Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

Neoliberal milliyetçilik

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Konunun iktisadi göstergeler boyutuna bakacak olursak;

  • Türkiye ekonomisinin uluslararası yazında geliştirilmiş öncü kriz göstergeleri açısından kritik eşiklerin ciddi olarak aşıldığı,
  • kırılgan bir ekonomi olarak değerlendirildiği görülecektir.
  • Dış borçların milli gelire oranı;
  • cari işlemler açığının büyüklüğü ve
  • finansman kalitesinin kısa vadeye sıkışmış olan sağlıksız görünümü;
  • tasarruf – yatırım dengesizliği;
  • Merkez Bankası döviz rezervlerinin kısa vadeli dış borçlara oranı;
  • ve şirketler kesiminin dış açık pozisyonu

    gibi göstergeler bakımından Türkiye’nin dış kırılganlığı geçmiş kriz deneyimlerindeki kritik eşikleri aşmış konumdadır

    Ancak konu salt “iktisadi” göstergeler ile sınırlı kalmamış, Türkiye küresel arenada uluslararası hukuk normlarının zedelendiği; yargı–yasama–yürütme üçgeninin ciddi biçimde yara aldığı ve başta Merkez Bankası olmak üzere, birçok düzenleyici ve denetleyici kurumlarının işlevsizleştiği bir ülke olarak değerlendirilir konuma sürüklenmiştir.

  • İktisadi kriz sadece “iktisadi” göstergelerin bozulmasıyla sınırlı kalmamış,
    hukuk ve yönetim krizleriyle perçinleşmiş durumdadır. 


    Bu koşullar altında uygulanması gerekecek olan “istikrar paketi” geleneksel kemer sıkma tedbirlerinin çok üstünde, hukuk normlarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesini başat edinecek düzenlemeleri içermek zorundadır.
    ===========================
    Dostlar,

    Olağanüstü yetkinlikte bir irdeleme değil mi Sn. Prof. Yeldan’ın yukarıda yazdıkları!?

    “KARA CUMA – 10 Ağustos 2018” den 3 gün önce yazılmış, 2 günce yayınlanmış..
    Biz sitemizde paylaşmak istemedik olumsuz çağrışımları dikkate alarak.
    Ancak artık mızrağın çuvala sığar durumu kalmadı..

    Dileyelim AKP = Erdoğan tek adam iktidarı 16 yıldır ısrarla yinelediği ciddi ve zincirleme hataların ülkeyi uçurumun eşiğine sürüklediğini, artık sürdürülmesinin hem ülke içi hem de uluslararası konjonktür bakımından hiçbir olanağının kalmadığını… artık görür ve aklını başına alır..

    Bir an önce TBMM toplanmalı ve tüm partilerin katılımıyla gerçekçi – bilimsel politikalar üretilmeli ve tüm Türkiye arkasında durmalıdır bu kararların.

Bunalım olağanüstü ağırdır ve tek başına ne AKP ne de Erdoğan’ın üstesinden gelmesi hayal bile edilemez!

En önemli nokta demokrasiye – hukuk devletine dönüş ve

  • Ar-tık, lüt-fen, HALKA KARŞI DÜRÜST DAVRANILMASI ve

  • EKONOMİK ÇÖKÜŞÜN YAKICI FATURASININ orta – alt katmanlara yüklenmemesi,

  • yoksulluğun daha da yaygınlaştırılmamasıdır ve

  • bu olgu, siyasal tercihe bağlı olarak olanaklıdır. 

Sevgi ve saygı ile. 13 Ağustos  2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kılıçdaroğlu’ndan döviz krizi için 13 maddelik öneri

Kılıçdaroğlu’ndan döviz krizi açıklaması

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu yaşanan döviz kriziyle ilgili açıklama yaptı. Kılıçdaroğlu, iktidara ekonomiyle ilgili 13 maddelik öneride bulundu. (11 Ağustos 2018)
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kılıçdaroğlu, düzenlediği “ekonomi” konulu basın toplantısında, Türkiye’nin, tarihinin en önemli dönemlerinden birini yaşadığını, derin bir ekonomik, siyasal sorunla karşı karşıya olduğunu söyleyerek, yaşanan sorunun siyasetçilerin yanı sıra işçinin, memurun, emeklinin, sanayicinin, esnafın gündeminde olduğunu belirtti.

Sorunun büyüklüğünün, bunu “halının altına süpürme lüksü”nün olmadığını gösterdiğini belirten Kılıçdaroğlu, “Hep birlikte bu sorunu aşmak için çaba göstermek zorundayız. Bunun birinci yolu kararlı, sabırlı ve tutarlı bir politikayla yola devam etmektir. Neyi, nasıl yapacağınızı çok iyi bileceksiniz. Eğer neyi, nasıl yapacağınızı bilmeden, öngörmeden, planlamadan yola çıkarsanız bu krizi aşamazsınız. Krizi aşmak, sağlıklı bir süreci yaşama geçirmek için ilk yapılması gereken iş, sorunu yaşayanlarla bir araya gelmektir” dedi.

Kılıçdaroğlu, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in Ekonomik ve Sosyal Konseyi kurduğunu, konseyin Anayasa’ya girdiğini hatırlatarak, “3 ayda bir toplanması, bütün sosyal tarafların olması gerekiyor. Ekonomik ve sosyal olayların görüşülüp, tartışılıp çözüme bağlandığı bir ortam olarak değerlendiriliyor. Ülkeyi yönetenlerin ilk yapması gereken iş hızla Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplamaktır. Ekonomik ve Sosyal Konseyin toplandığı tarih en son 5 Şubat 2009. Ülkeyi yönetenler buna düşünmemiş, buna gerek duymamış olabilir.” dedi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘nun “13 madde bize göre çok önemli” diyerek açıkladığı öneriler şöyle:

  1. madde: Devlette liyakat yoksa devlette çürüme vardır. Yapılması gereken en önemli işlerden birisi devlette liyakat sisteminin yeniden inşa edilmesidir.

2. madde hukukun üstünlüğü ve güvenliğidir. Milletvekillerinin öğrencilerin hapiste olduğu bir ülkede ‘yabancılar gelsin yatırım yapsın’ diye beklerseniz hayal ortamında yaşarsınız.

3. madde Merkez Bankası’nın bağımsızlığıdır. Bugün merkez Bankalarıyla ilgilenen dünyadaki bütün çevreler Türkiye’deki Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığına inanıyorlar. Siyasi otorite yüzünden bağımsız karar alamıyor. Eğer bu güvenceyi verirseniz farklı bir merkez bankası profili ortaya çıkar. Ülkeyi yönetenlerin 3. maddesi bu.”

4. madde sıcak para yönetimi. Akılcı bir sıcak para yönetimine geçmek gerekiyor. Dolar kurundaki her on kuruşluk artışın bize maliyeti 22 milyar lira. Yılbaşından bu yana dolar kurunun yükseliş maliyeti 580 milyar lira.

5. madde: Dolar esas alınarak ihaleler yapılıyor yani dolar baş tacı ediliyor bu politikadan vazgeçilmeli. Dolar esas alınarak hızla TL’ye dönüştürülmeli eğer TL’ye güveniyorsanız ‘TL bizim paramız’ diyorsanız hızla ihaleleri Türk Lirasına dönüştürün. Dolara endeksli geçiş ücretleri var. Bunların da tümüyle TL’ye dönüştürülmesi gerekiyor. Bunu yapmanın mevcut yönetim tarafından zor olduğunu biliyorum”

6. madde: Kamu İhale Yasasının mutlaka değişmesi gerekiyor. Yolsuzluğun temel kaynağı budur. 16 yılda tam 186 kez ihale mevzuatı değişti

7. madde: Hepimiz vergi ödüyoruz çocuk doğduğu andan başlayarak vergi ödüyor. Vergilerin nereye ödendiğini denetleyen Sayıştay uluslararası standartlarına dönmeli. Sayıştay’ın şu anda denetim yapacağı alanlar kısıtlı, eli kolu bağlı durumda.”

8. madde: Bütçe dışı uygulamalar. Kim bütçenin dışında fonlar oluşturdu? TOKİ vb. yapıların hepsinin kaldırılması gerek. Bütçe disiplinin bu bağlamda sağlanması gerek.”

9. madde: Dış politika bugün izlenen politikanın 180 derece değişmesi gerek. Dış politikada hamaset söylemlerine, dost söylemlerine yer yoktur. Her ülke kendi çıkarları için söylem oluşturur. Güçlü bir ekonomi oluşturamazsanız başka ülkelerin sömürdüğü ülkeler durumuna gelirsiniz. Türkiye’nin bugün geldiği nokta bu. Trump bir tweet atıyor, Türkiye’de $ yükseliyor. Neden böyle oluyor? Güçlü bir ekonomi olmadığı için. Trump’ın attığı her tweet Türk halkının onurunu zedeliyor. Asla kabul etmiyoruz. Bu konuda Türkiye’de bir görüş birliğinin sağlanması çok önemli. Eğer iç politikayı, dış politikanın malzemesi haline getirseniz güçlü kalamazsınız.”

10. madde: Kontrolsüz borçlanma. Bunun için bir anayasal kural getirmek gerekiyor. Herkes gönlünce borçlanamaz. Çocuklarımızı, torunlarımızı borç altında bırakamayız. Bunun sınırları ve kurallarının olması gerek. TBMM’ye hesabı verilmeli. Bu borçları kim ödeyecek? Bu borcu 80 milyon ödeyecekse hepimizin soru sorma hakkımız var.”

“11. madde: Fakirin, fukaranın sırtına yıkılan bir vergi politikası var. Türkiye’nin bunu düzeltmesi gerek. Vergi cennetlerinde dolarları olanlar var. Bu dolarları olanlar Türkiye’ye getirdiğinde vergi ödemiyorlar. Yoksul ekmek alırken, su içerken vergi ödüyor. Milyarlarca dolarla uğraşanlar vergi ödemiyor. Bunu engellemek için 2006 yılında Parlamento üstüne düşeni yapmış. ‘Dolarlar ülkeye gelirse %30 vergi alacağım’ demiş. Bu kararname 2006 yılından beri çıkmıyor. Biz bu kararnamenin hızla çıkmasını istiyoruz. O vergi cennetleri nereler, herkes biliyor.”

12. madde: Üretimi önceleyen politikaya gerek var. Bir ülke üretirse güçlü olur.

13. madde: İsraf ekonomimizi hepiniz görüyorsunuz. Lüks arabalardan geçilmiyor. Tasarruf yapacağız diyorsanız kamudaki araba saltanatına son verin. Kiralık binalarda oturuyorlar. Neden? Eskiden bakanlıklarda otururlardı. Beğenmiyorlar.

“Saydığım 13 madde bize göre çok önemli. Bir bölümü derhal yapılabilir bir bölümü orta vadede (AS: erimde). Bir bölümünün sonuçları uzun sürede çıkabilir. Hem yasaların hem uygulamanın gelişmesi gerekiyor. Yasama ve yürütmenin bunu el ele vererek yapması gerekiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Sayıştay’ın güçlenmesi pek çok yasal düzenlemeye her türlü desteği vereceğiz ve izlemcisi olacağız. Hükümet yok. Artık bakanlar kurulu yok. Yasa tekliflerini milletvekilleri verecek. Bu tekliflerin krizden çıkma yolunda bir uzlaşmayla parlamentoda görüşülmesi bizim en büyük arzumuz. Her türlü katkıyı veririz.”

  • Bir kişinin egosuna ülke teslim edilemez.
  • Parlamentoda üzerimize düşeni yapacağız.
  • Ülkeyi yönetenlerin hızla karar alması gerek..

==================================================
Dostlar,

AKP = ERDOĞAN, “1 $ = 6,5 TL” İKEN BİLE NEDEN HALA ULUSAL BİRLİĞE SARILMIYOR?

Anamuhalefet partisi CHP’nin “Kara Cuma” nın ertesi günü (11.08.2018), gecikmeksizin, İstanbul’da 13 önemli öneri sunması değerlidir, anlamlıdır.

10 Ağustos Sevr Anlaşması‘nın (1920) 98. yıldönümüdür.
Bu rezil Anlaşma, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Mustafa Kemal Paşa‘nın çağrısı ve büyük çabaları ile toplanan 1. Meclis (BMM) tarafından “vatana ihanet” belgesi sayılarak reddedilmiştir. Bu Anlaşmaya imza koyan son Osmanlı Padişahı 6. M. Vahdettin ve damadı… vatan haini ilan edilmiştir. Kurtuluş Savaşımız bu temelde azimle kurgulanmış, yürütülmüş ve başarılmıştır.

Lozan Barış Anlaşması ile Sevr tarihin çöplüğüne atılmış ancak Batılı emperyalistlerin kursağında ukde olarak kalmıştır. Bunu her fırsatta yazıp söylemişlerdir ve halen de işlemektedirler.

Paranoya denilmesin lütfen, siyasal tarihte – uluslararası ilişkilerde hiçbir şey rastlantı değildir; Türkiye’de yürütülen ekonomik ağırlıklı çok yönlü operasyonun dün, 10 Ağustos 2018 günü, Sevr’in 98. yılına dek düşmesi basit bir örtüşme (tesadüf) değildir…

Emperyalizm gene işbirlikçiler bulabilmekte, tersinden söylersek işbirlikçiler gene emperyalizmin uşaklığını sürdürmektedirler.
*****

Rize’de söylenenler son derece ilginçtir. Kılıçdaroğlu’na “… avcunu yalarsın.. ” denmektedir. Olanaklı en kısa sürede bu kez AKP sözcüsü devreye girmekte, Anamuhalefet liderine pekiştirme dozu ile saldırmaktadır. Bu patolojik – kör takıntı nasıl açıklanabilir? Kemal Kılıçdaroğlu’na dönük kategorik bir saplantılı düşmanlık niyedir ki?

