Etiket arşivi: Küresel sermaye

Halk Sağlığına Giriş

Sevgili sitemiz okurları,

HALK SAĞLIĞI,
Toplum Hekimliği,
Koruyucu Sağlık Hizmetleri,
Nasıl bir sağlık sistemi?
Ülkemizin temel sağlık sorunlarına nasıl yaklaşılmalı?
Erken Cumhuriyet yıllarında gerçekleştirilen Atatürk’ün SAĞLIK DEVRİMİ,
Hekimliğin geleceği…

gibi konularda kapsamlı bir gözden geçirme yaparak 162 yansıdan (slayttan) oluşan bir PP (power point) sunumu hazırladık.

14 Mart Tıp ve Sağlık Haftası‘nda artık “Tıp Bayramları” yap(a)mıyoruz.

  • 20+ yıllık AKP=RTE tek adam rejimi / ceberrut iktidarı sevinçlerimize de el koydu! 

Gerek ülkemizin – halkımızın sağlık sorunları, gerek biz hekimler ve bir bütün olarak sağlık emekçilerinin çok yönlü sorunları tüm ağırlığı ile sürmekte.

AKP=RTE tek adam rejimi, küresel sermaye çevrelerinin buyrumları (direktifleri) çerçevesinde, Haziran 2003’ten bu yana SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation) adlı bir neo-liberal Küreselleştirmeci politikayı dayatmakta.

Ulusumuz yoksullaştırıldı, sağlıksızlaştırıldı, eğitimsiz bırakıldı ve yaşam dinci kuşatmaya alındı.

14 Mayıs 2023 genel seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile bu baskıcı düzen bitecek!

Yansıları izlemek için lütfen tıklatınız (3 MB) indirebilir, arşivleyebilir bu dosyanın web sitemizdeki erişkesini (linkini) paylaşabilirsiniz. Okunması, dağıtılması ve gereklerinin yapılması dileğimizdir.

Seçime katılacak siyasal partilere ulaştırılması önemli olacaktır.

Halk Sağlığı’na Giriş, Dr. Ahmet SALTIK

Sevgi ve saygı ile. 12 Mart 2023, Ankara

(12 Mart 1971 darbesinin 52. yılı. Hacettepe Tıp’ta tam da bu konuları işliyorduk.
Nusret hoca Toplum Hekimliği anlatıyordu. Teksir ders notlarını hala saklıyoruz)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

 

 

Tek ülkede sosyal demokrasi mümkün mü?

Geniş sol cepheler önümüzdeki döneme damgasını vuracak. Solun politikalarını hayata geçirememesinin yanı sıra, Corbyn’in, Sanders’in önünü kesmek için uygulanan entrikaları da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

1997’de AB’nin 15 üyesinin 11’inde sosyal demokrat partiler iktidardaydı. Bugün ise yalnızca birkaç ülkede geniş koalisyonların bir parçası olarak hükümetteler. Üstelik kamuculuğun itibar kazandığı, dayanışmanın öneminin anlaşıldığı, gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine tepkilerin yükseldiği Covid-19 salgını döneminde bile kan kaybetmeye devam ediyorlar.

İngiltere’de yapılan yerel seçimlerde İngiliz İşçi Partisi, yeni lideri Keir Starmer ilk önemli sınavında yenilgiye uğradı. Ülkenin kuzeyindeki Hartlepool ara seçimlerinde de 60’lardan bu yana elinde tuttuğu sandalyeyi Muhafazakârlara kaptırdı. İspanya’da Sosyalist Parti, Madrid seçimlerinde oylarından üçte birinden fazlasını yitirirken merkez sağ desteğini ikiye katlamayı başardı. Almanya, Merkel sonrası döneme hazırlanırken seçime aylar kala Alman Sosyal Demokrat Partisi, kamuoyu yoklamalarında üçüncü sırada bulunuyor.

İşin ilginç yanı, sosyal demokrasinin makus talihinden kaygılananlar arasında küresel sermayenin yayın organlarından Financial Times (FT) da bulunuyor. Gazetenin Editörler Kurulu yorumunda şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Bu son dönemde Avrupalı sosyal demokratların ikinci paradoksal başarısızlığıdır. Küresel finansal krizi piyasanın aşırılıklarını dizginleme geleneğine dayanan bu partiler için altın fırsattı, ancak çoğu bu süreçte öne çıkmayı başaramadı. Pandemi daha fazla dayanışma arzusunu tetiklerken, seçmenlerin daha müdahaleci devlete hoşgörüsünü artırdı. Fakat sosyal demokratlar yine anı yakalamayı başaramadılar.” (14 Mayıs 2021)
FT’ye göre, sosyal demokrat partiler geleneksel tabanları, imalat sanayi işçilerini sağ populistlere; şehirli orta sınıfları ise yeşil-sol liberal partilere kaptırma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Finansal kriz sonrasında kamu hizmetlerinin içini boşaltan kemer sıkma politikalarını zımni olarak onaylamaları da güven zedeleyici oldu.
Önümüzdeki dönemde de düşük karbonlu ekonomiye geçiş sürecinde, geleneksel sanayi işçileri işlerini kaybetme korkusu yaşarken, şehirli liberallerin yeşil ekonominin en hararetli savunucuları arasında bulunması klasik koalisyonu bir arada tutmalarını zorlaştıracak. Buna karşın güvencesiz hizmet sektörü çalışanlarının kalplerini kazanma şansları var.
FT bugün tıkanan Avrupa sosyal demokratlarının muhakkak bir ilham kaynağı arıyorlarsa Atlantik’in ötesine bakmalarını, Joe Biden’ı yakından izlemelerini salık veriyor. Gerçekten de Biden’ın aşıda patent hakkının kalkmasından yana tavrı, 2 trilyon dolarlık kamu yatırımı planı, zenginlerin ceplerine uzanan vergi politikası önerileri, Clinton ve Obama’nın “üçüncü yol” politikalarının ötesinde, 2. Dünya Savaşı sonrası Kapitalizmin Altın Çağı diye nitelenen dönemin Refah Devleti uygulamalarını anımsatıyor.
Piyasacı ideolojiye teslimiyet
Tarihçi Donald Sassoon’a göre, 1945’ten sonra Batı’da geçerli olan sosyal piyasa ekonomileri hâlâ gelirin, servetin ve eğitim olanaklarının eşitsiz olduğu bir düzende, gelişmiş ülke kapitalizmleri başka toplumsal sistemlerden daha iyi yaşam standartları sunabildikleri dönemde başarılı oldular.
80’ler 90’larla neoliberal dönemde bu yapı çatırdamaya başladı. Son yirmi yılda sol partilerin sağın gündemlerini kabullenmesiyle politik güçleri de iyice zayıfladı. Çoğu sosyal demokrat parti er veya geç istikrar programlarını benimsedi, ücretlerin yerinde saymasına ve eşitsizliklerin artmasına izin verdi, kamu hizmetlerini otuz yıl önce hayal edilmeyecek ölçüde özelleştirdi. Bu süreçten avantajlı çıkanları da vergilendirecek cesareti gösteremedi. Egemen piyasacı ideolojiye teslim olarak oyunu kaybettiler. (The Crisis of European Social Democracy-versobooks.com-19 Nisan 2021)
Öfkeliler hareketi’nin 10’uncu yılı
Sosyal demokrasi açısından tüm bu moral bozucu tartışmalar, 10 Mayıs 1981’de Fransa’da François Mitterrand’ın başkanlık seçimlerindeki tarihi zaferinin 40. yılında yapılıyordu. Mitterand’ın Komünist Parti’yi hükümete davet edişi, ilk dönemdeki tekelci firmaların ulusallaştırılmasını da içeren radikal ekonomi programı hâlâ merkez sol partilerin en cüretkâr hamleleri arasında özellikle hatırlanıyor.
15 Mayıs ise 15-M olarak da bilinen Öfkeliler Hareketi’nin, Madrid’in Puerta del sol meydanında 50 bin kişiyle toplumsal mücadelelere adım atışının 10. yıldönümüydü. Daha sonra İspanya’nın hemen her köşesinde ekonomik krize tepkili gençler meydanları doldurdu, meclis örgütlenmeleri yaygınlaştı. Bu protesto dalgası siyasal ifadesini 2014 başında kurulan Podemos hareketinde buldu. Partileşen Podemos 2015 genel seçiminde at kuyruklu popüler sözcüsü Pablo Iglesias ile oyların %20.7’sini toplamayı başardı.
Pablo IglesIas’ın istifası
Iglesias, Podemos’un irtifa yitirdiği bir süreçte, Madrid yerel seçimlerinde başbakan yardımcılığı görevinden ayrılıp İspanya’nın Trump’ı diye tanınan Isabel Diaz Ayuso’nun karşısında aday oldu. Ayuso’nun, Covid sınırlamalarına meydan okuyan, kamu sağlığı kurallarına uymamayı özgürlük gibi sunan zihniyeti seçmenin aklını çelmeyi başardı. “Ya komünizm ya hürriyet” demagojisi çerçevesinde “pandemi boyunca barları hep açık tuttum. Keyfinizi bozmadım” sözleriyle de sempati topladı. Iglesias da bu yenilginin ardından, siyasetten emekli olmak zamanının geldiğini söyleyerek tüm görevlerinden istifa etti.
Jacobin dergisine bir söyleşi veren parti kurucularından Carlos Monedero, 15-M hareketinin İspanyol toplumunun bilincinde kalıcı izler bıraktığını düşünüyor. Iglesias’ın ayrılışının da, baştan verilen profesyonel politikacı olmamak, siyasi ikbal üzerinden yaşam boyu sürecek kariyerler izlememek sözleriyle uyumlu olduğu görüşünde.
Monedero;
“Hükümetin bir parçası olarak, en azından AB’nin çizdiği sınırlar içinde toplumu değiştirme potansiyeli çok sınırlı. Neoliberal kapitalizmin en berbat etkilerini bir noktaya kadar sınırlayabilirsin, belli alanlarda insanların yaşam koşullarını iyileştirebilirsin, ama koalisyonun küçük ortağı olarak dönüşümü sağlayacak bir gündemi kabul ettirmek çok zor. Iglesias kendisi de bu durumun farkındaydı…” (An interview with: Juan Carlos Monedero, Jacobinmag, 15 Mayıs 2021)
Aslında bu sözler Yunanistan’da Syriza, Portekiz’de Sol Blok, hatta İtalya’da 5 Yıldız hareketi için de geçerli. Sistemin sınırları içinde ehven-i şeri hayata geçirmek ile gerçek programını uygulama isteği arasında sıkışmak…
Gerçekten de Covid salgını döneminde Podemos’un kira artışlarını sınırlama, borcunu ödeyememek nedeniyle konutlardan çıkarılmayı men etme çabaları hep engellerle karşılaştı. Garantili asgari gelir programı ise bir öncü girişim olarak uygulamaya konuldu. Ancak göçmenlerin, bir banka hesabına ve sabit bir ikametgah adresine sahip olmayanların, 23 yaşından küçüklerin kapsanamaması nedeniyle, hedeflenen 850 bin altında, şu ana kadar salt 210 bin aile uygulamadan yararlandı.
Geniş cephe siyaseti
Monedero, Unidas Podemos’tan ayrılanların oluşturduğu Mas Pais ve İspanyol Sosyalist Partisinin solunda bulunanları içeren bir seçim ittifakından yana. Fransa’da ise Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo Yeşiller ve Melenchon hareketini de kapsayan, Macron’a karşı bir sol ittifak oluşturma çabası içinde. Hidalgo Fransız Sosyalist Partisi üyesi olmasına karşın kariyerinde farklı siyasi eğilimleri bir araya getirme başarısıyla tanınıyor. Paris’in merkezinden otomobilleri uzaklaştırma çabası ile öne çıkan Hidalgo’nun ekolojist yönelimi şehirli orta sınıfların da sempatisini topluyor.
Sınıf eksenini ihmal etmeden kadın, LGBT, ekoloji ve ırkçılığa karşı toplumsal hareketleri de içeren geniş sol cepheler önümüzdeki döneme damgasını vuracak gibi görünüyor. Ancak Yunanistan’da İspanya’da solun hükümette vaat ettiği politikaları yaşama geçirememesinin yanı sıra, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in, ABD’de Bernie Sanders’in önünü kesmek için uygulanan çeşitli entrikaları da akıldan çıkarmamak gerekiyor.
O nedenle geçmişteki “Tek ülkede sosyalizm mümkün mü?” tartışmasını, artık belki sosyal demokrasiyi ve daha solundaki Podemos gibi radikal sol hareketleri içerecek şekilde “Tek ülkede sosyal demokrasi mümkün mü?” şeklinde genişletmekte yarar var.

