Etiket arşivi: Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net

Yargıtay İçtihadında SAĞLIK HAKKI


Dostlar
,

Bir Yargıtay İçtihadını paylaşmak istiyoruz.

Konu sağlık hakkı.

Ülkemizde ilk basmak ve yüksek yargı makamları, kararlarında gerekçe olarak uluslararası hukukun pozitif normlarını da dayanak yapmaya giderek daha çok özen göstermekteler. Bilindiği gibi Anayasanın 90. maddesi Mayıs 2004’te değiştirildi :

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

Madde 90 – Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.  Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen
ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.  Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.

Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.

  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar
    kanun hükmündedir.
    Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
    Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
    (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.)
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri
    esas alınır. 

===========================================================

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

E. 2009/13-393
K. 2009/452
T. 21.10.2009

• TEDAVİ HİZMETİ (Hastanenin Sorumluluğuna Dayalı Tazminat – Akıl Hastası ve İntihara Meyilli Bulunan Hastaya Hemşire Görevlendirmeyerek Hasta Yakınını Refakatçi Seçmesi / Hastanın Hastanede İntiharına Engel Olamayan Davalı Hastanenin Tazminatla Sorumlu Tutulacağı)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin 3. maddesinde; “Yaşamak, herkesin hakkıdır.”

Sağlık hakkı, 25. maddede temel insan hakkı olarak kabul edilerek;

  • “Gerek kendisi, gerek ailesi için tıbbi bakım da dahil olmak üzere, sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, yaşlılık veya geçim olanaklarından kendi iradesi dışında yoksun bırakacak başka durumlarda” herkesin sahip olması gereken “güvence hakkı
    şeklinde tanımlanmıştır.

Bu tanım gereği sağlık hakkı, kişinin, içinde yaşadığı toplum (ülke, devlet) tarafından tanınan ve güvence altına alınan temel insan haklarından biridir
(Er, Unal: Sağlık Hukuku, Savaş Yayınevi, Ankara 2008, syf. 31).

1976 yılında yürürlüğe giren Birleşmis Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesinin Sağlık Standardına ilişkin 12. maddesinde;

“Bu Sözleşmeye taraf olan devletler, herkesin mümkün olan en yüksek seviyede fiziksel ve ruhsal sağlık standartlarına sahip olma hakkını tanır. Sözleşmeye
taraf olan devletlerin bu hakkı tam olarak gerçekleştirmek amacıyla alacakları tedbirler, aşağıdakiler için de alınması gerekli tedbirleri içerir; Hastalık halinde her türlü sağlık hizmetinin ve bakımının sağlanması için gerekli şartların yaratılması

şeklinde belirlenmiştir (Akıllıoğlu, Tekin: İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Belgeler, Bilgi Yayınları, Ankara 1995, sayfa 55 ).

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 2. maddesinde ise;

  • “Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır.”

denilmek suretiyle uluslararası alanda konunun önemi karşısında kişiler bakımından garantiler sağlanarak, devletlere de bu hakların iç hukukta yerine getirilmesi ödevinin yüklenmek istendiği anlaşılmaktadır.

İç hukuka yansıması :

Böylece uluslararası belgelerde teminat altına alınan sağlıklı yaşam hakkının
iç hukukumuza yansıması bakımından konuya yaklaşıldığında ise;

Anayasa’nın 17/1. maddesine göre;

  • Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” denilmiş yine;

Anayasanın 56/3. maddesine göre;

  • “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.”

Aynı maddenin dördüncü fıkrasında;

  • “Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”

şeklindeki düzenlemeler ile kişilerin sağlık hukuku teminat altına alınmıştır.

Ayrıca Hasta Hakları Yönetmeliği (R.G. 01.08.1998-23420 )’nin
“Güvenliğin Sağlanması” başlığını taşıyan 37. maddesinde;

  • Herkesin, sağlık kurum ve kuruluşlarında güvenlik içinde olmayı bekleme ve
    bunu istemek hakları vardır
    … Bütün sağlık kurum ve kuruluşları, hastaların ve ziyaretçi ve refakatçi gibi yakınlarının can ve mal güvenliklerinin korunması ve sağlanması için gerekli tedbirleri almak zorundadırlar.”

şeklinde hükümlere yer verildiği görülmüştür.

======================================

Bir de Anayasanın 60. maddesi ile tanımlanan sosyal güvenlik hakkına
yer vermek istiyoruz :

A. Sosyal güvenlik hakkı
Madde 60 – Herkes, sosyal güvenlik hakkına  sahiptir.
Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.

*****

Başkaca uluslararası hukuk metinleri de eklenebilir (Bkz. Sağlık Mevzuatı – Health Legislation başlıklı ders sunumumuz. http://ahmetsaltik.net/2013/06/18/saglik-mevzuati/)

AKP’nin izlediği sağlık politikalarının SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM adı altında tümüyle
vahşi kapitalist piyasalara devri yönünde olduğunu yaklaşık 11 yıldır izlemekteyiz.

Önümüzdeki dönemde, iç hukuktaki düzenlemelerle sağlık ve sosyal güvenlik hakkının daha da ileri geçen düzeylerde gasbına tanık olacağımız endişesi taşıyoruz.

Bu bağlamda, Anayasa md. 90/son fıkra korumasında olan uluslararası hukuk metinlerine
dayanılması gerekeceği ortadadır. Yargıda bu yönde eğilim olumludur.

Sevgi ve saygı ile.
24.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

İlkokula başlayan çocuğun ihtiyacı: Güven ve doğru bilgi

 

Dostlar,
Okullar açıldı, 17 milyon dolayında ilk ve orta öğrenim öğrencisi ders başı yaptı..
800 bin de öğretmen..Üniversitelerde 4 milyonu aşkın öğrenci ve 100 bini aşkın akademisyen de..

Yaklaşık 22 milyonluk devasa bir kitle.. Pek çok ülkenin nüfusundan daha fazla..

İstanbul nüfusunun 1,5, Ankara nüfusunun yaklaşk 5 katı..

Dolayısıyla muazzam bir yük ve ağır bir sorumluluk..