Sırası ve zamanı mıdır ayrıca?
Eğer ülkemiz “belirttiğiniz üzre” küresel bir saldırı karşısında ise içeride safları bir etmek kaçınılmaz değil midir? Burnunuzun dikine dikine gitmeniz, kör inadınızı sürdürmeniz nelere dayandırılabilir?
Yangını söndürmek için eylem planınızda ele gelir ne öneri var? Damat bey dün buram buram terlerken hangi somut çözüm önerisi üretebildi?
Oysa CHP’nin 13 önerisi, ülkenin seçkin uzmanlarının emeği ile hazırlanmıştır.
****

AKP = RTE’ye çağrı              :

Madem 15 Temmuz benzeri bir ekonomik saldırı var, üstelik AKP’nin başı aynı zamanda Cumhur’un da başı; o halde ULUSAL BİRLİK ÇAĞRISI dışında seçenek yoktur!

Eğer bunu yapmayarak hala ayrıştırıcı – ötekileştirici, kin – nefret tabanlı söylem içinde iseniz; bu tutumunuz net bir turnusol kağıdıdır ve politik psikoloji açısından yaşanan yangını sizin gerçekte ciddiye almadığınız hatta kurgulayıcılarından olabileceğinize ilişkin net bir turnusol kağıdıdır.

Daha açık mı yazalım : Günlerdir yazıyoruz..

  • KURGULU DEVALÜASYON!
  • Batı’yı rant ile besleme misyonuna devam iktidarda kalabilmek ve yolsuzlukları örtmek için..

Anamuhalefet – Muhalefet bu gerçekleri de dile getirmelidir; ortak söylem geliştirmelidir.

Erdoğan’a şu sorulmalıdır    :

  • Garip – gurebanın yastık altındaki kara gün dostu birikimini kumar masasına çağırarak hamaset yapıyorsun da, 15 yılda yarattığın en az 15 yandaş, resmi Dolar milyarderinden, yurt dışına kaçırılan servetlerin yurda getirilmesinden.. neden söz etmiyorsun? Örneğin 1942’de İnönü’nün koymak zorunda kaldığı Servet / Varlık vergisi neden aklına gelmiyor? Şirketlerin borçları yeniden yapılandırılıyor da, Anonim şirket gibi yönetmek istediğiniz Türkiye’nin çevrilemeyen yarım trilyon doları aşkın borcu neden yeniden vadelendirilmesin? Finans-kapital izin vermiyor mu buna?

Kurtuluş Savaşında bile Sakarya savaşı hazırlığı için Tekalif-i Milliye Yasası çıkarıldığında (1921), yurttaştan “ödünç” istenmişti.  Halktan bozdurması istenen döviz – altın vb. için belli süre sonra -“kriz” aşıldıktan sonra- faiziyle ve aynen iade güvencesi neden vermiyorsunuz? TL’ye dönüştürsün, kalıcı olarak yoksullaşşsın ve yarattığınız bunalımı omuzlasınlar öyle mi? Bu da AKP dinciliğinin, oy depolarına ve Müslüman din kardeşlerine dönük adalet anlayışı olmalı! Yurdum insanı uyanır mı acaba??
****

  • Bunca sefilliğe çözüm önermekten aciz kaldığımızı itiraf ediyor; pisliği teşhir ediyoruz.

Bunca ağır – kahredici yıkımda bile ulusal birlik dışlanıyorsa 2 seçenek var :

1. Ya olup bitenin gerçekten ayırdında değilsiniz, realiteden koptunuz;

2. Ya da kurgulayan aktörlerdensiniz ki serinkanlı gözüküyor, (!?) “meydan okuma” rolü (!) oynuyorsunuz hala..

Ancak her ikisi de Türkiye için felaket… Biri “40 satır”, öbürü “40 katır”.. Ya siz oyuncular??

TEK ADAM rejimi, Türkiye’de “İslamcıların iktidar hırsı ve Cumhuriyet düşmanlığı” körüklenerek işte tam de “bu günler” için kuruldu ve model acımasızca işletiliyor..

Herkes aklını başına alsın.. “ABD’nin istekleri bir sömürge ülkesine gibi..” vb. yönlendirici yorumlara aldanıp “2 yanlı senaryo”yu görmezden gelmesinler..

Gene de ekleyelim :

  • TBMM Başkanı Binali Yıldırım, Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmalıdır genel görüşme için (Anayasa md. 93). Yeryüzünde parası = saygınlığı = geleceği ile böylesine acımasızca oynanan bir başka ülke yoktur! AKP = Erdoğan bu yıkımdan 1. derece sorumludur ve TBMM böylesi zamanlarda ülkeye kol kanat germeyip ne zaman işe yarayacaktır? Tatilin sırası mıdır? Muhalefet de bu isteği yükseltmelidir, 120 vekil (1/5) ile çağrı yapmalıdır (Anayasa md.93).. Ve genel görüşme bitmeden tatile dönülmemelidir.. 600 vekile onca aylığı – yolluğu niye ödüyoruz? TBMM toplansın ve muhalefetin “genel görüşme” istemi AKP – MHP blokunca reddedilsin.. Halka teşhir edilsin bu tutum.. TBMM süs ve TEK ADAM post-modern sultan!

Çare;

  • Halka bu çıplak gerçekleri anlatarak örgütlemekte.. Düzen partileri ne denli yapabilir? Koşulların zorlaması ve başka çareleri kalmadığı ölçüde, gıdım gıdım belki..Yaşayacak ve göreceğiz; insanlık onuru, ne denli ağır bedeller ödese de, gene kazanacak.

Sevgi ve saygı ile. 11 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

DOLARI KİM SIÇRATIYOR?

DOLARI KİM SIÇRATIYOR?

Dr. Ceyhun BALCI
9 Ağustos 2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

On altı yıllık iktidarın çok başarılı olduğu bir konu var! Bu başarı karşısında şapka çıkartmamak olanaksız! Bu başarı öyküsünü “İyiyse bizden, kötüyse başkasından!” sözüyle tanımlayabiliriz.

Türkiye’de uzunca süredir yerleşikleşmiş ve hatta efsaneye dönüşmüş bir saptama vardı. Gerçeklik payı da yok değildi. Türkiye’de iktidarları ekonomik krizler değiştirir. En yıkılmaz sandığınız iktidar bile ekonomik krizle kâğıttan kule gibi çöker inanışı her zaman çokça alıcı bulmuştur!

Günümüzün dokuz canlı iktidarı bu inanışı da yerle bir etmede epeyce yol aldı. İktidarın her koşulda destekçisi yüce halkımızın yastık altındaki birkaç doları bozdurma gösterilerine bakılacak olursa iktidarın okkalı bir ekonomik krizle değişmesi olasılığının azalmakta olduğu izlenimi edinilmiş oluyor.

Biraz geriye gidelim!

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık belgesi sayılan Lozan Antlaşması görüşmelerinin ilk bölümü 1922 yılının sonlarında başladı. Şubat 1923’te ise kesintiye uğradı. Gerekçesi Batılı devletlerin kapitülasyonların kaldırılması konusundaki dirençli ve uyuşmaz tutumuydu. Muzaffer Ankara Hükümeti ,askeri başarının, siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla perçinlenmedikçe anlamsız ve süreksiz olacağının fazlasıyla farkında olarak bu önemli konudaki istekleri kabul görmedikçe görüşmelerin devamında yarar görmemişti.

Bugüne gelirsek!

Türkiye Cumhuriyeti ekonomik bağımsızlığının kalıntılarını 2001 ekonomik krizi sonrasında aldığı kararlar ve attığı adımlarla emperyalizme teslim etti. Bin bir emek ve çabayla var edilmiş olan ekonomik birikimler yok pahasına başkalarına “özelleştirme” adı altında devredildi. Bu kararlar devletin bir süreliğine de olsa bol paraya kavuşması sonucunu doğurdu. Bu paraların kalıcı olmayan amaçlarla kullanılması bol oy getirse de ülkemizin toplamda zararına bir sürecin işlemesi kaçınılmaz oldu.

soygun-51

Bugün dur durak bilmeyen, yukarı yönde rekora doymayan dolar ve avroyu yabancıların tetiklediği saptaması doğrudur. Ancak, bu tetiklemenin yastık altı dövizlerin bozdurulmasıyla önleneceği inancı trajikomiktir. Tek olumlu etkisi bu sorunlu günlerde gülümsememize yol açma potansiyeli taşımasıdır.

dolarin_atesi_dusmuyor_euro_tarihi_rekor_kirdi_h4301_dd58e

Yabancı ülkeler neden hep Türkiye ekonomisi üzerine gitmekte ve bu yolla sonuç alabilmektedir? Soru(n) budur!

Bugün okuduğuma göre Türkiye’nin kırsalında yaşayanların oranı % 7’ye düşmüş. Kentlerde gördüğümüz kadarı ile köylerdeki vatandaşlarımız kentlerin varoşlarına istiflenmiştir. Kentle tek ilgileri ayaklarının kent toprağına basıyor oluşudur. Tarımsal ve hayvansal üretim yok düzeyindeyken dışalıma dayalı sanayi üretimi de kur sıçramalarıyla şoka uğramış görünümdedir.

Özetle, Türkiye ekonomisi önceden olduğu gibi son 16 yılda da berbat yönetilmiş, son dönemde kötü yönetime Mirasyedi sorumsuzluğu eklenmiştir.
İnşaat yaparak ve otomobil kullanımını özendirerek ekonomiyi ayakta tutma dönemi geride kalmıştır.

  • Herkes sıkı tutunmalı ve ülke tarihinin en yıkıcı ekonomik krizine hazır olmalı!

Bir çift söz de yastıkaltı dolar bozdurma gösterileriyle iktidara kol kanat geren trollere!

Bu sarsıntı bu kez kimseleri teğet geçmeyecek! Tam göbekten delip geçecek!

Geçmişteki krizlerden farklı olarak bu kez Türkiye’nin emperyalizme sunacak fazla varlığı da kalmamış durumda. Bundan sonraki tehdit ülkenin birliğine, dirliğine ve varlığına yönelik olacaktır.

Sevr özlemiyle yanıp tutuşanların heveslerinin tazelendiğine tanık olursak kimse şaşırmasın!
==============================================
Dostlar,

Yukarıdaki dizelerin yazarı ekonomist değil, bir tıp doktoru.
Değerli meslektaşımız Dr. Balcı bu sitenin sıklıkla konuğu oluyor çok nitelikli yazılarıyla.

Biz bir çengel soruyu kafamızdan atamıyoruz.. Günlerdir web sitemizin manşetinde :
*****

Dolar 5.39, Euro 6.23 ve Sterlin 6.97 TL!
Ya da tersine 1 TL; 18,5 Dolar Cent’e,  16 Euro Cent’e ve 14 penny’ye düş-tü / düşürüldü!
Yükselen Döviz değil; ağır hasta ve ağır borçlu – dışa bağımlı ekonominin parası TL eriyor!
MB rezervleri 96-98 milyar dolar eriyerek kritik 30 milyar doların altına indi – indirildi! 

  • Dalgalı kura karşın, epeydir ertelenen DEVALÜASYON
    FİİLEN ve HIZLICA ya-pıl-dı!

  • Çengel soru :Türkiye’ye yüksek oranlı fiili devalüasyon, bu -ortak- senaryo ile mi dayatılıyor yoksa?? Ya da AKP, zorunlu kaldığı vahşi devalüasyonu bu yapay krizle mi maskeliyor?!

AKP = ERDOĞAN TÜRKİYE’yi MORATORYUMA MI SÜRÜKLÜYOR?

  • Her ne döndürülüyorsa; çalışanların – emeklilerin ücretlerinde hızla iyileştirme yapılmak zorunda.. On milyonlarca masum insanı göz göre göre yoksullaştıramazsınız. Bedeli rantiye sınıfı ödemeli. Çünkü bu çöküşten masum Halk değil onlar sorumlu.

Çare                       Muhalefet partileri her şeyi ertelemeli ve ortak, yapıcı muhalefet yürütmelidir. Halka her şeyi açıklamalı ve çözüm önerileri üretmelidirler.

  • Ne var ki, AKP = Erdoğan‘ın bir yandan iç kamuoyunda mağduru ve dikleneni oynarken, öbür yandan belirttiğimiz ekseni izleyebilmesi için etekleri boş ve eli serbest mi? Hiç sanmıyoruz! Zarrab, Halk Bankası, Deniz Feneri davası, basına açıklanmayan ancak CIA, MOSSAD, BND, MI6, KGB vd. istihbarat örgütlerinin portföylerindeki dosyalar… nedeniyle bagaj dolu.. Bu da ulusal onurun ve çıkarların korunmasında büyük / aşılamaz (?) handikap ne yazık ki..
* ABD, AKP kendisiyle kirli pazarlık yapıyorsa, bunu dünya kamuoyuna açıklamalıdır.

Dışişleri (Çavuşoğlu) , Hazine (damat Albayrak) ve Erdoğan’dan olmadık (!) sükunet görüyoruz. DEVALÜASYON operasyonu tamamlandı gibi herhalde ki; ABD de “yumuşak” adım atıyor. Gün olur bu yaşananların içyüzü ortaya konur. Adına hukukta – siyaset biliminde hatta sokakta ne denir, malum.. Ama biz yazarsak “suç” olur!? Dolayısıyla “DURDURUN BU YANGINI!!” feryadının ne denli anlamsız olduğunu bilmek bizi bir kez daha kahrediyor. Muhalefet, bu can alıcı sorunu değindiğimiz boyutlarıyla halkın gündemine taşımalı, kanıt bulup açıklamalı!

