayrak ve Atatürk yok!


Bilgi Üniversitesi mezuniyet töreninde bayrak ve Atatürk yok!

“Efendiler, sırası gelmişken, aziz Milletime şunu tavsiye ederim ki; 
başının üzerine çıkaracağı adamların kanındaki öz cevheri
çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an bile geri kalmasın.”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Dostlar,

Bize ulaşan bir iletiyi paylaşmak istiyoruz..
Merhum Prof. Toktamış  ATEŞ ölmeden önce yazılmış..
Bizim de dostumuz olan “Tokta hoca” yı 19 Ocak 2013’te yitirmiştik.

İlgi ve bilginize sunarız..

BİLGİ ÜNİVERSİTESİ’ni de kendine gelmeye davet ederiz..

Sevgi ve saygıyla
14.7.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=====================================================

Değerli Dostlarım,

Bu rezilliği bildiğiniz tüm zincirlere duyurunuz lütfen.

Subject: Fw: BİLGİ ÜNİVERSİTESİ..

Sevgili Dostlarım,

Bu yıl Bilgi Üniversitesinde yapılan mezuniyet töreninde bayrak ve Atatürk olmadığını görüyorsunuz.

DTP mitinglerinde bile bayrak ve Atatürk var. Bunlar PKK’dan daha tehlikeli.

Yüce tanrı  bu ülkeyi satılmış bilim adamlarından korusun.

Biliyorsunuz “Mustafa” filminin arkasında da bunlar vardı.

68 kuşağında marş söylerdik “Morison’un uşakları ………..”.
Bunlar da “Soros’un uşakları………….”

Lütfen bir velinin feryadına kulak verin ve irtibatta olduğunuz her zincire gönderin.

Dostlarım,

Yoksa Bilgi Üniversitesi de kurtarılmış bölge mi olmuştur?

Bu ülkenin aydınları; gelin  3 şeyin tartışılmasına izin vermeyelim:

1- Bayrak,
2- Misak-ı Milli,
3- Mustafa Kemal

Prof. Dr. Bingür Sönmez

————————————————————————-

Değerli Dostlarım,

Dün, hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşıyordum…

Vatanıma hayırlı bir evlat yetiştirmenin gururu yanında, bilinçli Atatürk, Bayrak ve Misak-ı Milli şuurunu hazmetmiş evladımın yine Türkiye’nin en güzide eğitim kurumlarından biri olan İstanbul Bilgi Üniversitesinden mezun oluşunu kutlamaya gitmiştik ailece…

İşte bu mutlu günümü zindana çeviren, benzeri yalnızca böyle özel okullarda yaşanan adına ”kep atma töreni”dedikleri Amerikan özentisi show da yaşadıklarımdı.

Üniversitenin Santral İstanbul’daki görkemli kampüsüne konuklar için özel olarak yaptırılmış tribünler ve saha ortasına Mezunlar için ve Türkye’mizin yetiştirdığı
Değerli Öğretim Görevlilerimiz için hazırlanmış bir bölüm ve bunların tam karşısına da Diplomalarını alacak yeni mezunları için hazırlanmış güzel bir sahne vardı.

Tören, Üniversite Rektörünün öğrenci ve velilere yaptığı konuşma ile başladı.
Tabii olması gerektiği gibi öncesinde İstiklal Marşımız okunmuştu.

İşte o andan başlayarak dikkatimi çeken olay, daha sonra içime sığmaz bir şekilde büyüdü.

Kendimi tutamaz olmuştum. En yakınımda Tribünlerde Sayın Av. Kezban Hatemi Hocamızı gördüm ve yanına giderek bu kurulu koskoca mekanda bir Türk Bayrağı
ve Atatürk fotoğrafının olmadığını işaret ettim.

Kendisi de şaşkınlığını gizleyememişti, bana Dekan Beye iletmemi önerdi.
Onu ben de biliyordum ama, güvenlik bariyerini aşmam gerekiyordu öncelikle.

Kafama koymuştum…yapacaktım, bu buyuk eksiği hatırlatacaktım Üniversitenin
öğretim kadrosuna.

Nitekim bir fırsatını yakalayıp ekte fotoğraflarını gördüğünüz S. Betül Mardin,
Tunca Toskay,Toktamış Ateş ve diğer Hocalarımızın bulunduğu yere giderek, Türkiye’nin bu konudaki en değerli bilim adamlarından Sn. Prof. Toktamış Ateş’e kendimce çok büyük eksiği !!! bir veli olarak gördüğümü ve canımın acıdığını ifade ettim.

Mesajımın alındığını ifade ettiler….

Konuyu daha fazla uzatmak, yarayı daha fazla kaşımak istemiyorum.

Bugün Bilgi Üniversitesi’nin internet sitesinde en azından bu gençlerden bir özür dilemelerini beklerdim. Fakat bu şu demektir bence: ‘

‘Kerameti kendinden mekul” değerli bilim adamlarımız artık TV’lere çıkp takiyye yapmasınlar… Bu ülkenin gençleri de, yaşlıları da, bu Vatan için şehit düşmüş,
ampute olmuş (AS: kol-bacakları kesilmiş)  insanları da kendilerini affetmeyeceklerdir.

Bugün değerli İlkokul öğretmenimin mezarını ziyaret ettim. Bir demet çiçekle kendisine  Atatürk ve bayrak sevgisinden uzak hocalarımı şikayet ettim. Nur içinde yatsın.!!!

Ben hala bugün tartışmaya açılan ilkokullarda okunan ”Andımız”ı okumaya devam edeceğim.

Sinasi Bingeli
sinasibingeli@yahoo.com

Milletvekillerine açık mektup: Yirminci değil ilk olmak

Dostlar,

Türkiye nefesini tutmuş, 20 yürekli vekilini arıyor..
Rejimin biçimsel kuralları gereği “asıl” ın (Milletin!) eli kolu bağlı,
bir anlamda Vekiller asılı teslim almış!?

Sn. Doğu Perinçek 3 gün önce aşağıdaki yazıyı yazdı, çağrı yaptı vekillere..

Sonunda bu akşam ULUSAL KANAL‘da CHP Eskişehir Milletvekili.
bizim de yılların dostu Sn. Prof. Dr. Süheyl Batum, kozanın uğrursuz kabuğunu kırdı!
Bir Anayasa hukuku uzmanı olarak Cumhurbaşkanı adayı göstermeye partilerin yetkisinin olmadığını, bu yetkinin doğrudan milletvekillerinde olduğunu ya da
% 10 oy oranını birleşerek sağlayan TBMM dışı partilerin olduğunu belirtti..

Bu yapılanın kendilerine karşı “ayıp” olduğunu cesaretle, Mustafa Mutlu’nun
KRAL ÇIPLAK programında dile getirdi. Daha da öteye giderek, canlı yayında
TBMM Başkanlığı’na dilekçe yazarak ilk imzayı attı ve Yargıtay inceleme (tetkik) yargıçlarından Sayın Emine Ülker TARHAN‘ı aday gösterdi!

Ülkemize hayırlı olsun..
Demirel’in ünü deyimini mi anımsasak ??

* Demokrasilerde çare tükenmez… miş..

Sevgili Süheyl hoca, bu gece tatirihe geçtin o yürekli ve önder eyleminle.
Seni kutluyor, şükranlarımızı sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
27.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Milletvekillerine açık mektup: Yirminci değil ilk olmak

doguperincek

DOĞU PERİNÇEK
AYDINLIK
, 24 Haziran 2014

Sayın Milletvekili,

Cumartesi akşamı bir grup millî sanayici ile görüştüm. Dün Silivri Çadırı’nın önünde Mustafa Kemal’in askerleriyle birlikteydim. Gözlerimiz ve kulaklarımız ise
Soma’daki işçi yürüyüşü ve mitingindeydi.

İşçisinden asker ve sanayicisine kadar Cumhuriyetin yurttaşları,
Cumhuriyet Devrimine sahip çıkacak yirmi milletvekilini arıyor.

