Etiket arşivi: kadın cinayetleri

Bakana yakışıyor mu?

‘Eğitim bakanının, başta öğrenciler olmak üzere tüm toplumun sağlıklı bilgiler edinebilmesi için, gerçekleri saptıracak söylem ve eylemlerden kaçınması gerekiyor.’

İktidar kaynaklı gerçek dışı söylemler son yıllarda giderek artıyor. AKP grubu başkanvekilinin Türkçe ve alfabe konusunda söyledikleri canlılığını sürdürürken, siyasetçilerin gerçeklerle bağdaşmayan açıklamaları/ söylemleri devam ediyor. Keyfi olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkınca kadına karşı olumsuz davranışlar artmışsa da, içişleri bakanı çıkıyor “Kadın cinayetleri azaldı” diyebiliyor! Ulaşım araçlarında, parklarda giysileri nedeniyle kadınlara saldıranlar artıyor. Kayyım rektöre karşı çıkanlar, laik düzeni ve LGBT haklarını savunanlar yaka-paça tutuklanıp yargılanıyor. “Kadın erkek eşitliği tamamen yalan. Namazını kıldırt hanımına, başını örttür. Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor” diyen imamın sözleri ise yargıya göre  “düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı için” suç oluşturmuyor! Adalet bakanı ise “Hiç kimse ‘Birinin eteğine, içkisine karıştılar’ diyemez” diyebiliyor! Gençlik ve Spor bakanı da, “21 sene önce, … Tesis yoktu, imkan yoktu, sporcu yetiştirecek antrenör bulunmuyordu. Bırakın sahaları, kortları, pistleri, salonları, statları pek çok vilayetimizde bir futbol topu dahi çok değerliydi” diyor!

Gerçek dışı söylemlerin etkisi, söyleyenin bulunduğu makama göre farklı oluyor. Leblebi çekirdek gibi gerçek dışı söylemlere alışılsa da, örneğin benzer bir söylemin bir bakandan gelmesi çok daha şaşırtıcı ve tuhaf oluyor; hele bu bakan profesör unvanını taşıyorsa! Hele hele bu tür söylemde bulunan kişi, ‘milli’ sıfatını taşıyan eğitim bakanı ise!  

Eğitim bakan da, kendini tutamayıp “eğitimde ‘tüm antidemokratik uygulamaların son 20 yıl içinde ortadan kaldırıldığını’” söylüyor! Bu bakana “20 yıldır nerelerdeydin?” diye sormak gerekiyor. Bu bakanın Kasım 2010’da Bülent Ecevit Üniversitesi rektörlüğüne getirildikten sonra AKP ile içli dışlı olduğu, 2017’de ÖSYM başkanlığına, Temmuz 2018’de milli eğitim bakan yardımcılığına ve 6 Ağustos 2021’de de eğitim bakanlığına getirildiği akla gelince, bu sorunun anlamı kalmıyor.

Bakanın açıklamasından 20 yıl içinde ortadan kalkan antidemokratik uygulamaların, türban kullanımının serbest bırakılmasıyla, yükseköğretime geçişte bir süre uygulanmış olan ek katsayı uygulamasının sonlandırılmasıyla ve imam hatip ortaokullarının açılmasıyla ilişkili olduğu görülüyor.

Bakanın açıklamasına göre, inancı gereği türban kullanmak isteyene bu hakkın verilmiş olması demokratik bir uygulama oluyor. Bu açıklamadan bakanın, inancı gereği dört kadınla evlenmek/ kızına bir birim ve oğluna iki birim miras bırakmak/ 15 yaşında bir kızla evlenmek/ köle-cariye almak/ burka giymek/ … istenmesini de demokratik bulduğu anlamı çıkıyor. İlk fırsatta bu konularda da demokratikleşme olup olmayacağı şu aşamada bilinmiyor. Şimdilik AKP’nin anayasa değişikliği kapsamında, inancı gereği burka kullanmak isteyene bu hakkın verilmeyeceği biliniyor. İnanca dayalı isteklerin demokratikliği konusunda kafalar karışık olduğundan, AKP yukarıda değinilen konularda bir açılım getirecek olsa, ana muhalefetten de destek alacağı sanılıyor.

Bakan, katsayı uygulaması konusunda da, “öğrenciler meslek liselerinden uzaklaştırıldı” diyerek, gerçek durumu 180 derece çarpıtmış oluyor. Çünkü 1999 yılı öncesinde üniversiteye giriş sınavlarında, meslek yüksekokulları ile ilahiyat fakültelerini kazananların önemli bir bölümünü, sınavlarda çok daha başarılı olan genel lise mezunları oluşturuyordu. Katsayı uygulamasıyla, daha çok meslek lisesi mezunlarının meslek yüksekokullarını ve imam hatip lisesi mezunlarının da ilahiyat fakültelerini kazanması sağlanmıştı. Katsayı uygulamasıyla pek çok meslek lisesi mezunu eğitim fakültelerinin bilgisayar ve okulöncesi gibi bölümlerinde okuma olanağı bulmuştu.

Eğitim bakanının, imam hatip ortaokullarının açılmasını demokratikleşme olarak sunması da gerçeklerle bağdaşmıyor. Çünkü dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde, din adamı yetiştiren ortaokul bulunmuyor. AKP’nin ilk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi laik devletlerin inançlar karşısında yansız olması gerekiyor.

Çocukların küçücük yaşta dini öğretime gönderilmesinin çocuk haklarına
karşı olduğu gibi, çocuğun olası gelişimini kısıtladığı da biliniyor.

Herhangi bir inancın topluma dayatılmaması ve her inanç sahibine karşı eşit davranılması gerekiyor. Bu nedenle yerel mahkemelerle

  • AİHM, din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi zorunlu olamaz diyor.

Yine de eğitim bakanı, çocukların ‘imam hatip’ hayranı olmadığı halde aile zoruyla imam hatip ortaokullarına gitmesini demokratikleşme olarak sunabiliyor.

Eğitim bakanı, dini konuların öğrenilmesi olayını da çarpıtıyor. Dinini öğrenmenin ancak imam hatibe gitmekle mümkün olacağını düşünüyor. İmam hatipte okumamış olanların dinlerini bilmediklerini sanıyor. İnsanların büyük çoğunluğunun, yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de dinlerini aile içinde ve günlük yaşamlarında öğrendiklerini yadsıyor.

AKP’nin eğitim uygulamalarında şu gerçekler göze çarpıyor:

  • Zorunlu eğitim denen dönemde öğrenciler, dini, mesleki ya da genel eğitim görmek; devlet, tarikat eğitimi ya da laik eğitim veren özel okullarda okumak durumunda kalıp farklı düzeylerde gelişim gösteriyor. Zorunlu eğitim içine alınan açıköğretimde de, öğrencilere, bile bile diğer okul öğrencilerine göre sınırlı düzeyde eğitim veriliyor.

  • Küçük yaşta çocukların türbana sokulmasıyla, kuran kursuna, hafızlık kursuna ya da tarikat okullarına/yurtlarına gönderilmesiyle gelecek yaşamları sınırlandırılıyor.

  • Bakanlık hiçbir çağdaş kurumla işbirliği yapmazken, (Danıştay karşı çıktığı halde)
    din toplumu yaratma hedefi olan gerici kuruluşlarla işbirliği yapıyor.

  • Anadili Osmanlıca olan bir Allah’ın kulu olmasa da, Osmanlıca seçmeli ders yapılıyor. 

  • 2017 müfredatı ile öğrencilerin gerçekleri öğrenmesi kısıtlanıyor.
    Öğrencilerin bağımsızlık ve laik Cumhuriyet anlayışını benimsemeleri yerine
    Osmanlı ve padişah hayranı olmalarına çalışılıyor.

  • Bakanlığa bağlı kurumlarda, sık sık Cumhuriyet karşıtı, laiklik karşıtı söylem ve eylemler oluyor. Bu tür eylemlerde bulunanlar cezalandırılacaklarına terfi ettiriliyor.

  • Bakanlığın kendisi, ‘nitelikli lise’ ayrımı yapıyor.