Medya hiç olmazsa bu yangında insaf etmeli ve bir parça olsun gerçekleri yazmalı :

  • Yükselen Döviz değil; ağır hasta ve ağır borçlu – dışa bağımlı ekonominin parası TL eriyor!

Bir de saf yudum insanının kara gün dostu 3-5 kuruş dövizi ile birkaç parça altını bu hovarda kumarda masaya çağrılıyor.. Dişin kovuğunu doldurmaz.. Merkez Bankasının 100 milyar doları avuç içinde kar gibi eridi.. Bu dar gün tasarrufları da çar çur edilir. Olağanüstü kötü yönetilen ekonominin açıkları öylesine büyük ki, dişin kovuğunu doldurmaz..

AKP = Erdoğan, bu garibim yurdum insanlarını yarattıkları felakete omuz vermeye çağırarak vicdanlı bir iş yapmıyor..

  • Fatura, AKP = RTE’nin 16 yıldır toplumun öbür kesimlerinden türlü yollarla alarak besleyip büyüttüğü ve Kanal İstanbul çevresine yerleştirmeye hazırladığı  yaklaşık 1 milyon yandaş * islami rantiyeye ödetilmelidir:

Aşağıdaki 2 yazımızın okunmasını, paylaşılmasını dileriz..

TÜRKİYE’deki YANGINI NASIL SÖNDÜRMELİ?

TÜRKİYE DAĞILMA TEHDİDİ ALTINDAYKEN
CHP’nin TARİHSEL VEBALİ

Sevgi ve saygı ile. 09 Ağustos  2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

ÎSLÂM’I DOĞRU ANLAMAK

ÎSLÂM’I DOĞRU ANLAMAK

Dostlar,

Sitemizin değerli yazarlarından Sn. Güzide Filiz Tuzcu hanımefendi, “İSLAMI DOĞRU ANLAMAK” başlıklı özgün bir monografisini bizimle paylaşmak inceliği gösterdi. Kendisine teşekkür ederiz. Çalışma 35 sayfa dolayında. Sitemizin tasarımı ne yazık ki tümünü birden yayınlamaya uygun değil. Bu yüzden giriş, ilerleyen sayfalardan bir alıntı ve sonuç bu sayfada aktarılmış, tüm metin için ise erişke (link) verilmiştir. Bu Erişke tıklanarak 35 sayfalık tüm metni pdf olarak çağırıp okuyabilirsiniz. Doğallıkla, konuk yazarların görüşleri kendilerini bağlamaktadır. (ISLÂM’I _DOGRU_ANLAMAK)

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
================================================

Konuk yazar :
Güzide Filiz TUZCU

GİRİŞ

        İslâm Dini, Yüce Allah[1] tarafından peygamber seçilen Hz. Muhammed aracılığıyla ve bu dininin tek ve biricik kaynağı olan KURAN ile insanlık âlemine tebliğ edileli 1400 yıl olmuştur; Türklerin İslâm Dinini kabul etmeleri ve özümsemelerinin üzerinden ise yaklaşık 1000 küsur yıl geçmiştir! Evet yaklaşık “1000 küsur yıldır” genel olarak Türkler Müslüman’dır, hatta Türkler Müslüman olmakla kalmamışlar, İslâm’ı en doğru şekilde anlayan – temsil eden ve İslâm uğruna Hıristiyan haçlı ordularına karşı cesurca savaşarak, İslâm Dininin korunmasına – yayılmasına ve devamına büyük katkılar sağlayan kahraman bir millet olarak da tarihi kayıtlara geçmişlerdir.[2] Söz konusu bu süre, aslında oldukça uzun bir süredir ve bunca zaman zarfında Müslüman Türklerin Kuran’da belirtilen – İslâm’ın kalbi – özü olan “Müslüman olabilmenin esaslarını – inançlı olabilmenin olmazsa olmaz ilkelerini – Yüce Allah’ın uyarılarını – emirlerini – yasaklarını, açıkça günah diye belirttiklerini ve de açıkça “bu insanlar benim düşmanımdır, bunlardan uzak durun” dediklerini” çok iyi bilmeleri, hatta iyice hafızlarına kazımaları gerekirdi!  Peki öyle olmuş mudur? Maalesef ki hayır!

        Örneğin Kuran’a göre her şeyden önce bir Müslüman Allah’tan başka hiç kimseden, ama hiç kimseden çekinmemeli ve korkmamalıdır ve de Allah’ın emirlerine her zaman – her yerde…
==================================================
Dipnotlar..
[1] Bazı Arap severlerin, ya da Arap emperyalistlerinin iddia ettikleri gibi “Allah Adı”, kesinlikle ve kesinlikle Arapça değildir. Allah adı, Yüce Allah ile ilgili tüm kutsal sıfatları içinde barındıran, özel – orijinal ve eşsiz bir addır (örnekler; Rahman  – herkese merhamet eden, acıyan – şefkat gösteren, Rahim – Koruyan, kollayan,  merhametini esirgemeyen,  Melik – Bütün kâinatın mutlak ve gerçek sahibi,  Hâlik – Her şeyi yoktan var eden, Kahhâr – Her şeye, her istediğini yapacak güce sahip olan, kudreti yeten, Rezzâk – Rızıkları yaratan ve kullarına bahşeden vs…)  Tek Olan Yaratıcı,  bizzat Kendisine “ALLAH” adını vermiştir.

[2] Türklerin, İslâm hususunda yaptıkları fedakârca hizmetleri ve sağladıkları önemli katkıları en net ve adaletli bir şekilde anlatan kişiünlü Tunuslu İslâm Bilgini – İslâm Hukukçusu, Felsefeci İbn-Haldun  (1332 – 1406) olmuştur. O, şu çarpıcı hususlara dikkat çekmiştir;Hz. Muhammed’in öncülüğünde İslâm’ın tarihsel gerçeği “dürüstlük – eşitlik – yardımlaşma – dayanışma – yiğitlik” yönündeki ilk saf gelenekleri, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Emevi Devleti tarafından kanla bastırıldıktan sonra hilafet saltanata dönüştürülmüş ve iktidar babadan oğula geçerek ebedileştirilmiştir!  Sözde Sünni İslâm, zümre (sınıf) çıkarlarının peşinde koşan görüşün adı olmuş, bu nedenle Ehl-i Sünnet yolu, yerini bağnaz İslâm’a – İslâm Ortodoks’una bırakmıştır.  Orta Asya Türkleri ise, yüzyıllar süren uğraşlarında gittikleri bölgelere dayanışmaya dayanan, eşitlikçi ve adaletli “demokratik geleneklerini” sürekli aktararak, İslâm’a taze kan taşımışlar ve Horasanlı Türkler İslâm’ı adeta yeniden diriltmişlerdir. Türklerdeki kurultay – dayanışma meclis geleneği, Alplik – Yiğitlik geleneği, sosyal ve siyasal hayattaki bütün demokratik gelenekler,  doğudan batıya doğru  evrensel nitelikler göstermiştir… Eski Türk Beylerinin ne kadar serveti varsa, umumiyetle  “İl’e – yani Devlete” aitti. Türk Beylerinde tamah ve haset yoktu; Türk Beyleri idaresi altındaki halkı yedirip, içirmek, giyindirmek, korumak ve borçlarını ödemekle yükümlüydü. vs…”  Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1977, s. 77, 78, 80, 186.  (Kadim Türk Devlet anlayışında var olagelmiş demokratik gelenekleri ve Türk Devlet Başkanlarının halkını iyiliğini – refahını düşünmesini, onları koruyucu – kollayıcı özelliklerini  ünlü Türk Büyüğümüz Ziya Gökalp de ayrıntılı olarak vurgulamıştır; Türkçülüğün Esasları (1997) ve Türk Uygarlığı Tarihi (1991), her ikisi de İnkılâp Kitabevi Yayınları)
*****
……
……
devamla….

Öyle ki Büyük Atatürk, din ile ilgili söz konusu bu “vahim toplumsal çelişki ve sorunu”, henüz  öğrencilik  yıllarından  itibaren fark etmiş, din ile ilgili kişi ve olayları gözlemlemiş ve daha ileriki yıllarda, bilhassa Balkan Savaşında ve Kurtuluş Savaşı Sürecinde dinin, emperyalist batılı güçlerceTürkler aleyhine nasıl bir silah gibi kullanıldığını, din bahanesiyle Türklerin nasıl kandırıldıklarını, yine din baskısıyla gerici isyanlar ve iç savaşlar çıkartıldığını, binlerce Türkün kanının ve canının nasıl telef edildiğini, kardeşin kardeşe nasıl kırdırıldığını” bizzat görmüş ve yaşamıştır.  Onun içindir ki O BÜYÜK DAHİ – O BÜYÜK İNSAN – O BÜYÜK DEVLET ADAMI, Türk Milletinin samimi ve köklü dini inancı olan İslâm’ı,  onun tek ve en doğru kaynağından, yani  “KURAN’DAN”, anlaşılarak  öğrenilmesine çok büyük önem vermiştir. Böylece samimi olarak “Atatürkçü olan, Onun düşünce, ilke ve hedeflerine saygılı olan bir kişinin”, İslâm Dinini dışlaması ve böyle önemli bir konuyu ehil olmayan – yobaz ve gerici unsurların ellerine terk etmesi düşünülemez bile!

       Ancak fiiliyatta genel olarak “Biz Atatürkçüyüz, Atatürk’ün izindeyiz diyerek, makam odalarına dev Atatürk fotoğrafları asanlar, O’nun adını dillerinden düşürmeyenler ve Atatürkçülüğü hiç kimselere bırakmayanlar…”, Türk toplumunun kültürel değerlerinin başında gelen “İslâm Dinine” yıllardır gereken önemi maalesef vermemişler, hatta hiç anlamadan – bilgi sahibi bile olmadan bu dini “gericilik sayarak – Arap’ın dini diyerek” küçümsemiş ve tümüyle dışlamışlardır! Bu bağlamda Büyük Atatürk’ün İslâm Dininin doğru anlaşılması yönünde göstermiş olduğu takdire ve saygıya şayan üstün çabaları, 1938 sonrasında, “yaşadığı toplumdan kopuk – toplumun kültürel değerlerini anlamayan – anlamadığı halde küçümseyen sözde aydınlarca ve yeniden dinden nemalanmak isteyen sözde şeyhler  ve tarikatlarca, ve de sırf oy kaygısıyla hareket eden, bu yüzden tüm bu kötü niyetli  kişilere, yanlışlara – hurafelere – şekilciliğe göz yuman siyasetçilerce” Kuran’ın tebliğ ettiği “Gerçek İslâm Dininin Anlaşılması ve Uygulanması”, bir kez daha  engellenmiştir!  Aynı Osmanlı Devrinde olduğu gibi…

O halde “düşünen, sorgulayan, kişi ve olayların arka düzleminde yer alan gerçeği ortaya çıkarmayı hedefleyen bir Türk Bilim İnsanı olarak, bu önemli konu üzerinde de etraflıca düşünmemiz ve gerçeği araştırmamız gerekmez miydi? Elbette ki gerekirdi… Bizde öyle yaptık ve diğer çalışmalarımızın yanı sıra İslâm’ı da, onun tek ve yegane kaynağından, yani Kuran’dan doğru öğrenmeye karar verdik.  Bu bağlamda Kuran’ı da aynı bir ders kitabı gibi  15 yılı aşkın bir süredir, “Ana Dilimiz Türkçede” anlayarak okuduk, inceledik, Âyetler üzerinde derinlemesine düşündük, hatta Kuran’ı okumaya ve incelemeye de devam ediyoruz…

Bu bağlamda “Genel olarak Türk Milleti 21. Yüzyılda bile neden İslâm Dinini halâ bilmiyor? Türk Milleti Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslam’dan neden uzaklaştı, hatta hurafeler batağına neden saplanıp kaldı?” gibi sorular sormamız kaçınılmaz olmuştur. Araştırmalarımız görünenlerin ötesinde, yani sorunun arka planında bildik – tarihi nifak merkezlerinin olduğunu gördük;  şöyle ki arka planda,  İslâm’ı  ve dolayısıyla onun en güçlü temsilcisi ve kuruyucusu olan Türkleri, bin küsur yıldır en büyük rakip ve düşman olarak gören, hatta Türklere boyun eğdirmek, Türkleri  ezmek ve haritadan silmek isteyen emperyalist batılıların devrede olduklarını belirledik…
……
……
*****
ve kapsamlı inceleme şöyle bağlanıyor :

………..

Kişilerin değil, hukukun ve yasaların üstün olduğu, her bir vatandaşa – hayvana ve doğaya değer verilen, gelişmiş, çağdaş, uygar batılı ülkelere bir bakın, (bilerek – bilmeyerek) Yüce Allah’ın “uyarı ve emirlerine harfiyen uydukları” görülmektedir. Söz konusu bu ülkelerin vatandaşları huzur ve güven içinde, karnı tok, sırtı pek, “yarın ne olacağız endişesi olmadan; düşüncesini özgürce açıkladı diye tutuklanma  – işten atılma korkusu olmadan” özgür ve mutlu, yani insanca yaşamaktadırlar. Aynı şeyleri sözde Müslüman ülkeler için söylemek olanaklı mıdır? Doğal ki, değildir. O halde Türkler de içinde olmak üzere, genel olarak dünya Müslümanlarının Kuran’ın tebliğ ettiği “GERÇEK İSLÂM’I”  bilmediklerini ve yaşamlarına uygulayamadıkları rahatça ifade edebilir miyiz?  Tabii ki edebiliriz.  