ARANANLAR BEKLEMEDE

Aranan yirmi milletvekili ise beklemededir. Sorumluluklar erteleniyor.
Devamlı toplantılar ve “istişareler” yapılıyor. Herkes birbirine bakıyor.
“Birisi öne çıksa da, ben de onu izlesem” gibi bir tavır var. Veya karamsar bir yorumla: “Aman kimse çıkmasa da sorumluluğu onların üzerine atıp rahatımı sürdürsem.”

Ve en çok söylenen şu: “Siz 19 milletvekilini bulun, ben hazırım.”
Gazetelerin yazdığına göre, Deniz Baykal,
“Siz 15 milletvekilini bulun, biz 5 milletvekili hazırız.” diyormuş.

Oysa lider, doğru eylem için öne çıkan ve yirmi milletvekilini örgütleyendir.
Lider, doğru bir iş varsa, önce kendisini ortaya koyacaktır. 
Aritmetik açıdan bakarsak, yirmiye varmak için birden başlamak zorundayız, 19’dan değil!
Yirminci milletvekili olmaya hazır olan belki de kırk milletvekili var.
Ama başkalarına bakmadan, sorumluluğunun gereğini yapan şu ana kadar
bir milletvekili çıkmadı.
Herkes birbirinin eteğinden çekiyor, “bekle” diyor, “ertele” diyor,
“biraz daha konuşalım” diyor. Ne konuşacaklarsa!

Onlar beklerken ve ertelerken, karşıdevrimin akrep ve yelkovanı beklemiyor.
Türkiye’nin takvimi, bizi beklemiyor.

KÜÇÜK ÇIKARLARIMIZIN SAATİ VE TÜRKİYE’NİN SAATİ

Sayın Milletvekili,

Türkiye’nin saati var, Türkiye’nin takvimi var.
Bir de kendi küçük çıkarlarımızın saati var, bireysel kaygılarımızın ve
korkularımızın takvimi. Türkiye’nin saati, bize vicdanımızdan sesleniyor,
“Haydi” diyor, “Korkma” diyor, “Sönmez bu şafaklarda” diye devam ediyor.
Şimdi ilkokul bahçelerinde ellerimizi bacaklarımızın yanlarına yapıştırarak söylediğimiz o dizeyi daha iyi anlıyoruz. Demek ki, eyleme geçilirken korkuluyormuş.

BİR MEHMET AKİF ÇIKSA VE…

Sayın Milletvekili,

Sizlere bir Mehmet Akif çıkıp “Korkma” diye seslense ne iyi olur.
Cumhuriyet yurttaşının gözleri, yirmi milletvekilini ararken, o yirmi milletvekili
göz ucuyla birbirine bakıyor. Vicdanlardaki birikim, bilinçlerdeki kıvılcım,
yüreklerdeki cesaret o adımı atmaya yetmiyor mu acaba?
Bu millet için sorumluluk üstlenmek gerekince, öne çıkmak bu kadar mı zor?
Gösteri ve gösteriş olduğu zaman, bu kadar zorlanmıyoruz.
Milletvekili olmak için Parti Genel Merkezine başvurularımızı bu kadar ertelemedik,
bu kadar toplantı yapmadık, bu kadar istişarede bulunmadık.

ÖZGÜR BİREY NE KADAR GEREKLİ İMİŞ

“Birey birey” deniyor, sevmediğim bir sözcük, felsefemi bozuyor.
Ama demokratik devrimin bireyine meğerse ne kadar ihtiyacımız varmış!
Özgür birey, yürekli öncüler bir ülke için ne kadar gerekli imiş!
Özel çıkar ve özel kâr için özgür birey olmak çok kolay, örnekler ortalıkta.
Peki, kamu için özgür olmak bu kadar mı zor!
Hayır, bu toprakların altındaki kemik yığınlarını düşününce,
insanlarımızın kendilerini her şeyleriyle ne kolay verdiklerini biliyoruz.

İMZA ATMAK ÖLMEKTEN ZOR İMİŞ

Sayın Milletvekili,

Bu vatan için ölmeye hazır olan en azından yüzbinler var. Gerekince ölecek milyonlar da var. Ama karşıdevrimin Çankaya planını bozmak için imza atacak yirmi milletvekili
şu anda yok, öyle deniyor. 
Bu Cumhuriyet için imza atmak, meğerse ölmekten bile zormuş! Bir an bunlar geliyor aklıma ve hemen kovuyorum bu münasebetsiz kuruntuları.

Biz Cumhuriyet aydınları, söylevlerimizde Namık Kemalleri, Mustafa Kemalleri
örnek alırız. Şimdi eylemlerimizde örnek almanın zamanıdır.

YİRMİ MİLLETVEKİLİ VAR BİLİYORUZ

Kuşkumuz yok, o 20 milletvekilinin olduğunu biliyoruz.
Yüreklerinde Cumhuriyetin ateşi yanan milletvekillerimiz var, onlara güveniyoruz.
Şimdi onlardan öncü tavrı bekleniyor.
Tarihi halk yazar, doğrudur. Ama bir halkın öncüleri yoksa, yazık o halkın haline.
Türk milletinin öncüleri var. Devrim tarihimiz, tanığımızdır.
Öncüler ölmez! Yarattıkları gelenek kor ateşidir, zor günler gelip çatınca alevlenir.
O öncüler, Meclis’te de var.

GÖZLERİ TÜRKİYE SAATİNDE OLAN İLK MİLLETVEKİLİ

Sayın Milletvekili,

Bugün millet, ilk adımı atacak milletvekilini arıyor.
Arkasına bakmadan, gözleri Türkiye’nin saatinde, bakışları Türkiye’nin ufkunda olan
o milletvekilini arıyor bu halk. Ödüller dağıtılırken, makamlar paylaşılırken ilk olmak insanlara mutluluk ve onur kazandırmamıştır. Ama bir milletin geleceği için,
bir Cumhuriyetin ayağa kalkması için ilk adımı atmak, ömür boyu mutluluk için yeter.

Bugün yirminci değil, ilk olmanın günüdür.

Kardelen, bir kurtuluş savaşı öyküsü


Kardelen, bir kurtuluş savaşı öyküsü

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan bize ulaşan nefis bir öykü..

Okunmalı, okutulmalı..

Teşekkürler Sn. Ercan..

Sevgi ve saygıyla
25.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

Beşiktaş’ın efsane Kaptanı Şeref Bey’e Göndermeyle (İthafen…)

Boğaz azgın bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru. İstanbul’un üzerine çöken manevi ağırlığı kaldıracak bir evliya beklentisi vardı sokaklarda. Karayelden esen rüzgar, yağmur getirecekti şehit mezarlarına. Fatih’in fethettiği İstanbul beş yüzyıl sonra, kansız savaşsız İngilizler’e teslim edilmişti bir Mayıs sabahı. Dolmabahçe önünde son silahlı birlik de silahlarını teslim ediyordu. Yüzbaşı Şeref ve birliği manga manga tüfeklerini, tabancalarını hatta süngülerini İngiliz subaylarına makbuz karşılığı teslim ediyordu. Birliğin sonu geldiğinde İngiliz Çavuş Şeref Yüzbaşı’ya bağırdı :

– Sör ! Tabancanız…

Şeref hiddetle döndü, elinin tersiyle çavuşa vuracak oldu. İngiliz Binbaşı araya girdi ve “Tabancanız kalsın, mermileri boşaltınız yüzbaşı.” dedi.


Şeref hiddetle tabancasını çekti, ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri silahlarını Yüzbaşı Şeref’e doğrulttular. Şeref “altı patlar”ını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, prinç kovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Kabzası laz işi, baba yadigarı tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti.
Hazır olda bekleyen 120 asker yumrukları sıkılı, dişleri kenetli, Galiçya’dan Hicaz’a, Trablusgarp’tan Fizan’a peşinden gittiği o mert adamın ağzının içine bakıyordu. Bir emir verse, evet o bir emir verse
bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirlerdi.

– Şimdi dağılıyoruz arkadaşlar. Sizleri 10 yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın bu iş daha bitmedi, bu millet esaretini yenmek için sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır.
Hakkınızı helal eder misiniz?