Sorunlar çok ve çeşitli.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı nelerle meşgul?

Eğitim düzenini giderek dincileştirmek, laik – karma – bilimsel – sorgulayıcı – uygualmalı eğitimden giderek kopmak, Atatürk‘ü ve öğretisini kitaplardan çıkarmak.. vb.
Tarih ve insan hakları önünde mahçup edecek bir gündem..

Bakan Avcı, okullar açılırken, bilgece bir söylev verebilseydi keşke..

4+4+4 ucubesinin acı sonuçları ancak deneme – yanılma ile görülebildi siyasal iktidar tarafından.. Oysa bir siyasal iktidarın soyutlama ve bilimsel öngörüler – kestirimler yapabilmesi beklenmez miydi?? Pilot projelerle yol alması beklenmez miydi?

****

İlkokula başlayan çocukların temel gereksinimi GÜVEN

Bu duyguyu kırmamak, beslemek gerekiyor.
Çocuklarımızın özgüvenli yetiştirilmeleri yaşamsal önem taşımakta.
Sn. Figen Atalay’ın özlü yazısını paylaşmak uygun olacak.

Sevgi ve saygı ile.
23.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

İlkokula başlayan çocuğun ihtiyacı: 
Güven ve doğru bilgi

figen_atalay

 

FİGEN ATALAY
figen_atalay@yahoo.com

 

Anne-babalar, ilkokula başlayan çocuğunuzun güvene gereksinimi var.
Onun karşısında kaygılı görünmeyin. Okul yaşamı ile ilgili verilecek doğru bilgi
çok önemli. Çocuğunuza, kendi güzel ve neşeli okul anılarınızı anlatmanız da
çok işe yarayabilir.

Özel Mektebim Okulları Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölüm Başkanı
Dilek Yurdabak Manik, ilkokula yeni başlayan çocukların anne-babalarına,
ilk haftaların kolay geçmesi için şu önerilerde bulundu:

Kaygılarını giderin:

İlkokul 1. sınıfta, çocuğun eğitim yaşamıyla ilgili tutumları ve alışkanlıkları oluşmaya başlar. Yeni arkadaşlar, yeni bir öğretmen ve değişik bir ortama adım atacak olmak, çocukta kaygı yaratabilir. Çocuklar ilkokula hem psikolojik hem de akademik olarak hazır oldukları zaman, okula uyum sağlamaları çok daha kolay olur.

Güven aşılayın: 

Çocuklar, çevrelerini çok iyi gözlemlerler ve yakın çevrelerindeki kişilerin tepkilerinden kolayca etkilenirler. Özellikle bu noktada anne babanın yapması gereken, varsa kaygılarını en alt düzeylere indirmeye çalışarak çocuğa yeni başlangıcı için güven vermektir. Anne ve baba da kendini hazırlamalı ve ortak bir tutum içinde olmalıdır.
Bu koşul, çocuğunuzun tüm yaşamı boyunca izlenmesi gereken önemli,
vazgeçilmez bir koşuldur.

  • Anne-babanın ortaklığı çocuğa her zaman güven verir.

Okulla ilgili doğru bilgiler verin: 

Çocuğa ilkokulla ilgili doğru bilgiler vermek, çocuğun okula karşı yanlış beklentiler içine sokulmaması açısından çok önemlidir. İlkokul dönemi, çocuğa olduğundan çok zor ya da olduğundan daha kolay anlatılmamalıdır..

Öğretmenler de dikkatli olmalı: 

Anne-babanın tüm çabalarına karşın duygusal olarak hazır olmayan çocukların,
eğitim yaşamıyla ilgili tutumları olumsuz yapılanır. Bu durum, zihinsel olarak
sorun olmamasına karşın, yeterli performans alınamamasına neden olur.

60-66 aylık çocuklarda genel anlamda bu durum kaçınılmazdır.
Ailelerin ve öğretmenlerin beklentilerinin yüksek olmaması gerekir.

(Cumhuriyet Pazar Dergi, 22.9.13)

Çin ABD’ni geçer mi?


Dostlar
,

Önceki günlerde sitemize Dünyanın 10 Büyük Ekonomisini irdeleyen bir makalemiz olmuştu (http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/#comment-2265, 19.9.13). Bu makalemizde 2023’te, 10 yıl sonra, Cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye’mizin ilk 10 büyük ekonomi içinde yer alıp alamayacağını değerlendirmiş ve basit bir matematiksel öngörü ile bu beklentinin neredeyse olanaksız olduğunu belirtmiştik. Politikacıların, yeterli eğitimi olmayan
halkı utanmadan aldatmayı sürdürdüklerinden yakınmıştık.

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan da kısa bir yorum yazmıştı makalemize..
Önemli olanın salt sayısal büyüklükler olmadığını, bu verilerin insan gönencine de yansımasının gerektiğine değinmişti ek yerinde olarak. Biz de o yazımızın altında
yer alan yorumu yanıtlamıştık kısaca.

Evet, BM Kalkınma Programı UNDP’nin (United Nations Development Program)
her yıl Kasım ayında yayımladığı İnsansal Gelişim İndeksi HDI (Human Development Index) bu bağlamda belireyici bir ölçüt ve Türkiye AKP iktidar olduğunda 82. sırada iken son verilerle 92. sıradayız. Yaklaşık 10 puan gerilemiş durumdayız.

Bu verileri RTE’nin nefret söylemi ile andığı “Dışişlerinin monşerleri” (!?) de hazırlamıyor, can düşmanı bellediği CHP de.. Birleşmiş Milletlerin resmi verileri ve ülkelerin aktardığı bilgilere göre düzeneniyor.

Dolayısıyla, elbette Türkiye de son 11 yıla varan AKP iktidarında ağır borçlanmalarla (toplamda 221 milyar Dolardan, 700 milyar doları aşkın..) ve bizzat Başbakan RTE’nin ağzından “servetin ciddi manada el değiştirmesine” karşılık; 80 milyon insanın emeğiyle yerinde saymamıştır, kimi göstergeleri iyileşmiştir. Bu sonuç, 80 milyonluk koca toplumun dizginlenemez öz potansiyelidir.