         Hatta daha da kötüsü, daha da vahimi ve kabul edilemez olanı  ise şudur : Yüzyıllardır emperyalist batılılar, İslam’ın nasıl yaşanacağını Müslümanlara resmen dikte etmektedirler!  Şöyle ki “rahibe modeli sıkma baş bağlama – türban – tesettür dayatması (oysaki Kuran’da kadınlar başını örtecekler, çarşaflara dolanacaklar – öcü gibi örtünecekler hükmü kesinlikle yoktur)  sakal – sarık – cüppe  gibi  çağ dışı kıyafetler – körü körüne aç kalınan oruçlar – ruhsuz ve anlamsız – göstermelik Maun namazları, aynı zamanda binlerce insanın hücum ettiği – insanların birbirini ezdiği haçlar”, hep batılıların eliyle dayatılanlardır… Ne denli trajiktir ki genel olarak dünya Müslümanları, dinleri hususunda söz konusu Hıristiyan emperyalist batılıları (Allah’ın ifadesiyle kafirleri) dinlemekte ve onlara itaat etmekte, ancak bu dinin sahibi – Tek ve Yüce Allah’ı ise dinlememektedirler!

Sonuçta; gerçekleşen korkunç yaşam koşulları ortadır; pek çok Müslüman orta çağın zifiri karanlığında yaşamaktadır. Şöyle ki; cehalet – açlık – yoksulluk, hastalıklar, kanlı iç savaşlar, çocuk ve hayvan tecavüzleri, insanlık dışı vahim durumlar vs… apaçık ortadır…

İnsanı,  insan olmaktan utandıran – sözün bittiği yer de işte burasıdır.

(Tüm metin için erişke yazının başındadır..)
===================================                                         

Meclis ilk sınavda teslim: Kalıcı OHAL

Meclis ilk sınavda teslim: Kalıcı OHAL

02/08/2018, sol.org.tr 

(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

OHAL’i kalıcı hale getiren yasa 31 Temmuz günü yürürlüğe girdi. Kimi hükümleri süresiz; meslekten çıkarmaya, meslek ad ve haklarını kullanmamaya, pasaport iptaline ilişkin kimi hükümleri de üç yıl süreli uygulanacak. Emekçiler üç yıl süreyle Demokles’in kılıcı gibi ensesinde hissedecek çalışma yaşamına müdahaleyi ve meslek kıyımını.

Üç yıl sonra mı?  Bu yasayı çıkaran Meclis ile direnme dışında her şey olanaklı. Düzen bildiğiniz düzen olunca seçim de bildiğiniz gibi oluyor, düzen muhalefeti de…

Geçmiş dönemde önüne geleni onaylayan, meşruiyetini yitirmiş AKP’yi yaşatan, düzenin önüne engel çıkarmadığı halde sorunların nedeni olarak gösterilerek Anayasa değişikliğiyle birlikte kenara itilen Meclis’in 24 Haziran’dan sonra daha aktif çalışması gerektiğine dair iddialı sözler söylenmese, böyle bir yazıya gerek olmazdı. Seçim bildiğiniz seçim olunca Meclis de bildiğiniz gibi oluyor: bolca konuş, geleni geçir…

“Parlamenter rejim işlemiyordu”ysa hiç de engel olmuyordu ki…
– Baskı yasaları oradan geçti,
– OHAL orada onaylanıp uzatıldı.
– OHAL KHK’leri hem de hukuksuzca orada onaylandı.
– Emeği ezen, sömürüyü rahatlatan, halkın olanı sermayeye peş keş çeken, teşvik üstüne teşvik veren, talanı ve keyfiliği hukuk diye yazan yasalar hep oradan geçti.
– Yurt dışına emperyalistler adına asker gönderen,
– Emperyalistleri tüm silahlarıyla yurt topraklarına yerleştiren kararlar da orada alındı.
– 2010’daki yargıyı teslim alma anayasası da Meclis’ten geçti, (AS: 12 Eylül 2010 halkoylaması)
– Parlamentoyu tali ve işlevsiz olmaya iten hükümranlık anayasası da…

“Ne yapalım çoğunluk” dediler seçimden seçime demokrasi nutukları çekenler. Burjuva demokrasisi içinde gelişen “çoğulculuk” bile unutuldu. Anayasaya aykırılık önergesi verilen yasa maddelerini parlamentolarından geçirmeyen Batı’yı anımsatınca “burası Türkiye” dediler.

AKP, Meclis çoğunluğunun altına düşünce, seçimden seçime yurttaşlık görevini yapanlar “acaba” dedi. Rejimi elleriyle teslim eden muhalefet de aktif çalışma hayalleri kurdu.

İlk sınavlarıydı. Hem de öylesine sıradan bir yasa teklifi değildi önlerine gelen. Öyle, eleştiri hakkıyla, İçtüzük konuşmalarıyla, parmak hesabıyla geçiştirilecek, masumiyet içinde görüşülmekle yetinilecek sıradan hükümler değildi. Meclis’ten geçti, CB onayladı, işlem tamam.

Kamu düzeni ve güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu ya da bozulacağına ilişkin ciddi belirtilerin bulunması” gibi belirsiz ifadelerle başlayacak her şey. Kimin için bozuluyor, kime göre bozuluyor, ciddi belirtinin ölçüsü ne, kime göre ciddi belirti olacak, bozulma ne demek, bunlara kim nasıl karar verecek? Valiler arasında görüş farklılığı olursa ne olacak, iyi vali kötü vali oyunu mu oynanacak? Bu tür soruların karşılığı yasada yok.

Yasa, belirsiz ve öngörülemeyen durumları ya da belirtileri CB’ye bağlı il yöneticisinin keyfi takdirine bırakıyor. Haklar, hakların korunması ve sınırlandırılması, kısıtlamalar ve yasaklamalar kimi kişilerin iki dudağı arasında. Bireyler de toplum da herhangi bir mekanda ya da zaman diliminde neyle karşılaşacağını bilmiyor, öngöremiyor. 2015’te “kalıcı sıkıyönetim yasası” diye tanımladığımız iç güvenlik düzenlemeleri 2018’de “kalıcı OHAL” ile katmerleniyor.

OHAL KHK’lerindeki tanıdık ifadeleri yazmakla, “terör örgütlerine veya Millî Güvenlik Kurulunca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen” demekle yasallık sağlanmış olmaz. OHAL’de çiğnenen masumiyet karinesi olağan dönemde nasıl yok sayılacak? Anayasa Mahkemesi bu kez denetimden kaçamayacak da, nasıl kulp bulup Anayasaya uygun diyecek bakalım. Ama bu hukuksuzlukları önüne yığmak şart.

Bir de, biz ısrarla

  • OHAL KHK’leri yasalaşsa bile hukuk devletinde OHAL sona erince uygulanamazlar

deyip duralım, kalıcı OHAL yasasıyla OHAL KHK’lerini onay yasalarında da ek ve değişiklik yapıldı. Aynı şekilde OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu ile de oynayarak hukuksal meşruiyet kazandırma yolu denendi. “Ben yaptım oldu”nun adına demokrasi deniyor.

Dahası; idari yargılama, ceza ve hukuk usulü yasalarına (AS; sırasıyla İYUK, CMK ve HMK) ek yapılarak İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önündeki başvurularda ihlal kararı verilmesinin önüne geçilmesi amaçlandı. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine yapılan başvuru hakkında dostane çözüm ya da tek taraflı deklarasyon sonucunda düşme kararı verilmesi hali yargılamanın yenilenmesi nedenleri arasında sokularak kurnazlığın kurnazlığı yapıldı.

Aramalar, kontroller, önlemler… Halk yani kamu her an diken üstünde korkuyla yaşayacak; adına da kamu düzeni ve güvenliği, genel asayiş denilecek.

  • Kamuyu koruyacak olan, hukuksal güvenliğini sağlaması gereken yasalar, korku ve baskı yasaları haline geliyor. 

Açıkça Anayasa’ya ve hukuk devleti ilkelerine aykırı hak ve özgürlük sınırlaması söz konusu. Yasalar, Anayasayı tekrarlamakla yasallık ilkesini yerine getirmiş olmaz; Anayasada yazan sınırlama kavramlarını açmak, içini doldurmak, idarecinin keyfi uygulamalarını önlemek, belirli ve öngörülebilir olmak zorunda. “Kamu düzeni ve güvenliği” yazmakla, yöneticiye yetki vermekle yasa yapılmaz.

Kaldı ki hak ve özgürlüklerin sınırlanması yalnızca yasaya yazmayla olmaz; özlerine dokunulmayacak, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı sınırlama yapılabilecek. Meslekten atma, kazanılan hakları geri alma öze dokunma değil de ne? Ancak yasayla yapılabilecek bu sınırlama Anayasada belirtilen sebeplerin tekrarı şeklinde de olmayacak. Bu kadar değil. Sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmayacak. (AS: Anayasa md. 13: Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması)

“Cumhuriyet”in nitelikleri içinde “demokratik hukuk devleti” olmanın en etkin kurumu olan parlamentoyla övünenler, bu devlete hükümet vermeseler de hiç olmazsa yasama görevi yapacaklardı. Ama bu düzen onlara yasama görevinin yasa çıkarmak, değiştirmek ya da kaldırmak olduğunu öğretmişti de anayasal düzene, cumhuriyetin niteliklerine uygun olmayan, hukuk devletinin ilkelerine uygun olmayan, baskı ve şiddeti meşru gösteren, düşman hukuku ve düşman ceza hukukunu dayatan, bireysel ve toplumsal hakları sınırlayan, budayan, durduran yasaları reddetmeyi, her halde o yasaları geri çevirmeyi unutturmuştu. Hükümetin, şimdi tek kişilik hükümetin önerdiği her şeyin kabul zorunluğu olmadığını, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlara karşı direnme hakkını kullanmayı tümden unutturmuştu.

  • Direnmenin bir hak olduğu, direnme hakkının Anayasa’nın özünde olduğu hiç anımsanmadı.

Anımsanmaya anımsanmaya, şeklen Meclis İç Tüzük hükümlerine, esasen AKP’ye, özde de sömürücü ve gerici düzene teslim olundu ve o teslimiyet artık düzen içinde herhangi bir onarım bile yapılamayacak derecede kalıcılaştı.

Artık anayasal denetim yolları tıkalı. Tıkayanlar, halk egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre kullanan yetkili organların kendisi. Tıkayanlar, Anayasanın yalnızca organlar bölümünü var sayıp, cumhuriyetin niteliklerini, hak ve özgürlükleri, hukuku yok sayanlar. Tıkayanlar, halktan seçimden seçime oy isteyip kendi sınıfsal anayasalarının gereğini bile yerine getirmeyenler.

Gerçek tıkayıcı ise sömürü düzeninin kendisi

Şimdi de toplumsal denetim yollarını tıkamak, emekçi halkın sesini kesmek için seferber olundu.

Bu gerici ve piyasacı düzene mahkum değiliz, olmayacağız.
========================================
Dostlar,

TÜRKİYE’deki YANGINI NASIL SÖNDÜRMELİ??

Sayın Ali Rıza Aydın, yetkin bir Anayasa Mahkemesi Raportörüydü. Muhasebeci Başkan döneminde görevden ayrılması istendi ve en verimli yaşlarında Sn. Aydın emekliliğe zorlandı. (Sn. Aydın’ın bir söyleşide bize aktardıkları.. “kayıt dışı” çekincesi koymadığı için paylaştık..)

Anayasa hukuku alanındaki uzmanlığı nedeniyle, bu yazısı, 9 Temmuz 2018’den bu yana hızla başkalaştırılan (metamorfoza uğratılan) ve tanınmaz görünüme ulaşan 1982 Anayasası odaklı..

Dilimiz varmıyor söylemeye ama;

  • Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesi bile yasaklanan ilk 3 maddesindeki Cumhuriyetin temel niteliklerine arkadan dolaşılarak “dokunulmuştur”!

81 milyon nüfuslu dev bir ülkede neredeyse her şeyin ama her şeyin tek bir adamın ağzına bakması utanç vericidir ve böylesi bir rejimin adı asla “demokratik cumhuriyet” olamaz!

  • “Kayıtsız koşulsuz halkın olan egemenlik yetkisi” milletten gaspedilmiştir.

Dolayısıyla, Cumhuriyet’in Anayasanın 2. maddesinde sayılan değiştirilemez  – dokunulamaz temel niteliklerini hukuka karşı hile ile, siyaset oyunları ile değiştirip yozlaştıranlar, açıkça ANAYASAYI İHLAL SUÇU işlemişlerdir.

Bu bağlamda yapılıp edilenler, çıkarılan mevzuat… bütünüyle anayasaya aykırıdır, hukuk dışıdır ve geçersizdir. Şekil olarak Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi olsa da, TBMM’den yasa olarak geçirilmiş olsa bile..

Türkiye bir akıl tutulması yaşıyor..
TEK ADAMA hücrelerine dek teslim olduğundan bu yana, ekonomisinde yangın dinmiyor.

Tam bir olağanüstü durum – alarm durumu yaşıyoruz..