  • Liseye geçiş sisteminde (LGS), DKAB ve yabancı dilden soru sorularak, dinini yeterince bilmeyenlerle devletin niteliksiz dediği okullarda yabancı dil öğrenemeyenlerin eğitim hakkı engelleniyor.

  • Öğrenciler, LGS uygulaması ile istemeye istemeye, imam hatiplere,
    açık liseye ya da özel okula gitmek zorunda bırakılıyor.   

  • Yoksul ve dar gelirlilerin okuduğu okullarda veliden katkı payı, boya parası, cam parası, … isteyen bakanlık, ailesinin gelir düzeyi yeterli olduğu için özel okula gidebilen öğrenciye
    para desteği yapıyor.

  • Demokratik haklarını kullanıp bir şeyler isteyen öğrenciler, AKP’nin yaptıklarına karşı çıkıyorsa, cop, gaz ve plastik mermi yiyor, yaka-paça gözaltına alınıyor; yargılanıyor, tutuklanıyor ve gelecekleri karartılıyor. Tutuklanan öğrencilerin sayısı bile bilinmiyor.

  • Binlerce askeri lise öğrencisi, sırf emirlere uydukları için tutuklanmış bulunuyor ve pek çoğunun tutukluluğu 6 yıldır devam ediyor.

  • On binlerce öğretmen ‘Fetöcü’ damgasıyla, yargılanmadan meslekten atılmış bulunuyor ve çoğu görevine dönmeyi bekliyor.

  • Binlerce akademisyen ‘Fetöcü’ damgasıyla ve de yüzlerce akademisyen de ‘Barış Bildirisi’ni imzaladıkları için yargılanmadan meslekten çıkarılıyor. Anayasa Mahkemesi,
    Barış Bildirisini imzalamanın suç olmadığına karar verdiği halde
    ,
    imzacı akademisyenlerin görevlerine dönmesine izin verilmiyor.

  • Öğretmenleri sınıflandıracak ‘Öğretmenlik Meslek Kanunu’, öğretmen örgütlerinin tepkilerine aldırmadan çıkarılıyor.  Öğretmen örgütlerinin tepkileri devam ederken ve öğretmenler itilip kakılırken, bakanlık duymazdan ve görmezden geliyor.

  • Öğrenciler zorla ya da “teknoloji etkinliğine gidiyoruz” denilerek AKP’nin etkinliğine götürülüyor.

Bakan, bazılarında, öğretmenlik meslek kanunu gibi, kendisinin de sorumlu olduğu bu uygulamaları bile bile “eğitimde ‘tüm antidemokratik uygulamaların son 20 yıl içinde ortadan kaldırıldığını’” söyleyebiliyor!

Gerçekleri saptırmak yerine tüm bakanların ve özellikle de eğitim bakanının, başta öğrenciler olmak üzere tüm toplumun sağlıklı bilgiler edinebilmesi için, gerçekleri saptıracak söylem ve eylemlerden kaçınması gerekiyor.

Sansürünü de al ve git…

authorZAFER ARAPKİRLİ

En son örneğini, orman yangınları felaketinde gördük.

Geçen yıl da yaşadık, bu yıl da adeta “dakika bir, gol bir” niteliğinde, yaşamaya başladık.

Devleti elinde bulunduran irade diyor ki: “Yangınlar konusunda sadece resmi ağızlardan gelen açıklamalara yer vereceksiniz. Bizim dışımızda kim bu konuda açıklama yapar, bilgi yayar veya yetersizlikleri filan eleştirirse, bunu ‘dezenformasyon’ olarak damgalar ve tepesine ineriz.”

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, akıllara ziyan bir video yayınladı, 2 gün önce. Geçen bir yılda bu konuda yapılan çalışmaları anlatıyor. Videoyu izliyorsun; ağaçlar var, ormanlar var, insanlar var, ağaçlara su sıkan (tatbikat sırasında) itfaiyeciler var, sevimli pozlar veren kadın itfaiyeciler var, mutlu köylüler var. Tek bir şey eksik bu “Orman Yangınları” konulu propaganda videosunda: “Ateş… Alev…”

Soğuk bir espri gibi… Tek bir kıvılcım bile yok.
Yahu, bari tatbikat sırasında bir küçücük çalılığın nasıl söndürüldüğünü göster de biraz inandırıcı olsun. O bile yok. Yani, “Yangınsız, yangınla mücadele filmi.” Bunu istiyorlar.

Yarın, (misal) bir deprem olsa, tek bir enkaz görüntüsü olmadan haber yapacaksın.
Bir yerde sel felaketi olsa ya da o konuda haber yapsak, tek bir damla su göstermeyeceksin.
Ne göstereceğiz?

Olay yerinde açıklama yapan ve bu iş için dikilmiş, göğüslerinde isim kokartı (Sayın Bakan  Bilmemkim) bulunan “özel üniforma” içindeki sayın Bakanları ya da propaganda memurlarının konuşma videolarını.

Enflasyonu, işsizliği, dış borcu, hayat pahalılığını, sefaleti, açlığı filan anlatmayacaksın.

Dış politikadaki Dolar Riyal karşılığı cinayet dosyası yakma, katil aklama” rezaletlerine değinmeyeceksin.

Hastaneler, sağlık sistemi ve okullarla eğitim sistemi güllük gülistanlık gösterilecek.

Kadın cinayetlerinden söz etmeyeceksin. Hukuk katliamlarına hiç değinmeyecek, eleştirmeyeceksin. Pınar Gültekin cinayeti ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ayıbı arasındaki bağlantıya asla girmeyeceksin.

Bunu istiyorlar.
Rejim, sadece kendi sesine ve kendi trollerinin muhaliflere saldırılarına özgürlük(!) istiyor.

  • Özgür habercilik ve yorumlara bir kara örtü örtmenin peşinde.

Yeni Sansür Yasası’ndan söz ediyorum. Rejimin kendi kendine sonsuz bir “dezenformasyon yayma yetkisi” talep ettiği tartışmalı yasadan.

Daha önce hem bu topraklarda hem de dünyanın dört bir köşesinde baskıcı rejimlerin belki de binlerce kez denediği ama her defasında demokrasinin ve düşünce özgürlüğü mücadelesinin kalkanına çarpıp parçalanan “istibdat kafası”ndan söz ediyorum.

Beyhude çabalar bunlar.  Ne yazılı ne görsel-işitsel ne de dijital (sanal internet) ortamda, hür düşünceyi, haberi, bağımsız yorumu bastırmaya kimin gücü yetebilir.

  • Sonuçta sansürcüler bu ayıpları ile baş başa tarihin çöplüğünde layık oldukları yeri bulurlar.

Gazeteciliğin, haberin, yorumun ve istibdata karşı düşüncenin, adeta oksijen gibi, su gibi mutlaka her tür duvarda delik açıp geçeceğini ve galebe çalacağını hatırlatalım.
Vazgeçin bu ortaçağ kafası ürünü sansür çabalarından.
**
Yangın ve faşist kafa

Çok eskiden de seslendirilmişti bu şayia.
Özetle: 1980’lerin başlarında Anadolu topraklarında yaygın bir şekilde görülen orman yangınlarının, Türkiye düşmanı teröristler tarafından kasten çıkarıldığı, bunun arkasında da “Hain komşu Yunan”ın bulunduğu anlaşılır. Bunun üzerine, aralarında Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun da bulunduğu “milliyetçi”lerden yardım istenir. Akabinde, Yunanistan topraklarında “mukabil” yangınlar gerçekleşmeye başlayınca, “Yunan, mesajı alır” bizdeki yangınlar da bir anda “kesiliverir”.

Bunları aktaran yandaşın teki, “Bugün de yine ilginç biçimde buna benzer yangınlar yaşıyoruz topraklarımızda” diyerek adeta “Haydi tarihi tekerrür ettirelim” mealinde harekete çağırıyor birilerini.

Aklı başında herhangi bir insanın, “İki komşu ülke arasında her alanda yapmamız gerektiği gibi sıkı bir işbirliği ve komşuluk ilişkileri geliştirelim. Bunu, mesela yangın söndürme kapasitelerimizi de ortaklaşa geliştirerek ‘Ege Havzasında ortak bir Yangınla Mücadele Ordusu’ olarak da hayata geçirelim. Kimde olursa, karşılıklı yardıma koşsun” demesi gerekirken, “Faşist Kafa”nın uğraştığı konuya bakar mısın?