İNGİLTERE’de BREXIT ETKİLERİ

İNGİLTERE’de BREXIT ETKİLERİ

Orhan Özkaya – Yazar
Cumhuriyet
, 05.02.2020

İngiltere, AB’de Almanya’nın etkinliğini, lider konumda olmasını sindirememiş ve güç paylaşımından uzak durmuştu. ABD’nin yanında fazla yer alması, Ortadoğu stratejisinde tercihini Amerikan politikalarından yana koyması ve klasik emperyalist emellerinin esiri olması öne çıkmış, AB’ye karşı soğuk durması ve yükümlülüklerini ihmal etmesi ilişkileri olumsuz etkiledi. AB aidatlarını ödememeyi tercih etti… Bütün bu olumsuzluklar İskoç halkının yalnız kalmasına neden oldu… Bu durum gelir adaletsizliğinin, makasın açılmasının sebebi haline geldi. İskoçya halkı Brexit’e karşı bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüş Holyrood Parkı’nda bağımsızlık sloganları altında devam etti. Oysa “İskoçya Tarihi Alanlar Kurulu”nun yasak kararı mevcuttu. Tarihsel kalelerin bulunduğu bu tür alanlarda siyasi gösteri yapılamayacağı yasağı bulunuyordu. Ancak gösteriye katılanlar bu kararı tanımayarak, kalelerdeki İngiliz bayraklarının da siyasal içerikli olduğunu vurgulayarak yasağın aykırılığını ortaya koydular; toplanmaya, slogan atmaya ve konuşmaya devam ettiler. İngiltere’de Corbyn, ABD’nin politik ve ekonomik politikalarının yanlışlığı ve saldırganlığı altında ezilmekten çıkması gerektiğini vurguluyor. ABD’nin Ortadoğu’da uğradığı tükenişin bedelini üstlenmekten uzak durmayı tercih ediyor. Rusya, Çin, Almanya, Fransa ve İran eksenine doğru yaklaşımı tercih ediyordu. İran ambargosundan uzak durmayı ülke çıkarları açısından daha gerçekçi buluyor, Hindistan’la ticari ilişkilerini geliştirerek, Çin’in Afrika’daki “OBOR” projelerini desteklemeyi gelecek açısından olumlu karşılıyordu.

İngiltere küresel finansının Pirüs zaferi  

İngiltere seçimlerinde neo-liberal ekonomiyi savunan finans sermayesinin temsilcisi Boris Johnson’un %43’lük seçim zaferi, İngiliz halkının 2017’deki İşçi Partisi’nin % 40’lık seçim sonuçlarının yok sayılması anlamını taşımaz. Çünkü halk ve gençlik, Corbyn’in 2017’deki seçim stratejisi İngiliz halkının sağlık, eğitim, kamucu, özelleştirmelere karşı çıkan, devletçi ve devrimci yaklaşımlara ve genç işsizler ordusunun sorunlarına radikal çözümler üreten, gelir adaletsizliği ve gelir dağılımındaki hukuksuzluklara karşı yaklaşımlarını gerçekçi bularak destek vermişti. Yakın geleceğin yakıcı sorunlar yumağının İngiltere ekonomisini daha da zorlayacağı ortada… İngiliz finans çevreleri seçim öncesinde; Johnson adına açıklamalarda bulunarak, işçi Partisi’nin kazanması halinde ülkeyi sermaye olarak terk edeceklerini belirttiler. Küresel sermayenin en belirgin temsilcileri olarak, ekonominin fay hattını teşkil edecekleri şantajını seçim arifesinde dile getirmeleri ve Corbyn’nin Brexit’te kararsız kalması, referandum açıklamaları, olayı eksi puana kaydırdı.

Engelleyici olamıyor

Ancak bu sonuç, İngiltere koşullarında işsizliğin sürekli artış göstermesini engelleyecek nitelikte değil. Gelir adaletsizliği hat safhada; Equatil Trust’un raporu, İngiltere’nin 6 Sterlin milyarderinin, toplam varlığının yaklaşık 40 milyar Sterlin dolayında olduğunu, bunun da 13 milyon dar gelirlinin toplam varlığına denk geldiğini açıklaması, durumu somut olarak saptıyor. İngiliz basınında yer alan haberlere göre, zenginlerin hukuk bürosu Boodle Hayfield, Corbyn’in seçilmesi halinde müvekkillerinin birkaç dakika içinde ülkeyi terk edeceklerini ve yüksek vergi ödemek istemediklerini belirtmişti. Corbyn’in vergi konusundaki açıklamaları zenginler üzerinde endişe yaratmış görünüyor. Aslında gelir dağılımındaki adaletsiz durumun sürmesi finans sermayesinin işine geliyor. İngiltere dış politikası Corbyn ile ABD ekseninden kurtulacak, daha bağımsız olacaktı… Johnson, Brexit’i ve Rusya karşıtlığını iyi pazarlayarak Pirüs zaferi kazandı… Oysa Marx, devrimin İngiltere’den başlayacağını belirtiyordu, ancak devrim Lenin ile Rusya’dan başladı.

Birleşik Krallıkta kopmalar 

2014 yılında referandum sonuçlarıyla İskoçya, İngiltere’den ayrılmama yönünde, ezici bir çoğunluk oyuyla karar almıştı. Bu ayrılığa karşı çıkmalarının nedeni, İngiltere ekonomisinin yara almaması ve kader birliğini sürdürme iradesi idi. Ancak İngiltere’nin Brexit uygulaması, İskoç halkının ayağa kalkmasına neden oldu. İngiltere ayrılığına “hayır” demelerine karşın, Brexit’in yol açacağı bedele rıza göstermiyor ve AB’de kalmayı yaşamsal çıkar açısından zorunlu kabul ediyorlar. Bu nedenle bir süre önce, başkent Edinburg’da isyan başlattılar ve İskoç ulusal partisi İskoç Scottish National Party’nin (SNP) öncülüğünde direnişe geçtiler. Bütün bu ayaklanmaların açıklaması Brexit referandumunda İngiltere hükümetinin tutumu ve Büyük Britanya Adası toplumunun tek yanlı sömürülmesi ve yoksulluk sınırını aşamaması gösteriliyordu. İskoçlar, bu referandumda AB’de kalma yönünde oy kullandılar. Aslında bu karşı duruş ada siyasetinde önemsiz olarak değerlendirilebilir, zira kararı Büyük Britanya halkı adına Johnson iktidarı verecekti, bu durum İskoç halkının tepkisini çekmekte idi… Kitlesel eylemde yer alanlar ellerinde İskoçya’nın ulusal bayrağını taşıyarak “Ne istiyoruz? Bağımsızlık! Ne zaman? Hemen şimdi!” şeklinde sloganlarla Holyrood Parkı’na dek yürüyüşlerini sürdürdüler. Yürüyüşün en çarpıcı sloganı ise, “Londra’nın tahakkümüne son!” olarak belirtiliyor.

Göstericiler, İngiltere’den ayrılık referandumunun yinelenmesi isteminde bulunmayı da ihmal etmediler. Gösterilere İngiltere’nin her yanından katılım otobüslerle sağlandı. İngiltere, AB para birliği politikalarına karşı tavır almış, Sterlinde kalmayı tercih etmişti. Buna karşın İskoç halkı, AB’den ayrılmaya razı olmamış, ekonomik yönden AB’de kalma yönünde tercihte bulunmayı sürdürüyor. İşte İngiltere’de gelecek günler çok eylemli günlere gebe…

MİLLİ VE YERLİ BEKA – DİRİLİŞ VE ÇIKIŞ

MİLLİ VE YERLİ BEKA – DİRİLİŞ VE ÇIKIŞ

Av. Nurullah AYDIN
1 Mart 2018-ANKARA

Türk Milleti’ne kin ve nefret kusan ihanet yapılanmaya ve sinsi hain işbirlikçi güce karşı mevcut partilerle, lider ve kadrolarla sonuç  alma olanağının kalmadığı ortaya çıkmıştır. Aydınlar, siyasetçiler, gazeteciler, gaflet ve dalalet içindedir. 

Millet adına, ülke adına, herkes için konuşmaları gerekir. Konuşmuyorlar, halkın içinde görülmüyorlar. Cesaretsiz, pısırık, mıymıntı tiplere dönüştüler..

Kimileri; konuşarak, kimileri yazarak, herkes çalışıyor. Ancak; kimliksiz, kişiliksiz yalancılar, riyakarlar, işbirlikçiler, dönekler, liboşlar, daha etkin olmaya devam ediyorlar.

Çağdaşı; kimliksiz kişiliksiz yaşamakta.
Milliyetçisi; sloganlara takılı kalmış okuma, öğrenme, anlatma sıkıntısında.
Solcusu; yüzyıl öncesinin kavram tartışmasında, toplum değerlerine yabancı
Liberali; küresel sermayenin sözcülüğünde, sömürü peşinde.
Zengini; zevk ve safa içinde servetine servet katmakla meşgul.
Fakiri; çaresiz, yardım alma peşinde.
Döneği; nemalanma peşinde.
İşbirlikçisi; efendilerinin emirlerini yerine getirmede hata yapmama çabasında.
Dincisi; din istismarcılığı yaparak dünya zevki ile meşgul.
Milletvekili, bürokratı; oh yan gel de yat cümlesini tekrarlamakla meşgul.
Rejim baronları, ideoloji baronları, çağdaş baronlar, din baronları, cemaat baronları dünyalıklarla meşgul.
Askeri; düşman kim, nerede arayışı ile şaşkınlık içinde.
Toplum, yetmiş fırkaya bölünmüş ama çekişme ve tepişme devam ediyor.
Bozuk düzen; insanların şaşkınlıkla izler hale geldiği acı gerçekler düzeni’dir.
Bozuk düzenin çanak yalayıcıları, Bozuk düzenin haram rantlarına talip olanlar,
Bozuk düzenin kirli nemalarından yararlananlar, Bozuk düzenin haram kemiklerini yalayanlar,
Bozuk düzenin ganimetlerinden nasiplenenler, Bozuk düzen çok kötü diyenler,
Bozuk düzen yıkılsın, yerine iyisi gelsin diyenler,
Bunların çoğunun şimdi sesleri solukları çıkmıyor.
Bozuk düzenin zehirli nimetleri onları semirtti.
Haram yiyiciler, devletin milletin, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yemeye devam ediyor.
Yağma, talan, vurgun gece gündüz devam ediyor.
Otuz yıl önce içmeye ayranı olmayanlar bugün yedi yıldızlı hayat sürüyorlar.
Kokuşmaya, yolsuzluklara, haksızlıklara, haram yollarla zengin olmaya karşı muhalefet etmeyenler; aksine yalakalık, yağcılık, pohpoh, dalkavukluk yapanlar nitelikli ve dürüst vatandaş değildir, gerçek aydın değildir.

Sözümüz söz, kararımız karardır.
Türkiye Devleti’ni; milletin kanıyla, irfanıyla kurduk Dolayısıyla biz nigahbanız, bekçiyiz, sahibiz. Kimsenin endişesi olmasın. Bizim azımız çoktur. Önemli olan muktedir olmaktır. Biz her zaman muktedirdik, Türkiye insanı her zaman muktedirdir. Bu memleketi vatan bilen, bu milleti kendi milleti bilen herkes için konuşacağız. Herkesin hakkı, eşitliği için biz kendimizde söz hakkı buluruz.
Göz olup göreceğiz. Kulak olup dinleyeceğiz.
Dil olup anlatacağız. Kalem olup yazacağız. Ayak olup gideceğiz. 

Biz neyi anlatacağız? Garip-gurebaya, fakir-fukaraya, cahil-cühelaya, işbirlikçileri, dönekleri, liboşları, istismarcıları, kimliksizleri yani gerçekleri anlatacağız.
Biraz daha yüksek sesle, belki biraz daha çok, gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz.
Bizler; herkesin umutla beklediği o SES’iz. Bundan sonraki süreçte gereğini yapacağız.
Sözümüz yine söz. Biz Türk Milleti’nin SESİYİZ.
Bu ses, vatan sathında yankılanacaktır. 

Günün Sözü: Bilen, planlayan, sakin olan kazanır.
=========================================
Dostlar,Yürekli ve kararlı yazar, yurtsever hukuk adamı Sayın Av. Nurullah Aydın dostumuzun yazısını coşku ile paylaşarak yayınlıyoruz…

Evvvet, biz = AYDINLANMACILAR kazanacağız!

Sevgi ve saygı ile. 01 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TIBBIN ALTERNATİFİ OLMAZ ! GELENEKSEL, ALTERNATİF VE TAMAMLAYICI TIP UYGULAMALARI…

TIBBIN ALTERNATİFİ OLMAZ !
GELENEKSEL, ALTERNATİF VE TAMAMLAYICI TIP UYGULAMALARI…

Meslek örgütümüz TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) son derece önemli bilimsel hizmetlerinden biri daha somut ürüne dönüştürülerek basıldı..

Başlık yukarıdaki gibi ve 303 sayfa. Çok değerli meslektaşlarımız Dr. Serpil Tütüncü (Trakya Üniv. Tıp Fak. den öğrencimizdir, aynı zamanda Eczacıdır) ve Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Nilay Etiler (Doçentlik jürisinde idik; Barış için imza atan aydınlardan olup kamu görevine son verilmiştir..) yayına hazırladı bu önemli kongrenin bildirilerini, makalelerini, tartışmalarını.. Kendilerine, meslek örgütümüz TTB’ye ve bilimsel katkı verenlere şükran doluyuz..

Küresel sermaye, en temel insan hakkı olan SAĞLIKLI YAŞAM hakkının içini ha bire boşaltıyor. Tunç yasa “en çok kâr” ve sermaye birikiminin ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi. Dolayısıyla bilimsel – nitelikli sağlık hizmetleri yerine daha ucuz ve uygulamak için diploma – eğitim gerekmeyen bilim – akıl dışı yöntemleri ve hurafe temelli uygulamaları yoksul insanlara reva görebilecek ölçüde etik – ahlak – hukuk dışı, yüzsüz..

Kimi basını ve sözde kimi uzmanları ve bu alanda insanların çaresizliklerini – yoksulluklarını – inançlarını sömürerek para kazanmayı içlerine sindirebilenleri yanına alarak ya da sonkilerin dürtüklemesi ile masum halkı kurban ve piyon edebilen siyasal iktidarlar..