1 Dolar 5,42 TL. Oysa AKP Kasım 2002’de iktidar olduğunda 1,61 TL idi. 5,42 / 1,61 = 3,37 çıkıyor..15,5 yılda TL, Dolar karşısında 3.37 kat değersizleşti, 18,5 $ cent = 1 TL oldu.. Bakar mısınız AKP Gn. Bşk. Yrd. Cevdet Yılmaz’ın talihsiz sözlerine :

  •  “Türkiye siyasi istikrarı ve geleceğe dönük somut hedefleri olan bir ülkedir. Son dönemlerde finansal piyasalarda yaşanan ve ekonomik temellerle izah edilemeyecek dalgalanmalar er geç durulacaktır… Hükümetimizin ve kurumlarımızın serinkanlı ve akılcı politikaları,
    bütçe disiplinimiz, reform programlarımız ve moral değerlerimizi koruma yoluyla dönemsel dalgalanmaları aşacağız” diyen Yılmaz, “İthalatı ikame edici projelerin yanı sıra daha çok
    mal ve hizmet ihracatı ile cari açığı azaltarak sürdürülebilir büyümeyi destekleyecek,
    kaynak çeşitlendirmesine de giderek finansal spekülasyonlara karşı bünyemizi güçlendireceğiz” ifadelerini kullandı.”

Halkla alay ediliyor açıkçası.. Aczini – çaresizliğini itiraf ediyor AKP. Bu durum kabul edilemez. Tek kişilik hükümetin artık hiçbir bahanesinin kalmadığını Erdoğan kendi ağzıyla açıkladı. O halde bu kahreden yangının hesabı verilmelidir. Neden verilmiyor, çünkü sorulamıyor!

Hem olağanüstü yetkili olacaksınız hem de sorumluluğunuz olmayacak! Bu keyfilik değil mi?

TBMM’de Cumhurbaşkanına soru sormak yok!

Yağma ve talana belli ölçülerde ortak edilen yığınlar, seçimlerde milyonlarca oy boca etmeyi sürdürüyor.. Karunlar gibi zengin edilen yandaşlar ise soygun siyasetini finanse ediyor..

Basın kör – sağır – dilsiz kılınmış durumda.. Geçelim iktidarı denetlemeyi, sorgulamayı, haber bile yap(a)mıyor! Bu muazzam baskı düzeninin neresi Anayasaya uygun??

AKP’nin son 15,5 yılda ağır hasta ettiği, aşırı borçlandırdığı, betona gömdüğü, yandaşlara yağma – talan peş keşi çektiği, yolsuzluklara boğulan ekonomi daha çok dayanamadı ve çöktü. Üstelik milli burjuvazi ve sermayeyi de hasım hatta düşman görerek, tasfiyeye çalışarak.. Ülkeden kaçan kaçana.. elbette serveti olanlar ve dışarı götürebilenler.. Erdoğan, “biletinizi de biz alalım, gidin..” demedi mi?? Böyle ayrımcılıkla – bölücülükle devlet yönetilir mi??

Bu sitede yıllardır yazıyoruz.. AKP’yi ve Erdoğan’ı eleştirip öneriler sunuyoruz. Özellikle AKP içindeki aklıbaşında ve yurtsever insanlarımıza sesleniyoruz sağduyu için..

TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ??
FARKINDA MISINIZ TEHLİKENİN??

Türkiye’de toplum – halk ayrışma ve ülke dağılma sınırına sürüklendi!
Artık kıyametten önceki son metreler..
Gene uyarıyoruz.. Bu gidiş gidiş değil.. Ülke çöktü – çökecek ve altında kalacağız.

Çare                       :

Muhalefet partileri her şeyi ertelemeli ve ortak, yapıcı muhalefet yürütmelidir.
Halka her şeyi açıklamalı ve çözüm önerileri üretmelidirler.

Yargımız, biraz sert  eleştirileri hemen “hakaret” kapsamında değerlendirmemelidir.
Konuştuğumuz konular gömleğin rengi, çayın demi değil; ülkenin – milletin geleceği!
Haliyle gergin ve sert olunabilir. Ülkeyi göz göre göre yangına sürükleyen siyasetçilere gül atılacak değildir. Elbette en ağır biçimde eleştirilecektir hesap sorulacaktır siyasette, yargıda.

Bu salt ifade özgürlüğü ile de kalmayıp, yurttaşlık  görevi ve ödevidir.
Anayasanın, anayasa metnine dahil olan Başlangıç bölümünde (3. paragraf) şu metin var .

  • “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;”

    Son tümce ise şöyle :

  • “TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
    Cumhuriyet yurttaşın vatan – millet sevgisine kutsal emanettir.

    Şu kesitte yazıp çizmek – konuşup anlatmak suç değil, vazgeçilmez görevdir.
    Tersi suç, hatta vatana ihanettir.
    Türk yargısı da kuşkusuz yaşanan yıkımın – yangının ayrımındadır ve o da vargücüyle Cumhuriyete kol kanat gerecektir. Feryat eden yurtseverlerin çığlıklarını bir tür “zaruret hali” hatta “meşru savunma” sayacak ve engel olmayıp kolaylaştıracaktır..

20 Temmuz 2015’te ilan edilen OHAL rejimi geçen ay sözde kaldırılmış ancak Türkiye ne yazık ki kendisini gerçek bir “olağanüstü durum” içinde bulmuştur..

Durum gerçekten “olağanüstü” dür ve herkes, ne söyleyecekse bugünlerde, yüksek sesle, içtenlikle ve yüreklilikle söylemek zorundadır..

AKP = RTE, ivedilikle sorunların TBMM’de tartışılmasını sağlamalı, öbür partilerle uzlaşarak ortak ulusal çözümlere yönelmelidir.

  • AKP = RTE‘nin tek başına bu çok ağır bunalımı yönetemeyeceği son derece nettir.
    Krizi yaratanlardan onu çözmesini beklemek akıl dışıdır.

Söz konusu vatandır, dolayısıyla geri kalan ayrıntıdır, anlaşıldı mı AKP = RTE, TBMM ve bütün Türkiye!?

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile. 08 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Gecikmek maliyeti artırıyor

Gecikmek maliyeti artırıyor

Ege CANSEN
SÖZCÜ
, 29.07.2018

(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..) 

Bu yazıya başladığımda “Rahip Krizi” patlamamıştı. Şimdi işler daha da karıştı. Ekonominin çarklarını dış borçla çevirmeyi“ doğru ve vazgeçilemez” bir iktisat politikası kabul eden bir ülke, dövize sıkışınca IMF’ye gitmezse yanlış yapar. Londra bankerlerinin ayağına gidip borç istemek kimsenin onuruna dokunmuyor. Ama Washington’a gidip “Böyle günler için sermaye koyup üye olduğumuz” IMF’ye başvurmak, ne gariptir, ağrımıza gidiyor. Bu gayri iktisadi tutum, Türk milletine çok pahalıya patlıyor. (AS: Bizim de ciddi çekincemiz var burda)

Devlet bugün “dövizli tahvil” ihraç edecek olsa, dolara en az %7 faiz verecektir.  Özel sektör bunun 2 puan üstünü göze almalıdır. Zaten filli durum budur. IMF ile bir düzenleme yapmadığımız her gün bu maliyet daha da artmaktadır.

  • Türk mali sistemi yaralıdır. Kan kaybetmektedir. Çakallar kan kokusu almıştır.

2009 krizinden sonra bırakın Yunan tahvillerinin düştüğü feci durumu, gayet sağlam sanayi ve turizm altyapıları olan İtalya ve İspanya’nın devlet tahvilleri bile yerlerde sürünmüştü.

AKP OSMANLI İSE SONU DA OSMANLI GİBİ OLUR

Bu başlık çok hatalı bir algıya sebep olabilir. Sanki “Neo-Osmanlı” AKP’nin sonunun Osmanlı gibi olması, sadece AKP’lileri ilgilendiriyormuş gibi anlayanlar çıkabilir. Hangi siyasi partiye oy vermiş olursak olalım, Allah korusun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin Ekim 1875’de mali iflasını ilan ettiği “Ramazan Kararnamesi” benzeri bir KHK yayınlayacak noktaya gelmesi hepimizi çok üzer. Pek tabii bu ihtimal şimdilik yoktur. İnşallah da böyle bir şey olmayacaktır.

TÜRKİYE EKONOMİSİNİ YÖNETMEK ZORDUR

Türkiye gibi “gelişmekte olan” ekonomileri gemiye benzetirsek, bunları kayalara çarpmadan, kuma oturtmadan, akıntıya kapılmadan hedefe doğru yürütmek, gelişmiş ekonomileri yönetmekten daha zordur. Çünkü gelişmiş ekonomiler, küçük de olsalar, zaman zaman krize de düşseler “dış-borç-kolik” değildir.

  • Bizim gibi ülkelerin kaderine ise, para kaynaklarını elinde tutan zengin devletler hâkimdir.

Su (yani döviz) yollarlarsa bizim değirmenin çarkları döner. Suyu (dövizi) kısar veya keserlerse bizim çarklar dönmez olur. Para gelirken aslanlar gibi kükreyen iktidardaki siyasilerimiz, para akışı kesilince içe karşı kükremeye devam etseler de “suyun başını tutanlar” karşısında süt dökmüş kediye döner.

TÜRK EKONOMİSİ DIŞ BORÇ ALMADAN DA BÜYÜYEBİLİR Mİ?

AKP (Cumhurbaşkanı Erdoğan diye okuyun) yandaşı veya karşıtı iktisat profesörü, doçenti, doktoru veya uzmanı 1000 kişi ile yüz yüze görüşme yapılsın. Kendilerine ekonomimiz “Cari açık vermeden, yani net dış borç almadan, arzuladığı hızda büyüyebilir mi?” diye tek bir soru sorulsun. İddia ediyorum %99’u “Mümkün değildir” diyecektir.

İşte içinden bir türlü çıkamadığımız “faiz-devalüasyon-enflasyon” sarmalının kök sebebi bu “öğrenilmiş çaresizliğimiz” dir. Gerçekte bunun tam tersi doğrudur. Yani

  • Türkiye “cari fazla vererek” Çin kadar hızlı büyür.

Lakin Türkiye bugün “dış-borç-kolik”tir. Profesörler haklıdır(?). Döviz ve TL faizleri artmalıdır ki “taze döviz” gelsin. Dış-borç-kolik, döviz krizine girince, kendisine alkol (yeni dış borç) verilince hemen rahatlar. Ama borç-koliklikten kurtulamaz.

Son söz: Doları seven, Trump’a katlanır
========================================
Dostlar,

AKP = ERDOĞAN TÜRKİYE’yi MORATORYUMA MI SÜRÜKLÜYOR?

Sorunlar ciddi ve ağırdır ve de artık kapıya vurmaktadır.
Taze – sıcak döviz girdisi olmaksızın çarkları çevirmek neredeyse olanaksız aşamaya gelmiştir.  Önümüz kıştır ve ciddi doğal gaz dışalımı yapılacaktır.
Hükümetin (bu söz doğru mu?) / TEK ADAMIN ne yaptığını bilmiyoruz.
Erdoğan ezberini bozmuyor ve hala, tüm dünyada geçerli temel iktisat kuramının tersini savunuyor :

  • Faiz enflasyonun nedenidir.. buyuruyor.

Oysa İktisat 1’de bunun tersi öğretilir. Faiz bir bağımlı değişkendir, enflasyon nedeniyle yükselir. Durum böyle net iken Erdoğan’ın dünyada alay konusu edilen “ezberi” nasıl açıklanabilir? Örneğin tek başına bu olgu / inat bile, Erdoğan’ın, “ben ekonomistim” dese de, İktisat eğitiminin olmadığına güçlü bir karine oluşturmaz mı?

Dahası : Erdoğan’ın çok övündüğü –ama gerçeği yansıtmayan– MB rezervleri 100 milyar Dolara yakın eridi… Erdoğan, faizle ilgili Dünyaya kafa tutan aykırı ve bilim dışı savını seslendirdikçe döviz yükseliyor.. Ülke zenginleri yurt dışına kaçıyor ve servetini de götürüyor.. Çarşı – pazarda özellikle gıda enflasyonu yakıp – kavuruyor. Tüketicide “takat” kalmadığından, iç piyasada  tüm satışlar bıçak sırtında. Şirketler akla – hayale gelmeyen satış promosyon yöntemleri deniyor.. Olmuyor, olmuyor..

Yeterli gıda üretimi yokken, dışalım da yapılamazsa
AÇLIKLA mı yüzleşeceğiz??

ÜFE % 25’lerde ve TÜFE’ye dalga dalga yansıyor.. Bu da enflasyonu yükseltecek ve yıl sonunda devalüasyon %30’ların üstünde, enflasyon ise sanırız %20’nin altında olanaksız. Kaçınılmaz olarak faiz de yükselecek; Erdoğan istese de istemese de.. Hani İstanbul’da AKM’yi yıkarken tam karşısında cami inşaatını yükseltirken “çatlasanız da patlasanız da yıktık – yıkıyoruz..
meydan okuması gibi! Erdoğan, kısık sesle, “döviz düşecek, bana inanın” diyebiliyor çaresizce. Küresel piyasalar ve akıl ve bilim dışı  ekonomi yönetimi, 16 yıllık hovardalıktan sonra, şimdilerde AKP = Erdoğan‘ı -gerçekte Türkiye’yi- çok fena kıstırmıştır.