Bir an sessizlik oldu. Elleri cebinde ve cebinde tuttuğu yuvarlak metal çerçeveli gözlüğü olduğu halde bekledi. Bekledi, bekledi…
Birliğin çavuşu bir adım öne çıktı ve:

– Bizim helalimiz seninle şehit düşmektir komutanım.

Şeref’in gözlerinden hiç de istemediği halde iki damla yaş süzüldü, ellerinde tuttuğu gözlük tuzla buz olmuştu. Avuç içi kanıyordu ve
daha sert bir sesle bağırarak :

– Hakkınız helal midir bana?

***

Yağmur yağıyordu. Gökyüzündeki martılar birkaç dakika önce yaşadıkları gök gürültüsünden beter bir “Helal Olsun!” sesinden duydukları ürküntüyü üzerilerinden atamamışlardı.Kan damlaları Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metre aralıklarla Şeref’i takip ediyorlardı. Neden sonra elinin kanadığını fark etti. Dolmabahçe Sarayı Harem Dairesi ardındaki yüksek duvarın altında omuzundaki yıldızlı apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdiler.

Şeref Bey sabahın yağmurlu hüznünde Beşiktaş’a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi ancak “hırpani halim bir Türk subayına yakışmaz” diyerek sahile indi. Oturup tekne altını onaran balıkçıyı seyre daldı. Kan çanağına dönen gözlerinin ardında fırtınalar kopuyordu.
Sırtına dokunan elle irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref duyamıyordu onu. Sararmış dişlerine bakarak denizcinin, anlamaya çalıştı söylediklerini.

– Asker aga, asker aga ?
– Efendim
– Okuman, yazman var mıdır?
– Evet. Hayrola?
– Agam be teknenin adını yazsan olur mu?
– Tamam. Nedir teknenin adı?
– Kardelen
– Sevgilinin adı mı?
– Hee… Nerden bildin?

Harp Okulunda aldığı öğrendiği “Hat”  sanatı ilk kez işine yarıyordu. Şeref Osmanlıca ve bir kardelen şekline benzer motifle yazdı tekneye genç denizcinin sevgilisinin adını “KARDELEN”

– Aga, kardelen mi bu şimdi? Ya aga çok güzel oldu. Sana borçlandım şimdi ben.
– Bir gün ödersin. Nerelisin sen?
– İnebolulu’yum. İstanbul’daki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz. Rumlar lakerda diyorlar. Fener’i dönerken teknenin altını vurdum. Burada onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı tekneyi indirip İnebolu’ya yelken basacağım.

***

Yüzbaşı Şeref Akaretler Yokuşu’ndan Osmanoğlu Konağı’na yürüdü. Konağın kapısını müstahdem açtı.

– Şeref Beyim, hoş gelmişsin

Beşiktaş Jimnastik Kulübü (BJK) Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında da kalecilik yapıyordu. Şeref konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp çatıdaki malzeme deposuna girdi. Kısa çatı camının altına oturdu. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu eline aldı. Kutuyu kulağına götürüp iki salladı. Sedef kakmalı enfiye kutusu tıkırdamaya başladı. Kutuyu açtı, içinden pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu çizme derisine süre süre iyice parlattı. Kurşunu tabancasının tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmaya başlayan şakaklarına götürdü.

“Affet” dedi.

TIK… boş
TIK… boş
TIK… boş

*****
Kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip dördüncü kez tetiğe basmakta olan Şeref’in elindeki silahı kaptı. Şeref kendinden geçmiş bir durumda ağlamaya başladı.

– Ne yapıyorsun sen, delirdin mi Şeref ?

– …

Koltuk altından tutup Şeref’i aşağıya indirdi. Sade kahve ile birer sigara içtiler.

“Her şey bitti” dedi Şeref.

“Daha değil” dedi Fetgeri. “Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul’u terk edip Anadolu’da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun’a doğru yola çıktılar” Gözleri parladı Şeref’in. Birkaç dakika önce Azraille Rus ruleti oynayan o değildi sanki. Bir kuş olup o gemiye yetişmeyi geçirdi aklından. “Nasıl giderim ben de?” dedi.

“Çok zor. Salmazlar seni İstanbul’dan” dedi Fetgeri. Çaresiz hissetti Şeref kendini. Birden Kardelen geldi aklına. Kardelen vardı ya İnebolu’ya giden. “Neden olmasın?” diye söylendi.

 “Dur cellalenme hemen” diyen Fetgeri’ye Kardelen’i anlattı.

“Dostum fındık kabuğu kadar bir tekneyle gidemezsin oralara. Sakin olunuz, bir çare düşünürüz elbet” dedi Fetgeri. Artık Şeref’i durdurmanın imkanı yoktu. Yukarı çıktı, üç beş parça eşyasını bez asker torbasına sıkıştırdı. İki dost sarıldılar.“Ha, unutmadan bu torbayı da al, lazım olur belki” dedi Fetgeri. “Nedir bu?” diye sordu Şeref. “Denize açılıncaya kadar sakın açma” cevabını aldı.

***


Kardelen denize inmiş, yelken açmaya hazırlanırken bir sesle irkildi denizci :

– Tayfa lazım mı?

Gözleri ışıldadı genç denizcinin.

– Buyur agam. Ama hayırdır, nereye?
– Senin gittiğin yere, hatırlarsan bana borcun vardı, ödeşmiş oluruz.

***

Kardelen, Anadolu Feneri’ni geçip Karadeniz’e yol alırken,
Şeref erguvanlara son kez baktı. Erguvanların güzel renklerini İngilizler’e bırakıyordu. Yaralı elini Karadeniz’in az tuzlu temiz sularında yıkadı. Temiz bir bez parçası aradı sarmak için. Fetgeri’nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı.
Bu bez olur diye açtı bezi ve Kardelen’in içine bir futbol topu yuvarlandı. Gözlerine inanamadı. Bu top mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve hatıradır diyerek sakladıkları “Ertolhd” marka, içten lastikli pahalı futbol topuydu. “Ah be! Fetgeri” dedi içinden ve güldü.

***

Ara sıra esen sert rüzgar ve serpiştiren yağmura rağmen Şile açıklarını neşeyle geçtiler. Ağva limanında gece demirlediler. Lakerdanın satılmamış kısmıyla, mısır ekmeği ve erik rakısı akşam yemekleriydi. Gece denizci gence Beşiktaş’ı, Ahmet Fetgeri’yi ve bu futbol topunun hikayesini anlattı hiç susmadan. Şeref içtiği rakının ardından yüzüne doğan yakıcı güneşle uyandı.

Kardelen, Pazarbaşı burnunu aşmış, Karasuya doğru yelkenleri doluyordu. Kardelen’in genç reisi Asiye türküsünü söylüyor, tekneyle yarışan yunuslara mısır ekmeği atıyordu. Ara sıra “Kardelenim” diye mırıldanıyordu. Ertesi gece Akçakoca, diğer gece Amasra limanında yattılar. Yüzbaşı Şeref denizciliği de öğrenmeye başlamıştı.

Amasra limanı çıkışı denizci hayıflandı. “Hava patlayacak agam” Şeref baktı, baktı. Keyifli ve güneşli bir 19 Mayıs sabahından başka bir şey göremiyordu. Önemsemedi.

Teknedeki topun bir o yana, bir bu yana gittiğini gören Şeref başını kaldırdı. Deniz tarafı tamamen kararmıştı ama daha öğlen bile olmamıştı.

“Karadan neden bu kadar uzaklaştık?” diye sordu Şeref.

“Agam, kaba dalga vuruyor, burnu çevirdim”

***

Bir süre sonra yağmur eşliğinde öyle bir fırtına başladı ki, Şeref’in midesi dışarı çıkarcasına kusuyordu. “Yelken ipinden uzak dur agam, ayağına dolanmasın” dedi genç adam. Bir büyük dalga geçti üzerilerinden. Sonra bir daha, bir daha. Dümen tutan avuçları ezilmişti denizcinin. Şeref yelken ipini tutmaya çalışsa da bir süre sonra direk kopup, denize düştü. Denizcinin çığlığı bardaktan boşalırcasına yağan yağmura karıştı.