Öyle ki, Hacamatçılar Dernek kurup örgütleniyor, cin çıkaran hastaneler (!) açılıyor, sülük vb. ilkel – bilim dışı yöntemler için Peygamber adına zaman – gün bile veren ayrıntılı Hadisler uyduruluyor ve SGK geriödemeleri SUT’a (Sağlık Uygulama Tebliği) alırken, prim = ek vergiye ek, sağlık hizmeti için 10-12 kalemde ayrıca katkı payı = haraç almayı sürdürüyor. Prim = ek vergi karşılığı verilen sağlık hizmetlerinin kapsamı sürekli daraltılırken, azgın enflasyona karşın geriödeme bedellerini 7-8 yıldır güncellemeyerek özellikle Devletin üniversite hastaneleri olmak kamu sağlık kurumlarının döner sermayelerinin iflası adeta hedeflenirken; alternatif tıp adı altında bilim dışı uygulamalar için SGK keseyi açabiliyor.. Buna ne ad konabilir? Hem terbiyemiz izin vermiyor hem söylesek “suçtur” diyecekler.. Kamu ve özel sağlık kurumları ayakta kalabilmek için SKG zorlamasıyla hakkın cebine el atıyor ve yer yer illegal – etik dışı uygulamalara yönlendirilmiş oluyor.. Bu politika toplumu ahlakını bozuyor!

Eski Maliye Bakanı ve ÖZELLEŞTİRME şampiyonu“BABALAR GİBİ SATARIM” sözlerinin sahibi Kemal Unakıtan için koroner by pass cerrahisi gerektiğinde eşi istihareye yatmış (!) ve sabah kalktığında “.. Rabbim Cleveland dedi..” gibisinden saçmalamıştı. Demek ki, seçkinlere – elitlere – egemenlere en üst bilimsel teknoloji; geri kalanlara ise sülük, hacamat, ot karışımları (anımsatalım; Dünya Sağlık Örgütü bitkisel ürünlerin ilaç olmadığını bildirmiştir), kocakarı ilaçları vb.. süslü adlarla sunulacak.. Yerseniz!

Apaçık söyleyelim; biz Tıp denilince tek bir şey anlıyoruz : MODERN BİLİMSEL TIP!
Bunun seçeneği (alternatifi) var mıdır? Evet, vardır.. diyerek sizi şaşırtalım.. Peki nedir?

  • Tıbbın tek 1 alternatifi / seçeneği vardır; o da gene MODERN BİLİMSEL TIP’tır!

*****
Kongrenin sonuç bildirisini aşağıya alıyoruz (28-29 Mayıs 2016, İstanbul) :

Kamusal hizmetlerin daralması, sağlık hizmetlerinde piyasalaşma ve özelleştirmeler toplumu alternatif arayışlara yöneltmiştir. Piyasalaşma sürecinde kamusal hizmetlerle ilgili olumsuz söylemler, modern tıbba olan güveni zedelemiştir. Diğer yandan son 30-40 yıldır sağlık algısında değişme, bedenin fetişleştirilmesi, sağlığın bireyselleşmesi alternatif arayışlarla ilişkilidir. Günümüzde dünyada her üç kişiden biri GATT uygulamaları kullanmakta ve son 20 yılda kullanımın arttığı gözlenmektedir. Bu haliyle GATT bir ‘pazar’ haline dönüşmüştür ve artık devasa bir ekonomik TIBBIN ALTERNATİFİ OLMAZ !

GATT – GELENEKSEL ALTERNATİF VE TAMAMLAYICI TIP UYGULAMALARI

• Sağlık Bakanlığı GATT ile ilgili alanı düzenlemeli ve denetlemelidir. Konuyla ilgili oluşturulan mevzuat kanıta dayalı bilgilere dayanarak gözden geçirilmeli ve temel yaklaşım olarak tedbir ilkesi (AS : Precautinary principle) esas alınmalıdır.
GATT uygulamalarından çok azının sınırlı endikasyonlarda etkililik ve güvenliliği kanıtlanmıştır. Bu gerçeğin hekimlerle ve toplumla güçlü bir şekilde paylaşılması önemlidir.
• Etkililiği ve güvenliliği bilimsel yöntemlerle gösterilmemiş ya da etkili ve güvenli olmadığı gösterilmiş GATT uygulamaları yasaklanmalı, Yönetmelik dahil ilgili düzenlemeler revize edilmeli, bu tür ürünler piyasadan çekilmelidir.
• Bitkisel ürünlerin ruhsat izin sürecinde Sağlık Bakanlığı’nın ağırlığı artırılmalıdır.
Dünya Sağlık Örgütü bitkisel ürünlerin ilaç olmadığını, güvenlik sorunu olduğu konusunda sürekli bültenler yayınlamaktadır; Sağlık Bakanlığı’nın da bu yönde bir bakış açısı ve uygulaması olmalıdır.
• Türkiye’de aktarlar yeterince denetlenmemektedir; aktarlar ile ilgili geniş kapsamlı mevzuat hayata geçirilmelidir.
• GATT reklamlarındaki yasaklar sıkı bir biçimde denetlenmelidir. Medya bu konuda sorumlu davranmalıdır.
• Sağlığı tehdit eden GATT uygulamalarının yetkililere bildirilmesi için farkındalık oluşturulmalı, bu bildirim sağlık çalışanları için mesleki bir yükümlülük olarak görülmelidir. Meslek örgütü bilimsel olmayan ya da bilimselliği gösterilmemiş uygulamalarda bulunan hekimlere yaptırım uygulayarak kendisine verilen toplum sağlığını koruma görevini yerine getirmelidir.
• Hekimler, tıbbi öykü alırken GATT konusunu özel olarak sorgulamalıdır. Bu sorgulamada hastada yargılanma ya da suçlanma gibi bir algı oluşmamasına özen gösterilmelidir.
• GATT konusunda pek çok tıp disiplinin yer aldığı bağımsız ve özerk bilimsel bir yapı oluşturulmalıdır. Bu yapı;
– GATT uygulamalarının bilimselliğinin araştırılması için bir politika oluşturulması,
– GATT uygulamalarının bilimselliğine dair, özellikle de sık kullanılan fitoterapi ürünlerinin ilaçlarla etkileşimi konusunda kılavuz oluşturulması,
– Toplumun bilgilendirilmesi,
– İlgili düzenlemelere yön verilmesi ve benzeri konularda yetki sahibi kılınmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 03 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İş güvencesi var mı?

İş güvencesi var mı?

Engin Ünsal

Dr. Engin Ünsal
enginunsal35@gmail.com
AYDINLIK, 27 Eylül 2015

Yasaların ve toplu sözleşme düzeninin amacı çalışanlara güvenli bir çalışma ortamı sağlamaktır. Ekonomik yönden güçsüz olan çalışanı güçlü olan işverene karşı korumaktır. Bu güvenin tüm devletlerde sağlanması için Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) adına sözleşme (convention) denilen uyulması zorunlu kurallar belirler ve bu kuralara uyulmasını sağlamaya çalışır. İşte bu kurallardan en önemlisi 158 sayılı İşçinin Feshe Karşı Korunması adını taşıyan ve yaygın adı ile İş Güvencesi Sözleşmesi olarak bilinen Sözleşmede tanımlanmıştır. Buna göre işçinin iş sözleşmesinin sona erdirilmesi için

– işverenin geçerli bir nedene dayanması
,
– bu nedenin somut olarak var olması,
– işçinin savunmasının alınması..

gibi işçiyi koruyucu hususlar öngörülmüştür. ILO üyesi ülkeler ILO Sözleşmelerini kendi iç mevzuatlarında yaşama geçirmek zorundadır, yoksa ILO tarafından kara kitaba (AS: Listeye) alınarak uluslararası alanda zor durumda bırakılabilmektedir.

İŞ YASASININ PERİŞAN DURUMU
ILO tarafından işçileri yeterince koruyamadığı gerekçesi ile çok sık eleştirilen Türkiye, 2003’te kabul edilen 4857 sayılı İş Yasası’nın 18-22. maddelerinde 158 sayılı ILO Sözleşmesinin ilkelerini iç mevzuatına katmak zorunda kalmıştır. Bu zorunluk, işverenlerin güdümündeki hükümet tarafından şahane bir aldatmaca ile sözde yerine getirilmiş ama özde işçilerin iş güvencesi yok edilmiştir. Yapılan kurnazlık ve aldatmaca sendika yöneticilerinin gözleri önünde yapılmış ve işçi çıkarlarını korumakla görevli sendikacıların kalesine müthiş bir gol atılmıştır. Neydi bu yapılan kurnazlık? Yasanın getirdiği güvenceden kimlerin yararlanacağı 18. maddenin 1. fıkrasında iş güvencesinin ancak 30’dan çok işçi çalıştıran işyerlerinde, 6 aylık kıdemi olan ve ancak belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçiler için var olacağı hükmü getirilmiştir. Bu düzenleme ILO’ya karşı yapılan büyük bir aldatmaca ve dostlar alış-verişte görsün türündendir. Bu oyuna sendikacıların nasıl geldiğini bugün bile anlayabilmiş değilim. Oysa iş güvencesi hükümleri hiçbir ayırım yapılmaksızın tüm çalışanlar için var olması gereken bir kavramdır. ILO Sözleşmesi bizdeki ayırımlara destek olacak hiçbir hükme yer vermemiştir.

18. MADDENİN TERCÜMESİ NEDİR DERSİNİZ?

Yukarıda belirtiğimiz sınırlamaların rakamlarla tercümesini yaparsak ortaya korkunç bir gerçek çıkmaktadır. 4857 sayılı yasanın 18-22. maddelerinde öngörülen düzenleme, ILO’ya ve ülkemiz çalışanlarına karşı sergilenmiş şahane bir aldatmacadır ve bu düzenleme ile ülkemizde çalışan işçilerin önemli bir bölümü için iş güvencesi yok edilmiştir. Nasıl mı? Ülkemizde 30 işçiden az sigortalı işçi çalıştıran işyeri sayısı 1.545.647’dir ve sayı ülkemizdeki toplam işyeri sayısının % 96’sını oluşturmaktadır. Başka bir anlatımla iş güvencesi, ülkemizdeki işyerlerinin ancak %4’ünde çalışan işçiler için vardır. Bu güvence burada çalışan işçilerden 6 aydan çok kıdemi olan ve belirsiz süreli sözleşme ile çalışan işçiler için var olacaktır. Buna Türkçemizde, “ölme eşşeğim ölme..” derler.

YAVAŞ İŞLEYEN ADALET

Yasanın 20. maddesinin 3. fıkrası işçinin feshin geçersiz olduğu iddiası ile mahkemeye yapacağı itirazın seri (AS: hızlı) muhakeme (AS: yargılama) usulüne göre yapılacağını, iki ay içinde sonuçlandırılacağını ve kararın temyizi durumunda Yargıtay’ın bir ay içinde kesin karar vereceğini söylemektedir. Bu hüküm de uygulamada büyük bir yalana dönüşmüştür. Konu ile ilgili avukatların belirtiğine göre davalar beş yıla dek sürmekte ve hak arama büyük bir işkenceye ve haksızlığa dönüşmektedir.

4857 sayılı İş Yasasında ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasasında çalışanlar aleyhine o denli çok kural var ki; bu konuda neler yapılabileceğini ve nelerin yapılması gerektiğini bir başka yazıda ele alacağız.

===============================

Dostlar,

Kıdemli sendikacılık uzmanı Dr. Engin ÜNSAL‘a bu yazısı için teşekkür borçluyuz.. Bu arada 1475 sayılı İş Yasası’nın değiştirilerek 4857 sayılı yasanın yerine konuşu 2003’tedir ve AKP ürünüdür. Büyük Atatürk döneminde 1921’de çıkarılan 151 sayılı Amele Birliği Yasası‘nı ilk olarak ele alırsak, 1936’da ILO yardımıyla edinilen (üyeliğin 4. yılında, 3330 sayılı yasa) 2. İş Yasası ve derken 2003’te 4. İş Yasası’na sahip olduk ama çalışma yaşamını bir türlü emeğin haklarını koruyan bir içeriğe kavuşturamadık.. ILO’yu arkadan dolanmayı hüner sayabiliyoruz!?

30.6.2012 tarihli 6331 sayılı İş Güvenliği Yasası da öyle.. Birkaç yıl içinde ne çok değiştirildi!Çünkü ülkemizde gerçek egemen SERMAYE! 

Hele küresel sermaye ile eklemlendikten sonra yerel sermaye daha da güçlendi..
Gerçek vesayet sermayenin.. Askeri vesayet, elitlerin vesayeti kocaman birer yanılsama aracı..
Siyaseti finanse edenler, siyasilere yapılacakları da dikte ediyor..
Türkiye demokrasisiciliğinin özü, ne yazık ki, 21. yy. başında hala bundan ibaret..

Türkiye’de etnik siyasete soyunanlarla onlara akıl hocalığı yapan sözde akillerin dikkatine :

İşçi – emekçi sınıfının sorunları bitti de 1. sırayı sözde “Kürdara azadi” mi aldı efendiler??

Tarih daha büyük aydın ihanet gördü mü, hatta görecek mi Türkiye örneğindeki gibi??

Asıl sorun TAM BAĞIMSIZLIK sorunu efendiler TAM BAĞIMSIZLIK!
Sonra da ekonomik temelli politik demokrasi..
Mustafa Kemal Paşa
boşuna mı hançeresini yırtarcasına haykırıyordu :

– İSTİKLAL-İ TAMME, İSTİKLAL-İ TAMME, İSTİKLAL-İ TAMME….
 