Akaryakıtta ÖTV indirimi üzerinden zam yapmama sürdürülüyor son zam dışında. Bütçe açığı 66 milyar TL öngörülmüş, 697 + 66 milyar TL = 763 milyar TL’ye bağlanmıştı ancak salt Haziran’da 25 milyar TL açık verildi ve yılın ilk yarısı 46 milyar TL açıkla kapandı. Kalan 6 ay, öngörülen 20 milyar açıkla idare edilebilecek midir? Haydi iç açığı, birkaç puan daha enflasyonu artırmayı = gariban halkı daha da yoksullaştırmayı göze alarak bu arada zengini daha da zengin edip iyice din dışına çıkarak, bağımsız (!) Merkez Bankasına baskı yapıp, karşılıksız para basarak finanse ettiniz diyelim..

Cari açık 55 milyar Doları aşkın.. Bu yıl ödenecek 187 milyar $ dış borç + cari açık.. şimdiden 242 milyar $! Bu parayı nereden, kimlerden, % kaç faizle, hangi ek ve kritik politik ödünlerle bulacaksınız?

Müslümanlığı kimseciklere bırakmayan AKP iktidarı, ülkede yoksulluğu gideremiyor, gelir dağılımındaki olağanüstü adaletsizliği azaltamıyor, tersine büyütüyor.. Oysa İslami doktrin bu 2 edimi temel kabul ediyor. AKP iktidarı İslami referanslarıyla açıktan ters düşüyor. Bu sorun fitre – zekat ile, Ramazanda yardım kolileriyle.. kendini ve kitleleri kandırarak kalıcı olarak çözülebilir mi?

3 Kasım 2002 seçimleri öncesi halka vaad edilen ve meyvesi toplanan 3Y sözü neydi?

1. Yoksullukla savaş
2. Yolsuzlukla savaş
3. Yasaklarla savaş..

Çok hazindir, ama bu 3’lü, adeta AKP’nin idam sehpasına dönüşmüştür
****

Erdoğan dış gezilerini sürdürüyor ancak somut ürün yok ortada. ABD bastırıyor bir yandan.

BRICS gerçeğine – fırsatına yıllar önce epey değinmiştik, hatta Türkiye de bu oluşuma katılsın ve “BRICS-T” olsun diye espri katmaya çalışmıştık. Yıllar önce yapılsa idi, bu dev ülkeler kendi aralarında kendi paralarıyla ticaret yapacakları için (Kliring), Dolar ve Avro’yu büyük ölçüde dışlamış, bu 2 emperyalist silaha bağımlılıklarını epey azaltmış olacaklardı. Çoook geç değil mi AKP = Erdoğan?
*****
Şimdi ne yapmalı??

Ekonomik ve Sosyal Konsey’i toplayınız..
Kapalı kapılar ardında dar kadro ile çözüm üretilemiyor, Zaten Erdoğan’ın baskın kişiliği,
aykırı görüşlere sanırız hiç fırsat bırakmıyor. Konseyde saydamlıkla – yüreklilikle tartışınız.. Üniversitelerden yardım alınız. TBMM’de genel görüşme açınız.. Muhalefetle de işbirliği yapınız; ortak Ulusal çözümler üretiniz TBMM’de, ondan güç alınız.

  • Artık burnunuzun dikine dikine, o muazzam kibirinizi derhal bir yana bırakınız..
  • Ülke moratoryuma doğru koşar adım sürükleniyor, herkes altında kalır, görün artık!
  • Dilerseniz eski DP’nin ağababalarına da danışınız; Menderes hükümetinin 1958 Temmuz’unda ülkemizi nasıl iflasa sürüklediğini, moratoryum ilan edişini, giderek hukuk dışına çıkışlarını ve 2 yıla kalmadan da iktidardan olup darağacına yollanmalarını anlatsınlar size..

İçeride dev şirketler (Zorlu, Telekom..) ödeme güçlüğü (örtük iflas!) içinde ve milyarlarca Dolar borçları yapılandırılıyor..

Türkiye de uluslararası bankerlerden (kreditörlerinden) benzer istekte bulunabilir :

Birkaç yılı ödemesiz, faizi dondurarak, ödeme planını zamana yayarak borç yapılandırması.

Dünyada örneği çok. Arjantin ve Rusya 2 çarpıcı örneği.

Ve de ne yapacaksanız bir an önce yapınız.. Ege beyin de vurguladığı üzere zaman aleyhimize işliyor.

Bu arada ABD bastırmayı sürdürüyor : Yaptırımlara hazırız..
Haydi bakalım, “ustalık” döneminde olduğunu savlayan AKP = RTE .. görelim hünerinizi!?

Sevgi ve saygı ile. 30 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kanal İstanbul göz göre göre..

Kanal İstanbul göz göre göre..

Çiğdem Toker
Cumhuriyet, 29 Temmuz 2018
(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

[Haber görseli]

DOĞA İŞARET VERİYOR: Son yağışın ardından Sancaktape’de bir okulun istinat duvarı çöktü. Okulların tatil olması bir faciayı önledi. Bu, İstanbul’da bir hafta içinde üçüncü çökme haberi. Toprak kayıyor. Doğa işaret veriyor

Son yağışın ardından Sancaktape’de bir okulun istinat duvarı çöktü. Bu, İstanbul’da bir hafta içinde üçüncü çökme haberi. Toprak kayıyor. Doğa işaret veriyor. Kanal İstanbul için yasa çıkarma işlemi de tam bu işaretlerin zamanına rastlıyor.

Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yapımı planlanan Kanal İstanbul, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “stratejik” bir proje. Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde hayalini kurduğu projeye kendisi gibi bakmayanlara kızıyor. Kızgınlığını TV’lerde ifade ediyor.

Kanal İstanbul birileri için muazzam rant kaynağı. Tabii ranta biz rant diyoruz. Rantçılar kendisine böyle demez. Onların şirketleri, “ülkenin kalkınmasına, millet memleket yararına” işlere katkıda bulunmak için vardır.

  • Bizler içinse Kanal İstanbul, kent hakkımızı elimizden alan, yaşamımızı tehdit etme olasılığı olan tehlikeli bir proje.

Zira bilime kulak veriyoruz. Mühendisliği ne kadar mükemmel olursa olsun, çarpık kentleşmiş, betona boğulmuş ve yakın gelecekte büyük deprem beklenen bir metropolde Kanal İstanbul’un doğayla oynamak anlamına geldiği görülüyor.

[Haber görseli]

Denizli milletvekili Gülizar Biçer Karaca, TBMM kürsüsünden tam da bu tehlikeye dikkat çeken bir konuşma yaptı:

“Bu projeyle 20 milyon nüfuslu bir beton şehir olan İstanbul’da tonlarca metreküp toprak yer değiştirecek ve beklenen o büyük deprem ciddi anlamda tetiklenecek. Yitiredeceğimiz canların hesabını nasıl vereceksiniz? Güzergâh üzerinde bulunan bir baraj yok edilecek (Sazlıdere). Çatalca’da 107 bin hektarlık orman alanı talan edilecek. Marmara’nın suyu kirlenecek, oksijen azalacak, ekolojik sistem tümüyle bozulacak.”

Biçer, sözlerini “Gelin, yandaş şirketlerin cebini doldurmak dışında bir işe yaramayacak bu projeden vazgeçelim. Ülkemize, kaynaklarımıza, doğamıza sahip çıkalım.” diye bitirdi.

KENT NEFES ALAMAYACAK

Yapılacak hafriyat saatte 600 kg toz emisyonu oluşturabilecek. İstanbul’un nefesi kirlenecek, hava kirliliğine bağlı hastalıklar artacak. 100 milyon hafriyat kamyonu seferi yapılacak. Hafriyatın 5 yıl süreceği düşünülürse, saatte 2 283 kamyon seferi yapılacak.

[Haber görseli]

‘Hafriyat çoklu tehdit’

Uzunluğu 45 km, genişliği 150, derinliği ise 25 m. olarak tasarlanan Kanal İstanbul’dan ciddi miktarda hafriyat çıkacak.
(AS: Aşağıda hesapladık..)

İlk ÇED başvuru raporunda geçen rakam 1.5 milyar metreküptü. Anlaşılan ihaleyle hazırlatılan etüt çalışması bitti ki, ilk verilerden farklı rakamlar konuşuluyor. Dahası henüz başlanmamış bir projede 65 milyar liralık maliyetin 35 milyar liraya düşeceği, böylece 30 milyar lira tasarruf edileceği gibi ilginç haberler de çıkıyor iktidar medyasında.

Bu fiktif (AS: var sayılan) tasarruf, kanal genişliği 400 m’den 275 m’ye çekilerek azaltılacakmış (AS: yapılacakmış!). Böylece çıkacak hafriyat miktarı da 800 milyon metreküp azalacakmış. Bu rakam da adacıkları yapmaya yetecekmiş. (Bizim hesabımızla 400 m genişlik, 45 km uzunluk ve 25 m derinlikte kanal 450 000 000 m3 oylumludur. Hafriyat da bu denli olacaktır..)

3. Havalimanı’na pist olacaktı

İlk açıklandığında çıkacak hafriyatın 3. Havalimanı’nda pistler için kullanılacağı söyleniyordu. İki proje eşzamanlı gerçekleşemedi. Olmadı. Şimdi bir de Millet Bahçesi’nde kullanılacağını okuyoruz. Saray medyasının millete “adacıklar”, “bahçecikler” diye anlattığı hafriyatın İstanbul’un başına neler getireceğini uzmanlardan okuyunca dehşete düşmemek olanaksız.

Mimar Ekin Halide Sarıca’nın Politeknik’teki gözaçıcı yazısı önemli. 1.5 milyar m3’e göre hesaplanmış bulguları, 800 milyon m3’e göre yarıya indirebilirsiniz:

– Bu miktarda hafriyat saatte 600 kg toz emisyonu oluşturabilecek. (…) Bu, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliği Yönetmeliği’ndeki limit değerin 600 katı. Yani proje havayı kirletecek, halkın sağlığını tehdit edecek. İstanbul’un nefesi kirlenecek, hava kirliliğine bağlı hastalıklar artacak.

– Toprak ve hafriyat miktarına göre malzemeyi taşımak ve alandan uzaklaştırmak için 15 m3’lük kamyonlar kullanıldığında 100 milyon hafriyat kamyonu seferi yapılacak. Hafriyatın 5 yıl süreceği düşünülürse, saatte 2 283 kamyon seferi anlamına geliyor.

– 22.5 km’lik 2 283 kamyon seferi, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliği Yönetmeliği’nde bir araç için belirtilen 0.35 kg/km toz emisyonu düşünüldüğünde saatte toplam 19.979 kg toz emisyonu havaya karışacak.

– Binlerce kamyonun İstanbul’un trafiğine, yollarına getireceği yük, halkın ulaşım güvenliğini tehdit edecek.

[Haber görseli]

Rapor açıklanmalı

Kanal İstanbul’un etkilerini anlatan yazı dizisindeki (Politeknik, Ocak 2018) ciddi belirlemeler bunlarla sınırlı değil:

– Proje güzergâhında mühendislik yapılarının yaşama geçmesiyle, alanda heyelan, sıvılaşma, korozyon, kireç taşlarının ergimesine bağlı büyük zemin göçükleri gibi yeni zemin sorunlarıyla karşı karşıya kalınması olasıdır.

– Projenin en yüksek kotu 140 m. Güzergâh tesis edilirken hafriyat alımı sırasında ve sonrasında çalışma ortamındaki yükseklik farklarının yaratacağı eğim artışları nedeniyle, doğal zemin mukavemet (dayanım) özelliklerini kaybedebilecek. Doğal hali zarar gören zeminlerde depremlerle veya yoğun yağış ile birlikte şev-heyelan riskleri ortaya çıkacak.

– Proje alanı birçok gömülü fay ile kesiliyor ve Kuzey Anadolu fay hattına en yakın uzaklığı 15 km ve en kuzeydeki bölümüne uzaklığı 60 km. Olası deprem ile birlikte oluşabilecek tsunami dalgalarının kanal güzergâhına girişiyle birlikte halk deprem dışında ikinci bir tehlike ile karşı karşıya kalacak. Proje kapsamındaki dolgu adalar, Marmara Denizi depremi esnasında risk altında olacak.

Sözün özü: Kanal İstanbul etüdü için Yüksel Proje ile 34 990 000 TL bedelle sözleşme imzalandığını, eski Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan açıklamıştı. Eğer bu çalışma tamamlandıysa, bu raporun halka açıklanması gerekir.

[Haber görseli]

Putin hangi restorana davetli ?

Geçen hafta Johennesburg Four Seasons Hotel’de şöyle bir diyalog gerçekleşti:

Putin: Beni restorana yemeğe davet etmeye söz vermiştiniz.

Erdoğan: Davet ediyorum.

Putin: Anlaşmıştık, et ürünlerimize pazarınızı açtığınızda restoranlarınızda bizim et ürünlerimizden yemekler olacak. O zaman yeriz.

İki lider arasındaki bu kısa konuşmanın merak uyandırmaması olanaksızdı. Bir kısmına, Rusya’nın “et tedariki” ile hemen yanıt geldi. Fakat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Putin’i hangi restorana davet ettiği, bir isim anıp anmadığına ilişkin gazetecilik merakı hâlâ geçerli.

Neden mi? Bundan üç yıl önce Bilal Erdoğan’ın, İtalyan Corriera Della Sera gazetesine verdiği sööyleşide, varlıklı halinin kaynakları sorulunca, beş restoranda ortaklığı bulunduğuna ilişkin sözleri henüz belleklerde olduğu için. Acaba Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevkidaşını bu restoranlardan birine davet etmiş olabilir mi? Değilse, Erdoğan bir dünya liderini hangi restorana davet etmiş olabilir?
======================================
Dostlar,

KANAL İSTANBUL SATRANCI

“Ne söylesek boş…” aşamasına – çıkmazına sürüklendik..
Post-modern Cumhurbaşkanı tek adam, gerçekte Osmanlı sultanlarında çooooook daha yetkili.
Ağzından çıkan da çıkmayan da neredeyse yasa gücünde..