“Agam ipi sal”

Şeref duyamadı, tekne boyunun beş katı bir dalga sancak tarafından tekneyi alabora etti. Dalga çukurunun dibindeki tekne denizin altında kaldı. Denizci büyük bir çeviklikle kendini yukarı itip sudan çıktı.

Yüzbaşı Şeref su çekmiş asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle tekneye bağlı karanlık dibe doğru hızla batıyordu. Yarım dakika dibe hızlı gidiş, ayağından çözülen iple durdu. Artık tekneden kurtulmuştu ama üzerindeki ağırlık onun yüzeye çıkmasına mani oluyordu.

Bulanık denizde gözleri açık çırpınırken, yanından geçen beyaz bir şey gördü. Bu, yukarı doğru hızla çıkan futbol topuydu. BJK ‘ın gol yemez kalecisi “Panter Şeref”topa doğru uzandı, uzandı…

***

Kerempe Burnu’nda baygın yatan genç denizci ve yanında Ertolhd marka futbol topu dalgalarla birlikte salınıyordu. Genç denizci yüzünü paramparça eden kayalıkların üzerine çıkıp bağırdı :

“Agam ! Agam!”

Yüzbaşı Şeref hayatının golünü Karadeniz’in soğuk sularında yemişti. Topa yetişememiş ve karanlık sular onu dibe doğru sürüklemişti. Elbet Karadeniz onu Anadolu’ya verecekti.

***

Ahmet Fetgeri’ye 1924 yılında bir hanım gelir ve bir torba bırakır. Ahmet bey kadının getirdiği torbadan çıkan topa bakar ve kadına sorar.

– Nedir bu bacım?

İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, size vermemi istedi.
Ahmet bey sorar
– Adın ne bacım? Kadın yanıt verir.

“KARDELEN”


***

Mustafa Kemal’in ardından Kurtuluş mücadelesinde yer almak için Anadolu’ya geçen Yüzbaşı Şeref ‘ten tam 17 yıl sonra 19 Mayıs 1936’da Şeref’in takımı Beşiktaş Jimnastik Kulübü, her yıl 19 Mayıs’ta kutladığı spor gününün  “Atatürk’ü Anmak- Gençlik ve Spor Bayramı” olarak milletçe kutlanması için öneride bulunacaktır; Öneriyi Beşiktaş Jimnastik Kulübü adına veren Ahmet Fetgeri Bey’dir.

KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ


KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ

portresi

 

 

Altan ARISOY 

 

Ana çizgisini bağımsızlaşma, ulusallaşma, aydınlanma ve çağdaşlaşma olarak belirleyebileceğimiz Kemalist savaşımın içinde en çok bozulan, hırpalanan, oynanan, yozlaştırılan alan ulusal eğitimimizdir.

İnsanın doğa ile savaşımını kazanabilmesi, her deneyimden öğrendikleriyle yeniden üretmesine, yeni donanım ve üretim ilişkileriyle kendini geliştirmesine ve savaşımını sürdürmesine bağlıdır.

20. yüzyıl başlarında doğaya daha egemen olan toplumlar emperyalizm çağına ulaştı. Bu devletler yeryüzünün bütün kaynaklarını ele geçirmek amacıyla birbirlerini kırıp dünya halklarını sömürgeleştirirken ezilen ulusların emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı Anadolu’da kazanıldı.

On iki milyonluk bu topluluğa aydınlanma ve çağdaşlaşma yıldızlar kadar uzaktı.

Pazar için üretim bir yana, aileler kendilerine yetecek bir üretimden bile yoksundu.Üretici genç erkek nüfus azalmış, eldeki olanaklar tüketilmişti. Salgın hastalıklar ortalığı kavuruyordu. İnsanlar, virane haline gelmiş olan Anadolu’da yüzde doksan beşlere varan bir bilisizlik içinde ağaların, şeyhlerin, batıl İslamcılığın katı baskısı altında umarsız yaşıyorlardı. Gelenekleri ve inançları gereği yazgılarına boyun eğerek, Allah’ın bir mucize göstermesini bekliyorlardı.

Mustafa Kemal öncülüğünde bir avuç aydın bu kez sürekli kurtuluşun yolunu çizmeye çalıştı; Bağımsızlığı korumanın ve güçlü bir devlet olmanın tek ve en güvenilir yolu; ulusal birlik içinde, sadece kendi gücüne güvenerek aydınlanmak, ulusal ekonomiyi kurmak, varsıllaşmak ve çağdaşlaşmaktı.

Bunun için öncelikle ulusa güven vererek çalışmak, ulusa güvenmek, ulusal bilinci yaratmak gerekliydi. Bu yüzden, Atatürk’ün orduya ve özellikle Türk ulusuna sonsuz bir güven duygusuyla bağlanması, yaşamını onlara adaması, kendine hiçbir pay çıkarmadan onları her fırsatta yüceltmesi devrim hareketlerinin başarılmasında en önemli etken olmuştur.

Amaca ulaştıracak yol eğitimle açılacaktı. Kurtuluşun hemen ardından, orduların utkusunun geçici olduğunu, asıl kurtuluşun eğitim ordusuyla sağlanacağını söylemesinin anlamı budur. Daha Sakarya Savaşmasının sıcak günlerinde ( 16 Temmuz 1921) Ankara’da toplanan öğretmenler kongresinde, silahıyla savaşan Türk Ulusunun beyni ile de savaşmak zorunda olduğunu söyleyerek, yaratılacak yeni kültürün temel özelliğini belirtmişti :

Batıdan ve doğudan gelen bütün etkilerden uzak, ulusal özyapı ve tarihimize uygun bir kültür !.. “

1922’de anı defterine şu notları düşmüştü :

Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleri ile kendini gösterecektir ! “

1924 Ağustosundaki “öğretmenler birliği” kongresinde, öğretmenlerin görevini açıklıyordu :

Öğretmenler, cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğiticileri, yeni kuşağı sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin ustalığınız ve özveriniz derecesiyle orantılı olacaktır… Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister !.. ”

1924 Eylülünde ise Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada, Yeni Türk cumhuriyetinin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal olacağını belirttikten sonra şöyle seslenmişti :

Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak ahmaklıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.Yalnız bilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki … evrimini algılamak ve ilerleyişlerini … izlemek gerekir. “

Ve eğitim konusundaki en güzel özdeyişlerinden bir başkası:

Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “

Atatürk’ün eğitim ve öğretmenlerle ilgili değerlendirmeleri bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Ana konumuz olmadığı için hepsini belirtemiyoruz. Ancak, yaşamı boyunca en çok ilgilendiği konulardan birinin eğitim ve öğretmenler olduğunu, yakınlarının sorusu üzerine, asker olmasaydı öğretmen olmayı istediğini söylerken ne demek istediğini düşünmemiz ve önemini kavramamız gerekiyor.

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere, ulusal eğitim dizgemizi Atatürk belirlemiştir, diyebiliriz. Bu sistem; ulusal, laik, bilimsel, üretici (pratik, uygulamalıüretime dönük), ve karma olmalıdır.

Böyle bir eğitim dizgesi nasıl yaratılacak; ülke çapında kimlerle, nasıl uygulanacak ve kökleştirilecektir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği eğitim alanında verilecek savaşımı kazanmaya bağlıdır. En önemli işlerimizden biri milli eğitim işleridir, demesinin anlamı budur.

1924 yılında 12,5 milyon nüfus ve 10 bin öğretmen vardır. Bunların 7 bini alan dışından görevlendirilmişlerdir. Geriye kalanlar da medrese eğitimlidir. Yani, istenilen eğitimi kavrayıp verebilecek öğretmen sayısı hiç yok gibidir.

20 lisede 1000 kadar, 20 dolayındaki mesleki liselerde de 2500 öğrenci vardır.

İstanbul’da 16 tarikata ait 450 tekkenin bulunması başka bir gerçekliktir.