Hiç utanmadan, girdiği “topa” bakar mısın?
Her konuda olduğu gibi, bunların da “antidotu” belli.

  • Acil demokrasi!!

Faşizmden, acil olarak arınma, temizlenme.
Bu gezegenin tarihindeki en büyük pislik ve felaketten söz ediyorum.

BİZİM TV Programımız : 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Salgın Yönetiminde Son Durum

Dostlar,

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, BİZİM TV’den Sayın Burcu Uğur’un konuğu olduk. 2 konu belirlenmişti yaklaşık 40-45 dakika program için :

1. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
2. Salgın Yönetiminde Son Durum..


Sayın Uğur’un sorularını yanıtlamaya çalıştık.. Aşağıdaki görsel ekranda paylaşıldı :


Büyük ATATÜRK‘ün Türk kadınına dünyanın pek çok ülkesinden önce kazandırdığı hakları vurguladık. Üstteki görselde, 1930’da İngiltere’de kadın hakları için eylemde taşınan posterde yazılan çok öğretici:

  • İngiliz kadını Türk kadınından daha mı değersiz??

Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi‘nin – CEDAW tam olarak yaşama geçirilmesi gerektiğini belirttik.

İstanbul Sözleşmesi‘ndan geri çekilmenin Bay Erdoğan’ın yetkisinde olmadığını, bu işlemin hukuk dışı ve geçersiz olduğunu, TBMM’nin yetkisinin gaspı nedeniyle hükümsüz olduğunu vurguladık.

RTE’nin, Türkiye’de kadın cinayetlerinin başka ülkelerden az olduğu söyleminden duyduğumuz acıyı paylaştık. Bu bölümü bir şiir ile kapattık..

****
İkinci bölümde Covid-19 salgınında son durumu ve
– aşı olmayan TURKOVAC skandalı ve dayatmasını irdeledik.
– Salgının bitmediğini, ölüm ve olgu sayılarının hala çok yüksek olduğunu,
– iktidarın salgın yönetimi yerine algı yönetimi peşinde olduğunu,
– bu çok acı – çok başarısız – insanlık suçu tablodan bile hiç sıkılmadan başarı öyküsü çıkarmaya çabaladığını vurguladık.

Salgının bittiğini açıklamaya yetkili kurum Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ). Bu yetkili uzmanlık kuruluşunun bu yönde değil tersi yönde açıklamaları var!

Halkımıza bireysel önlemleri bırakmamasını ve etkili aşı ile (mRNA aşısı) aşılarını tamamlamasını önerdik.

İktidara da sorumluluktan kaçamayacağını ve yapılması gerekenleri belirttik.
Toplam 46 dakika.. İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğini diliyoruz.

https://youtu.be/MfkBwzxG0u8

Sevgi ve saygı ile. 11 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

KADIN HAKLARININ KORUNMASI VE KADINA SAYGI ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Çağımızın genel kabul görmüş uluslarüstü hukukuna, örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre;

  • Her insan özgür doğar. Herkes yaşama hakkına, ruh ve beden bütünlüğüne sahiptir.
  • Hiç kimseye işkence edilemez. Beden Bütünlüğünü bozan cezalar verilemez.
  • İnsanlar köle değildir. Alınıp satılamaz. İnsan bedeni mülkiyet konusu olamaz.
  • İnsan insanın malı, eşyası ve mülkü değildir.

İnsan bedeni salt biyolojik bir varlık değil aynı zamanda hukuksal bir varlıktır. Mülkiyeti yalnızca taşıyıcısına aittir. Başkasının mülkiyetine konu olamaz ve başkasının saldırılarına kapalıdır. Kölelik ve cariyelik bitmiştir. Bu durum özellikle kadınlar açısından daha çok önem taşır.

Hukuk kurumunun ayrımsız olarak insanları hem devlet ve devlet organlarının haksız uygulamalarından hem de başka bireylerin haksız fiil ve saldırılarından etkin bir biçimde koruması gerekir. Çağdaş devlet ve çağdaş toplum bunu gerektirir. İnsanların, ırk, renk, cinsiyet…gibi doğuştan gelen özelliklerini öne çıkararak toplumsal dışlama konusu yapmak biyolojik ırkçılıktır ve ilkel bir davranış olarak görülmektedir.

Kadınlara karşı, cinsiyet farklılığına dayanarak, çeşitli onur kırıcı haksız fiiller yaratan ve hatta sıklıkla cinayetlerle sonuçlanan ahlak ve hukuk dışı davranışların failleri olan bireyler, çoğu zaman eş, koca, kardeş, evlat, baba, akraba, komşu, arkadaş, sevgili ya da rastgele erkeklerdir.

Çok az da olsa bazen kadından erkeğe yönelen şiddet ve öldürmeler ise, çoğu zaman çaresizlikten doğan, daha çok öz savunma (nefsi müdafa) biçimde olmaktadır ancak suçtur.

Çağımızda ekonomileri, sosyal yapıları, demokrasileri hukuksal donanımları ve kültürel düzenleri yeterince gelişememiş ve özellikle de kadına ve kadın bedenine bakışları sorunlu olan ülkelerdeki insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri), bu yanlış ve geri kalmış yapılardan beslenerek kadına şiddete ve kadın cinayetlerine neden olmaktadır. Başka bir söyleyişle kadın cinayetlerinin yaygınlığı ekonomik, hukuksa ve sosyo-kültürel geri kalmışlığın bir yan ürünüdür.

Erkek egemenliğini pekiştiren cinsiyet ayrımcılığına dayalı eğitim ve öğretim programları ve genelde erkekler tarafından ve erkek bakış açılarına göre yorumlanan dinsel ve ahlak öğretileri kadınların toplumda ve ailedeki yerleri ve konumlarına olumsuz etkiler yapmaktadır.

Yeterince gelişememiş, feodal, geleneksel ve teokratik yapıların egemen olduğu toplumlarda kadın bedeni üzerinde biyolojik ve sosyo-kültürel iktidar kurmanın yaygınlığı, erkek şiddetinin toplumca ve hatta yargı organlarınca daha toleranslı (AS: hoşgörülü) karşılanması, erkek şiddetinin kimi kadınlarca bile olağan karşılanması, kendi hak ve hukukuna sahip çıkan kadın tutumlarının bir ölçüde de olsa yadırganmasına neden olabilmektedir.

Herkesin yanlış davrandığı, yanlışın doğru kabul edildiği bir toplumda doğru örnekler kabul görmez olmaktadır. Koca, kardeş, baba, arkadaş, sevgili… gibi kimi yarı cahil ve cahil erkek grupların kadınların da, tıpkı erkekler gibi, kendi haklarına eşit derecede sahip bir insan oldukları kanısına ulaşamadıklarını gözlemlemek zor değildir.

Son söz                       :

İnsanlığa ve yaşama hakkına saygı kadına saygı ile başlar. Kadınlar toplumun en az yarısıdır. Kadın haklarının ihlali (AS: çiğnemi) toplumun yarısının hukukunun çiğnenmesi demektir.
Çağın evrensel değerleri ile bütünleşmeyen feodal ve geleneksel değerleri milli kültür (AS: ulusal ekin) sanmak hukuksal, kültürel ve sosyal değişimlere sırt çevirmek, sosyolojik olarak akılcı ve doğru değildir. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesinin iptali yerinde, tutarlı ve hukuka uygun olmamıştır. Düzeltilmesi gerekir.

ARKADAŞ VE EŞ SEÇİMİNDE İPUCU

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Hayvanları değerli yapan uzun ve katışıksız soyu; insanları değerli yapan ise değişmez güzel huyudur.

Soy ve boy peşinde koşanlar yanılabilir, güzel ve düzgün huy peşinde koşanlar ise asla yanılmazlar.

Evlilik krizlerinin (AS: bunalımlarının) en önemli nedenlerinden biri kişilik (huy / karakter) çatışmalarıdır. Genelde karşılıklı lider karakterli evlilikler kolay yürümez.
Halk deyimi ile, çatal kazık yere batmaz.