Sanırız bu proje ile Erdoğan, Fatih ile yarışıyor bilinç altında..
Karadan gemileri Haliç’e indiren Fatih Sultan Mehmet ile..
Tam bir çıkmaz 21. yy’ın şafağında Türkiye için..

Yalın bir hafriyat hesabı sunalım. Kanal İstanbul’un en az eni – boyu – derinliği belli..

  • 45 000 m uzunluk X 150 m en az genişlik X 25 m derinlik = 168 750 000 m3!100 m2 alanlı, 2,5 m yüksekliği olan 1 dairenin 675 bin katı!
    675 bin daire, ortalama 4 kişiden 2,7 milyon nüfuslu bir kent demektir.
    2,7 milyon nüfuslu bir kentin, örneğin Bursa’nın tüm konutlarının oylumu (hacmı) ölçüsünde toprak hafriyatı çıkacaktır Kanal İstanbul’dan..
    Bunca toprak, yoğun yerleşimli ve tarım alanı Trakya’da nereye konacaktır?
    Bölgede Hazine arazisi kalmamış gibidir. Daha uzaklarda yer bulunsa bile hem ciddi taşıma bedeli hem de o boşaltma yerinde ekolojik sorunlar çıkacaktır.

Hafriyat denize dökülecekse o bölgede yerel ekosistemi ciddi düzeyde bozacaktır..

Genişliği 275 m yaparsanız bu rakam yaklaşık 2 katına çıkar..

Kanal genişliğini 400 m tutarsanız yaklaşık 3 katına erişir hafriyat oylumu (hacmı).
Kanal’da yeter büyüklükte ve sayıda adacık yapabilmek için bu genişlik ancak yetebilir.

  • İstanbul Boğazı’nda yer tutamayan AKP yaratması İslami elit, nasıl nispet yapabilir başka?

Bunlar muazzam büyüklükte sayılar! Teknik hesaplar elbette çok önemli.
Biz deprembilimci ya da yakın dallardan değiliz. Ancak beklenen ve çok uzak olmadığı belirtilen büyük İstanbul depreminde bu Kanal, İstanbul’un Avrupa yakasında toprağın direncini olumsuz etkileyerek yanal atılımlı kayma, dolayısıyla depremin yıkıcı etkisinin daha da büyümesine yol açabilir mi??

Sitemizde birkaç yazıya yer verdik daha önce.. Örneğin;

  • Prof. Saydam : “Kanal İstanbul yapılırsa Marmara bölgesi için felaket olur!”

Sitemizdeki arama çubuğuna “Kanal İstanbul” yazılarak bu dosyalar çağrılabilir..

Sorunun bir de çok yönlü uluslararası boyutları var..

Çünkü Kanal’ın ekolojik – jeolojik – askeri.. etkileri salt Türkiye ile sınırlı kalmıyor.
Dolayısıyla Karadeniz ve Ege’de komşuluğu olan kıyıdaş ülkelerin uluslararası deniz hukukunun koruduğu kazanılmış hakları olacaktır. Başta Rusya!Bir de “Montrö Boğazlar Sözleşmesi rejimi” sorunu var ki, burası tam da bam teli.

Çünkü bu Kanal Montrö korumasının dışında kalıyor. Karadeniz’e NATO – ABD.. gemileri sınırlamasız geçebilecek.. Oysa Montrö Sözleşmesi, Lozan’da eksik kalan Boğazlara ilişkin
stratejik egemenlik haklarımızı güvence altına almıştı.  

Büyük Atatürk, Lozan’dan sonra 12 yıl uğraşarak, ilmek ilmek usta diplomasi ile,
tek kurşun atılmadan bu önemli Sözleşmeyi sağlamıştı. Şimdi bu kazanımlar boşa çıkabilecek, gereksiz alınan riskler ülkemizin barış ve güvenliğini tehdit edebilecektir.

Bu konuyu ise sitemizde E. Amiral Türker Ertürk‘ün önemli bir makalesiyle işlemiştik.
İstanbul Barosundan Av. Hüseyin Özbek de yazmıştı..

Ayrıca Ulusal Kanal’da yapılan bir oturumda, Ertürk Amiral ve Dış Politika uzmanı
E. Büyükelçi Onur Öymen.. sorunu derinlemesine irdelediler.
Aşağıdaki erişkeden TV kaydı izlenebilir, izlenmelidir..
(Sitemize 17 Ağustos 2014’te, 4 yıl önce yüklemiştik, erişke çalışıyor, 29 dakika..)

http://www.dailymotion.com/video/x23wjgb_turker-erturk-kanal-istanbul-projesi_news 

****
Atlantik güçleri bu çılgın projeyi destekleyebilir..
İlki iş yapmak ve rant iştahı; ikincisi ise Montrö’yü başta Rusya’nın aleyhine olmak üzere delmek..

Erdoğan “yalnız” sayılmayabilir bu satrançta!?.. Ama bir de Rusya ile kritik dengeler??

Ülkede basın, üniversite, STK’lar, direnebilecek halk.. TBMM mi kaldı / bırakıldı ki;
muhalefet edilebilsin!?

Tam da tüm olası (potansiyel) direnç odakları TEK ADAM SULTANLIĞI ile teslim alınmış iken konunun yeniden gündeme getirilmesi, Çin ile 4. nükleer güç santrali.. rastlantı olabilir mi?
Hiç ama hiiiiiç sanmıyoruz..

Batı emperyalizmi, 24 Haziran’a (2018) yaptığı yatırımın karşılığını alacak korkarız.
Yönlendirme (manüplasyon) çok yönlü rant aktarımı – paylaşımı ile epey başarılı olabilir..

Vah Türkiye’m vah.. en ağır bedelleri ödüyor. ödeyecek ama hala derin uykularda! 

  • Bir kez daha uyaralım                                          :
  • İstanbul’a olağanüstü “yüklenilmiştir”. Erdoğan bunun adını “ihanet” olarak koymuş ve kendisini de sorumlu tutmuştur. Hiç ama hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken devasa, aşırı lüks ve çoooook pahalı yeni havaalanı ve 20 milyona koşan muazzam nüfusa ek Kanal İstanbul, bölgede öngörülemeyecek çok yönlü çevresel yıkımlara / felaketlere yol açabilir; telafisi yoktur!

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Coşkun Özdemir : CEHALET..

C E H A L E T …..

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Başkanı
İstanbul Tıp Fak. Nöroloji Em. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımızdır. 1950’den önce cehalet sözcüğü genelde okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiçbir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. % 90’ı köylü olan halk hiçbir şeyi bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor. Cumhuriyet 17 yılda bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, Köy Enstitülerini açmıştır.”

Bunlar gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan alıntıdır. Genel olarak bu sözcüğü hele halkımız için kullanmakta çekingenlik var. Doğan hoca cehalet sözcüğünü cesaretle ve elbette yetki ile kullanıyor. Genellikle bu gerçeği gizliyoruz.

Özdemir İnce’nin iki kitabı var. Cehaletin Rönesansı ve Egemenliğini işleyen çok aydınlatıcı.
O da cesur bir düşünür. TV’lerde halkın bir araya gelip aralarında tartışıp siyasilere çok rasyonel mesajlar verdiğini dinliyorsunuz. Bunlar yapay yakıştırmalar, bir öykü gibi. Gerçekle ilgisi yok, çok yineledim. AKP iktidarının ve yandaşlarının karalayıp kötülediği Cumhuriyetin Atatürk’lü 15 yılı bir mucize gibidir. Bunu yadsımak onu bir enkaz gibi tanımlamak bir gaflettir. Bugün neredeyse İslam dünyasındaki ilk laik cumhuriyetten arta kalanlarla yaşıyor ve bu sayede umudumuzu koruyoruz. Birer aydınlanma odağı Köy Enstitüleri ve Halkevleri haince yok edilmese, çağdaş eğitime darbe vurulmasa idi, Türkiye bugün bambaşka bir yerde olacaktı.

Bakınız DOĞAN KUBAN nasıl devam ediyor:

”Cahillik, politika olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok. Üniversitelerimizin en iyileri bile yurt dışındaki itibarlarını yitirdiler Bugünkü iktidar çevrelerinde süregelen bir Osmanlı hayranlığı var (C.Ö.) “Biz Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan,
bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.”

Ben bugünkü az gelişmişliğimizde ve çekinmeden söyleyelim cehaletimizde, neredeyse bin yıl önceki İslam toplumundaki akıl ve dogma zıtlaşmasının büyük etkisi olduğu kanısında olanlardanım. İmam-ı Gazali önemli, etkili bir İslam bilgini idi. Ama yazık ki, içtihat kapısı kapanmıştır diye İslam dünyasını özgürlüğe ve felsefeye kapamıştır!? Bunu nasıl başardığını anlamamışımdır. Çünkü İslam dünyasında yüzyıllardır tersine bir potansiyel vardı.

Ben ilk Avrupa’ya çıkışımda Belçikalı bir profesörün “Avicenna’yı okudunuz mu?” sorusu ile karşılaşmıştım. Bilmiyordum, İbni Sina’nın Avrupa’daki adı imiş. Onlar İbni Sina’dan başka İbn-i Haldun, İbn-Rüşt, Farabi, Harezmi okurlarmış. Bunlar İslam yasağını dinlemeyen filozoflar. Yunan klasiklerini Arapçaya tercüme ettirip okuyor, okutuyorlar. Avrupa reform ve Rönesans için onlardan yararlanıyor. Ama Osmanlı onlara uzak kalıyor. Osmanlıda bu felsefecileri eleştiren, onlara karşı çıkan, konuşup, tartışmak eleştirmek doğruyu aramak yanlıştır. İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞTIR diyen İmam Gazali tarafını tutuyor. O’nun TEHAFÜTÜ FELASİFE adlı ünlü bir kitabı var. Bu Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının özgür düşünceye, felsefeye kapanışıdır. Bu nedenle bakın DOĞAN hoca ne diyor :

” Abbasilerin Dar-ül Hikma benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde FARABİ gibi filozoflar, İbni Sina gibi bir filozof ve tıp uzmanı, HAREZMİ gibi bir matematikçi, HAYYAM gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirememiştir.”

Cumhuriyet %5 okuma yazma bilen, fabrikasız, okulsuz, sanayisiz perişan bir toplum miras aldı. Büyük Atatürk ona inananlarla birlikte bu topluma bu coğrafyaya aklı bilimi, çağdaşlığı, laikliği ve aydınlanmayı getirdi. Büyük bir devrimdir bu. Bunu küçümsemek gaflettir, hıyanettir. O’nu izleyenler bu devrime sadık kalmadılar. Tam tersine eğitimi baltaladılar, Köy Enstitülerini, Halkevlerini yok ettiler. Halkı çağdaş, aydınlanmacı bir eğitimden yoksun bıraktılar. İslamcı bir parti bugün bu yoksunluğun meyvelerini topluyor. Sol adına Atatürkü küçümseyenlerimiz oldu. AKP’den demokrasi bekleyen liberallerimiz, “yetmez ama evet” çilerimiz sonunda bugünlere ulaştık.

Bir devlet adamı, kadınlar sesli gülmesin diyor. Bir başkası hadislerde bütün hastalıkların ipucu vardır diyor. Üniversite hocası müziğin her türlüsü günahtır buyuruyor. Diyanet başkanı nişanlılar el ele tutuşamaz diyor. El zinası, göz zinası üniversitede hakimler arasında, üst makamlarda yaygın. Nerede, hangi zeminde yetişiyor bu milyonlarca Fetocu? Nedir bu Adnan Oktar olayı?

Her gün kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. En çok sigarayı biz içiyoruz. En çok işçi ölümleri bizde. En çok yalan haber uydurma, haber bizim medyada. Dövmesi var diye bıçaklanan kadın bizim kadınımız. Sayısız çocuk cinsel tacizi, çocuk kaçırma..

Yanmaz kefen bizde satılıyor çok rağbet var. Türkan Saylan’a “zıbarıp gitti, O’nu cehennemde zebaniler karşılayacak, Atatürkçüleri yanına çağırsın“ diyen bizim kadınımız. Sömürgede dinimizi daha iyi yaşardık.. genç kızlarımız söylüyor. Yunan kazansaydı saltanat, hilafet devam ederdi.. Bu da saray sofrasında oturan dinci tarihçimizden.. “Erkekler sakal bırakmazsa şehvet uyandırır, oğlancılık teşvik edilir” bizim bir din adamının söylemi. Utanç verici şeyler.

Unutulmaz 6-7 Eylül vahşeti (AS: 1955), 2 Temmuz 1993 Madımak faciası cehaletin eserleri değil mi? Sağdan sola yazmayı bilmeyen kendini Müslüman saymasın.. Böylece birisinin kemikleri sızlayacak ve cehennemde bir ait kademeye inecektir. Bir milli irade temsilcisi dindar bu da. En çok, en çeşitli tarikatlar bizde. Birbirine en az güvenen bizim halkımız.