Ancak Dünya ile aramızdaki makas daha da açılmştır.
Bildik benzetme ile biz yürüyoruz ama Dünya daha hızlı yürüyor ve bizi geçiyor..

Bu bakımdan,

  • AKP’nin son 10-11 yıllık ekonomi politikaları tam bir fiyaskodur!

Başbakan İktisatçı olunca böyle oluyor galiba.. (Gerçi RTE’nin diplomasını gören yok??)
İktisat profesörü bayan başbakan Tansu Çiller döneminde de böyle oldu..
Enflasyon % 154’e fırlayınca 5 Nisan 1994 kararları ile alarm programı yürürlüğe konmuştu.

Sn. Prof. Ercan, bu konuyu farklı bir açıdan irdelemekte..

Biz, ağır bunalımdan çıkışın ancak MİLLİ EKONOMİ ile, ÜRETİM ile olabileceğinin
altını çizmek istiyoruz. 24 Ocak 1980 Kararları (http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/) ile küresel emperyal ekonomik sisteme eklene Türkiye, 33 yılda yarı sömürgeliği aştı.. Kurtuluş için zaman ciddi biçimde azalıyor. Ama Başbakan hala halkı CHP iktidarında gaz, tüp, yağ vb. kuyrukları olabileceği sopası ile aldatmayı sürdürüyor.. İyice yaklaşan, altında kalacğı ağır yıkımın ne yazık ki ayrımında değil..

Ya ekonomiden anlayan AKP’liler, danışmanlar, uzmanlar…
Hepsi mi “saadet zinciri” nin nemalan(dırıl)an halkaları??

Gemi batınca ne olacak??
Hesaplar yur dışında mı??

Alağıdaki 3 görsele dikkat..

Büyük Atatürk‘ün 17 Şubat 1923’te, Lozan görüşmelerinin Batı’nın kapitülasyonlarda ısrarı yüzünden kesilmesi üzerine (4 Şubat 1923),

  • Batı’ya yanıt olmak üzere İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi

açış konşmasından alıntılar..

O yokluklar içinde 1151 temsicinin 15 gün yıkık – yanmış İzmir’de hanlarda kalarak ülkemize olağanüstü iktisat politikaları çizdiği kongre..

Ve tüm yokluklara karşın kararlılığı görerek Batı emperyalizminin Lozan görüşmelerini yeniden başlatmasını sağlayan Kongre.. Çünkü İsmet Paşa Lozan’da sıcak savaşta yenilen Batı emperyaliminin kabuledilemez dayatmalarını rededince, İngiliz Başdelegesi Lord Kürzon, bilinen tehdidini yönelterek;

İsmet Paşa, isteklerimizi reddediyorsun, bunları cebimize koyuyoruz ama ülkene döndüğünde her yer harap – yıkıktır.. Dış krediye mahkumsun.. Para da bir bende bir de ABD’de var. Gelip borç istediğinde, bu kağıtları cebimizden çıkarıp önüne koyacağız..

İnönü de bilinen yanıtını verir : O zaman çıkarırsınız.. Şimdi bizim haklı isteklerimizi kabul etmelisiniz..

Görüşmeler kesilir (22 Kasım 1922 başlangıç – 4 Şubat 1923 kesilme).
Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de topladığı Türkiye İktisat Kongresi ile Batı’ya
bu anlamda yanıt vermektedir :

– İktisaden de varolacağız, şantajlarınıza boyun eğmeyeceğiz, restinizi görüyoruz..

Batılı emperyalistler, Mustafa Kemal Paşa’nın dize getirilemeyeceğini bir kez daha anlarlar ve Lozan görüşmelerinin 2. bölümü, büyük ölçüde bu Kongrede sergilenen kararlılık ve Gazi’nin Ordu’ya savaş hazırlığı buyruğu vermesi üzerine başlatılır
(23 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 bağıtlanma).

Bu Kongrenin işlevini hiç böylesine okumuş muydunuz??

Slide1 Slide2 Slide3
Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Ali_Ercan_portresi
Değerli arkadaşlar,

“2023 te Türkiye’nin Dünyadaki ilk 10 Büyük ekonomi arasında yer alacağı” yönündeki resmi demeçlere karşın, IMF tarafından yayınlanan kestirimler arasında büyük farklılıklar var. Örneğin IMF’nin 2018 kestirim listesi (yuvarlatılmış yaklaşık rakamlarla) aşağıdaki gibidir. Türkiye 1 trilyon 200 milyar dolar GNP (Toplam Ulusal Gelir, GSMH) ile 17. sırada; daha doğrusu şu andaki sıralamada büyük bir değişiklik yok.  21 trilyon dolarla ABD yine başı çekiyor. 

 
İki ay önce sizlere Çin’in ekonomik sıralamada ABD’yi  yakalaması üzerine bir öngörümü yollamış ve şunu sorgulamıştım; 
Çin ABD’ni geçer mi? 
 
Çin’in zaman ortalamasında kararlı bir biçimde ilerlediğini,
her yıl ABD ekonomik gücüne biraz daha yaklaştığını söyleyebiliriz.
Satır içi resim 1
 
 
1975’te Çin’in GSMH’sı ABD’nin beşte biri kadardı, şimdi yarısına geldi.
(Dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu) Böyle giderse en geç 2040’ta Çin’in ABD’ni yakalayıp geçeceğini söyleyebiliriz.

Bir yandan da nüfusunu
“kadın başına bir çocuk” programıyla dizginlemeye çalışan Çin, gönenç katsayısını kesinlikle daha da yükseltecektir. Bu koşullarda,
2050’de Çin’in ABD ayarında bir süper güç olacağını söylemek olanaklı. 
Şimdi 1,35 milyar olan Çin nüfusunun 2050’de 750-800 milyon ve kişi başına
ulusal gelirin 50 bin dolar düzeyinde olacağını kestiriyorum. 
 