Hukukun üstünlüğü” de çoğu retorik (takiyye) gibi çok hünerli değil mi??
Şimdi “Hangi hukukun üstünlüğü?” diye sorarsak muzırlık mı olacak?

Biz “emeğe saygılı hukukun üstünlüğü” diyoruz, “sermeyenin hukukunun üstünlüğü” yerine!

Kim yapacak? Sermayenin iktidarları mı, hadi canım sen de..
Elbette emeğin iktidarında, önce ulusal temelde.. sonra evrensele uzanarak..

Selam olsun en yüce değer EMEĞE!

Lütfen tıklar mısınız ?

TÜRKİYE ve DÜNYADA İŞÇİ SAĞLIĞI ve GÜVENLİĞİ..

http://ahmetsaltik.net/2014/05/14/turkiye-ve-dunyada-isci-sagligi-ve-guvenligi/

Sevgi ve saygı ile.
03 Ekim 2015, Ankara
 
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

YASTAYIZ – İSYANDAYIZ! 1 HAZİRAN 2015 PAZARTESİ GÜNÜ HASTANELERİMİZE GİRMİYORUZ!

Uzman Doktor Kamil Furtun
Samsun’da silahlı saldırıda öldürüldü

SADECE KATİLİN DEĞİL, AZMETTİRİCİLERİN DE BULUNMASINI İSTİYORUZ!

YASTAYIZ / İSYANDAYIZ!

1 HAZİRAN 2015 PAZARTESİ GÜNÜ HASTANELERİMİZE GİRMİYORUZ!

Samsun Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Hastanesi’nde görevli Göğüs Cerrahisi Uzmanı Operatör Doktor Kamil Furtun dün silahlı bir saldırı sonucu öldürüldü.

Yüreğimiz acı ve öfke dolu.
Meslektaşımızın görev yaptığı hastanede hunharca katledilmesini nefretle kınıyoruz.

Biliyoruz ki bu münferit bir vaka (tekil bir olgu) değil…

Acı ile doluyuz; yılların emeği ile yetişmiş, kendi ailesinden, eşinden, çocuklarından çaldığı vakitlerle hastalarına yararlı olmaya çalışan ve halkımızın sağlığı için gece gündüz özveriyle hizmet vermeye çabalayan çok değerli meslektaşlarımız için göz yaşı döküyoruz.

Öfke ile doluyuz; çünkü biliyoruz ki her geçen gün artan ve canımızdan can alan sağlıkta şiddet olaylarını önlemek için pek çok şey yapılabilir, yapılabilirdi… Niyetler, hedefler, planlar
bu yönde olsaydı Ersin’imiz, Melike’miz, Kamil’imiz bugün bembeyaz önlükleri ile
hastane koridorlarında halkımızın sağlığı için koşturmaya devam ediyor olabilirlerdi…

Uyardık, “Artık Yeter!” dedik sağlıkta gün be gün artan şiddete karşı; duymadılar.

Acil taleplerimizi ilettik; görmezden geldiler.

Türk Ceza Kanunu’na ek maddeler önerdik, yok saydılar.

Açıklamalar, eylemler, toplantılar yaptık; Sağlık Bakanlığı’nın önünü aşındırdık,
Meclis Komisyonu’nda sunumlar yaptık, dikkate almadılar.

Şiddete uğrayan sağlık emekçileri için acil şiddet hattı kurmak zorunda kaldık,
yetkililer önemsemediler.

“Hazırladığınız raporun gereğini yapın. Sağlıkta şiddeti önlemek için sahici adımlar atmaya başlayın. Yarın çok geç olmadan…” diye haykırdık; ciddiye almadılar.

Bakanlık bizimle alay eder gibi şiddete karşı tedbir diye hasta ve çalışan tuvaletlerini birleştirdi.

Ve sonunda yine “geç” oldu; bugün de Kamil Furtun arkadaşımız aramızda değil,
aramızdan söküp alındı…

Biz, bu cinayetlere zemin hazırlayan etmenleri çok iyi biliyoruz.

Bu cinayette katil kadar sorumluluğu olanlar:

“Ben doktora iğne yaptırmam, doktor bir iğne yapar, adamı felç eder icabında.”
diyenlerdir.

Bu cinayette katil kadar sorumluluğu olanlar:

“Doktor efendi dönemi bitti” diyenlerdir,

Bu cinayette katil kadar sorumluluğu olanlar:

“Doktorların eli hastaların cebinde”, “Doktor efendi mani peşinde” deyip miting meydanlarında vatandaşa sağlıkçıları yuhalatanlardır;

Bu cinayette katil kadar sorumluluğu olanlar:

Mafya bozuntularını “taşeron” adı altında hastanelere sokanlardır.

Daha çok kar hırsıyla sağlıkçıları zorla, tehditle ölesiye çalıştıran, özel sermayenin gözünü doyurmak için hastalanma garantisi veren ve bir yandan hekimleri – sağlıkçıları
her fırsatta kötüleyen, “paragöz, tembel” diyen, SABİM’le terör estirenlerdir.

Yalnızca katilin değil, azmettiricilerin de bulunmasını istiyoruz!

1 Haziran 2015 Pazartesi günü bütün Türkiye’de bütün sağlık kurumlarında
yastayız / isyandayız!

Sürekli olarak şiddete uğradığımız, dövüldüğümüz, vurulduğumuz hastane binalarına girmiyoruz!

Sabah mesai başlangıcında hastane bahçelerinde toplanıp saygı duruşunda bulunuyoruz,
basın açıklamaları ve yürüyüşler yapıyoruz.

Öğle saatlerinde meydanlarda toplanıp Sağlık Müdürlükleri’nin önüne yürüyerek
siyah çelenk bırakıyoruz.

Bütün hekimleri, bütün sağlık çalışanlarını, tek bir eksiksiz,
Doktor Kamil Furtun’un öldürülmesini protesto eylemlerine çağırıyoruz.

Bütün halkımıza, bütün hastalarımıza, hekimlere, sağlık çalışanlarına sahip çıkmaya,
1 Haziran 2015 Pazartesi günü hastanelere, sağlık kurumlarına muayene olmak için değil, sağlıkçılara destek olmak için gelmeye çağırıyoruz.

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi

=========================================

Dostlar,

Meslek örgütümüz, üyesi olduğumuz (Ankara Tabip Odası) TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) açıklamasına bütünüyle katılıyoruz..

Özellikle, sağlık hizmetlerini iğrenç bir popülizmle halka oy avcılığı için pazarlayan iktidar,
bu kanlı tablodan 1. derecede sorumludur.

Çıkıp halktan ve hekimlerden özür dilemeli ve ağır yanlışlarının özeleştirisini vererek SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM denen kökü dışarıda IMF – DB – AB dayatması kepazelikten
geri dönmelidirler. Yapabilirler mi? Yapamazlar… Çünkü bu vaatlerle iktidara getirildiler. Sağlık hizmetlerini piyasalaştırmak, on milyarlarca dolar rantı yandaşlara ve
yabancı sermayeye peş keş çekmek için görevlidirler. Bu görevi yapmaktadırlar..

“Dolayısıyla, Sağlıkta Dönüşüm Programı özünde, gerek IMF’ye gerekse ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerine aktarılacak yeni kaynak arayışı içinde olan tarikatlar koalisyonu AKP‘nin
kısa dönemde gerçekleştirmeye çabaladığı bir rant transferi ve güven tazeleme operasyonu olarak değerlendirilmelidir.” (Prof. Erinç Yeldan’dan aktaran Saltık, A. Cumhuriyet STRATEJİ eki 31.7.2006).

Küresel sermaye ve işbirlikçisi yerel ortakları, hekim dahil, sağlık hizmetlerinin
tüm bileşenlerinin gücünü ve etkinliğini kırarak köleleştirmek ve mutlak bir hegemonya kurmak hevesindedirler. Bu nedenle halkı müşterileştirerek kışkırtmaktadırlar (müşteri östrus’u!).

SGK örtük – artık saklanamayan  bir iflas içindedir.

85 milyar TL’yi bulan prim = ek vergi açığı vardır. Bu mali yılda (2015), SGK açıklarının kapatılması için yaklaşık 50 milyar TL merkezi yönetim bütçesinden aktarım yapılacaktır (Bütçenin 1/9’u!). Sürdürülemez bir finansal yapısal bozukluk – hastalık söz konusudur.
Bu yüzden sağlık hizmetlerinde giderek daraltma uygulanmakta, doğan önemli aksaklıkların ardalanını göremeyen yurttaş, çirkin siyasetçi tarafından adeta “abuse” edilerek
sağlık çalışanlarının üstüne sürülmektedir.

Katildirler.. Katil kendileridir.. Elleri kanlıdır… 

İşte SAĞLIKTA KÜRESELLEŞME böyle bir şeydir; kanlıdır, ölümdür, öüm getirir, öldürür.
Tanıyı çooook net koymak ve safını da o ölçüde net koymak gerekir..

TTB’nin Sağlık Bakanlığına kezlerce sunduğu sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti önleme raporları derhal gündeme çekilerek gerekleri yapılmalıdır.

Sağlık Bakanı Dr. M. Müezzinolu, bir hekim olarak, masum meslektaşı Dr. Kaml Furtun‘un alçakça katledilmesi karşısında zerrece yüreği sızlıyorsa, bunun kanıtı olarak görevinden
derhal çekilmelidir. Bakanlık web sitesine aşağıdaki iletiyi koymak hiçbir anlam taşımıyor!
Hele bir de genel geçer başsağlığı demeci..

Sağlık Bakanı Dr. Müezzinoğlu, TTB’nin sağlıkta şiddetle başetmek için ısrarla getirdiği
ivedi önlemlerin neler olduğunu ve bunlar karşısında neler yaptıklarını karşılaştırmalı olarak
ve gerekçeleri ile açıklamalıdır. Uygulamadıkları önlemlerin nedenlerini de..

Başımız Sağolsun

Sağlık Bakanı başsağlığı demecinde, toplumun başkaca kesimlerinde de şiddet olduğu göndermesi – avuntusu ile, merhum Dr. K. Furkun’a yönelik vahşi cinayeti hafife alma sorumsuzluğu içindedir. Bu gözlem doğru ise, iktidarları bu bağlamda neler yapmıştır?? Toplumsal şiddet hemen her alanda neden böylesine yoğundur? Bu sorunsala yanıt üretmek Sağlık Bakanı / Bakanlığının en başta görevlerinden değil midir?

Bakan, olayın “izleneceğini” de belirtiyor.. Örn. he – men özel bir yönetsel (idari) soruşturma kurulu oluşturmuş mudur? Denetçi ve uzmanlar görevlendirip Samsun’a göndermiş midir?
Adli soruşturmayı – kovuşturmayı sürdürecek Savcılık makamına destek – işbirliği önerisi götürmüş müdür? Ne yapmıştır ne?? Somut olarak açıklayabilir mi??

Cumhurbaşkanlığı web sitesine şu dakikalarda erişemedik..
Başbakanlık web sitesinde ise kahreden cinayete ilişkin tek bir sözcük göremedik..??!!
Başbakan’ın eşinin de bir hekim olmasına karşın..

*****

Saygın halkımız acı gerçekleri artık görmeli ve kendisinin sağlığı için çırpınan, müttefiki olan
sağlık emekçilerine değil; kendisinin sırtında küresel sermaye adına sopalı tahsildara dönüşen sağlık politikalarına ve onların taşeronlarına meşru öfkesini – isyanını yansıtmalıdır..

İlk hedef 7 Haziran 2015 seçimleridir.
Oy’unu, piyasacı değil ama halkta yana – sosyal sağlık politikaları izleyeceğini vurgulayan siyasal programlara – kadrolara yönlendirmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
31 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Merdan Yanardağ : Siyasal İslam Türkiye’de de çöküyor!

Dostlar,

Yiğit ve birikimli yazar Merdan YANARDAĞ Muğla cezaevince tutsak tutuluyor..
Nedenlerini artık hepimiz biliyoruz..
Ancak “hesap” bu kez değişik..
Tutsaklar zindanlarda da olsalar namuslu “Kalemleri” ile “iktidarın kanlı kılıçları ile savaşımı inanılmaz bir azim ve başarı ile götürüyorlar..

  • Kalemler bir kez daha kanlı kılıçları yenecek..

Değerli karedeşimiz Sayın Merdan YANARDAĞ‘ın inanılmaz bir öngörü ile
kaleme aldığı son derece derinlikli yorumu aşağıda..

Kendisine şükranla ve bir an önce özgürlüğüne kavuşması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
23 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

======================================

Siyasal İslam
Türkiye’de de çöküyor!

portresi_gencMerdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr,
22 Aralık 2013

Küresel sermaye adına ve ondan aldığı güçle 11 yıldır Türkiye’yi yöneten
‘Siyasal İslamcı’ AKP-Cemaat koalisyonunun kesin olarak çöktüğü anlaşılıyor.

İktidardan ve servetten daha çok pay isteyen İslamcı ve muhafazakâr sermaye çevreleri adına bir yağma düzeni kuran Amerikancı AKP İktidarı için yolun sonuna gelinmiş durumda.

Laik Cumhuriyet’in yıkılması ve yerine ılımlı da olsa, dinci bir rejimin kurulması ilkesine dayalı gerici iktidar blokunun önlenemez bir çözülme sürecine girdiği görülüyor.
Çünkü ‘12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’ndan sonra başlayan iktidar çatışmasının artık dönüşü olmayan bir yola girdiğini tespit etmek gerekiyor.


Bu nedenle, Emniyet-Yargı örgütlenmesi üzerinden ‘Cemaat’in başlattığı yolsuzluk soruşturmasının doğrudan iktidarı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ortaya çıkıyor.