Darülfünun hocalarının hemen tümü saltanat ve hilafete eğilimlidir. Türk devrimini uzaktan izlemekte, yapılanlara katkı vermek yerine eleştiriler getirmektedirler.

Daha da önemlisi, Anadolu’daki birçok ilçe ve 40 000 köyde hiçbir okul ve öğretmen bulunmamaktadır.

İLKÖĞRETİMDE İLK GİRİŞİMLER

Bu denli olumsuzluğun, yokluğun, yoksulluğun ve halk arasında karşıdevrimci güçlerin etkin olduğu ülkelerde, laik, bilimsel ve ulusal bir eğitimi gerçekleştirmek hayal gibidir. Atatürk’e özenip denemek isteyenler oldu. Fakat, kısa bir sürede yok edildiler.

Atatürk, “ordumuz yok, paramız, silahımız yok” diyenlere aldırmadan savaş alanlarında ulusa utkular kazandırmıştı. Eğitim alanında da utku kazanmak zorunluydu. Yoksa, bütün kazanımların yitirilmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden hiç duraksamadı.

3 Mart 1924 günü kabul edilen öğretimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası bu alandaki en önemli atılımdır. O denli ki, bugün bile karşıdevrimcilerle verilen savaşımın en önemli alanıdır. Günümüzde öğretim birliği artık yok edilmiştir. Bu birliğin yeniden sağlanması, yitirilen kalelerin yeniden kazanılması, ulusun geleceği için yapılması gereken en öncelikli görevdir.

Eğitim-öğretim, toplumun ulusallaşmasını, aydınlanmasını, çağdaşlaşmasını sağlayacak, ürünlerini on yıllar sonra verecek büyük bir savaşım alanıdır. Ulusun bir bütün olarak sahip çıkmasını gerektirir. Her şeyi devlet babadan bekleyen, eğitimin önemini kavramamış bir toplumda başarılması nerdeyse olanaksızdır. Devletin büyük bir kaynak ayırma olasılığı yoktur. Zaten yetişmiş insan gücü ve sermayesi yoktur. Her şeye sıfırdan başlanacaktır. Bu yüzden ilk yıllarda bakanlık örgütünün, var olan kadroların ve okulların düzenlenmesine önem verilmiştir. Bakanların kişisel çabaları öne çıkmıştır. Özellikle Mustafa Necati, eğitime ve öğretmene verdiği değerle iz bırakan milli eğitim bakanlarımızdandır

Eğitim ve öğretime maddi kaynak yaratmak amacıyla 13 Nisan 1925 te okul vergisi yasası çıkarıldı.

1926 yılında “maarif teşkilatına dair kanun” çıkarıldı. Köye nitelikli öğretmen yetiştirmek için Kayseri ve Denizli’de “Köy muallim mektepleri” açıldı.

1928’de okuma-yazma sorununa Türkçeye uygun ve kolay bir çözüm bulmak amacıyla “Yeni Türk Abecesi yürürlüğe kondu. Bir anda bütünüyle okuma- yazması olmayan bir toplum durumuna düştük. Kısa süre sonra açılan “millet mektepleri” aracılığıyla bu sorun çözümlendi. Atatürk “ başöğretmen” olarak görev üstlendi. Okur-yazar olmayan yüz binlerce kişi yeni abece ile okuma- yazma öğrendi.

KÖY ENSTİTÜLERİNE DOĞRU

Tüm bunlara karşın, köylerin eğitim ve bilim ışığıyla aydınlatılması en önemli sorun olarak duruyordu. 1931 Kurultayında konu tartışıldı. Köye öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan bir kurulun raporunda ( 1933) köy öğretmeninin niteliğini şöyle belirtiyordu:

“ Öyle bir köy öğretmeni tipi yaratmalıyız ki; o, yalnız köylünün inançlarını işlemek, toplumsal kurumlarını etkilemekle kalmasın. Köyün yüzünü ve ekonomik yaşamını da değiştirsin… “

Bu rapor Köy Enstitülerine giden yolun habercisi oldu. 1935 kurultayı sonunda Köyün okuma- yazma öğrenmesini bir an önce çözmek amacıyla, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapmış, okuma-yazma bilen köy gençleri arasından seçilenlerin kursa tutularak köye gönderilmesi uygun görüldü. Köy gençlerinden ilk grup Eskişehir- Mahmudiye Devlet üretme çiftliğinde kursa alınarak üretici durumuna getirildi. Köylerine gönderildi. Uygulama ertesi yıl üç üretme çiftliğinde sürdürüldü. Bu gençler köyde tarımsal öncülük yapacaklar, okuma-yazma öğreteceklerdi. Eldeki olanaklar ancak bu kadarına izin veriyordu. Böylece “köy eğitmenleri projesi “ Milli Eğitim ( kültür ) Bakanı Saffet Arıkan tarafından gerçekleştirilmiş oldu.

Bu kurslar 1937 yılında çıkarılan 3704 sayılı yasa ile “Köy Öğretmen Okulları”durumuna getirildi. Eğitmen yetiştirmeye de devam edildi.

Birkaç yıllık uygulamanın sonuçları yüzleri güldürmüştü. Soruna daha kökten bir çözüm üretmek gerekiyordu.

İlköğretim genel Müdürü Tonguç bu konuda şunları söylüyordu:

Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına aydın insanın mezarı dikilmedikçe köyün sırlarını anlayamayız. Onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır… “

1938 yılının son günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirildi.

İsmet İnönü:

Özgür vatandaşlardan birleşik bir ulus olmanın çaresi ilköğretimdir.
İlköğretim sorunu insan olmak, ulus olmak sorunudur”

Diyerek bakandan yeni çözümler istedi.

KÖY ENSTİTÜLERİ KURULUYOR

Bu eğilim üzerine,1936 yılından beri ilköğretim genel müdürlüğü yapan ve köy eğitmenleriyle Köy öğretmen Okulları projelerinin mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç geliştirdiği “Köy Enstitüleri” tasarımını açıkladı.

17 Nisan 1940 tarihinde yapılan oylamada 3803 yasa ile Köy Enstitüleri resmen kurulmuş oldu. Oylamaya 148 milletvekilinin katılmaması dikkat çekicidir. Bunun anlamı tek partinin üçte birlik bölümünün yasaya karşı olduklarıdır. Görüşmeler sırasında bu tasarının Köy eğitmenleri ve Köy öğretmen okullarının geliştirilmesi olduğu açıklandı. Buna karşın büyük toprak ağaları ve tutucu görüş sahipleri kuşkuluydular.

Tasarım şöyleydi: Her 15-20 köye uygun yerlerde bir Bölge okulu açılacak.10-15 Bölge okulu bir baş öğretmenlik’e bağlanacak. Yine her 15-20 Başöğretmenlik bir köy enstitüsü ile çalışacaktı. İvedilikle Türkiye’deki 40 000 köy için 4000 Bölge ilkokulu yapılacak, bu okullara yetecek kadar öğretmen yetiştirmek için Köy Enstitülerinin sayısını çoğaltma yoluna gidilecekti. Böylece 15-20 yıl içerisinde Türkiye’de ilk okuma-yazma sorunu çözülecekti. Öğretmen gereksinmesi tamamlandıktan sonra enstitüler köylere tarımcı, sağlıkçı gibi teknik elemanlar yetiştirecekti.

Yıllar içinde olgunlaştırılarak geliştirilen bu tasarım tam olarak gerçekleştirilememiştir. Köy enstitülerine en baştan karşı çıkanların engellemesi, paylaşım savaşının yol açtığı sorunlar, iktidar içindeki hoşnutsuzluklar nedeniyle bu büyük eğitim tasarımı tamamlanamamıştır.

1940 yılında 10 köy Enstitüsü daha açılarak sayı 14’e çıkarıldı. Bu sayı 1946’da 20’ye, 1948’de 21’e çıktı. 1943 yılında Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Başarılı öğrenciler daha sonra orada öğrenim görerek enstitülere, orta öğrenim kurumlarına öğretmen olarak atanıyorlardı.