IMF’nin bu kestirimine göre 2040’ta değil, çok daha önce, 2030’larda Çin,
ABD’nin önünde olacak demektir. Ve iletiyi şöyle bitirmişim:
 
Çin, kuruluşunun 100. yılında Dünyanın doruğunda (zirvesinde) olacak.
Peki, Türkiye kuruluşunun 100. yılında hangi düzeyde olacak dersiniz? æ
 
Tabii, marifet Dünyanın ekonomisi en büyük ilk 10 Ülkesi arasında olmak değil;
marifet Dünyanın en gelişkin ilk 10 Ülkesi arasında yer almaktır.
Türkiye bugün 90-100 arası bir yerde bulunuyor gelişmişlik sıralamasında. æ

 
————————–
2018 Ülkeler ve GNP
 ABD   21,0  trilyon $

 AB   20,0
 Çin   15,0
 Japonya   6,0
 Almanya   4,0
 Brezilya   3,4
 Rusya   3,2
 Fransa   3,1
 İngiltere   3,0
 Hindistan   3,0
 İtalya   2,3
 Kanada   2,2
 Avustralya   1,8
 G.Kore 1,7
 Meksika  1,7
 İspanya  1,5
 Endonezya  1,5
 Türkiye   1,2
 Hollanda   0,9
 S. Arabistan   0,9
 İsveç   0,7
 Tayvan   0,7
  İsviçre   0,7
 Polonya   0,7
 
not. Şu anda ~800 milyar dolar GNP olan Türkiye’nin 5 yıl içinde 1200 milyar dolara çıkması için yıllık %8,5 gelişim hızı varsayılmış, ki, pek gerçekçi değil.
 
2018 Dünya GNP toplamı ~100 trilyon $, 2000 rakamı olan ~40 trilyon dolarla kıyaslanırsa, 18 yılda ortalama % 5,2’lik gelişme var demektir;
~ %1,2 nüfus artışını çıkarırsak
küresel ölçekte net % 4 /yıl
gelişim hızı 
varsayılmış demektir. 
 
İktisatçılar ne der, bilmiyorum ama, bence bu  küresel finans balonunun ~% 4/yıl oranında şişirilişi ve doların değer kaybından başka bir şey değil. Eğer doların değer kaybı (enf) %2,5 kadarsa o zaman küresel ölçekte yaratılan gerçek artı değer %1,5/yıl olurdu… æ

Merdan Yanardağ’ın yeni kitabı : Türkiye Neden Feda Edildi?


Dostlar,

Yetkin ve yürekli yazar ve de Ergenekon tertibi mağduru bir yurtsever olarak da
Sn. Merdan Yanardağ’ın güncel tarihe ışık tutan bu yapıtını okuyalım, okutalım..

O’na bir moral destek de olsun..

Cezaevinde ziyaret gidemesek de kitabını edinelim, önerelim..
Bu kitap “çooooooooook” satsın ve herkese ileti (mesaj) olsun..

  • Yürü bre Hızır paşa
    Senin de çarkın kırılır
    Güvendiğin padişahın
    O da bir gün devrilir.. 
  • Demiri demirle dövdüler;
    Biri sıcak diğeri soğuktu!                                                                        
    İnsanı insanla kırdılar;                                                                                
    Biri aç diğeri toktu…

    Pir Sultan Abdal

Merdan Yanardağ gözaltına alınırken

1. Direnmedi
2. Kendisine zarar verme riski yoktu
3. Başkalarına zarar verme riski de yoktu
4. Kaçma riski de yoktu..

Peki neden kelepçe takıldı??

Bu emri veren Polis yetkililerine BİLGİ EDİNME YASASI bağlamında soruyoruz?

Evet, Merdan Yanardağ hangi hukksal gerekçe ile kelepçelendi?

Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı Atilla Sertel‘in yazdığı gibi
kin ve intikam duyguları mı belirleyici oldu?

Sizler hukukla değil de kin ve intikam dürtüleri ile davranan insanlar mısınız?

Merdan’ın kitabını da çoook çok okuyacağız,

YURT Gazetesini de

BAĞIMSIZ Dergisi’ni de..

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Merdan Yanardağ’ın yeni kitabı:

Türkiye Neden Feda Edildi?

Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın tutuklanmadan önce yazmaya başladığı “Türkiye Neden Feda Edildi?” kitabını yayınevine gönderdi. Yanardağ, ‘gazetecilerin Ergenekon sürecine neden dahil edildiğini’ yazdı.

Merdan Yanardağ'ın yeni kitabı: Türkiye neden feda edildi?

MUĞLA – Ergenekon davasında 10 yıl 6 ay hapis cezasına mahkum olan ve Bodrum’da tutuklanarak Muğla E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderilen gazetemiz
Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, Bodrum’da yazdığı kitabını yayınevine gönderdi.

Yanardağ’ı dün cezaevinde kuzeni Ertan Yanardağ ziyaret etti. Kapalı şekilde yapılan ziyaret sırasında Merdan Yanardağ, kuzenine, “Bitirdim gözaltına alındım” dediği kitabının içeriği hakkında bilgi verdi.

TARTIŞMA YARATACAK

Kuzeni Ertan Yanardağ’a moralinin yüksek, sağlığının da yerinde olduğunu söyleyen Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, Bodrum’da yazdığı ve yayınevine gönderdiği “Türkiye Neden Feda Edildi?” adlı kitabında Ergenekon sürecine neden gazetecilerin dahil edildiği detaylarıyla yazdığını söyledi. Kitabında Ergenekon sürecinde başlangıcından bugüne dek yaşananları belgeleriyle anlatan Yanardağ’ın baskı aşamasındaki kitabının çok konuşulacağı ve uzun süre tartışılacağı tahmin ediliyor.

‘BOYUN EĞMİYORUM’

Ergenekon davasının bir tertip olduğunu, kendilerinin buna karşı koyamadıklarını anlatan Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, kuzeni Ertan’a,

  • “Bizim başımızı eğmemizi istediler. Biz eğmedik. Cezaevinde de
    başımız dik. Boyun eğmiyoruz. Barış ve özgürlük için mücadele edeceğimi tekrarlıyorum.
    Yazı yazmaya devam edeceğim.
    Dışarıda nasıl mücadele ediyorsam, içeride de devam edecek.”
    dedi.