  • Cemaat bu hamleyle, deyim uygunsa “Şah!” demiş oluyor.

Şimdi isterseniz bu önemli siyasal gelişmeyi maddeler / ana başlıklar halinde analiz edelim. Kavganın neden çıktığının artık bir önemi yok. Laik, cumhuriyetçi ve sol muhalefeti tasfiye ettiğini düşünen AKP artık iktidarı ‘Cemaat’le paylaşmak istemedi. Sürekli daha fazlasını isteyen, ‘makul’ bir çizgide durmayan ve devletin yeniden (İslami temellerde) yapılandırılması operasyonunun derinleştirilmesini isteyen illegal (yasadışı) koalisyon ortağından kurtulmaya çalışan AKP, çatışmanın da fitilini ateşlemiş oldu.

‘Cemaat’in gücünü hafife aldığı anlaşılıyor.

1. YENİ FETRET DÖNEMİ


Türkiye yeni bir fetret döneminden geçiyor. Ülke ve merkezi iktidar, sanki 1402 Ankara Savaşı’nda Timurlenk’in Özbek-Türk ordularına yenilen Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi, şehzadeler arasında parçalanmış durumda. Bu kavga; doğası gereği, taraflardan birinin kesin yenilgisine kadar devam edecektir. Tıpkı, Yıldırım Beyazıt’ın oğulları (şehzadeler) arasındaki iktidar savaşı gibi.

Nitekim, 4 bakana dayanan ve Başbakan Erdoğan’a yönelen (soruşturma dosyasında Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın adı da geçiyor) ‘Yolsuzluk Operasyonu’ndan sonra, AKP Hükümeti de Emniyet Örgütü’nden bir tasfiye dalgası başlattı. Adliyeye de müdahale ederek, adil soruşturmanın önünü kesmeye başladı. ‘Emniyet’teki tasfiye 100’ü aşkın polis şefine ulaştı. Türkiye tam anlamıyla bir kabile devletine dönmüş durumda. Savaşın kanlı geçeceği anlaşılıyor.

Birinci fetret döneminde olduğu gibi, ikincisinde de ortada bir devlet enkazı ve parçalanmış / dağılmış bir merkezi iktidar bulunuyor. Fetret, tarihsel ve siyasal olarak sürdürülemez bir durumdur. Geçicidir. Ya şehzadelerden biri diğerlerini tasfiye ederek mülkün (devletin) ve merkezi iktidarın birliğini yeniden kuracak ya da ülke dağılacaktır.

İkinci olasılığın günümüzde imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. En azından imkânsıza yakın bir olasılık olduğunu belirtmek mümkün. Ancak birinci olasılığın aktörleri de, günümüz Türkiye’sinde şehzadelerden ibaret değildir. Bizim örneğimizde AKP ile Cemaat arasında yaşanan iktidar içi çatışmanın, diğer toplumsal muhalefet güçlerini de içine alarak genişleyeceği açıktır.
 
2. ESKİSİNİ YIKTILAR, YENİSİNİ KURAMADILAR

Laik Cumhuriyeti, seküler hukuk düzenini ve elde ne kaldıysa ‘Aydınlama’nın kazanımlarını tasfiye eden AKP-Cemaat koalisyonu,
belli ki ganimeti paylaşamadı. Devlete hâkimiyet konusunda hır çıktığı anlaşılıyor. ‘Birinci Cumhuriyet’i yıkmak zor olmadı. Zaten kurucu güçlerinin ihaneti sonucu,
içi büyük ölçüde boşalmıştı. Ancak ‘Birinci Cumhuriyet’i yıkan siyasal İslamcı koalisyon ikincisini kuramadı. Dinci ve faşizan bir iktidar, hatta diktatörlük oluşturuldu. Ama bu iktidar tam olarak bir ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni kuramadı. İktidarını, hükümet değişimlerinden etkilenmeyecek kalıcı bir rejime, yine tam olarak dönüştüremedi.

Bugün AKP Hükümeti’nin en önemli kriz alanını bu durum oluşturuyor. Cemaat operasyonların, devletin fethi sürecinin devamından yana. AKP ise yeterli olduğunu düşünüyor.
 
3. HÜKÜMETİN ÖMRÜ

  • AKP Hükümeti siyasal ömrünü doldurmuş durumda. 
  • İktidarın düşmesi artık sadece bir takvim sorunudur.

Kavganın tam da bu dönemde başlamasının nedeni açıktır; AKP başta Ortadoğu ve Suriye’de olmak üzere, izlediği dış politikada tam bir başarısızlığa uğramış durumda.

Sıcak para girişine ve mali operasyonlara dayalı ekonomik gelişmenin sonuna gelindiği görülüyor. Spekülatif büyümenin, katma değer yaratmayan ve üretmeyen bir ‘ekonomi – politika’nın sürdürülemeyeceği herkes tarafından saptanıyor.


AKP, ABD ve Batı’nın güvenini hızla kaybediyor. Öngörülebilir ve güvenilir bir ortak olmadığı yönündeki görüş yerleşiyor. AKP’nin özellikle Sünni İslam’a dayalı dar ‘ideolojik’ belirlenimli bölge politikası rahatsızlık yaratıyor. Mısır’da Mursi’nin devrilmesi, Suriye’de rejimin ayakta kalması, AKP hükümetini hiç olmadığı kadar zor durumda bırakıyor. Ortada tam bir yenilgi var. Erdoğan bölge için güvenilmez ve yalnız bir lider halinde ortada kalmış görünüyor. ‘Cemaat’in saldırısının / hamlesinin tam bu döneme denk gelmesi anlamlıdır.

 
4. SİYASAL İSLAMCILARIN YENİLGİSİ

Yaşanan tartışmanın tartışılmaz şekilde ortada çıkardığı gerçek şudur:

  • Siyasal İslam Türkiye’de de ağır bir yenilgi sürecine girdi. 

İslamcıların 21. Yüzyıl’ın başında modern bir devleti ve toplumu yönetme yeteneğine ve birikimine sahip olmadıkları anlaşıldı.

Türkiye’nin yeni fetret dönemi aslında 1995 yılında başlamıştı. Ülkede merkezi iktidar çeşitli güç odakları arasında (Meclis, Hükümet, TSK, Cumhurbaşkanlığı, Yüksek Yargı ve hatta üniversiteler arasında) parçalanmıştı. Fetret durumunun 2008’de AKP-Cemaat koalisyonunun devleti ele geçirmesiyle aşıldığı sanılıyordu. Ancak öyle olmadığı ortaya çıktı. Birincisi (1402) 12 yıl sürmüştü, ikincisi 18 yıldır iniş ve çıkışlarla devam ediyor belli ki.
 
5. ‘GEZİ DİRENİŞİ’NİN ROLÜ

AKP İktidarı’ndaki çözülmeyi hızlandıran, onun siyasal ömrünü biçen en önemli ve tarihsel olgu Gezi (Haziran) Direnişi’dir.

  • Bütün ülkeyi saran ve toplumu kuşatan ‘Gezi Eylemleri’ karşıdevrime geçit verilmeyeceğini ortaya koydu.

Yaklaşık 10 milyon yurttaşın katıldığı bu direniş bütün siyasal dengeleri değiştirdi. Liberal-muhafazakâr blokun kurduğu ideolojik hegemonyayı yıktı.
Ülkenin ve toplumun tarihsel yönelimini yeniden belirleyen Gezi Direnişi, iktidar koalisyonunu da çözdü. Durumu saptayan Cemaat, hızla AKP’ye tavır alarak yeni bir pozisyon belirlemeye yöneldi. Cemaat gazete ve televizyonlarının “Camide içki içildi” yalanına katılmamaları, bu bakımdan önemli bir işaret ve tutum değişikliğidir.
 
6.DAR BİR FRAKSİYON PARTİSİ

Başlangıçta iktidardan ve servetten daha çok pay isteyen İslami eğilimli ve muhafazakâr taşra sermayesine dayanan AKP, izlediği politikalarla başta İstanbul burjuvazisi olmak üzere, bütün sermaye kesimlerini kucaklamaya çalıştı. Bunu büyük ölçüde de başardı.

Küresel sermayenin bütün taleplerini yerine getirdi.

Neo-liberal yağma politikalarını kayıtsız şartsız hayata geçirdi.

  • AKP için önemli olan iktidarda kalmak ve rejimi değiştirecek
    bir siyasal zamana sahip olmaktı.

AKP’nin bu uyumlu tavrı nedeniyle, başlangıçta TUSİAD sermayesi de destek verdi.
Batıcı büyük sermaye, iktidarın bir kısmını yükselen muhafazakar sermayeye vermeye, serveti ‘Anadolu Burjuvazisi’ ile paylaşmaya hazırdı. Dolayısıyla, ortaya bir uzlaşma çıktı.

Ancak AKP bu uzlaşmaya uygun davranmadı ve iktidarını sağlamlaştırdıkça,
kendi zenginler sınıfını yaratmaya ve güçlendirmeye yöneldi.
Kuracağı dinci rejimin sınıfsal temellerini sağlama almak istiyordu.


Durum böyle olunca, servetin el değiştirmesine yönelik operasyonlar yapmaya başladılar. Kamu kaynaklarını yağmalamaya yöneldiler.

Dolayısıyla yolsuzluk yapmaları kaçınılmazdı. Onlar da, hem hukuku hem de ahlakı bir kenara bırakıp bir yağma düzeni kurdular.

  • Örneğin, son on yılda Kamu İhale Yasası’nı tam 164 kez değiştirdiler.

ATV-Sabah Grubu’nu kamu bankalarından verdikleri teminatsız 750 milyon dolar kredi ile yandaş işadamına verdiler vb.

Sonuç olarak                    :

AKP Hükümeti, 2008’den başlayarak bütün sermaye çevrelerin partisi gibi değil,
sadece İslamcı-muhafazakar iş çevrelerini temsil eden bir fraksiyon (dar grup) gibi davranmaya başladı. Özel yaşama ve seküler / modern yaşam tarzına müdahaleler de ondan sonra başladı.
 
7. HALK AFFETMEZ

‘Cemaat’in 17 Aralık 2013 ‘Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’ hamlesi
bütün pisliklerin ortaya saçılmasına yol açtı.

Din, iman, ahlak, milli irade, muhafazakar yaşam edebiyatını ağızlarından düşürmeyenlerin aslında bir yolsuzluk düzeni kurdukları ortaya çıktı.

‘AKP İktidarı’nın ulusal zenginliği ve halkın parasını yağmaladığı çarpıcı şekilde görüldü.

Bu halk her şeyi unutan ve inançlarını aklının önüne geçiren bir yapıya sahiptir.
AKP ve Erdoğan da zaten halkın bu özelliğine güveniyordu. Ancak yine bu halk bir şeyi unutmaz ve bağışlamaz; ekmeğini çalanları, yolsuzluk yapanları!..

  • Artık AKP’nin ‘30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nde yenilgiye uğrayacağını,
    en azından önemli bir güç kaybına uğrayacağını kesin olarak görebiliriz.

 8. SIRADA ERDOĞAN’IN GİZLİ HESAPLARI MI VAR?

AKP, kendisini beklenmedik bir şiddetle vuran ‘Yolsuzluk Operasyonu’na Emniyet’te  başlattığı tasfiye ile yanıt verdi. İki günde 100’e yakın polis şefi ile görevden alındı. ‘Cemaat’in Emniyet örgütlenmesini çökertmeye yöneldi.

‘Yargı’ya da müdahale için hazırlık yapmaya başladı.

Çatışmanın şiddetleneceği görülüyor.


Kuşkusuz ‘Cemaat’ Erdoğan’a ulaşan ‘Yolsuzluk Operasyonu’nu başlattığında,
bir bombanın pimini çektiğini biliyordu.
Dolayısıyla, sert bir karşılık verileceğini de bekliyor olmalıydı. Beklenen oldu.

‘Cemaat’in bu durumda mutlaka yeni bir karşı hamle hazırladığını düşünmek
yanlış olmayacaktır.


Bu hamle bir ‘altın vuruş’ değerinde olmalıdır. Eğer hükümeti etkisizleştiren bir
‘mat’ hamlesi olmazsa bu, ‘Cemaat’in kendisi tasfiye olacaktır.


Bu durumda akla, OdaTV Davası’ndan tutuklanarak Ergenekon tertibine dâhil edilen
MİT üst düzey yöneticisi Kaşif Kozinoğlu’nın açıklamaları geliyor.
MİT’in Orta Asya Masası sorumlusu olan Kaşif Kozanoğlu, bilindiği gibi tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nde kuşkulu bir şekilde ölmüştü. Ancak Kozinoğlu, başına bir şey gelebilir diye, geride 50 sayfalık el yazısıyla hazırladığı bir açıklama / belge bıraktı.


İşte Kozinoğlu’nun geride bıraktığı bu belgede,

  • Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan itibaren yolsuzluklardan elde ettiği paraları İsviçre’de 8 tane gizli hesapta tuttuğu ileri sürülüyordu.

Kozinoğlu bu hesapları kendisi dışında 2 MİT yöneticisinin daha bildiğini, ancak onların Erdoğan’la pazarlık yaparak anlaştığını belirtiyordu.

Söz konusu hesapları Alman ve ABD istihbaratının da bildiğini yazan Kozinoğlu, tutuklanmasını bu bilgiye bağlıyor ve başına bir şey gelebileceğinden kuşkulanıyordu.

İşte Cemaat’in ‘mat’ hamlesi bu hesap numaraları olabilir.