Köy Enstitülerine 5 yıllık ilkokul öğrenimini bitirmiş köy çocukları alındı. Öğrenim süresi de beş yıldı. Enstitüler ülkenin bütün bölgelerine eşit olarak dağıtılmıştı. Yapımını planlayan mimarlar enstitülerin kurulacağı yerlerde yaşayarak, o yörenin gereksinmesine göre planlar yaptılar. Henüz ergenliğini yaşayan ( 12-17 yaş arası) erkekler ve kızlar, ustaları ve öğretmenleriyle dershane işlik, hamam, yatakhane, yemekhane, ahırlar yaptılar. Uzaktan kanallarla sular getirip, elektrik ürettiler. Tarımsal ürün yetiştirip, hayvan beslediler. İşliklerde tarımda ve çeşitli zenaatlarda kullanılacak araç- gereçler yaptılar. Her enstitü kendine yetecek bir ekonomik birim olduktan sonra ürünlerini pazarladı. Bu paralarla enstitüler donatıldı. Yeni birimler yapıldı.

Köy enstitülerinde eğitim haftada 44 saatti. 22 saat kültür dersleri, 11 saat işliklerde iş içinde öğrenme, 11 saat ise tarım etkinlikleri yapılıyordu. Öğretmen ve öğrenciler bir bütündü. Öğretim ortamında demokratik ve diyalektik anlayışlar egemendi. Sorular sorulur, araştırılır, yanıtlar aranırdı. Hafta sonlarında bir haftalık çalışmalar değerlendirilir, sonuçlara etki eden nedenler tartışılırdı Öğrenciler eleştirildiği gibi öğretmenler de öğrenciler tarafından özgürce eleştirilirdi. Hazırlanan halkbilim, temsil, müzik, şiir ve yazın etkinlikleri öğrenci- öğretmen bütün enstitülüler tarafından izlenerek eğlenilirdi.

Ulusal kültür öğrenilir, benimsenir, çeşitli yollarla öteki enstitülerle paylaşılarak çoğaltılır ve paylaşılırdı.

Talip Apaydın, “köy Enstitülerinde sanat Eğitimi” yazısında bu paylaşımı anlatır :

Çeşitli enstitülerin birbirlerine yapı yardımı için gönderdiği ekipler, oraların türkülerini, oyunlarını buralara taşıdılar. Buralardakileri öğrenip kendi enstitülerine götürdüler. Çok anlamlı bir alışveriş oldu. Kars’ın türküleri Antalya’da, Egenin zeybekleri Hasanoğlan’da, Sivas’ın halayları Kepirtepe’de, Karadenizin horonları Pazarören’de. Tüm ülkenin folklor zenginlikleri toplandı. Genel bir beğeniye dönüştü. Ulusal kültürün tüm yurt köşelerine ulaşmasına Köy Enstitüleri öncülük etti… “

Kitap okumak bir yarıştı. Yeni Türk Abecesi ile yazılan ulusal eserlerin sayısı azdı. Bu yüzden 1940’larda çevrilmesine başlanan dünya klasikleri yaygın olarak okunuyordu. Öylesine ki bir teftiş sırasında çobanlık görevindeki bir kız öğrencinin torbasında, sadece kuru bir ekmekle Antigone adlı yazın yapıtının görülmesi büyük ilgi toplamıştı ! Grek-Latin yapıtları yerine özgün Türk yapıtlarının okunması ulusal kültür açısından yeğlenecek bir durumdu.. Sonradan Köy enstitülü aydınlar bu alandaki boşluğu doldurmada önemli bir işlev göreceklerdir.

Köy enstitüsü mezunları köylerine 20 lira maaşla atandılar. Atandıkları köylerde 20 yıl görev yapmaları zorunluydu. Kendilerine tarım uygulaması yapacak kadar toprak, tarım araç- gereçleri, işlik malzemeleri verildi. Görevleri köy çocuklarını eğitmek, köylüye teknik üretim yöntemlerini öğretmek, köye önderlik yapmak, köy ekonomisini canlandırarak pazara açmak ve Kemalist aydınlanmayı köye yerleştirmekti.

Tonguç bir yazısında şöyle diyordu:

Köy öylesine canlandırılmalı ve bilinçlenmeli ki; onu hiçbir güç yalnız kendi çıkarına insafsızca sömürmesin. Köylüye köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsiz ve bedava çalışan iş hayvanı durumuna gelmesinler… “

Cumhurbaşkanı İnönü Köy Enstitülerinden övgüyle söz ediyordu.:

“ Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi sayıyorum. Buradan yetişecek evlatlarımızın başarısını ömrüm oldukça yakından takip edeceğim. Enstitülerle yeni bir millet yaratıyoruz.”

1946 yılının Ekim ayında verdiği bir demeçte de övgüsünü sürdürmüştü:

Benim askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kale almadan diyebilirim ki; öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Bunlardan biri Köy Enstitüleri, diğeri de çok partili hayattır… “

Oysa, 1946 sonlarında Köy enstitülerinin de sonu görünmeye başlamıştı.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN SONU

1945 yılında kurulan DP, muhalefetinin ana eksenlerinden birini Köy enstitülerine dayandırdı. Tefeciler, ağalar, şeyhler ve komprador işbirlikçiler ittifakı Köy enstitülerini hedef tahtası yaptı.

Bu okullara köy çocuklarının alınarak köy-kent ayrımı yapılmasından, karma eğitime; okullarda öğrencilerin çalıştırılmasından, köylülerin okul yapımındaki yükümlülüklerine; 20 yıl zorunlu hizmetin bir mahkûmiyet olmasından, enstitülerin dağ başlarında olduğu, öğretim kadrolarının cahilliğine ve komünist yetiştirdiğine kadar sayısız saldırılar yapıldı. Enstitülü öğretmenlere büyük yetkiler verildiği, kaymakamlara ve diğer bürokratlara karşı geldikleri, otoriteyi sarstıkları söylendi.

Dönemin bazı solcuları da bu eleştirilere bir başka yönden katılıyordu. “Altyapı hizmetleri olmadan enstitülerin köye girmesi ve tutucu köylülerle işe başlaması yanlıştır. Kalkınma bütünüyle ele alınmadıkça okuma-yazma bir anlam taşımaz” diyorlardı.

Devrimin dişle tırnakla kazılarak yükseltilebileceğini unutuyor, Kemalist devrimi savunmak yerine Sovyet propagandasının etkisine giriyorlardı. Oysa, toplumsal, tarımsal ve sanayi altyapısının gökten indirilemeyeceğini biliyorlardı. Günümüzde solun bir kesiminde sürdürülen, söze ve yazıya dayalı romantik kağıt-kalem solculuğu yapılıyordu.

Köy enstitülerinin sonu görünüyordu. Önce enstitülerde komünizm propagandası yaptırdıkları gerekçesiyle Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç görevlerinden alındılar. Her ikisi hakkında da davalar açıldı. Yücel, bakanlıkça bastırılan kitapta milli eğitimin niteliklerini milliyetçi ve hümanist olarak gösterdiği ve hümanizmin aslında komünizm demek olduğu savıyla yargılandı. Daha sonraları ise Tonguç bir öğrenciye İtalyan yazar İgnazio Silona’nın Fontamara adlı romanını vermekten komünizm propagandası yapmakla yargılandı. Tasfiye furyası giderek artan bir şekilde sürdürüldü.

M. Eğitim Bakanı R. Şemsettin Sirer 1951 yılında yaptığı açıklamada “500 kişilik kadrodan 400 zararlı” kişiyi temizlediğini itiraf etmiştir.

Dönem koşulları düşünüldüğünde bu sayı oldukça kabarıktır.

Oy kaybetmemek ve DP iktidarına engel olabilmek amacıyla 1950 seçimlerine değin Köy enstitüleri projesinden ödünler verilmeye devam edildi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Karma eğitime son verildi. Öğretim programlarında değişiklikleri yapıldı. Yenileri açılmadı. Bütün eğitmen kursları kapatıldı. Köylülerin okul yapımındaki yükümlülükleri kaldırıldı. Kasaba çocukları da enstitülere alınmaya başlandı.