33 YILDIR DARBE SÜRECİ

Ziyaretle ilgili olarak bilgi veren Ertan Yanardağ şunları söyledi:

“Merdan Yanardağ amcamın oğludur. 12 Eylül darbe döneminde de gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı. Ben 10 yaşındaydım. Bir şeyler olmuştu. O zaman küçüktüm pek bir şey anlamamıştım. Bugün 43 yaşındayım. Merdan Yanardağ yine cezaevinde.
Bugün şunu anlıyorum;

33 yıl önceki darbe süreci bugün de devam ediyor. Ben 10 yaşında iken Türkiye neyse, bugün de o. Bu durumu Dünya kabul etmiyor. Biz her geçen gün Dünya da yalnızlaştırılan bir ülke konumuna geldik. Merdan Bey gayet iyi. Sağlığı yerinde,
morali yüksek. Bir de başı dik.”

‘ALDIRMA MERDAN’

Yayın yönetmenimiz Merdan Yanardağ’ın Ergenekon tertibi kapsamında tutuklanması konusunda pek çok yayın yönetmeni ve yazar sessiz kalırken soL Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kemal Okuyan önceki gün köşesinden Merdan Yanardağ’a destek verdi.

Okuyan’ın yazısının ilgili bölümü şöyle:

Merdan Yanardağ cezaevinde

Bir gazeteci daha demeyeceğim. Gazeteciliği önemsemediğim için değil, Merdan’ı öncelikle bir sosyalist, bir devrimci olarak gördüğüm için. Ergenekon saçmalığının
“en absürd” halkası diyebiliriz Merdan’ın tutsaklığına dair. Bu halka eklenmeseydi de, Ergenekon her şeyi ile saçmaydı ama yine de söylemek gerekiyor: Merdan Yanardağ’ın yaşamına, mücadelesine, üretimine en küçük bir gölge düşürmüyor, düşüremiyorsa Ergenekon davasındaki suçlama ve mahkumiyet, o halde gerçekten saçmalığın
dik alası ile karşı karşıyayız.

Aldırma Merdan, fazla uzun sürmez.”

ADD’den Öğrencilere Burs Verme Çağrısı

ADD_logosu
ADD’den Öğrencilere
Burs Verme Çağrısı..

Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini emanet ettiğimiz gençlerimizin eğitimlerine destek vermek isteyen yurttaşlarımız  

“Burs Bağışlarını” 

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Vakıflar Bankası Ankara-Maltepe Şubesindeki 

IBAN:TR 1200 0150 0158 0072 8771 2934 

No’lu hesabına yatırabilirler. 

Bilgi için : 0533 259 78 79           0532 510 30 22

Sevgi ve saygı ile.
20.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

2020 Olimpiyatı AKP Yüzünden Yitirildi


2020 Olimpiyatı AKP Yüzünden Yitirildi!

Dostlar,

Türkiye 2020 olimpiyatlarını İstanbul’a neden alamadı?

Hazret taa Arjantinlere dek kendi deyimi ile 16 saat rekor kırıp takımıyla uçtuğu halde..

Aşağıdaki 2 çizim, bir film bir de 11.9.13 günlü Cumhuriyet‘in kapak sayfası
her şeyi açıklıyor..

Slayt17
Musa Kart da gerçeği harika çizgileriyle tarihe kaydetti (Cumhuriyet, 10.9.13)

Musa_Kart_olimpiyatlar_10.9.13

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ve Türkiye’de POLİS ŞİDDETİ – VAHŞETİ – CİNAYETLERİ ile ilgili
dehşet verici “uygar” görünüler..

Tam da Olimpiyatları hak etmemize (!) uygun..

http://www.youtube.com/watch?v=ShF_vvlTWsg

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 11.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Cami-Cemevi’ne Tuzluçayır’da büyük müdahale

Dostlar,

Tam bir insanlık dramıdır olanlar…

Ankara Tuzluçayır – Mamak yöresinde yaşayan insanlara, AKP’nin ünlü akillerinden
Prof. Dr. İzzetin Doğan’ın (artık İZZETULLAH diyorlar..) akil aklıyla  CEMİ – CEMEVİ yaptırılması dayatılıyor..

Prof. Dr. İzzetin Doğan, uluslararası hukuk uzmanıdır. Bilmez mi ki, bu tür girişimler topluluklar arasında görüşme ve uzlaşma ile hatta plebisitle yapılır.

Binlerce Alevi 3 gündür sokaklardadır ve söz konusu projeye var güçleriyle karşı koymaktadırlar.

İzzetin hoca bu ne iştir??

Sen AB fonlarından yararlanmayı da meşru ve makul gördün..

AKP’nin akillerine katıldın..

Şimdi de Cumhuriyet dostu olmadığını herkesin bildiği bir cemaat ile finansman desteği sağlama adına cami – cemevi projesini dayatıyorsun.

Artık yetmez mi?

İnsanlar perişan.. Polis acımasız.. Hele karşıdaki kitle bildik Aleviler olunca..

Vicdanın sızlamıyor mu?

Bu büyük kapsamlı ama hiç de senin gibi söde “akil” olmayı gerektirmeyen assimilasyon projesinden derhal geri çekil.. İnsanların burnu kanamasın, bundan sen sorumlu olacaksın.. 3 gündür nerelerdesin ve neyi seyrediyorsun?

PSAKD (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği) haklı, seni “yol düşkünü” kabul ve ilan etmek gerekecek.. Yazıklar olsun..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Tuzlucayir'da_polis_gazetecileri_darp_etti_8.9.13_Cumhuriyet

Tuzluçayır’da büyük müdahale

Mamak’ta Cem Vakfı ile Fethullah Gülen cemaatinin işbirliğiyle temeli atılan
cami-cemevi projesine yönelik direniş eylemi 3. gününde de sürüyor.
Tuzluçayır Meydanı’nda toplanan yaklaşık 2 bin kişilik gösterici grubu 20.00 itibariyle polisle çatışmaya başladı.