Atalarımız ” Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa” demişler. Ayrıca geleneksel Türk erkekleri, Arap kültürünün etkisine kalarak, kendilerini ailenin doğal ve tartışılmaz lideri kabul ederler.

Ne yazık ki, gelenekselci eğitim sistemimiz erkekleri doğal aile lideri kabul eden bu yanlış ön kabulü pekiştirici yönde işlev görmektedir.

Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerini biraz da kültürel açıdan erkeklerin kadınlar üzerinde kesin egemenlik kurma dürtülerinden aramak gerekir.

Kıssadan hisse                               :

  • Eğitim sistemimizin sosyo – kültürel ve ekonomik açıdan mutlaka kadın ve erkeği eşit gören demokratik bir temele oturtması gerekir.
    ===================================
    Dostlar, 
    Sayın Prof. Halil Çivi hocamızın özlü yazısına bir minik ekleme, Anayasa md. 10 aşağıda :
  • X. Kanun önünde eşitlik
    Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve
    benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
    Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.
    Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
    Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz
    AKP = RTE Erdoğan
    , “kadın ile erkek eşit olamaz, fıtratına aykırı” derken ya bilgisi çok eksik ya da bilerek çarpıtıyor. Burada söz konusu edilen BİYOLOJİK EŞİTLİK değil! Elbette kadın ve erkek biyolojik olarak eşit değil. Olamaz da. İyi ki değil, olsaydı insanlık olmazdı. Kadın ve erkek, biyolojik farklılıklarıyla birbirini tamamlayarak insanlığı var etmektedir.

    Anayasanın 10. maddesinin kenar başlığına dikkat edilmeli : Kanun önünde eşitlik

    Dolayısıyla söz konusu edilen, yasalar önündehaklar, özgürlükler ve onur” bakımından eşitliktir. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) daha ilk maddesi tam da bu noktaya özellikle vurgu yapmaktadır :

  • İHEB Madde 1
    Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

    Herkesin bu çağcıl, uygar değerleri içselleştirerek yaşamına katması yerinde olacaktır.

    Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik  

İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk

İstanbul Sözleşmesi ve Uluslararası Hukuk

Image result for Prof. Dr. Rona AYBAYProf. Dr. Rona AYBAY

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan ve Avrupa Konseyinin öncülüğünde hazırlanan uluslararası sözleşme, son birkaç gündür siyasal gündemimizde ön sıralarda yer almaktadır. Bunun nedeni, bir Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiyenin ilk imzacısı olduğu bu sözleşmeden “çekilme” (fesih beyanı) yapılması konusunda bir metnin Resmi Gazetede yayımlanmış olmasıdır.

Bu karara karşı, çeşitli çevrelerden yöneltilen eleştiriler ve türlü engellemelere karşın kadın örgütlerince yapılan  gösterilerde dile getirilen protestolar başlıca üç kategoriye ayrılarak özetlenebilir :

Birinci kategorideki eleştiriler, Cumhurbaşkanı kararının anayasal açıdan incelenmesine dayanmaktadır. İç hukukumuz açısından yapılan bu değerlendirmede söz konusu Cumhurbaşkanı kararının anayasaya aykırı”, bu girişimin anayasal temelden yoksun ve dolayısıyla yok hükmünde” olduğu ileri sürülmektedir.

KÖTÜ GİDİŞİN İLK ADIMI

İkinci kategoriye giren eleştirilerde ise yurdumuzda bir yandan kadın cinayetleri“ adı verilen vahşet örneklerinin sayısındaki artışın öte yandan kadınların, çocukların ve cinsel tercihleri farklı olan insanların uğradığı saldırıların yaygınlığı karşısında bu kararın şiddeti teşvik edici sonuçlara yol açması olasılığına dikkat çekilmektedir.

Üçüncü kategorideki eleştiriler ise konuya tutarlılık” ve siyasal ahlak ilkeleri” açısından bakmaktadır. Bu görüş, onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin yasanın, TBMMde (çekimser kalan bir üye dışında) bütün milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiş olduğu gerçeğine dikkat çekmektedir. Böyle bir yasaya dayanılarak onaylanmış bir uluslararası sözleşmeden, birdenbire ve gerekçeleri açıklanıp, tartışılmaksızın çekilmenin siyasal ahlakla ve parlamentonun iradesine saygı ile bağdaşmadığı belirtilmektedir.

Bütün bunlara ek olarak ya da en başta belirtilmesi gereken bir önemli nokta da şudur:

İstanbul Sözleşmesinden böyle, görüşülüp tartışılmadan çekilmenin, kötü bir gidişin ilk adımı olması olasılığı vardır. Bunun, sonuç olarak uluslararası sözleşmeler alanında, Atatürk Cumhuriyetinin temellerine dek varan birtakım girişimlerin başlangıcı olmasından kaygı duyulmaktadır.

Ancak bütün bunlar, bizim açımızdan ne denli önemli olursa olsun, sonuç olarak bizim iç hukuk alanımızın sorunlarıdır.

ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN DURUM

Uluslararası sözleşmelerde “çekilme” (fesih) konusunu düzenleyen hükümlere yer verilmesi olağan sayılması gereken bir durumdur. Uluslararası  antlaşmalar (sözleşmeler) konusunda en kapsamlı düzenleme olan 1969 Viyana Sözleşmesi de 42. maddesinde devletlerin, birtakım koşullara ve usullere uyarak taraf oldukları sözleşmelerden çekilebileceklerini belirtmektedir. Kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşmenin  Türkçe çevirisinde Sözleşmenin Feshi” başlığı altındaki 80. maddesi de aynı konuyla ilgilidir. Bu düzenlemede, İngilizce metinde denunciation” sözcüğüyle anlatılan durum, bir sözleşmeye taraf olan devletin, taraf olmanın yükümlülüklerinden kurtulma isteği anlamına gelmektedir. Böyle bir istekte bulunmaya, her taraf devletin hakkı vardır; devlet, belli usullere uyularak yapılacak bir bildirimle sözleşmeye taraf olmaktan çıkabilmektedir.

Bunun usulü, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine resmen bir bildirimde bulunulmasıdır. Bu bildirim yapılmadığı sürece taraf devletin ilgili sözleşmeden kaynaklanan yükümlülükleri sona ermez. Bu yükümlülüklerin ortadan kalkması için, bildirimin Genel Sekretere ulaşmasından başlayarak üç aylık bir süre geçmesi gerekir. Bu sürenin sonunda, ilk ay başında çekilme kesinleşir.

SONUÇ

Türkiyenin bu bildirimi yaptığı, Avrupa Konseyi web sitesindeki yeni konulmuş bilgiden anlaşılmaktadır. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, bizim iç hukukumuzdaki geçerlilik” tartışmalarıyla ilgilenmek durumunda değildir; O’na ulaşmış ve biçim (şekil) bakımından uluslararası hukuka uygun bir bildirimin gereğini yapmakla yükümlüdür.

Bu durumda Türkiye, 1 Temmuz 2021’de bu Sözleşmenin tarafı olmaktan çıkacaktır. Böylece Türkiye, ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.

Şimdi 1 Temmuza dek geçecek sürede “çekilme” (fesih bildirme) kararının Türk tarafınca geri alınmasına olanak vardır. Bu konuda eleştirilerden, protestolardan vazgeçilmesi elbette söz konusu olmamalıdır. Siyasal iktidarın, bu kararın geri alındığına ilişkin bir bildirimle durumu düzeltmesine olanak vardır.
=================================

Dostlar,

Türkiye’nin de uluslararası hukuk bağlamında resmen taraf olduğu AİHS’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) (RG 8662; 19/03/1954) 8. maddesi aşağıdadır. Bu madde, İstanbul Sözleşmesi ile uluslararası hukuk bağlamında güvenceye alınan kimi hakları öz olarak güvenceye kavuşturmaktadır.