Kısaca daha DP iktidara gelmeden köy enstitülerinin özgün nitelikleri CHP tarafından yok edilmişti

DP iktidar olunca tartışmalar ve karalamalar yine alevlendi. Eski suçlamalar yinelendi .Köy enstitüleri kötü amaçla kurulmuşlardı. Bakan Tevfik İleri sorunun komünizmle mücadele sorunu olduğunu vurgulamıştı.

Bu arada Marshall ve Truman doktrinleri uygulanıyordu. Türkiye, Batı İttifakı ile bütünleşerek yardımlar alıyordu. Bu planlar çerçevesinde 12 yeni eğitim projesi geliştiriliyordu.

Sonunda 27 Ocak 1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kapatıldı. Hepsi birden İlköğretmen Okulları’na dönüştürüldü.

SONUÇ

Köy enstitüleri kaynağından 17 bin öğretmen, 7.500 sağlık memuru, 9 bin kadar eğitmen yetişti. Bunlar o günlere kadar okul, öğretmen görmemiş binlerce köye ışık oldular. Feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ve toprak rejimini değiştirmeye, Atatürk’ün özlediği devrimi köylere yerleştirmeye çalıştılar. Köylüyü sömüren zorbalara, eşraf ve simsara, dinsel bağnazlığa, köylüye yukarıdan bakan bürokrasiye, mistisizme karşı çıktılar.(*)

Köy enstitüleri, köy çocuklarına açılan okul kapısı oldu. Ben değil, biz diyerek tüm etkinlikleri bir bütünün parçaları olarak yaptılar. Köy enstitülerinden yetişen öğretmenler, sanatçılar ve aydınlar, yapıtlarıyla, yaptıkları toplumsal önderliklerle kalıcı izler bıraktılar.

Köy enstitüleri kapatılalı yarım yüzyılı geçti. Günümüzde her yıl artan bir şekilde anılıyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim alnında içinde bulunduğumuz kargaşa çıkmazdır. Özellikle eğitim birliği ilkesinin- bir devrim yasası olarak- bozulması, yabancı misyon okullarının, yabancı dille eğitimin, kuran kursları ve mahalle mektebi niteliğindeki geri dönüşlerin yoğunlaştırılmasıdır. Öte yanda üretim için eğitim yapılmamakta, liseleri ve üniversiteleri bitiren gençlerimiz niteliksiz işgücü olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Köy enstitüleri konusunun güncel tutulmasının bir nedeni de yerlerine kurulan 1954-1974 öğretmen okullarının Köy enstitülerinden izler taşımasıdır. Enstitüler öğretmen okullarına dönüştürülse de birtakım özellikleriyle öğretmen okullarının içinde yaşatılmışlardır. Enstitü öğretim kadrolarının göreve devam etmesi, müzik- folklor çalışmaları, işliklerde ders araç gereci yapımı, tiyatro ve diğer sanatsal etkinlikler sürdürülmeye çalışılmıştır.

Öğretmen okulları köy enstitülerinin son kalıntılarıdır.

Öte yandan bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutacak niteliktedirler. Köy enstitüleri uygulamalarından şu sonuçları çıkarabiliriz:

  • Eğitim insanı bir bütün olarak, her yönüyle geliştirmelidir.
  • En iyi ve en başarılı eğitim yöntemi iş içinde, (yaparak ve yaşayarak) , üretim için eğitimdir.
  • Eğitim; ulusal, bilimsel, laik, demokratik ve karma olmalıdır.
  • Kemalist aydınlanma devrimi eğitim yoluyla tamamlanmalıdır.

Köy enstitüleri yarım kalmış bir düştür.

Türkiye cumhuriyeti, geleceğinin aydınlık olmasını ancak tarihten, bilimden ve deneyimlerinden alacağı derslerle sağlayabilir.

Hiçbir yabancı tasarıma araç olmakla değil…

Çünkü, yabancıların bizim sorunlarımızı dert etmeleri için hiçbir neden yoktur.
Onlar, kendi sorunlarını fatura edecek toplumlar ararlar. Bu dersi onlardan aldık.

Kendi tarihimiz daha ötesini de öğretiyor. Yeter ki öğrenmesini bilelim.

Geleceğe ilişkin düşlerimizi daha uzağa ertelemek, dünyamızın bütünüyle kararmasına yol açabilir.

Geleceğimizi popülist siyasetlere kurban edemeyiz.

Yediden yetmişe ayağa kalkmak zamanıdır.

İŞTE BENİM ATATÜRK’ÜM BUDUR…


Kıbrıs Mektubu 1082

İŞTE BENİM ATATÜRK’üm BUDUR…

Huseyin_Laptali

 

Hüseyin LAPTALI 
erenkoysurungeni@hotmail.com/ttmail.com

 

 

ATATÜRK KİMDİR? (EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI)

Yıl 1976 UNESCO yani Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü,
üyelerine müthiş bir öneri ile gelir.
O gün UNESCO’nun devlet üye sayısı 152’dir. (AS: Biz 156 biliyoruz..)

Oturum başkanı;

“Bu gün UNESCO‘nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası
Mustafa Kemal‘dir” der ve önerisini sunar. Öneri nedir?

Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında (AS : 1981),
UNESCO’nun 152 ülkenin devleti aynı anda O’nun doğum gününü kutlamalıdır.

Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:

“Ne yani dünyada bu denli devlet adamı var, hepsinin doğum gününü
böyle kutlayacak mıyız?”

şeklindeki kinayeli sözleri üzerine, Rus delegesi ayağa fırlar, yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler :

“Genç delege arkadaşıma hatırlatmak isterim ki, ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir. Bırakın bir yıl anmayı, her ülkenin her sorununda O’nu çare olarak aramalıyız.” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal!..

İşte benim Atatürk’üm budur.

Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tek, hiç negatif oy olmadan, hiç çekimser oy yok iken, 152 ülke aşağıdaki metne imza atar :

Hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani?” diye.
O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler :
“Ben ATATÜRK’Ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum,”

İşte o muhteşem belge diyor ki…

  • “ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKILAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN,
    EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”

Var mı böyle bir metin!..
Bir filozof der ki; “Bir ülke için ölçüt aradığınız zaman, o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin.”
Şu anda ölçüt arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz.
İşte bu metin 152 ülke tarafından çekincesiz imzalanmıştır.

Eşi olmayan devlet adamı metni, Prof. Dr. İlknur Güntürkün KALIPÇI‘nın yazısından alınmıştır.

UNESCO 1981’de 100. Doğum Yıldönümü nedeniyle Atatürk’ü “Ulusal Mücadele ve Çağdaşlaşma Lideri” olarak seçmişti. Bu karara göre, “1981 Atatürk Yılı” olarak kutlanmıştı. Bu uygulama, dünyada ilk ve tektir.

Aksini söyleyenler namerttir. İşte benim ATATÜRK’üm budur.

NEDEN “YETER!” DİYEMİYORUZ??

TÜRK MİLLETİNİN BİR BİREYİ OLARAK SORUYORUM :

NEDEN YETER DİYEMİYORUZ?

Müge GÜLSES
BCP Genel Yazmanı

Vicdanlarımızı sızlatan, uykularımızı kaçırtan günlerden geçiyoruz.

Sorunlar yumağımız çok karmaşık olduğundan nereden tutacağımızı şaşırmamız çok doğal. Ama yalın ve içten düşünceleri zemin alırsak daha kolay ilerleriz diye düşünüyorum.

Bu bağlamda düşüncelerimi iletmek istiyorum.

1- Koşullar ne olursa olsun, Evrensel değerlere inanan ve uygulayan bireyler olmalıyız. İnsani değerler = insan hakları, hukukun üstünlüğü, etik kurallar..

Ezberlerimizde olan bu bilgi çok kolay gibi görünse de günlük yaşam koşullarında uygulanması hiç kolay değildir. Örn. kuyruklarda, araçlarda vb. başka insanların haklarına saygı gösterme yönünde davranmak. Kendi aleyhimize olacak durumlarda sessiz kalmamak veya şartları kendimize ya da yakınlarımız lehine yontmamak gibi.