20.15 Yaklaşık 2 bin kadar gösterici Süleyman Ayten ile Okullar Caddesi’nin bulunduğu yere kadar çıktı. Polis, olduğu yerden gaz ve ses bombası atıyor.

20.00 Sülan Ayten caddesinde bulunan iki TOMA, üç Akrep aracı gelen emir üzerine Okullar Caddesi’ndeki cami-cemevi inşaatının önüne kadar çekildiler. Göstericiler ise yukarı doğru yavaş yavaş çıkmaya başladı. İki caddenin kesiştiği noktada meraklı bir grup mahalleli de olayları izliyor.

19.40 Göstericiler Süleyman Ayten caddesinin meydana çıkan tarafına barikat kurdu
ve ateş yaktı. Süleyman Ayten caddesinin başında bulunan üç Akrep Tuzluçayır Meydanı’na doğru inerek göstericilere gaz bombası yağdırdı. Gaz bombalarının
isabet ettiği iki kişi yaralandı. Yaralılar, ambulansla hastaneye kaldırıldı. Akrep’ten atılan gaz bombası bir evin penceresinden içeri girdi. Havanın karardığı mahallede çatışma tüm şiddetiyle sürüyor.

17.50 Tuzluçayır meydanına 5 bin genç hakim. Polis, cemevi-cami inşaatına kadar çekildi. Uzaktan gaz atmakla yetiniyor.

16.50 Polis, Tuzluçayır kavşağından çekildi. Meydanda tümüyle göstericiler var.

16.03 Çatışmadan dönen akrep, Tuzluçayır meydanına giderken bir işyerinin önünde bekleyen gençlerin üzerine durduk yerde gaz bombası attı.

15.45 Tuzluçayır’da Ethem Sarısülük‘ün kardeşi İkrar gaz bombasıyla,
ağabeyi Mustafa ise plastik mermi ile ayağından vuruldu. İkisinin durumu iyi.

15:14 Tuzluçayır kavşağındaki yurttaşların üzerine yakın mesafeden gaz atılıyor. İnsanlar perişan halde. Gaz bulutundan göz gözü görmüyor.

Saat 15.00 Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Kemal Bülbül,
Cemaatle ortak proje yapan Cem Vakfı Başkanı İzzetin Doğan‘ı “yol düşkünü” ilan etti.

FOTO GALERİ/ANKARA’DA CAMİ-CEMEVİ ÇATIŞMASI

Saat 14.05 İşkenceyle gözaltına alınan Bektaş Birdal akrepte fenalaşınca
CHP’li Nazlıaka’nın da devreye girmesiyle ambulans çağrıldı.
Birdal, ambulansla hastaneye yatırıldı. Meydanda gerginlik sürüyor.

İşkenceyle gözaltı

Saat 13.50 20 kadar polis, Tuzluçayır Meydanı’nda yakaladığı Bektaş Birdal adlı kişiyi feci şekilde darp ederek gözaltına almaya kalktı. Bunu gören 10 yurttaş, göstericiyi polisin elinden almaya kalktı. Ancak polis göstericiyi yaka paça şekilde akrep aracına götürdü. Akrep aracının çevresinde toplanan yurttaşlara ise biber gazıyla müdahale edildi. Muüdahalede 2 yurttaş yaralandı. CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka akrebin yanına gelerek polisle görüştü. Müdahaleden Nazlıaka da etkilendi.

Saat 13:30  Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) üyelerinin toplandığı Süyelman Ayten Caddesi’ne o sırada bir TOMA geldi. TOMA’nın durmasına tepki gösteren Aleviler aracın önüne geçerek etten duvar ördü. Bunun üzerine TOMA’dan, ‘Yolu işgal ederek emniyet aracını engelleyerek suç işliyorsunuz. Dağılmazsanız zor kullancağız’ anonsu yapıldı.

Yurttaşlar anonsa rağmen geri adım atmayınca TOMA geri çekilmek zorunda kaldı.
Bir polis şefi tartıştığı dernek üyesine ‘Bize taş atıyorlar, n’apalım gül mü atalım?’ karşılığını verdi.

Saat 13.10 Polis, Tuzluçayır Kavşağı’nda temel atmanın yapılacağı yere doğru çekildi. Kavşağa yaklaşık 3 bin gösterici doldu. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyesi 30 kişilik bir grup da oturma eylemi yaptı. Bu sırada kavşaktakilerin barikatlara doğru gelmesi üzerine polis, gaz bombası kullanarak grubu dağıttı.

Barikatların önüne oturan Pir Sultan Abdal Derneği üyelerine yakın mesafeden gaz sıkılması üzerine tartışma yaşandı. Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Kemal Bülbül, olay yerine gelerek13.30’da yapılacak basın açıklaması için izin verilmesini istedi.
Polis şefi ise izin verilmeyeceğini belirtti.

Öte yandan cami-cemevi projesinin temelinin atılacağı bölgenin etrafına polis tarafından bariket çekildi. Çevrede çok sayıda TOMA, akrep aracı ve çok sayıda
çevik kuvvet bekliyor.

Saat 12.30 Bugün saat 14.00’da temeli atılacak projeyi protesto etmek isteyen Mamaklılar Tuzluçayır kavşağında toplanarak eylem yaptı. Polis, toplanan kalabalığa TOMA, akrep, gaz bombası ve basınçlı su ile müdahae etti. Çatışma ara sokaklarda sürüyor; çevik kuvvet, ara sokaklarda eylemci kovalıyor.

Esnaf kepenk kapattı

Atılan yoğun gazdan o sırada olay yerinden geçmekte olan yurttaşlar da olumsuz etkilendi. Bölge esnafı da kepenk kapattı.