Madde 8 – Özel hayatın ve aile hayatının korunması

1. Her şahıs hususi ve ailevi hayatına, meskenine ve muhaberatına hürmet edilmesi hakkına
maliktir.
2. Bu hakların kullanılmasına resmi bir makamın müdahalesi demokratik bir cemiyette ancak
milli güvenlik, âmme emniyeti, memleketin iktisadi refahı, nizamın muhafazası, suçların
önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın ve başkasının hak ve hürriyetlerinin korunması için zaruri
bulunduğu derecede ve kanunla derpiş edilmesi şartiyle vukubulabilir.
***
Bu düzenleme, Sn. Aybay’ın irdelemesine ek olarak hem iç hem de uluslararası hukuk açısından gündemde tutulabilir.
Salt iç hukuk bakımından ise “6284 SAYILI AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN” temel güvenceleri sağlamaktadır.
İki hukuksal metin birlikte değerlendirildiğinde, İstanbul Sözleşmesi’nin güvencelemeyi hedeflediği hak ve özgürlüklerin hala, büyük ölçüde teknik olarak güvence altında olduğu söylenebilir. Ancak Aybay hocamızın

  • “…Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu bir uluslararası sözleşmenin ilk çekileni olmak gibi, herhalde pek görülmemiş bir durum yaratmış olmaktadır.”

belirlemesi, kritik önemini korumaktadır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2021, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÜZERİNE KISA NOTLAR

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu gün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kimileri, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne “Çalışan ya da Emekçi Kadınlar Günü” demeyi yeğliyorlar.
Bu adlandırma, Dünya Kadınlar Gününün doğuşuna kaynaklık eden olaylar açısından bakılınca doğru olabilir. Ancak istisnalar (AS: ayrıklar) dışında, acaba çalışmayan kadın var mıdır? Ev kadınlarının yaptıkları işler sürekli, kesintisiz emeğe ve sınırsız çabalara dayanmaz mı? Üstelik ev işlerinde ücret ve sigorta (AS: yaygınlıkla) yoktur.

Geleneksel feodal ailedeki kadın mesaisi de günde 24 saattir. Yemek, bulaşık, temizlik, ütü, çocuk bakımı … başta eşler, öbür kadınlar ve erkekler olmak üzere ev halkından gelen kapriseler, sitemler, sorgulamalar, suçlamalar, istekler… hiç bitmez…

Ancak genelde kadınların ev dışında, atölyeler, fabrikalar, bürolar ve değişik üretim ve hizmet birimlerindeki işleri profeyonelcedir. Ücret karşılığıdır. Gelir getirici bir işte çalışmalarıdır. Bu durum kadınların ekonomik özgürlükleri açısından da yaşamsal önem taşır.

Kadınların bilinçlenerek, erkek egemenliğine dayalı eril tahakkümden kurtulabilmelerinin iki ana nedeni vardır : Bu bu nedenlerden biri meslek kazandırıcı ve özgürleştirici çağdaş eğitim, yani doğru bilinçlenme; öbürü de ücret karşılığı, yani ev dışındaki gelir getirici işte çalışmalarıdır.

Eğer bir ülkedeki eğitim sistemi içerik olarak çağdaş değilse, doğru ya da yanlış olup olmadıkları tartışılmadan ve yanlış olanlar ayıklanmadan törelerin, geleneklerin ve yine erkek egemenliğine dayalı ve çoğu zaman erkekler yararına çarpıtılmış, kadını 2. sınıf insan gösteren ve hatta aşağılayan ahlaksal ve dinsel gerekçelere dayandırılıyorsa, bu eğitim modeli kadının özgürleşmesi ve çağdaşlaşmasına bir katkı sağlamaz.

Ayrıca çalışan kadının ücret ve gelirlerine el konması, kadının mülkiyeti kendisine ait olan taşınır ve taşınmaz varlıklara sahip olmasının engellenmesi ve kazancını kendi gereksinimleri için kullanmasının sınırlanması durumunda da kadın yine ekonomik özgürlüğüne kavuşamaz.

Türkiye deki eğitim sistemi kadın hak ve özgürlükleri açısından yeterince çağdaş değildir. Ayrıca ücretli çalışan kadın sayısı da hala yeterli düzeye ulaşamamıştır. Bu nedenle kadın nüfusu ekonomik özgürlüğüne yeterince sahip olamamıştır.

Verili tüm olumsuz koşullara karşın, özellikle kent kültüründe ve metropollerde, resmi olmayan bilgi kaynaklarına bağlı olarak, Türkiye’deki kadınların çağdaşlık, eşit haklar ve eşit yurttaşlık bilinci erkek bilincini geride bırakmıştır. Erkek nüfusun önemli bir kesimi ise hâlâ kadınları kendi eşiti olarak görmeme ve onlara kayıtsız, koşulsuz ve itirazsız tahakküm etme arzusundadır…

Kadın cinayetlerindeki önemli artışların en önemli nedeni de erkeklerin bilinç ve davranış örüntülerinin feodal, geleneksel ve erkek egemen kültürü aşamamalarından kaynaklanmaktadır. Çağ dışıdır.

Kadınlar ve erkekler arasında daha adil, daha insancıl, eşit hukuka, eşit yurttaşlığa, sevgiye ve dostluğa dayalı, hiçbir kadın cinayetinin yaşanmadığı acil bir gelecek özlemiyle herkesin DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.
Erkekler de kendilerini doğru eğitim ve bilinçle ıslah etme yollarını arayıp bulsunlar. Çok geç kalındı…

=====================================

…DEDİ GÜLDÜRME

Dedim hukuk nedir, dedi siperdir;
Dedim ahlak nedir, dedi çeperdir,
Dedim demokrasi, dedi hünerdir,
Dedim bizde var mı, dedi güldürme.
Xxx
Dedim cehalet ne, dedi körlüktür,
Dedim yoksulluk ne, dedi darlıktır,
Dedim şatafat ne, dedi varlıktır,
Dedim sende var mı, dedi güldürme.
Xxx
Dedim yalakalar, dedi karnı tok…
Dedim torpilliler, geçim derdi yok…
Dedim çok yaygın mı, dedi hem de çok.
Dedim sen gördün mü, dedi güldürme.
Xxx
Dedim enflasyon ne, dedi sefalet,
Dedim işsizlik ne, dedi sefalet,
Dedim geçim nasıl, dedi sefalet,
Dedim bizde var mı, dedi güldürme.
Xxx
Dedim köşe nedir, dedi dönmedim,
Dedim el-etek ne, dedi öpmedim,
Dedim yolsuzluk ne, dedi yapmadım,
Dedim zengin misin, dedi güldürme.
Xxx
Dedim bölücülük dedi felaket,
Dedim çete, mafya, dedi rezalet,
Dedim barış – sevgi, dedi selamet,
Dedim bizde çok mu, dedi güldürme.
Xxx
Dedim kin ve nefret, dedi zulümdür,
Dedim iftiracı, dedi zalimdir,
Dedim kurtuluş ne, dedi bilimdir,
Dedim bizde çok mu, dedi güldürme.
Xxx
Dedim iktidar ne, dedi adalet,
Dedim mahkeme ne, dedi adalet,
Dedim halkın derdi, dedi adalet,
Dedim bizde nasıl, dedi güldürme.
Xxx
Dedim Halil Çivi, dedi ki merttir,
Dedim yazdıkları, toplumsal derttir,
Dedim doğru mudur, dedi ibrettir,
Dedim alan var mı, dedi güldürme.
Xxx

Prof. Dr. Halil Çivi
09.03.2021/ Çiğli, İZMİR
Xxx

Not : “Dedim – dedi” biçiminde yazılan şiirler Türk Halk Edebiyatında çok sevilen ama az bulunan bir TARZDIR (AS: biçemdir). Bu tarzın (biçemin) en güzel örneğini Halk Ozanı Erzurumlu Emrah vermiştir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10 Mart 2021

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10 Mart 2021 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın tüm iğneleri:

  1. İnsanın biyolojik yapısı ile toplumsal varlığını ayırt edemeyerek kadın erkek eşitliğinin fıtrata (doğaya) aykırı bulanlara,
  2. Kadını cüzdanındaki paradan, tapusundaki arsadan ayıramayanlara,
  3. “Ya benimsin ya kara toprağın” diyen, gerçek sevgi ve insanlıktan payını alamayanlara,
  4. Atatürk’ün açtığı çağdaş kadın olma yolunu tıkayanlara.

8 Mart Dünya kadınlar günü tüm kadınlarımıza kutlu olsun. Kadınlarımız mutlu olsun.

YARGIÇ

AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan, açılmış bir dava bile yokken, ”Biz inşallah HDP’yi kapatacağız” dedi.