Ekip içinde kendi düşüncemize yakın(doğru olup olmadığını sorgulamadan) kişilere eğilimli ve dostça davranırken diğerlerine de mesafeli veya düşmanca tutumda olmamak gibi..

2- Ezber bilgiler yetmemektedir. Uygulamalı davranışlara ağırlık vermek gerekir

– Bilgi sahibi olmak, belleğin parçasıdır. Ezber bilgiler donma ve kalıplaşma riski içerir. Bu risk devamlı sorgulama ile aşılabilir.
– Bilmek ise varlığın parçasıdır içselleşmiş ve tutuma dönüşmüştür bu da uygulama ile olur.

Siyaset kurumunu bu bağlamda sorgularsak şunları söyleyebiliriz.;

1946 çok partili rejimden bu yana paranın egemenliği vardır. Siyaset, para aracılığı ile kesimlerin, siyasal gücü elde etmek için yaptığı örgütlenmedir. Arzulanan güç ise oyların devşirilmesi ile belli çıkarlar karşısında elde edilir. Milletvekilliği belediye başkanlıkları il meclis üyelikleri hep belli kesimlerin gücü elde etmek için verdikleri araçlar-makamlardır.

Yani bütüncül, halk çıkarları hiç düşünülmez. Halk da kendine düşeni yapıp siyasal partilerde görev alıp uygulamaya geçemediğinden siyasal istencini oluşturamaz.

Bilgisine ve kişiliğine güven duyduğumuz nice değerli insanın kararlılık göstererek toplumun önünde yer alması gerçekleşememiştir.

Görev TÜRK MİLLETİNİNDİR

Kimse kimseyi zorla değiştiremez, zorla bir şey öğretemez. İnsan ancak
kendi isterse öğrenir ve kendini değiştirme ve geliştirme çabası içinde olur.

“Görevi bizden beklenen güven düzeyinde gerçekleştirme sorumluluğu ve terbiyesine sahip olma” tutumu ile siyasi irade oluşturmak üzere çalışmalıyız.

Türk Milleti olarak biz dayanışma içinde gerçek bir çalışma ve üretme içinde olursak istediğimiz her şeyi başarabiliriz.

Burada gördüğüm en büyük sorun; insanların birbirlerini konum, birikim, tutumlarına göre kafalarında sınıflandırmaları ve ona göre davranmalarıdır.

Bilgili ve deneyimli insanların çoğu kibirli ve dışlayıcı tutum içindedir ve belki de bunun farkında değillerdir.

Sorgulanmaya kapalı olmaları veya umursamaz davranmaları insan ilişkilerinde dayanışmayı zayıflatmaktadır. Halbuki millet olarak bizim birbirimize gereksinimimiz olduğunu bilerek “sevgi tutumu” içindeörgütlülük içinde olmamız gerekir.

Karl Marks; sevginin, bencillikle tek kişi ve nesne üzerine değil
tüm evreni içine alan bir tutumu içermesi gerektiğini savlar. 

Dayanışmacı siyasal çıkarlar üzerinden oluşan emperyal kültür alışkanlığının her birimizi teslim aldığı görülmektedir.

Rüşvet değildir diye verilip alınmayanselam (Fuzuli!) yozlaşmış kent kültürü insanları kendilerine yabancılaştırırken birbirine de yabancılaştırmış ve birlikte hareket edebilme olasılığını zayıflatarak insancıl ve ulusal refleksleri
ortadan kaldırmış, tüketim ve zevk odaklı robotlara dönüştürmüştür.

Bu robotlar ancak komutlarla ve kendilerine uzatılan havuçlarla harekete geçebilir. Bu kitle yalnızca AKP’ye oy verenleri değil ama genel olarak tüm toplumu kapsamaktadır diye düşünüyorum.

Dolayısı ile yalnızca düşman veya karşıt bellediklerimizi suçlamak adil değildir. Kendimizi düzeltmeden, sorgulamadan gereğini yapmadan kendi dışımızdakileri suçlamak, aşağılamak, dışlamak insancıl ilkelere aykırıdır.

Tam da zor olanı seçerken adil olabilmek ama kendi adımıza değil tüm toplum adına adil olabilmek gerçekten çok yüksek gelişmişlik ister.

Bilgi toplumu değilseniz bu çok zordur ve Cumhuriyeti savunanlar ya da savunduğunu söyleyenlerin çoğu kendi gelişmişliklerini sorgulayıp ilerleme çabası içinde olmak yerine kolayı seçmiş, birbirine dayatmacı, birbirinden yararlanmacı ve gününü gün etme tutumu içinde olmuşlardır.

Bu tutum doğal olarak yaşamın her alanında gözlenirken, siyaset alanında da geniş bir biçimde uygulanmış ve uygulanmaktadır.

Amacımız, tüm toplumun iyiliğini düşünebilecek kendi şablonlarını da sorgulayabilme cesaret ve iyi niyetini taşıyan insanların birlikteliği ile oluşacak

  • halkın iktidarını kurmaya yönelik
    bir siyasal örgütlülüğü gerçekleştirmek

olmalıdır.

Bu tutumun şu anda hiçbir partinin başarma amacı olduğunu düşünmüyorum.
Her parti “en iyi ben bilirim” diyor.

Siyasal erki “ne olursa olsun elde etmek” tutumu yanlışlara katkı yapmak
değil midir? Önce inşa edeceğimiz doğruları, nasıl, neden, niçin, nereye,
ne denli.. gibi sorulara yanıt verecek biçimde, bağımsız ve toplumsal eşitlik (hakkaniyet)  düzlemindeki ortaklaştığımız değerler bağlamında tasarlayıp birlikte ortaya koymamız gerekmiyor mu?

  • Türk halkı ordan burdan çekiştirilmekten bıkmadı mı? 

Kendi isencini  koymak üzere neden insiyatif alma konusunda geri duruyor?

HALBUKİ KENDİ YGELECEĞİMİZİ BELİRLEME  HAKKINA SAHİBİZ.
BÜTÜN SORUN EVRENSEL İLKELERLE BAĞIMSIZ ÖZGÜR DÜŞÜNCEYİ BİLİM ZEMİNİNDE ORTAKLAŞMAYI GERÇEKLEŞTİREBİLMEMİZDİR.

TÜRK KİMLİĞİ VE BİLİNCİ YOKEDİLİRKEN KENDİMİZİ SORGULAMALIYIZ! KENDİMİZİ HAKSIZLIĞA UĞRAMIŞ DUYUMSUYORSAK KARŞI ÇIKMALIYIZ.

KENDİMİZİ TÜRK ULUSU OLARAK GÖRÜYOR ve TÜM BİZE DAYATILANLARA KARŞI VİCDANIMIZ SIZLIYORSA,

HALKIN EGEMENLİĞİNİ OLUŞTURMAK ÜZERE
TÜM VATANSEVERLERİ ŞUCU BUCU YAFTALAMASI TUZAĞINA DÜŞMEDEN, EMPERYALİZME KARŞI BİRLEŞTİRECEK SEÇENEĞİ YARATABİLMELİYİZ DİYE DÜŞÜNÜYORUM. BUNU BAŞARMANIN YOLU TÜM PARTİLERİN İDEOLOJİK SORGULANAMAZLIKLARINI AŞAN
BİLİMSEL TUTUM GEREĞİ OLAN ÖZGÜR AKIL-BAĞIMSIZ DÜŞÜNCE ŞEMSİYESİ ile bilim zemininde siyasal örgütlülüktür.

Sorunlarımıza akılcı tutumla çözüm bulunabilir. Akılları teslim almış sorgulanması önlenen ideolojik tutumlar büyük birlikteliği önlemektedir.

Mustafa Kemal‘in soncul hedefi ideolojik bağımsızlıktı.

  • “MİLLETİN GÜCÜ VİCDANİ İMANIDIR.
    HÜKÜMETİNİ DE ORDUSUNU DA VAR EDER.” .
    Mustafa  KEMAL (1922 Afyon Karargahı konuşmasından)

Saygılarımla.
19.1.14,
Müge Gülses
0535 861 43 47