İstanbul Galatasaray Meydanı’nda ‘Gezi’ sloganlı destek

Tuzluçayır ve ODTÜ’ye destek icin Galatasaray Meydanı’nda toplanan grup,
sivil polisler tarafından uzaklaştırılıyor. Grup polise ‘Her yer Taksim her yer direniş’ sloganı ve alkışlarla tepki gösteriyor. Polis Galatasaray Meydanı’ndaki grubu ,
Tunel Meydanı’na yönlendirdi. Galatasaray Meydanı’nda tekrar toplanmalar oluyor. Ancak sivil polisler bekleyenleri uzaklaştırıyor. (8 Eylül 2013, Cumhuriyet)

Gezi’ye destek veren Rektör Erkut önce rektörlükten, sonra üniversiteden atıldı!

Dostlar,

AKP’nin “ileri demokrasisi” (!) altında inetilen ülkemizde “sıradan” (!) bir olay daha..

Bay Hüsnü Özyeğin‘in iddialı (!) üniversitesinde düşünce özgürlüğünün değeri bu denli.

Bu ünivesiteden
– Demokrat gençler mi çıkacak,
İslami Burjuva ideolojisinin kör müritleri mi?

Rica etsek, Dolar milyarderi Bay Hüsnü Özyeğin, adını verdiği üniversitesinde (megalomaniyi, narsisizmi görüyoruz değil mi??) bu ilkel adımdan vaz geçer mi?
Kendisine bir şans verelim..
Bakarsınız hatırımızı kırmaz!?
Ülkemiz de böyl böyle “hatır” lar üzerinden yavaş yavaş kurumlaşır..
Bay Özyeği’in de bı sürece katkısı olur, adı tarihe geçer belki de!

Geçmiş olsun ve de ağolun sayın rektör..
Eminiz seçkin birikiminizle daha iyi “post” lar elde edersiniz hızla..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 8.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Gezi’ye destek veren Rektör Erkut önce rektörlükten,
sonra üniversiteden atıldı!

Gezi Parkı eylemleri sırasından takındığı tavır ve sosyal medyada yaptığı paylaşımlar sebebiyle Özyeğin Üniversitesi‘ndeki Rektörlük görevinden istifa etmeye zorlandığı iddia edilen Prof.Dr.Erhan Erkut‘un, bu sefer de üniversitedeki öğretim üyeliği görevine son verildi.

Gezi Parkı eylemleri sürecinde gösterdiği tavır nedeniyle mütevelli heyeti tarafından istifaya zorlandığı iddia edilen Özyeğin Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Erhan Erkut’un
bu kez de öğretim üyeliği görevine son verildiği oraya çıktı.

ÖĞRETİM ÜYELİĞİ GÖREVİNE DE SON VERİLDİ

T24’ün haberine göre, Gezi Parkı protestolarına verdiği destek nedeniyle istifaya zorlanarak rektörlük görevinden alınan eski Özyeğin Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof.Dr.Erhan Erkut’un üniversitedeki öğretim üyeliği görevine de son verildi.

2013-2014 öğretim döneminin başlamasına birkaç gün kala Erhan Erkut’un öğretim üyeliğine de son verildi.
Rektörlükten istifasının ardından Erkut’un görevine öğretim üyesi olarak devam edeceği açıklanmıştı.
Ayrılma haberini, üniversitedeki öğretim üyelerine gönderdiği bir e-mail ile paylaşan Özyeğin Üniversitesi eski Kurucu Rektörü ve öğretim üyesi Prof. Erhan Erkut’un Özyeğin Üniversitesi’ndeki özgeçmişi de kaldırıldı.

İSTİFAYA ZORLANDIĞI ÖNE SÜRÜLMÜŞTÜ

Gezi Parkı sürecine destek verdiği gerekçe gösterilerek istifaya zorlandığı öne sürülen Erkut, 1 Temmuz’da üniversitenin mütevelli heyetine istifasını sunarak görevinden ayrılmıştı.

Özyeğin Ü.Rektörü Erhan Erkut’tan mektup

Prof.Dr.Erhan Erkut’un Gezi Parkı protestoları sürecinde sosyal paylaşım sitesi
Twitter üzerinden yaptığı bazı paylaşımlar ise şu şekildeydi:

  • “Ülkeyi yönetenler kendilerinde farklı düşünenlere zalimce davranmışlar hep. Yöneten değişmiş, farklı olan değişmiş, ama uygulama değişmemiş.
    Taşa, sopaya gaz ne kadar doğru ise; kitaba, karanfile, şarkıya gaz o kadar yanlıştır. Sistem ezme/ezilme üzerine kurulu olunca, iktidara gelen rövanş almaya koyuluyor. Olan takım tutmayıp sadece demokrasi isteyenlere oluyor.”

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

Dostlar,

Sayın Hüsnü Merdanoğlu Sivas’lı bir yurtsever aydınımızdır.

Temel niteliğinin ARAŞTIRMACILIK olduğunu söylerek sanırız yanlış olmaz.

Araştırır ve yazar..

Bir Atatürk sevdalısı olarak elbette nesnel ve bilimsel akılcılığa dayalıdır.

Yazdığı 3 temel kitap aşağıdadır.. Okunmalı ve değerlendirilmelidir.

Tarihi Gerçekler Işığında Dersim'den Ders Almak

Kemalizm ile Bütünleşen Alevilik

Kemalizm İle AB'nin Çelişkisi

Sivas’ın Şarkışla’sından çıkan bir Anadolu aydınlanmacısı olarak,

“Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi” 

başlıklı makalesini paylaşmak istiyoruz..

Kendisine teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 5.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Sivas Ulusal Kongresi’nin Önemi

husnu merdanoglu

Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu Üyesi

Osmanlı İmparatorluğu’nun, emperyalizme teslim olduğunun ve tarihe gömüldüğünün belgesi olan Mondros Ateşkesini (Mütarekesini, 30 Ekim 1918) izleyen günlerde, ümitsizliğe düşen Türk ulusu, bir çare bulmak için çeşitli yerel kongreler düzenlemeye başlamışlardır. Ne var ki, yaklaşan tehlike Türk ulusunun vatansız kalmasına yönelik bir tehlike olduğu için yerel kongreler ile ulusal çözüm bulmak mümkün değildi.