Bağımsız yargıç…

GEÇİCİ

Gaziantep Araban’daki Ardıl Barajı’nın işletmesi, belediye seçimini CHP kazanınca DSİ’ye, belediye başkanı AKP’ye geçince tekrar belediyeye verildi.

Ar damarı çatlamış, yüzler kararmış, gözler körelmiş; ne demeli?…

GELİYOR

RTE/AKP, insan hakları, özgürlükler gelecek diye reklama başladı.

18 yıldır neredeydi?…

ÖZGÜRLÜK

İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklayan RTE, “Hiç kimse eleştiri ve düşüncelerini açıkladığı için özgürlüğünden mahrum bırakılamaz.” dedi.

İki noktayı unutmayalım:

  1. Uygulamaya daha iki yıl var,
  2. RTE’ye karşı olanlar dışındadır…

MİMARİ

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Halil İbrahim Şimşek, Mimarlık Fakültesi dekanı oldu.

Müspet ilim yuvalarında ahiret inşası öne geçiyor …

TÜİK

Bir yılını doldurmadan değiştirilen TÜİK başkanının yerine getirilen başkan da 15 günü dolduramadan görevden alındı.

Enflasyonu tutturamıyorlar ama başkanlık enflasyonundan tam not alıyorlar…

BÜYÜME

RTE, %1.8 büyüme oranımız ile şişinmekten patlayacak.
Enflasyon (pahalılık) almış başını gidiyor,
Dış borç rekor üstüne rekor kırıyor,
Paramız pul olmuş eriyor,
Kişi başına düşen milli gelir sürekli geriliyor,
Üretim bitiyor, her şey dışarıdan geliyor,
Vatandaş çöpten yiyecek çıkarıp yaşama savaşı veriyor.
Küçülsek mi  acaba?…

FATİH

2010 yılında başlatılıp 2014’te tamamlanacağı vaat edilen FATİH Projesi 4.8 milyar TL harcandı hala bitirilemedi.
Hiç olmazsa Fatih adı kullanılmasaydı…

SOYKIRIM

İletişim Yayınları, Hans-Lukas Kieser’in “Talat Paşa – İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı” kitabını yayımladı. Yayınevi kitabın tanıtımında Talat Paşa’yı “Soykırımcı” ilan etti.

İletişim yayınları yönetimi hangi soydan?..

SLOGANİK

Laiklik karşıtı Ayasofya İmamı Boynukalın, “Sürekli ‘kadın cinayetleri‘ vurgusu, kadını erkeğe düşman etmeye çalışan bir sloganik medya propagandasıdır” yazdı.

Adamın salt boynu değil, boynunun üstü de kalın…

İŞBİRLİKÇİ

Milli Eğitim Bakanlığı, bu yıl yine Nakşibendi tarikatının “Hak Yolcular” olarak bilinen kolu İskenderpaşa Cemaati’ne yakın Server Yaşam Vakfı ile işbirliği yaptı.

Vakıf, “9. Ufka Yolculuk Bilgi ve Kültür Yarışması” etkinliği düzenleyecek.

Mars’a mı Kars’a mı?…

KADINA YÖNELİK ŞİDDETE HAYIR!

KADINA YÖNELİK ŞİDDETE HAYIR!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Birleşmiş Milletler’in 1999’daki kararı ile her yıl 25 Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak ilan edilmiştir.

Ülkemizde, kadına yönelik şiddet, kadın emeği sömürüsü, kadın bedeni sömürüsü, kadın yoksulluğu, kadın işsizliği, çocuk gelinler ve okula gönderilmeyen kız çocukları,

  • tacizciyi, tecavüzcüyü, saldırganı koruyup kollayan hukuk sistemi,

kadının özgürleşmesi önünde en büyük engeller olarak durmaktadır.  Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri her geçen gün artarak yükselmektedir.

Kadınlar ve kız çocukları, aile içinde sokakta, okulda ve iş yaşamında, fiziksel, ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmakta, yaşanan şiddetin kız çocuklarının okuyamamasından, kadınların toplumsal yaşama etkin katılamamalarına, istenmeyen evliliklere, sakatlıklardan ölümlere dek çok kapsamlı sonuçları olmaktadır. Namus adına işlenen cinayetler bu şiddet türünün en ölümcül ve görünür biçimlerinden biridir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası “kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığının tanımlandığı” 17. maddesi ile herkesin yaşam hakkını güvence altına almayı ve kimsenin “insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamayacağını” yükümlenir. Kadına yönelik şiddet, bu anayasal hakkın çiğnenmesi anlamına gelmekte ve bu çiğnemin (ihlalin) önlenmesi için Devlete önemli sorumluluklar düşmektedir.

Kadına yönelik şiddetle mücadele, Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmeler ve Birleşmiş Milletler kararlarıyla da devletin öncelikli sorumluluklarından biri olarak tanımlanmıştır. Ancak kadın cinayetleri katliam boyutuna ulaşmışken, devlet çıkardığı onca yasaya karşın kadınların can güvenliğini sağlamada yetersiz kalmaktadır.

  • Bianet’in verilerine göre 2018’in ilk on ayında en az;
    – 203 kadın ve 12 çocuk öldürüldü;
    – 54 kadına tecavüz edildi;
    – 169 kadın taciz edildi;
    – 306 kız çocuğuna cinsel istismarda bulunuldu;
    – 341 kadın yaralandı.

Kadına yönelik şiddet böylesine korkunç boyutlara ulaşmışken AKP hükümeti, cinsiyet ayrımcı politikalar, yasalar ve uygulamaları yaşama geçirmekte, kadınların ekonomik özgürlüğünü hiçe sayarak, “en az 3 çocuk” söylemiyle kadınları eve hapsetmekte ve erken yaşta evliliğe teşvik etmektedir.

  • AKP’li milletvekilleri tarafından çocuk istismarı faillerine mağdur çocukla evlenmeleri durumunda af getiren önerge verilmesi de kadını yok sayan zihniyetin dışavurumudur.

Kadınların da erkekler gibi güven içinde, korkmadan, ürkmeden,  acı çekmeden, insanca yaşamaya hakkı vardır. Acı çekmek, tacize uğramak, öldürülmek kadınların yazgısı olmamalıdır.

Eğitim-İş, kadınların karşılaştıkları zorlukları dile getirmeyi, onların sözcülüğünü yapmayı; birlikte yaşanır ve daha eşit bir dünya kuruluncaya dek sürdürecektir.

EĞİTİM-İŞ MERKEZ YÖNETİM KURULU
=============================
Dostlar,

“Kadın elbisesi giymiş akıl”, “erkek elbisesi giymiş akıl”

Bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ‘in yukarıdaki açıklamasını bütünüyle katılarak paylaşıyoruz. 

  • İnsan aklı evrenseldir.. “Kadın aklı“, “erkek aklı” ayrımı hukuk, bilim ve ahlak dışıdır.

Kadın elbisesi giymiş akıl“, “erkek elbisesi giymiş akıl” benzetmesi yapalım akılda kalsın diye.

Fiziksel özellikleri bakımından elbette önemli farklılıklar vardır kadın ve erkek arasında.

Ancak kadın ve “erkeğin toplumsal yaşamdaki rolleri” bakımından hiçbir ayrım yapmamak gerekir. Bu amaçla “toplumsal cinsiyet (gender)” kavramı Batı yazınında geliştirilmiştir. Dolayısıyla, toplumsal işbölümünde – ortak yaşamda “salt ama salt” kadının ya da erkeğin yapabileceği işler – işlevler dışında hiçbir ayrım ölçütü konamaz, konmamalıdır.

Somut örnek vermek gerekirse; “sütannelik” salt kadının, “sperm bağışı” salt erkeğin yapabileceği bir iştir; o denli!

Bu yüzden, “kapitalizmin beşiği” ABD’de bile iş başvurularında mutlaka cinsiyet belirleme zorunluğu olan son derece ayrık istisna) durumlar dışında işe alımda cinsiyet tercihi hukuksal olarak yasaktır. İş başvurularında fotoğraf istenmez, diplomalara fotoğraf konmaz… vs.