Nasıl ama! Ortada bir hukuk devleti değil, sanki bir çeteler düzeni var.

  • Siyasal İslamcı çeteler düzeni.

Üç hafta önceki Pazar yazımda AKP İktidarı’nın aniden ve büyük bir hızla çökebileceğini belirtmiştim.

Sanırım öyle olacak.

Sorun; bu çöküşten özgürlükçü, eşitlikçi ve toplumsal demokrasiyi egemen kılacak bir atılımla çıkmaktır.

Geçen hafta kurulan Sol Cephe bu bakımdan önemlidir.
Sol olmadan bu kaos ve fetretten çıkılamaz.

 

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM!


10. Yılında SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM…

Dostlar,

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” (Health Transformation) politikası Haziran 2003’te
ilk AKP hükümetince yürülüğe kondu.

DB ve IMF politikası olduğunu artık bilmeyen yok, reddeden de..

AKP hükümeti 14.11.2002’de kuruldu ve 6 ay sonra da kolları sıvayarak,
Atlantik ötesinin istemlerini, onların uzmanlarının açık yönetiminde
uygulamaya koymaya başladı.

Prof. Dr. Recep Akdağ, 10 yılı aşkın süre Cumhuriyetin en uzun Bakanlığını yaptı
ve bu programa gövdesini siper etti.. Gözü kara uyguladı ve savundu..
Başbakan RT Erdoğan’ı da ikna etti..

Ulusal uzman ve kurumları hiç ama hiç dinlemedi.

“Program” IMF-DB-AB-ABD güdümünde kaskatı uygulandı ve 11. yılına girdi..

AÜTF’da (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi) Halk Sağlığı Anabilim Dalımızda
(Sağlık Hizmetlerinin Politikası – Yönetimi – Ekonomisi ve Toplum Sağlığını koruma, Koruyucu Sağlık – Tıp – Hekimlik hizmetleri) elbette bu süreci özenle izliyoruz ve makaleler, raporlar, konferanslar, seminerlere konu ediyoruz..

Ancak dinleyen yok..

Sağlık Bakanı’nın değişmesiyle de değişen birşey -doğallıkla- yok..
Yeni bakan Dr. Mehmet Müezzinoğlu da tam biat ile iman etmiş durumda
tam anlamasa da olup biteni..

Başbakan RT Erdoğan‘ı soracak olursanız;

  • “Şehir hastaneleri fakirin rüyası” dır..

Gerçeği tam da ters yüz eden bir illüzyonu topluma dayatan bir acımasız retorik (takiyye) ile.. Halkın vergileri ile ülke topraklarında, Hazine arazilerinde
Anayasa’ya aykırı ayni hak tesisi (üst hakkı tanınması), bunun BEDELSİZ olması,
bu binalarda devletin 30 yıl kiracı olmayı yükümlenmesi (taahhüt etmesi),
inşaat ihalelerinin Kamu İhale Yasası dışında tutulması, yapılacak hastanelerin bedellerinin aşırı şişirilmesi, yandaşlara ihale edilmesi ve üstüne üstlük,
yaratılacak hastane kapasitelerinin (Ankara’da Etlik ve Bilkent’te toplam yaklaşık
7000 yatak!
) %70 doluluğunun da Hükümetçe güvencelenmesi..
Yatak işgal oranı bu oranın altına düşerse farkı Hazine karşılayacak..

Bunlar, ilgili yasal düzenlemede yer alan hükümler..

İpler, Atlantik ötesinde trajik müttefikin İkiz Kız Kardeşlerinin
(The Twin Sisters; The World Bank and The IMF) elinde küresel sermaye adına.

Konuyu, AÜTF‘de 6. sınıf öğrenclerimize (İntörn Dr.) 1 aylık Halk Sağlığı stajı sonunda dönem sonu semineri olarak ödev verdik.

Sevgili İnt. Dr. Osman BÜTÜN ve İnt. Dr. Merve BULUT çalıştılar ve
aşağıda sunduğumuz 51 yansıdan oluşan emekli ve yoğun sunuyu hazırladılar.

Sağlık sektöründe olup biten kritik gelişmeleri özüyle kavrayabilmek için okunmasını, okutulmasını, paylaşılmasını, tartışılmasını, politikacıların da bilgi ve ilgisine taşınmasını dileriz..

Lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Saglikta_Donusum_Kasım_2013

Sevgi ve saygı ile.
2.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

ATATÜRK TÜRKİYE’nin Dayanak Noktasıdır..


Dostlar
,

Değerli hocamız Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen gene çok değerli ve öğretici bir makale kaleme almış. Her zamanki gibi çooook uzun ve tornadan çıkmışçasına 7-8 sayfa..
Bir giriş vermek, aradan bir – iki paragraf koymak ve sonucu sunup dosyanın tümünü
pdf olarak iliştirmek.. Hep böyle yapıyorduk ama.. Bu kez tüm yazı aşağıda..
(Hem de pdf olarak : ATATURK_Turkiye’nin_DAYANAK_NOKTASIDIR)

Uzun ama okunmalı.. Ne yapalım, Anıl hoca daha kısa yaz(a)mıyor!?

Sevgi ve saygı ile.
28.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===============================

ATATÜRK TÜRKİYE’nin Dayanak Noktasıdır..

portresi_renkli


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ADD Bilim – Danışma – Kurulu Üyesi
Ankara Üniv. Hukuk Fak.
Kamu Hukuku Bölümü

 

Türkiye Cumhuriyetinin doksanıncı yılında , cumhuriyet ve Atatürk haftaları her sene olduğu gibi bir devamlılık çizgisi içerisinde kutlanırken , Atatürk karşıtı söylemlerin giderek arttığı ve Atatürk’süz bir Türkiye özleminin giderek öne çıktığı görülmüştür . Özellikle din devleti peşinde koşan şeriatçılar ile , altkimlikçi etnik devlet arayışı içerisinde olanlar ile küresel emperyalizme teslim olmuş gayrimüslim mandacı ve işbirlikçilerin gene her zaman olduğu gibi Atatürk karşıtlığında birleştikleri açıkça ortaya çıkmıştır .Türklüğü ,laikliği ,ulusal ve üniter devlet modelini istemeyerek kendilerini Türkiyeli ilan eden bu gibi Atatürk karşıtı çevreler, bu devletin kurucu önderi Atatürk düşmanlığında birleşerek, O’nun Türk ulusuna armağan ettiği, hatta miras olarak bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti yapılanmasını bir an önce sona erdirmek için, her türlü işbirliği ve girişimlere kalkıştıkları artık iyice belli olmuştur . Türkiye Cumhuriyeti devletinin koruyucu çatısı altında yaşamlarını her zaman olduğu gibi sürdüren bu gibi kesimler, Türkiyelilik görünümünde her türlü yaşam düzenlerini sürdürmek isterlerken, bu düzeni onlara armağan eden kurucu önderi,
ortaya koymuş olduğu devlet modeli yüzünden geride bırakmaya çalışmaktadırlar .

Her devletin tarih sahnesine çıkışı aşamasında bir kurucu önderi ya da önderler grubu vardır. Türkiye Cumhuriyeti de tarih sahnesine çıkarken, Atatürk Misakı Milli sınırları içinde toplanan ulusal kongrelerden aldığı yetki ile bir Heyet-i Temsiliye oluşturarak başına geçiyordu . Bu açıdan ,halktan destek alarak yola çıkıyor ve Türk ulusunun değişik kesimlerinin içinden gelen farklı temsilciler ile de öncü ve kurucu bir kadro oluşturuyordu . Bu yönü ile , doksan yılını geride bırakmış olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi olarak Atatürk, Türkiye’nin dayanak noktasıdır. Atatürk vatanın kurtuluşu için yola çıkarken , kendisine örnek olabilecek benzeri bir kurtuluş savaşçısı ve ulus devlet kurucusu Türk tarihi içinde yer almadığı için , Atatürk açısından örnek alabilecek ya da ya da bir emsal oluşturarak yön gösterecek bir ulusal önderlik olgusu Türk tarihi içinde yaşanmamıştı . On bin yıllık Türk tarihinde birçok devlet kuran hatta imparatorluklar ile büyük alanlara hükmeden Türk asıllı devlet adamları bulunmasına rağmen , milli devletler çağında bir ulus devlet kurucusu olarak Atatürk’e dayanak noktası olabilecek bir siyasal önder görünmüyordu . Bu açıdan geçmişten gelebilecek bir emsal oluşum desteğinden yoksun olarak yola çıkan Mustafa Kemal ulusal kurtuluş savaşının her aşamasında büyük mücadeleler vererek yoluna devam edebiliyor ve sonunda ana hedefi olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini dünyanın merkezi coğrafyasında kuruyordu . Onun için yol gösteren bir örnek daha önceki dönemlerde tarih sahnesine çıkmadığı gibi , Türklerin kurtuluşu için dayanak noktası olarak ele alabileceği bir tarihsel dayanak noktası da bulunmuyordu. Kısaca Atatürk hem kendi yolunu kendisi oluşturmak hem de tarihin Türk ulusu için zorladığı ulusal kurtuluş mücadelesini tarihsel ya da siyasal dayanaklardan yoksun bir biçimde
başarıya ulaştırmak zorunda idi.

Dayanak noktası hem siyaset hem de hukuk bilimleri açısından son derece önem taşıyan bir kavramdır . Herhangi bir siyasal olayın ortaya çıkması ya da hukuk alanında bir sorunun gündeme gelmesi aşamasında , hemen olayın ya da sorunun belirginleşmesi öncesindeki duruma bakılarak hareket edilir . Bir olay ya da sorunun anlaşılabilmesi ve tüm yönleriyle kavranabilmesi için, önceki dönemin koşullarının bütün yönleriyle ortaya çıkarılması zorunluluğu vardır . İşte o zaman , birden ortaya çıkan olayların ya da sorunların temelinde ne olduğu ve bunların dayanak noktasının hangisi olduğu konusunda daha kesin yönleriyle bir durum değerlendirmesi yapılabilir ya da karar verilebilir .Sorunlarla beraber olayların yaşam süreçleri içerisindeki çıkış noktaları , aynı zamanda dayanak noktaları olarak da kabül edilmektedir . Herhangi bir toplumsal oluşum , ya da bir başka siyasal gelişme ülke ve devlet yaşamında bir yenilik olarak öne çıkınca bunların öne çıkardığı farklı koşullar beraberinde başka olayları ve gelişmeleri tetiklemekte ve böylece hem toplumsal yaşam hem de siyasal süreç akıp gitmektedir . Yaşamın sürekliliği içerisinde gerçekleşen olaylar beraberlerinde yeni sorunlar ortaya çıkarmakta ve böylece olayların gelişmeleri ile birlikte ortaya çıkan sorunların değerlendirilmeleri ya da çözüme bağlanmaları ,siyasal oluşumların dayanak noktalarının belirlenmesinde etkili olmaktadır . Olayların birbirlerini toplum yaşamının sürekliliği içinde tetiklemesi , bir anlamda ortaya çıkan sonuçlar ile sorunlar arasında nedensellik bağlantısını kurduğu için bir anlamda her olay ya da gelişme kendinden sonrakini tetiklerken aynı zamanda onun dayanak noktası olmaktadır .

Her yıldönümünde Atatürk’ saldıranların öncelikle şunu iyi bilmeleri gerekmektedir :

Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurmak için Osmanlı İmparatorluğunu yıkmamıştır. Aksine, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı için Türkiye Cumhuriyetini kurmak zorunda kalmıştır . Osmanlıcı geçinerek Türk ve cumhuriyet karşıtlığı yapmağa kalkışanların öncelikle Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmaları gerekmekteydi . Zamanında Osmanlı İmparatorluğunu korumak ya da kurtarmak için hiçbir şey yapmayan ya da yapamayan dinci,bölücü ve mandacı çevrelerin bugünün koşullarında hep birlikte bir cumhuriyet ve Atatürk karşıtı koro halinde hareket etmeleri , tam anlamıyla bir tarihsel komedi oluşturmaktadır . Batıcı mandacıların , Osmanlı İmparatorluğunu batı emperyalizminin yıktığını iyi bilmeleri , İslamcıların dinin Endülüs’te olduğu gibi Osmanlı devleti döneminde de bir siyasal kurtarıcı olamadığını ,bölücülerin ise çok uğraşmalarına rağmen tarihsel dönüşüm noktasında kendi devletlerini kuramadıklarını iyi bilmeleri gerekmektedir . Ne var ki , bu gibi zaaflarını göz ardı ederek eskisi gibi cumhuriyet rejimi ile beraber kurucu öndere saldırıya geçmek ,tam anlamıyla siyasal ikiyüzlülük olarak Türk kamuoyunda öne çıkmaktadır . Utanmak ya da sıkılmak gibi insanlık değerlerini unutarak eyleme geçen işbirlikçi Atatürk ve cumhuriyet düşmanlarının ,Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı için,

  • Türk ulusunun ve Türkiye’nin geleceği için kurucu önderin bir ulusal ve üniter cumhuriyet devleti kurmuş olduğunu her zaman göz önünde tutmaları gerekmektedir. 