Bu koşullar altında Samsun’a çıkan (19 Mayıs 1919) ve ülkenin doğusuna yönelen Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında 21 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi ulusal olduğu ölçüde bölgesel kongre özelliğindedir. Erzurum Kongresi’nde doğu (şark) illerini yakından ilgilendiren kararlar alınmıştır. Erzurum’da alınan kararların en önemlilerden birisi Heyet’i Temsiliye’nin (Temsilciler Heyeti’nin) kurulması ise de; “Kuva-yi Milliyeyi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak” (ulusal güçleri etkin, ulusal iradeyi egemen kılmak) esasının kabul edilmesinin ayrı bir önemi bulunmaktadır.

Bir başka önemli karar, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında yapılan gizli bir toplantıda alınınmış ve bu toplantıda Mustafa Kemal Paşa şu tehlikelere dikkatleri çekmiştir:

  • “… Büyük karşı koymalar, ihanet ve hıyanetle karşılaşacağımız kuşkusudur. Ulusal mücadeleye atılanların ortadan kaldırılması için, Saray, hükümet (Osmanlı) ve yabancı devletler kuşkusuz ki ilk andan başlayarak harekete geçeceklerdir. Ayrıca yer yer memleket halkının da kandırılması, isyanlar, ihtilaller çıkartılması ve bütün bu olumsuz hareketlerin ulusal mücadele aleyhine gelişmesi mümkündür. Daha kim bilir, akla gelen ve gelmeyen ne düzen ne bozgunculuk, ne tuzaklarla karşılaşacağız.
    Ulusal mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve düzenlemek zorundayız. Memlekette ve elimizde, tek tepe, tek kurşun kalıncaya kadar uğraşma isteğimiz sürekli olarak korunacak ve korunmak zorundadır.”

Mustafa Kemal Paşa’nın bu öngörüsü Sivas Kongresi sırasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa’yı yakından tanıyan İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Cebesoy’un babası) o ölüm kalım günlerinde bile kışkırtmalar, siyasal hırs ve hiziplerin etkisiyle kongre başkanlığına aday olmuştur. Sayısız engeller gibi bu engel de aşılmış ve 4 Eylül 1919 günü toplanan kongrede öncelikle “İttihatçılık” sorunu gündeme getirilmiştir. Böylece Sivas Kongresi’nin hiçbir siyasal partiye dayanmadığının tutanaklara geçmesinde ısrar edenler olmuştur.

Sivas Kongresi ülkenin çeşitli yörelerinden gelen delege ve temsilcilerle toplandıktan sonra, ülkenin geleceği ve yazgısı ile ilgili bütün sorunların tartışıldığı bir ulusal toplantı olmuştur. Özellikle büyük emperyalist ülkelerle işbirliği içindeki mandacı kesimlerin manda yönetimi konusundaki ısrarlı tutumları, Sivas Kongresi sırasında gündeme gelmiş ve uzun süre tartışılmıştır. Ne var ki, vatanı düşman işgalinden kurtarmak üzere yola çıkan Kuvayı Milliye kadrosu ve taraftarlarının ulusalcı çıkışları ile her türlü mandacılık önlenmiş ve Kongre kararlarına manda konusu yansıtılmamıştır. Bu yönü ile Sivas Kongresi’nin, Türk tarihi içinde gerçekleştirilen ilk ulusal kongre özelliğindedir.

Manda sorununu çözüme kavuşturan, ulusalcıların tek bir dernek altında (Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Derneği) çalışmalarının kararlaştırıldığı Sivas Kongresi sürecinde, yapılan çalışmalar Anadolu halkına ve yerel yöneticilere iletildiği için ülkede bir birlik ve bütünlük güveni doğmaya başlaması üzerine, ülkenin her yanından
Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmek üzere Sivas’a telgraflar yağmaya başlamıştır.
Öyle ki, Sivas’ta parlayan ışığın aydınlığından yararlanarak, ulusal güven duygusu pekişmeye başlayan halk, işgalcilere karşı dik durmaya da başlamışlardır.
Örneğin, Afyonkarahisar’daki askeri depolarda bulunan silâh ve cephaneyi kendi denetimindeki yereler taşımak isteyen 300 kişilik bir İngiliz müfrezesi,
Afyonkarahisar halkının birlik ve direnciyle önlenmiştir.

Sivas Kongresi’nden sonra önemli bir gelişme de, Türk kadınının ulusal mücadeleye fiilen katılması olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’yı çok memnun eden ilk Anadolu kadını dernekleri, Sivas Kongresinden sora kurulmaya başlanmıştır.

Sivas Kongresi ve tümü ile Ulusal Kurtuluş Savaşı süreci göstermektedir ki;
ulusun haklarını korumak için uğraş vermek her şeyden önce, maddi ve manevi cesaret yanında özveri gerektirmektedir. Sivas Kongresi’ne işgal altındaki İstanbul’dan yeterince delege katılmamıştır. Bu davranışın gerekçesi oldukça düşündürücüdür.
Sivas Kongresi öncesinde, 20. Kolordu Kurmay Başkanı Ömer Halis Bey’in,
9 Ağustos 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta, şu bilgiler
yer almıştır:“– İstanbul’dan delege gönderilmiyor. Onlar yapılan işleri uygun görmemekle birlikte, atılgan bir duruma girmek istemiyorlar. İstanbul’dan delege gönderilmeyecektir. Gönderilmek istenen kişiler, orada verimli, başarılı iş göreceklerine güvenmediklerinden, boşuna para harcamak ve yolculuk sıkıntıları çekmeme için
yola çıkmıyorlar.”

Bu bağlamda şu tarihsel gerçeği de bilmek gerekir ki; her zaman onurlu ile onursuzlar, dik duranlar ile teslimiyeti yeğleyenler var olmuşlardır. Ancak her zaman onurlu davranışı sergileyenler saygı ve övülerek anılırlarken, teslimiyetçiler yerilmişlerdir.

Ne mutlu, ulusal onurunu korumak uğruna gerekir ise yaşamını da hiçe sayarak, mücadele içinde olanlara.

Hüsnü MERDANOĞLU
4.9.2013