Erdoğan, dün (23.11.18), her gün konuştuğu üzere gene konuştu ve 100 m koşusunda kadın ve erkeğin bir tutulamayacağını söyledi. Hiç de seyrek olmadığı üzere, kadın 1,80’i aşkın, erkek 1,60 cm ise ne olacaktır? Kafalardaki koşullanmış kalıp bunca dar ve salt kadın bedenine yönelik midir? Her durumda erkek, fiziksel olarak kadından daha mı güçlüdür?

Kimi erkeklerin aklı ne zaman kadın bedenine kilitli kalmaktan, uçkur düzeyinden kurtulacak ve yukarı çıkarak kadının kafasının içine – aklına odaklanabilecektir? Bu arkadaşlarımızın insanın insanlaşması evrimini hızla tamamlamaları gerek toplumsal barış ve ilerleme için.
****
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye Gençlik ve Eğitim Vakfı’nın (oğlunun vakfı!) kuruluşunun 20. yıldönümü için 30.05.2016’da yaptığı konuşmada, salondaki kadınlara ve kız çocuklarına “anne adayı” diye seslenmişti!

  • Doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayışın içerisinde olamaz.
    Rabbim ne diyorsa, Sevgili Peygamberimiz ne diyorsa biz o yolda gideceğiz. Buna bakacağız. Bunun için de 1. derecede görev annelerin. Neslin asıl sahibi annedir. Anne olduğu için cennet annelerin ayaklarının altındadır, babalarının ayakları altında değil. Onun için annelerin ayaklarının altı öpülür, orada cennetin kokusu var, orada cennet var. Babanın değil. Onun için ben, siz anne adaylarından hele hele yetişmiş, kaliteli anne adaylarından ayrıca bunu da bekliyoruz.» (http://ahmetsaltik.net/2017/01/06/erdoganin-ve-akpnin-14-yillik-yasam-tarzina-mudahaleleri/)
    ****
    Bu sözlerin neresinden tutalım ki?!
    – Din siyasete alet ediliyor gene.. artık biz utanıyoruz..
    – Oğlunun Vakfının reklamı yapılıyor orada, aile boyu siyasetin neresi etik?
    – Neslin “sahibi” olamaz, çünkü kuşaklar anababalarının malı değildir, sürdürücüsüdür.
    – “Neslin sahibi” kadınlar ise (!) neden erkeklerin soyadı evlenen kadınlara veriliyor?
    – “Doğum kontrolü” Müslüman aileye yakışmıyor ise Erdoğan neden 4 çocukta durmuştur?
    – “Doğum kontrolü” Müslüman aileye yakışmıyor ise Erdoğan’ın çocukları neden 1-2 torundan fazla vermediler?
    –  Vakıftan destek verdiğiniz karşınızdaki yoksul aile çocukları genç kızları “anne adayı” olarak görmek hakaret değilse en azından haksızlıktır. O yoksul genç kızlar gelecek kazandırılması gereken, Erdoğan’ın deyimiyle “dezavantajlı” çocuklarımızdır, “kuluçka makinesi” değildir!
    – “Yetişmiş kaliteli anne adayı” sözleri ile kodlanan nedir acaba??
    – Aile planlaması, başta Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) olmak üzere pek çok uluslararası kurum tarafından en temel insan hakları arasında sayılmaktadır. Bu gerçeği görmezden gelemezsiniz..
    – Ayrıca Anayasamızın 41. maddesi bu hizmetlerin halka verilmesi, gerekli örgütün kurulup araç – gereçlerin sağlanması ve eğitim yapılmasını Devlete açık seçik ödev olarak yüklemektedir. 2827 sayılı yasa ve ilgili Tüzükte ayrıntılı düzenlemeler vardır, bunları görmezden gelmek suçtur, anayasayı çiğneme suçudur.

Ve son olarak soralım : Kadına – kız çocuklarına dönük her tür, mide bulandıran iğrenç şiddet hatta cinayetler 16+ yıllık iktidarınızda kezlerce kat neden artmıştır, artmaktadır? Bu ağır tabloyu görmüyor musunuz? Yoksa bu hazin durum istendik midir – politikanız içre midir?

  • Kadını eve kapatıp, çocukların yetişmesini de eğitimsiz bırakılan analara bağlayarak kalabalık – niteliksiz, dilimiz varmıyor söylemeye ama bir “sürü toplum” yaratarak “sonsuz” ve mutlak iktidar mı düşlüyorsunuz??!

Boşunadır efendiler boşuna! Zamanın ruhu bu vahabi planlara izin vermeyecektir. 21. yy’ın şafağında Anadolu 2. bir S. Arabistan asla olmayacaktır. Ancak sizler tarihin karanlık sayfalarına gömüleceksiniz yapıp ettiklerinizle ve hiiiç de hayırla anılmayacaksınız.

Sevgi ve saygı ile. 24 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Coşkun Özdemir : CEHALET..

C E H A L E T …..

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Başkanı
İstanbul Tıp Fak. Nöroloji Em. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımızdır. 1950’den önce cehalet sözcüğü genelde okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiçbir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. % 90’ı köylü olan halk hiçbir şeyi bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor. Cumhuriyet 17 yılda bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, Köy Enstitülerini açmıştır.”

Bunlar gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan alıntıdır. Genel olarak bu sözcüğü hele halkımız için kullanmakta çekingenlik var. Doğan hoca cehalet sözcüğünü cesaretle ve elbette yetki ile kullanıyor. Genellikle bu gerçeği gizliyoruz.

Özdemir İnce’nin iki kitabı var. Cehaletin Rönesansı ve Egemenliğini işleyen çok aydınlatıcı.
O da cesur bir düşünür. TV’lerde halkın bir araya gelip aralarında tartışıp siyasilere çok rasyonel mesajlar verdiğini dinliyorsunuz. Bunlar yapay yakıştırmalar, bir öykü gibi. Gerçekle ilgisi yok, çok yineledim. AKP iktidarının ve yandaşlarının karalayıp kötülediği Cumhuriyetin Atatürk’lü 15 yılı bir mucize gibidir. Bunu yadsımak onu bir enkaz gibi tanımlamak bir gaflettir. Bugün neredeyse İslam dünyasındaki ilk laik cumhuriyetten arta kalanlarla yaşıyor ve bu sayede umudumuzu koruyoruz. Birer aydınlanma odağı Köy Enstitüleri ve Halkevleri haince yok edilmese, çağdaş eğitime darbe vurulmasa idi, Türkiye bugün bambaşka bir yerde olacaktı.

Bakınız DOĞAN KUBAN nasıl devam ediyor:

”Cahillik, politika olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok. Üniversitelerimizin en iyileri bile yurt dışındaki itibarlarını yitirdiler Bugünkü iktidar çevrelerinde süregelen bir Osmanlı hayranlığı var (C.Ö.) “Biz Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan,
bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.”

Ben bugünkü az gelişmişliğimizde ve çekinmeden söyleyelim cehaletimizde, neredeyse bin yıl önceki İslam toplumundaki akıl ve dogma zıtlaşmasının büyük etkisi olduğu kanısında olanlardanım. İmam-ı Gazali önemli, etkili bir İslam bilgini idi. Ama yazık ki, içtihat kapısı kapanmıştır diye İslam dünyasını özgürlüğe ve felsefeye kapamıştır!? Bunu nasıl başardığını anlamamışımdır. Çünkü İslam dünyasında yüzyıllardır tersine bir potansiyel vardı.

Ben ilk Avrupa’ya çıkışımda Belçikalı bir profesörün “Avicenna’yı okudunuz mu?” sorusu ile karşılaşmıştım. Bilmiyordum, İbni Sina’nın Avrupa’daki adı imiş. Onlar İbni Sina’dan başka İbn-i Haldun, İbn-Rüşt, Farabi, Harezmi okurlarmış. Bunlar İslam yasağını dinlemeyen filozoflar. Yunan klasiklerini Arapçaya tercüme ettirip okuyor, okutuyorlar. Avrupa reform ve Rönesans için onlardan yararlanıyor. Ama Osmanlı onlara uzak kalıyor. Osmanlıda bu felsefecileri eleştiren, onlara karşı çıkan, konuşup, tartışmak eleştirmek doğruyu aramak yanlıştır. İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞTIR diyen İmam Gazali tarafını tutuyor. O’nun TEHAFÜTÜ FELASİFE adlı ünlü bir kitabı var. Bu Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının özgür düşünceye, felsefeye kapanışıdır. Bu nedenle bakın DOĞAN hoca ne diyor :

” Abbasilerin Dar-ül Hikma benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde FARABİ gibi filozoflar, İbni Sina gibi bir filozof ve tıp uzmanı, HAREZMİ gibi bir matematikçi, HAYYAM gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirememiştir.”