Osmanlı imparatorluğundan Türk devletine geçiş bir tarihsel süreklilik içerisinde gerçekleşmiştir . Bugün Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde bir Türk devletinin bulunması tümüyle böylesine bir dönüşümün sonucudur .Tarihin kesişme noktasında Türkler bir ulusal kurtuluş savaşı vererek ve emperyalizmin işgalci ordularını geri püskürterek ulus devletler çağında kendi ulus devletlerini kurabilmişlerdir . Atatürk böylesine bir dönüşümü gerçekleştirirken tamamen o dönemin koşullarına uygun olarak hareket etmiş ,tarihteki olaylardan bilgilenerek çıkış noktası için fazlasıyla düşünmüş ve çalışmıştır . Bunları yaparken , kendisine akıl verecek ya yön gösterecek bir tecrübeli insan yanında olamadığı için ,bir anlamda tarih kendi mecrasında akmış ve Mustafa Kemal bir öncü ve kurucu olarak kendi yolunda başarıyla ilerleyebilmiştir . Tarihsel ya da siyasal bir dayanak noktasından yoksun olarak işe başlayan kurucu önder , tarihin dinamiklerini iyi kavrayarak ustalıklı bir hareket tarzı izlemiş ve bir anlamda kendi dayanak noktasını gene kendisi yaratmıştır . Atatürk Samsun’a çıkarken ,daha önce gerçekleşmiş bir serüveni tekrar etmiyor aksine tarihsel süreç içerisinde ilk kez ortaya çıkmış bir yeni durumda geleceğe dönük bir doğrultuda kendi yönünü arıyordu . Böylesine bir siyasal maceraya kalkışırken ,hedefe ulaşabilmek için dayanak noktasının iyi seçilmesi ve sağlam bir zemine basarak yola çıkılması gerekiyordu . Karşı karşıya gelinecek zorlukların aşılmasında geri adım atmamak için sağlam bir nokta esas alınmalıydı.

Fizik biliminin önde gelen alimlerinden Sirakuzalı Arşimed ,”Bana bir dayanak noktası bulun ,size dünyayı değiştireyim”demiştir .Hidrostatik bilim dalının kurucusu olan ve çok uzak mesafeli ok ve taş atmaya yarayan sistemlerin mucidi olan Arşimet banyoda suyun içinde bir keşifte bulununca “Buldum buldum “diyerek kendisini sokağa atabilmiş bir bilim öncüsüdür. O’nun gibi bir fizikçinin dayanak noktasının önemi üzerinde durması ve bütün dünyayı kaldırabilecek derecede bir gücün varlığını düşünebilmesi ve böylesine bir gücün ancak doğru bir dayanak noktasının seçilmesiyle kullanılabileceğini dile getirmesi ,sonraki dönemlerde bilimsel gelişmelere ışık tutmuş ve fizik alandaki buluşlar zamanla toplumsal yaşamı da yakından etkileyerek farklı siyasal sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştır . Doğru seçilecek bir dayanak noktası ile dünyanın değiştirilmesinin mümkün olduğunu hatta daha da ileri gidilerek iyi bir dayanak noktasına dayanılmasıyla koskoca dünya gezegeninin bile kaldırılabileceğini Arşimed insanlığa öğretmiştir . Dünyayı kaldırmak kadar değiştirmek ya da yeni bir yörüngeye oturmak gibi işlerde çıkış noktası dayanak noktasıdır . Sağlam bir dayanak yoksa hiçbir şey yapılamaz , ama yeterince sağlam bir dayanak noktası varsa o zaman her şey yapılabilir ,istenirse koskoca dünya bile kaldırılabilir . Fizik laboratuarlarındaki deneyler, dayanak noktası ve kaldıraç ilişkileriyle ilgili birçok deneyi kanıtlayarak , doğru dayanak noktası ile yola çıkanların her türlü büyüklükteki cisimleri yerinden oynatabileceğini bilimsel bir bilgi olarak insanlığın yararlanmasına sunmuştur .

Bilimsel devrimlerin gerçekleştiği onbeşinci yüzyıl sonrasında bilimsel gelişmeler hızla ilerleyerek modern ve çağdaş dünyayı yaratırken , fizik alanında bilimsel açıdan belirlenmiş olan bazı kuralların zamanla diğer bilim alanlarında da devreye girdiği ve bilimsel çalışmalarda etkili sonuçlar verdiği görülmüştür . Dayanak noktası ya da kaldıraç gibi kavramlar fizik alanda maddi bir içerik kazanırken , daha sonraki dönemlerde toplumsal alanlarda da düşünülmeye başlanmış ve fizik ya da maddi ilişkilerin ötesinde, sosyal olaylar belirli bir toplumsallık içerisinde ele alınırken ,toplumun içinden ortaya çıkan sosyal gelişmelerin çıkışındaki dayanak noktası aranmağa başlanmış ,bu tür dayanak noktalarına dayalı bir biçimde gündeme gelen çıkışların bir kaldıraç gibi hareket edebileceği ve toplumu sarsarak başka yönlere doğru sürükleyebileceği zamanla toplum bilimlerinde ele alınarak yeni teori ve görüşlerin oluşumunda ağırlıklı olarak kullanılmışlardır . Sosyolojiye konu olarak giren bazı kavramların zamanla siyaset bilimine de yansıdığı ve ortaya karma bir bilim dalı olarak siyaset sosyolojisi gibi alanların çıktığı da görülmüştür . Fizik bilimler dünyayı incelerken , bu alandaki gelişmeler çeşitli yollardan topluma yansımış ve yeni ortaya çıkan bilimsel kavramlar sosyal bilimler tarafından kendi alanlarına uygun bir biçimde benimsenmiştir . Labaratuvar bilimlerindeki gelişmelerin sonraki dönemlerde bir metodoloji ortaya koyması , fizik bilimlerdeki bilimsel oluşum sürecine benzer bir gelişme çizgisini sosyal bilimlere de taşımıştır.

Fizik bilimlerinde problemler çözülürken yeni yeni teoremler geliştirilmiş ,fizik kurallar zaman içerisinde diğer bilim dalları açısından da ele alınarak tartışılmıştır. Özellikle , bilimsel devrimin fizik alanda gerçekleşmesi ve bu alanda hızla kurallaşma aşamasına geçilmesiyle beraber problem çözme metotları öne çıkmağa başlamış ve fizik problemlerin çözülmesi gibi toplumsal problemlerin çözümünde de benzeri yöntemlere başvurulmağa başlanmıştır . Fizik bilimindeki teoremlerde uygulanan bilimsel metotlara benzer yeni yöntemler de sosyal bilimler alanında öne çıkarılmağa başlanmış ve toplumsal sorunların çözümünde de teorem yaklaşımları geliştirilmeğe çalışılmıştır .Problem çözmeğe yönelen bütün teoremlerin bir çıkış noktası olduğu gibi sonraki işlemlerin de bir dayanak noktası olması gerektiği görülmüş ve böylesine bir bilimsel gelişme süreci içinde çıkış noktalarının aynı zamanda dayanak noktaları olduğu görülmüştür . Bu aşamadan sonra ,bilimsel gözlemler ,incelemeler ve gelişmeler daha hız kazanınca , fizik bilimi , diğer bilim alanları içinde öncü bir konuma gelmiştir . İşte daha sonraki dönemlerde hukuk ve siyaset gibi sosyal bilim alanlarındaki dayanak noktası kavramı fizik biliminden gelme bir yenilik olarak devreye girmiştir . Bilimsel gelişme süreci devam ettiği için benzeri etkileşimin bugün de sürdüğü görülmektedir.

Bu çerçevede, Arşimed’in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı bir dayanak noktası , siyasal anlamda dünya düzenlerini de yerinden oynatmak için de söz konusu olabildiği anlaşılmaktadır.

Batı emperyalizminin dünyanın merkezine hücum ederek bu bölgedeki imparatorlukları çökerttiği bir aşamada , Osmanlı devleti yedi asırlık bir hükümranlıktan sonra çökerken ,kendi küllerinden doğan Foniks kuşu gibi, Türkler’de imparatorluğu kaybedip bittikten sonra . tekrar Atatürk sayesinde yeniden doğarak tarih sahnesine çıkmışlardır . İşte böylesine bir dönüşüm aşamasında Türk ulusunu ayağa kaldıran kaldıraç ulusal kurtuluş savaşı olmuş ve bu savaşın da dayanak noktası , öncü ve kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.

  • Bu açıdan, Atatürk bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin dayanak noktasıdır. 

Çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluk düzeninden ,kısa zamanda üniter bir ulus devlet düzenine geçiş pek de kolay olmamış ama , kurucu önder sahip olduğu derin tarih bilgisi ile, iyi bir çıkış noktası belirleyerek kendisini dayanak noktası olarak ortaya koyduğu için , hem ulusal kurtuluş savaşı hem de cumhuriyetçi kuruluş aşamaları birbiri ardı sıra başarıyla tamamlanabilmiştir . Samsun’a çıkış sonrasında Anadolu’daki kutsal isyanın başına geçen Mustafa Kemal , çizdiği sağlam bir yol haritası ile hiçbir zaman geri adım atmadan ilerlemesini bilmiş ve başında olduğu siyasal devrimin aynı zamanda çıkış noktasını da belirleyerek , bu devrimci yapılanmanın kalıcı bir örgütlenmeye dönüşmesinde en güçlü dayanak noktasını oluşturmuştur . Fransız devrimi ile Sovyet devrimi gibi iki büyük tarihsel dönüşümün yaşandığı coğrafyanın tam ortasında ,bu devrimlerden yararlanılarak yepyeni bir Türk sentezi olarak Kemalist devrimin gerçekleştirilmesi ancak Atatürk’ün dayanak noktası olmasıyla açıklanabilecek bir olgudur.Fransız ve Sovyet devrimlerinin hazırlayıcısı bilim adamları ve çeşitli filozoflar olmasına rağmen , Türk devriminin tek hazırlayıcısı ve ideolojik önderi olarak Atatürk ,tam anlamıyla bir dayanak noktası olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır.

Atatürk, beş bine yakın kitabı inceleyerek ve askeri ve siyasal kaynakları iyi değerlendirerek Türk devriminin yolunu çizerken Lenin gibi Karl Marks’a dayanmıyordu ya da Fransız devrimcileri gibi öncü filozofları aynen kopyalamıyordu.
Bu açıdan, Türk tarihinin dönüşüm noktasında Atatürk herkesten ve her filozof ya da komutandan yararlanmasına rağmen bütünüyle dayanak noktası olarak tek bir otoriteyi seçmiyor ,aksine kendisini dayanak noktasına koyarak ,o dönemin koşullarında oluşmuş olan devlet ya da siyaset aklını kullanarak hedefe ulaşmağa çaba sarf ediyordu .Hayatta tek yol gösterici olarak akıl ve bilimi benimseyen kurucu önder , bu yoldan giderek Türk ulus devletini çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak ortaya koyarken yolun taşlarını iyi seçmeğe çalışıyor ,sahip olduğu geniş kültürden yararlanarak çeşitli sorunları ya da çelişkileri aşarak tam bağımsızlık ve çağdaş uygarlık hedefine doğru devlet gemisini yürütmeğe çalışıyordu . Atatürk bütün bunları bazen tek başına kalarak yapmağa çalışırken, geçmişten gelen hiçbir dayanak noktasına dayanamıyor ve kendi yolunu kendisi belirlemeğe çalışıyordu . Bir anlamda kendi dayanak noktasını kendisi yaratmak zorunda kaldığı için , bu açıdan Atatürk hem kurtuluş hareketinin hem de kuruluş eyleminin başlıca dayanak noktası haline geliyordu . Dünyanın çivisinin çıktığı , imparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği birinci dünya savaşı sürecinde ,yeni bir dünya düzenine doğru gidilirken , mazlum uluslar beş yüz yıllık sömürgecilik ve emperyalizm girişimlerinden son derece rahatsız oldukları için , kendilerine ulusal kurtuluş savaşları için rehber olacak ya da onlar için dayanak noktası oluşturacak bir siyasal önderlik arıyorlardı . İşte , Atatürk ,böylesine büyük bir siyasal gereksinimin gündeme getirmiş olduğu siyasal önderdir .

Amerikalılar, Amerika Birleşik Devletlerinin kurucu önderi olan
George Washington’un adını yeni kurdukları başkentlerine vermişlerdir
.

Atatürk Washington’dan daha fazlasını kendi ülkesine ve ulusuna veren bir ulusal önder olarak belki benzeri bir jesti hak ediyordu ama , Türkiye’yi kurucu önder Atatürk’ten ayırmak isteyen şeriatçı,bölücü mandacı üçlüsü Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığına sürekli olarak devam ettikleri için ,Türk ulusu kurucu önderine böylesine bir jesti zamanında gerçekleştirememiştir . Amerika’nın kurucu önderinin ismi başkentte yaşatılırken , bu isim devlet yapısının dayanak noktası olarak aynı zamanda en üst düzeyde yüceltiliyordu . ABD’de şeriatçı, bölücü ve mandacı üçlüsü olmadığı için herkes kurucu baba olarak George Washington’a saygı ile bakıyor ve bu ismi Amerika Birleşik Devletlerinin kurucu başkanı olarak, aynı zamanda var olan devlet ve hukuk yapılanmasının dayanak noktası olarak görüyorlardı . Amerika’daki kurucu önderin saygınlığı ve etkinliği her geçen gün daha fazla öne çıkarılarak ,bu önderin ismi etrafında bütünleşmeye çalışılırken , Türkiye’de bunun tamamen tersi yapılarak malum üçlü koro tarafından Atatürk’e saldırılar artırılırken, Türk ulusu Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyet devletiyle karşı karşıya getirilerek açıkça bir bölünme ve dağılma senaryosu emperyal güç merkezlerinin desteği ile her gün daha da tırmandırılarak oynanmaktadır . ABD’du kurucu önder birleştirici bir unsur olarak ele alınarak hukuka uygun bir değerlendirme yapılırken , Türkiye’de kurucu önder siyasal saldırıların baş malzemesi haline getirilerek , Türk devletinin dayanak noktası ortadan kaldırılmağa çalışılmakta ve böylece zaman içinde Türkiye’nin dağılmağa doğru sürüklenmesine çalışılmaktadır . Kurucu önderlerin dayanak noktası olarak kabül edildiği Amerika Birleşik Devletlerinde ,böylesine bir durumdan devletlerin güçlenerek çıktıkları görülürken , Türkiye’de bu durumun tamamen tersinin zorlanmasıyla Türk devleti Yugoslavya benzeri bir dağılma senaryosu ile karşı karşıya bırakılmaktadır .