Cumhuriyet %5 okuma yazma bilen, fabrikasız, okulsuz, sanayisiz perişan bir toplum miras aldı. Büyük Atatürk ona inananlarla birlikte bu topluma bu coğrafyaya aklı bilimi, çağdaşlığı, laikliği ve aydınlanmayı getirdi. Büyük bir devrimdir bu. Bunu küçümsemek gaflettir, hıyanettir. O’nu izleyenler bu devrime sadık kalmadılar. Tam tersine eğitimi baltaladılar, Köy Enstitülerini, Halkevlerini yok ettiler. Halkı çağdaş, aydınlanmacı bir eğitimden yoksun bıraktılar. İslamcı bir parti bugün bu yoksunluğun meyvelerini topluyor. Sol adına Atatürkü küçümseyenlerimiz oldu. AKP’den demokrasi bekleyen liberallerimiz, “yetmez ama evet” çilerimiz sonunda bugünlere ulaştık.

Bir devlet adamı, kadınlar sesli gülmesin diyor. Bir başkası hadislerde bütün hastalıkların ipucu vardır diyor. Üniversite hocası müziğin her türlüsü günahtır buyuruyor. Diyanet başkanı nişanlılar el ele tutuşamaz diyor. El zinası, göz zinası üniversitede hakimler arasında, üst makamlarda yaygın. Nerede, hangi zeminde yetişiyor bu milyonlarca Fetocu? Nedir bu Adnan Oktar olayı?

Her gün kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. En çok sigarayı biz içiyoruz. En çok işçi ölümleri bizde. En çok yalan haber uydurma, haber bizim medyada. Dövmesi var diye bıçaklanan kadın bizim kadınımız. Sayısız çocuk cinsel tacizi, çocuk kaçırma..

Yanmaz kefen bizde satılıyor çok rağbet var. Türkan Saylan’a “zıbarıp gitti, O’nu cehennemde zebaniler karşılayacak, Atatürkçüleri yanına çağırsın“ diyen bizim kadınımız. Sömürgede dinimizi daha iyi yaşardık.. genç kızlarımız söylüyor. Yunan kazansaydı saltanat, hilafet devam ederdi.. Bu da saray sofrasında oturan dinci tarihçimizden.. “Erkekler sakal bırakmazsa şehvet uyandırır, oğlancılık teşvik edilir” bizim bir din adamının söylemi. Utanç verici şeyler.

Unutulmaz 6-7 Eylül vahşeti (AS: 1955), 2 Temmuz 1993 Madımak faciası cehaletin eserleri değil mi? Sağdan sola yazmayı bilmeyen kendini Müslüman saymasın.. Böylece birisinin kemikleri sızlayacak ve cehennemde bir ait kademeye inecektir. Bir milli irade temsilcisi dindar bu da. En çok, en çeşitli tarikatlar bizde. Birbirine en az güvenen bizim halkımız.

Bütün bunlar bu insan manzaraları cehaletten kaynaklanıyor, Emperyalizm bundan yararlanıyor. Rasyonel (AS: akılcı) düşünceden, bilinçten, aydınlanmadan yoksun insanlar tarafından yaratılıyor bunlar. Tepeden tırnağa bu toplumda yaygın bir patoloji görmemek mümkün değil. Binlerce insan hapiste. Bir gün için yüzlerce tutuklama, yüzlerce göz altı. Binlerce işten atılma, üniversitelerde adeta bir kıyım. Sormaz mısınız? Nasıl bir memleket bu? Her şey normal diyebilir misiniz? Ülkenin yöneticileri her şeyin başkanı reise böyle bir memleket nasıl idare edilir demez mi?

Hapislerle idamlarla olur mu? Bu yaygın patoloji masa üstüne konmaz mı? Bu zeminin bu toprağın ciddi bir hastalık içinde olduğu çok açık değil mi? Bu kabul edilip çare aranmalı değil mi? Hapishaneleri doldurmak Enis Berberoğlu’nu, Osman Kavala’yı, Eren Erdem’i, binlerce üniversite gencini Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmak vb. adalet midir, kaosa destek midir? Hiç beraber olmadığımız Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan darbeye mi destek verdiler? Cumhuriyet yazarlarını 6-7 yıl hapse mahkum etmek neyin nesi? Bunların gerekçesi hangi vicdan sahibini ikna edebilir?

Derinlemesine bir sosyolojik psikolojik çok yönlü analizlere ihtiyacı var bu toplumun. Bu yazıyı yazarken bir katliam haberi alıyorum.. Bir ailede 5 ölü 4 yaralı, bir katliam. Ne kadar kolay öldürüyor! Hem de 28 kez, 32 kez bıçaklıyor benim insanım! Hastanelerde doktorlara saldırı vukuatı adiyeden (AS: sıradan olay). Bu ülkenin Başkanı ve iktidar partisi önderleri biz hangi koşullarda ardı ardına seçim kazanıyoruz, toplumun hangi kesiminden oy alıyoruz diye düşünmezler mi? Başkanın vurguladığı gibi asil bir halk mı bu?

Bakın iyi bir düşünür ve yazar olan Dr. Erdal Atabek ne diyor :

”Halkımız Erdoğan ve AKP’yi kutsallaştırıyor İktidar kutsallaşmıştır. Oy vermemek günahtır. Peygambere karşı çıkmaktır. Bilinç altı bir şey bu. Kollektif bilinç kolay kolay değişmez. CHP ancak toplumun bilincine seslenebiliyor bilinç altına değil.” Oysa Atatürkçü laik kesim için böyle bir kutsallık yok. Laikliği savunmak için çaba göstermek gibi bir sorumluluk, bir gereklilik düşünmüyor aydın kişi. Sayı üstünlüğü de olmadığı için, bütün seçimlerde yitiren yan.

  • Ne olacak, nereye gidiyoruz?

Yanıtını bilemediğimiz bir soru bu. Kaygılar içinde yaşarken, yaşayanlar hep birlikte görecekler.
Ama yılgınlık ve umutsuzluk yasak!
Aydınlanma için var gücümüzle çalışacağız!
==========================================

Dostlar,

Saygın insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir bizim İstanbul Tıp Fakültesin’den hocamızdır. Uğur Mumcu Vakfı‘nda yollarımız kesişmiş ve Vakıf için bir Ulusal Sağlık Politikası raporu hazırlayan çalışma takımı içinde olmuştuk.

Sonra.. Ergenekon kumpas davalarında Silivri tutsaklarını bir ziyaretimizde çadırda dertleşmiştik.. Arada bizi katıldığımız TV programlarını izleyebilirse arar ve kutlar..

Özdemir hoca on yıllardır, Yeşilköy’de çooook mütevazi bir binada, kurucusu olduğu Kas Hastalıkları Derneği‘nde bu zor hastalıklarla boğuşanlara hizmet sunuyor, nitelikli – bilimsel – sevecen – insancıl emeğini akıtıyor.. Dünyanın en ünlülerinden Harvard Tıp Fakültesi’nde çalışmış, çoook başarılı bir Nöroloji hocası Prof. Coşkun Özdemir..

Kas Hastalıkları Derneği binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kiralık. Hemen hemen her yıl bu belediye “çıkın” der ve insanları perişan eder.. Oysa dinci – kinci – yandaş dernek ve vakıflara bu belediye ölçüsüz destek veriyor.. Ne adaletsiz tutum ve ne utandırıcı politika!?

Özdemir hocamız 1929 doğumlu.. 90’ına dayandı ama yüreği hala Ülkemiz – insanımız – Aydınlanma ve ATATÜRK DEVRİMLERİ için çarpmakta..

O’na daha nice üretken yıllar dilerken, ülkemize kattıkları için bin şükran sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com