ABD’de başkentin adı nasıl kurucu önderin adı olarak belirleniyorsa ,belki Türkiye’nin adının da Atatürkiye olarak benimsenmesi söz konusu olabilirdi .Geçen sene emperyalizmin zehirleyerek erken ölüme mahkum ettiği Venezuella devlet başkanı Chavez halkın büyük çoğunluğunun desteği ile göreve gelerek , gerçekleştirdiği ulusal bir devrim sonrasında devleti yeniden düzenlemiş ve emperyalizme karşı büyük bir ulusal kurtuluş savaşı vererek Venezuella Cumhuriyetini kurmuş olan kurucu önder Simon Bolivar’ın adını cumhuriyet devletinin adına eklemiştir .İspanyol emperyalizmine karşı büyük bir kurtuluş savaşı vererek Venezuella’yı ve diğer Latin bölgelerini tam bağımsız bir statüye kavuşturan Simon Bolivar’ın izinden giden Chavez , devletin yeni adını anayasa değişikliği ile “Bolivarcı Venezuella Cumhuriyeti” olarak belirlemiştir . Chavez böylece , kendi ülkesi üzerinden Latin Amerikanın kurtarıcısının çizgisine bütün Güney Amerika ülkelerinin gelmesi için açık bir adım atmıştır . Latin Amerika kıtasının bugünkü bağımsızlığının dayanak noktası olan Simon Bolvar’ın ismi bugün Venezuella Cumhuriyetinin yeni anayasasında ve resmi adında yer alarak tüm Latin dünyasına bağımsızlığın yolunu göstermektedir . Kendi deyimleriyle “ABD’ye çok yakın ama Tanrı’ya çok uzak “ olan bu bölgenin bağımsız varlığının simgesi olarak Simon Bolivar ,tüm Latin dünyasının bağımsızlığının dayanak noktası olarak Chavez devrimi sayesinde hak ettiği yere gelebilmiştir . Şimdi Türkiye’de , bir Atatürkçü iktidar göreve gelince devletin kurucu önderinin adını resmen devletin yeni ismi yerine koysa , Türkiye’de yer yerinden oynar,cumhuriyet karşıtı üçlü koro malum saldırı senaryolarını daha üst düzeyde tırmandırarak sürdürürlerdi . Simon Bolivar’ın anısına ayrıca Bolivya adıyla başka bir devlet kurulurken gene Latin bağımsızlığının dayanak noktası olan Simon Bolivar onurlandırılmıştır . Bolivya Cumhuriyetinin adı Bolivar ile özdeşleştirirken , Türkiye Cumhuriyetinin adının Türklük ve kurucu önder Atatürk isimlerinden uzaklaştırılmağa çalışılması ,Güney Amerika kıtası ile Orta Doğu bölgesinin karşılaştırılması açısından önemli bir konudur . Amerikalılar ya da Latinler kurtarıcılarına saygı gösterirken , Türkler ya da Orta Doğulular kurtarıcılarından asgari düzeyde bir saygıyı esirgemektedirler .

Eski Türk devletleri geleneği açısından konuya bakıldığı zaman ,tarih boyunca siyaset sahnesine çıkmış olan Türk devletlerinin sürekli olarak kurucu kral ya da imparatorun adı ile anıldığı görülmektedir . Cengiz han , Timur han ,İlhan han , Selçuk han ,Osman han ,Babür han gibi kurucu önderlerin isimleri devletlerin ya da imparatorlukların adı olarak resmen kabul edilmiştir . Osman beyin adı ile kurulmuş olan imparatorluğun çöküşünden sonra gücü eline alan Mustafa Kemal bir Kemali hanedanı ya da krallığı oluşturmamış , kendinden önceki Türk imparatorluklarının sürdürdüğü imparatorun isminin devletleşmesi geleneğini ortadan kaldırarak ,tarihte ilk kez Türk ulusunun adı ile bir ulus devlet kurmuştur . Atatürk ve cumhuriyet karşıtı Osmanlıcılar ya da hilafetçiler , Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Atatürk’ün bu özverisini görmezden gelerek hem Türk hem de Atatürk isimlerine karşı çıkmaya devam ederlerken ,Amerikalıların ve
Latin halklarının kurucu önderlerine karşı gösterdikleri kadirşinaslığı görmezden gelmektedirler . Zamanında bütün güçleri elinde toplayan Atatürk , Anadolu toprakları üzerinde Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarından sonra bir Kemali hanedanı kurabilir
ve bu topraklardaki Türk imparatorlukları geleneğini kendi ismi ile taçlandırarak sürdürebilirdi . O’nun böylesine büyük bir özveri göstererek eski geleneği sürdürmemesi karşısında , Türk vatandaşı kimliği ile Atatürk düşmanlığı yapanların
iyi düşünmeleri ve utanmaları gerekmektedir.

  • Amerikalıların Washington’a, Latinlerin Simon Bolvar’a karşı gösterdikleri saygının çok daha fazlasını hak eden Türkiye’nin kurucusuna karşı emperyal projeler yüzünden gerçekten çok büyük haksızlık yapılmaktadır.

Gelinen bu aşamada , hem ülkesini kurtaran hem cumhuriyet rejimi kuran hem de büyük özverilerde bulunan kurucu öndere karşı sürdürülen planlı saldırı kampanyalarından Türk ulusu artık fazlasıyla rahatsız olmaktadır . Her şeyin bir doyum noktası olduğu gibi , bu konuda da artık bıkkınlık safhasına erişilmiştir .

Geçen sene bazı Kemalist yazarlar tarafından gündeme getirilen “Atatürk olmasaydı” konusunu , bu sene kapak konusu yapan bir dinci dergi , Yeni Osmanlı hayalleri ve Büyük Orta Doğu ile Büyük İsrail projeleri doğrultusunda ulus devlet ve laik cumhuriyet karşıtı çizgide yayın hayatına devam ederken , “Atatürk olmasaydı “ konusunu tartışma alanına getiriyordu . Bir başka dinci gazete , bir dinci derginin ilanı vesilesiyle tam sayfa olarak ,” Atatürk olmasaydı gene Türkiye olurdu “ başlığı ile Atatürk karşıtlığını düşmanlık noktasında öne çıkararak , Müslüman halk kitleleri ile laik devleti karşı karşıya getirebilmenin arayışı içine giriyordu . Kurduğu devlete Türk geleneğine aykırı bir biçimde kendi ismini vermeyerek ,büyük bir özveri gösteren Atatürk’ün laik ve ulusal devletine savaş açan şeriatçı,bölücü ve mandacı üçlüsü Atatürk’ü dışlayarak,
O olmasaydı gene Türkiye olurdu diye ilanlar vermekte ve yayınlar yapmaktadırlar . Atatürk olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti de kurulamayacağı için , yerine Anadolu İslam devleti, Yakın Doğu Konfederasyonu, Orta Doğu Birleşik Devletleri, Büyük Orta Doğu Devleti ya da Büyük İsrail Federasyonu gibi emperyalist projelere uygun düşen çeşitli devlet modelleri düşünüleceği için,

  • Atatürk olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti gibi laik ve çağdaş bir ulus devlet kurulamazdı.

Bu yüzden “Atatürk olmasaydı, gene Türkiye olurdu“ diye dinci gazetelere ilan verenler, gerçeği değil ama kendi gönüllerinden geçeni ifade etmektedirler. Böylesine bir durum da doksan yıllık laik Türk devletinin vatandaşlarının çoğunluğunun rahatsız olmasına yol açmaktadır. Atatürk olmasaydı, Atatürk gibi bir tarihsel önder kurucu irade olarak Türk devletinin dayanak noktası olarak yer alamayacağı için ,bugünkü çağdaş Türkiye cumhuriyeti devleti de siyaset sahnesine çıkamazdı . Bu açıdan ,kurucu önder Atatürk ile O’nun eseri Türkiye Cumhuriyeti arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu bağ dayanak noktası ile devlet düzeni arasında köprü görevi görmektedir .

Batı uygarlığının önde gelen devletleri tarafından , batı emperyalizmine karşı savaşmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk’e zaman zaman ödüller verilmiş ve Türkiye’nin kurucu önderi hakkında önemli bilimsel yayınlar yapılarak ,hakkı teslim edilmeye çalışılmıştır . Batının uygar ve emperyal iki yüzü olduğu için , batı dünyasının uygar yüzü ile Atatürk onurlandırılırken ,emperyal yüzü ile de çeşitli saldırılar ve insafsız eleştiriler yapılmıştır . Bugünün koşullarında yüz yıl öncesini değerlendirmek gibi bir bilimsel yanlış , küresel emperyalizmin papağanı konumundaki mandacı kadrolar tarafından dile getirilirken , Atatürk’e karşı büyük haksızlık yapmağa devam etmişler ama bugün gelinen noktada Türk halkının ulusal tepkisiyle karşılaşmışlardır . On yıllık dinci bir yönetimin baskılarından sonra ,Türk ulusunun bir milyonu aşkın temsilcisi yeniden Atatürk’ün huzurunda saygı duruşuna geçerek ,kurucu öndere olan bağlılıklarını yinelemişlerdir . Neredeyse Anıtkabir’e gidilmesini bile yasaklama noktasına gelen baskıcı zihniyetin, bir milyonu aşkın insanın tepkisi ile karşı karşıya gelmesi , halktaki tepkilerin giderek tırmandığını açıkça göstermektedir.

  • Türk halkının en az Amerikan halkı ya da Latin Amerikalılar kadar,
    kurucu önderine sahip çıkmak ve O’na saygı göstermek hakkı vardır.

Küresel sermaye üzerinden medya ve basın organlarını ele geçirerek aksi doğrultuda yayın yapmanın hiçbir işe yaramadığını sosyal medya olgusu gözler önüne sermiştir . Yıllarca türk halkının beynini yıkamağa çalışan , medya kanalları ve basın organlarının artık eskisi gibi izlenmediği görülmekte , gazeteler bedava dağıtılırken , halk kitleleri magazin programlar ile yeniden medya ağına düşürülmeğe çalışılmaktadır . Ama gelinen noktada , işlerin tersine döndüğü ve güç merkezlerinin bütün plan ve programlarının çöktüğü görülmektedir . Bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti yeniden Atatürk’ün yolundan giderek, bağımsız bir gelecek arama noktasına gelmiştir .

Atatürk , hem Türk ulusunun kurtarıcısı hem de Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi olarak Türkler için en önemli dayanak noktasıdır . Bugünün Atatürkçü kuşakları atatürk’ten daha şanslıdırlar çünkü onların örnek alacak ve yolundan gidecek bir önderleri vardır . Atatürk ,bu açıdan hem Türk ulusu hem de Türk devleti için sağlam bir dayanak noktası oluşturmakta ve her türlü saldırı girişimine karşı , Türkiye’nin temelinin sağlam kalmasını sağlamaktadır . Atatürk nasıl dünyanın en büyük devletlerinin emperyal saldırılarına karşı direnerek ,ülkeyi ve ulusu kurtarmışsa ,bugünün Atatürkçüleri de kurucu önderin izinden giderek aynı şekilde bir antiemperyalist savaş vermek ve böylece Türkiye cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatma yolunu açmak durumundadırlar . Atatürk yola çıktığında dayanak noktasından yoksundu ,bu nedenle kendi dayanağı kendi oldu . Bugünün kuşakları ise böylesine bir çıkmazın ötesinde daha şanslı bir konumda , Atatürk’ü dayanak noktası alarak yola devam edebilmektedirler.

Bugün yaşanmakta olan bütün siyasal sorunların tamamı eski sorunlardı.
Atatürk zamanında bu sorunlar ile boğuşarak bunları göğüsledi ve çözüm üretti . Bugünün Atatürkçüleri ise Atatürk’ü hem dayanak noktası hem de emsal alma şansına sahip oldukları için ,,yapacakları tek şey Atatürk ne yaptıysa aynısını yapmaktır .Atatürk’ü kendisine başlıca dayanak noktası olarak alacak Türk gençliği ,ulusal kurtuluş savaşından gelen antiemperyalist bilinç ile hareket edecek ve Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyi içinde hak ettiği yere gelebilmesi için büyük bir mücadeleye kalkışacaktır.

Kendi partisine güvenmeyerek Türk gençliğine cumhuriyeti emanet eden büyük Atatürk’ün bu jestinin anlamı bugün yaşanan olumsuz koşullar doğrultusunda
daha açık ortaya çıkmaktadır.

Atatürk’ün kemiklerini sızlatan politikalara alet olanların,
Atatürk adına söyleyecek sözlerinin olmaması gerekir.

Böylesine olumsuz koşulları dikkate alacak Türk gençliği Cumhuriyetin bekçisi olarak harekete geçecek, Atatürk’ü başlıca dayanak noktası olarak alacak ve kurucu önderin yolundan O’nun yaptıklarına sahip çıkarak geleceğe yönelecektir.

  • Unutulmasın ki; Atatürk,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin başlıca dayanak noktasıdır.