Bütün bunlar bu insan manzaraları cehaletten kaynaklanıyor, Emperyalizm bundan yararlanıyor. Rasyonel (AS: akılcı) düşünceden, bilinçten, aydınlanmadan yoksun insanlar tarafından yaratılıyor bunlar. Tepeden tırnağa bu toplumda yaygın bir patoloji görmemek mümkün değil. Binlerce insan hapiste. Bir gün için yüzlerce tutuklama, yüzlerce göz altı. Binlerce işten atılma, üniversitelerde adeta bir kıyım. Sormaz mısınız? Nasıl bir memleket bu? Her şey normal diyebilir misiniz? Ülkenin yöneticileri her şeyin başkanı reise böyle bir memleket nasıl idare edilir demez mi?

Hapislerle idamlarla olur mu? Bu yaygın patoloji masa üstüne konmaz mı? Bu zeminin bu toprağın ciddi bir hastalık içinde olduğu çok açık değil mi? Bu kabul edilip çare aranmalı değil mi? Hapishaneleri doldurmak Enis Berberoğlu’nu, Osman Kavala’yı, Eren Erdem’i, binlerce üniversite gencini Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmak vb. adalet midir, kaosa destek midir? Hiç beraber olmadığımız Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan darbeye mi destek verdiler? Cumhuriyet yazarlarını 6-7 yıl hapse mahkum etmek neyin nesi? Bunların gerekçesi hangi vicdan sahibini ikna edebilir?

Derinlemesine bir sosyolojik psikolojik çok yönlü analizlere ihtiyacı var bu toplumun. Bu yazıyı yazarken bir katliam haberi alıyorum.. Bir ailede 5 ölü 4 yaralı, bir katliam. Ne kadar kolay öldürüyor! Hem de 28 kez, 32 kez bıçaklıyor benim insanım! Hastanelerde doktorlara saldırı vukuatı adiyeden (AS: sıradan olay). Bu ülkenin Başkanı ve iktidar partisi önderleri biz hangi koşullarda ardı ardına seçim kazanıyoruz, toplumun hangi kesiminden oy alıyoruz diye düşünmezler mi? Başkanın vurguladığı gibi asil bir halk mı bu?

Bakın iyi bir düşünür ve yazar olan Dr. Erdal Atabek ne diyor :

”Halkımız Erdoğan ve AKP’yi kutsallaştırıyor İktidar kutsallaşmıştır. Oy vermemek günahtır. Peygambere karşı çıkmaktır. Bilinç altı bir şey bu. Kollektif bilinç kolay kolay değişmez. CHP ancak toplumun bilincine seslenebiliyor bilinç altına değil.” Oysa Atatürkçü laik kesim için böyle bir kutsallık yok. Laikliği savunmak için çaba göstermek gibi bir sorumluluk, bir gereklilik düşünmüyor aydın kişi. Sayı üstünlüğü de olmadığı için, bütün seçimlerde yitiren yan.

  • Ne olacak, nereye gidiyoruz?

Yanıtını bilemediğimiz bir soru bu. Kaygılar içinde yaşarken, yaşayanlar hep birlikte görecekler.
Ama yılgınlık ve umutsuzluk yasak!
Aydınlanma için var gücümüzle çalışacağız!
==========================================

Dostlar,

Saygın insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir bizim İstanbul Tıp Fakültesin’den hocamızdır. Uğur Mumcu Vakfı‘nda yollarımız kesişmiş ve Vakıf için bir Ulusal Sağlık Politikası raporu hazırlayan çalışma takımı içinde olmuştuk.

Sonra.. Ergenekon kumpas davalarında Silivri tutsaklarını bir ziyaretimizde çadırda dertleşmiştik.. Arada bizi katıldığımız TV programlarını izleyebilirse arar ve kutlar..

Özdemir hoca on yıllardır, Yeşilköy’de çooook mütevazi bir binada, kurucusu olduğu Kas Hastalıkları Derneği‘nde bu zor hastalıklarla boğuşanlara hizmet sunuyor, nitelikli – bilimsel – sevecen – insancıl emeğini akıtıyor.. Dünyanın en ünlülerinden Harvard Tıp Fakültesi’nde çalışmış, çoook başarılı bir Nöroloji hocası Prof. Coşkun Özdemir..

Kas Hastalıkları Derneği binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kiralık. Hemen hemen her yıl bu belediye “çıkın” der ve insanları perişan eder.. Oysa dinci – kinci – yandaş dernek ve vakıflara bu belediye ölçüsüz destek veriyor.. Ne adaletsiz tutum ve ne utandırıcı politika!?

Özdemir hocamız 1929 doğumlu.. 90’ına dayandı ama yüreği hala Ülkemiz – insanımız – Aydınlanma ve ATATÜRK DEVRİMLERİ için çarpmakta..

O’na daha nice üretken yıllar dilerken, ülkemize kattıkları için bin şükran sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Meriç VELİDEDEOĞLU : LOZAN

LOZAN…

Meriç VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet,
27.7.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Salı günü (AS: 24 Temmuz)“Türkiye’nin Özgürlük Belgesi” olan “Lozan Barış Antlaşması”nın, “95. yılı”ydı. Ne var ki, devlet katında herhangi bir kutlama yapılmadı. 
Kutlama bir yana, adı bile anılmadı. 
Devletin başındaki Erdoğan“24 Temmuz” günü Meclis’te, partisinin grup toplantısına katılan gençlerden, “26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi”ni kutlamak için hazırlık yapmalarını istedi; AKP’nin de büyük bir hazırlık içinde olduğunu bildirdi. 
“Lozan Zaferi”, Erdoğan’ın “var-yok” hükmünde gördüğü “Meclis”in, “TBMM Hükümeti” döneminindir. 
“Lozan”“Başdelegemiz” olan “İnönü”nün dediği gibi Birlik, bütünlük içinde bir vatan, ayrıcalıklarından arınmış bir durum, savunma hakkı kesin, kaynakları bol, özgür bir ülke”nin doğuşuydu… 
Yine, üç kıtanın, Avrupa, Asya, Amerika, dahası İngiltere dolaysiyle Avustralya’nın da katıldığı, dönemin tüm “Emperyalist Devletleri”nin karşısında, başta “İnönü” ve tüm delegelerimizin, emperyalizme direnişiydi “Lozan”… 
Ve bu ülkelerin bu toplantıyı, “Sevr’in tozunu almak” amacıyla gerçekleştirmek istediklerinin bilincini taşımanın direnciydi… 
Nitekim, Lozan’da, İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon“Sevr’in bir maddesine dayanarak”, Çanakkale Savaşı’nda ölen “Müttefik” askerlerinin mezarını içine alan, “sekiz kilometrekarelik” bir alanın kendilerine verilmesini ister; “Türk delegeleri (…) ülkeleri uğruna can vermiş askerlerin ölüleri üzerinde pazarlığa girişemezler…” diyerek de vurgular. 
“İnönü”nün yanıtına gelince, şöyle başlar: “Mezarlıklar dışındaki savaş alanlarının, kutsallaştırılarak sahip olma isteği bugüne dek bilinmemektedir. Bu hesapça, Türkiye dışında kalan pek çok savaş alanında kanlarını dökmüş Türkler de böyle isteklerde bulunabileceklerdir!” diyerek, “Lord Curzon”u ne denli hafife aldığını belirtip sürdürür: “Ama bunun o kutsal ölülerle hiçbir ilgisi olmadığı bir gerçektir. Bu konuya, yaşayanların çıkarlarını bulaştırmaktan ‘tiksinti’ duyduğumuzu da dünya kamuoyuna bildirmek isterim!” 
“İnönü”nün, bunun gibi dört dörtlük yanıtları, gerektiğinde öteki ülkelerin delegelerine de verdiği, “Tutanaklar”da yer almıştır. 
Ve değerli dostlar, Erdoğan, hemen hemen “2003”lerden bu yana övdüğü “Lozan Barış Antlaşması”nı, geçen yıl gündeme oturttu; “Lozan’ı da güncelleştirmek” istiyor ve bunu geçen yılın son ayında, Yunanistan’a yaptığı ziyaret sırasında, bir “Yunan TV”sinde kendisiyle yapılan bir röportajda “ilk kez” dile getirip, evet(!) “ilk kez” açıkladı… Böylece Türkiye de öğrendi… 
Bitmedi; ertesi gün Erdoğan’ın, Yunan Cumhurbaşkanı P. Pavlopulos ile yaptığı görüşmede, Pavlopulos, bu “Lozan güncellemesi”ni masaya koydu. 
“Bir Hukuk Profesörü” olan Pavlopulos, Erdoğan’a, “bir anlaşmayı veya hukuk ilkelerini güncelleştirmenin, reformun mümkün olamayacağını” belirtti. (7.12.2017) 
Ne var ki değerli dostlar, önceleri, “Lozan Barış Antlaşması”yla “dertleri” olan, “dış ülkeler”di. Bunun en son örneği, “2005” yılında Strasburg’da yapılan, Türkiye ile “AB’nin Karma Parlamento Toplantısı”nda yaşanmış, Fransız Parlamenter J. Toubon, toplantıdaki Türk Parlamenterlerin gözlerinin içine baka baka, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” diye buyurmuştu. 
Aslında, Erdoğan da Lozan’a karşı açtığı savaşımı, Başbakan olarak, “2004” yılında başlatmıştı; Meclis’ten geçirttiği, ünlü “Özel İdareler Yasası”nı, dönemin “Sayın Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer”, Türkiye’nin “Bağımsız Eyaletler”e bölünmesinin, böylece ‘Lozan’ ile sağlanan “bütünlüğün parçalanması” demek olduğu gerekçesiyle bu “bölücü” yasayı geri çevirmişti. 
Ve değerli dostlar, “Kuruluş belgesi”nde Atatürk’e, devrim ve ilkelerine yer  veren  “STK”lardan da, “24 Temmuz”da, toplumun duyacağı bir “ses” gelmedi gibi. “24 Temmuz” basında “sansürün kaldırılışının” kutlandığı gün olduğundan, “Cumhuriyet”te, bir sütun baştan sona bu konunun anlamının, tarihsel boyutunun anlatılmasına ayrılmıştı, pek yerinde olarak. 
“24 Temmuz”a, “Lozan Barış Antlaşması”nın günü olarak da “Emre Kongar Hoca” yazısında yer verdi. Teşekkürler.
=========================================
Dostlar,

Sayın Meriç Velidedeoğlu, bizlere Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınlarından – hukuk bilimcilerinden efsane hocamız Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu‘nun eşi olarak emanetidir. Hıfzı Veldet hocamız, ilk Meclis’te tutanak yazmanı (katibi) olarak da görev yapmıştı. Sonraları ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Medeni Hukuk hocası olarak onlarca yıl, Cumhuriyetimizin en önemli devrimlerinden olan LAİK HUKUK DEVRİMİNE sahip çıkmış, binlerce hukukçu yetiştirmişti. Cumhuriyet’in 2 . sayfasında haftalık yazılarının duru Türkçesiyle birlikte varsıl içeriğine doyum olmazdı. Hoca yaşlandığında eşi Meriç hanım bu yazılar için destek verdi.

Bayan Velidedeoğlu, Cumhuriyet’teki köşesinde çok mütevazi duran ama önemli yazılar yazmakta sessiz sedasız. Yukarıda aktardığımız Lozan makalesi de öyle..

Çok hazin değil mi, ülkenin temel kurucu Andlaşmasının yıldönümünü özellikle görmezden gelmek!? Aklıbaşında hangi ülke yönetimi böylesine bir vefasızlık, aymazlık sergileyebilir?!

Sayın Velidedeoğlu’nun, Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde 2 yıl önce Lozan hakkında yaptığı ağır gafları biz de sitemizde eleştirmiştik. Çok hazin olan, uluslararası Hukuk Profesörü Yunan devlet başkanının bilimsel nesnelliğin serinkanlılığıyla Erdoğan’a verdiği ders gibi yanıttır. Ülkesinin yaşamsal çıkarlarına dönük anlaşılmaz / açıklanmaz sahiplenmemeye eklenen korkunç bilgi açığı.. Türkiye bunları haketmiyor! Gerçekten çook yazık..

İlgili yazımızı okumak için üstünde tıklar mısınız??

Ayrıca 24 Temmuz 1923’ü anma adına sitemizde birkaç gün önemli yazılar paylaştık..
İlki bizim kapsamlı bir raporumuz.. 3. sü tarihçi Mustafa Solak’ın.
Sonuncusu ise kıdemli Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nun..

89._Yilinda_Lozan_ve_Turkiye’nin_Gelecegi_24.07.09

Hedefteki_Lozan_Sinan_Meydan_24.7.18

LOZAN BU ÜLKENİN TAPUSUDUR

Faruk_LOGOGLU_Lozan_Baris_Konferansi_ve_Antlasmasi’nin_95._yidonumu

Özellikle genç kuşakların bu önemli belgeselleri özenle okuması ve gerçekleri öğrenerek kendilerini gelecekte ülke yönetimine – savunmasına hazırlamaları dileğimnizdir.

Sevgi ve saygı ile. 27 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onuır Hamzaoğlu : “Toplama kampı gibi bir yerdi..”

Serbest bırakılan Prof. Onuır Hamzaoğlu;

“Toplama kampı gibi bir yerdi..”

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Barış talep eden basın açıklaması nedeniyle 17 Şubat 2018’de tutuklanan ve 5.5 ayın ardından geçen hafta tahliye edilen HDK Eş Sözcüsü, akademisyen Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, cezaevindeyken 80 yaşındaki annesi Saliha Hamzaoğlu’nu yitirmenin acısını yaşadı. Hamzaoğlu, akademik çalışmalarına cezaevinden de devam etti, TTB’nin Toplum ve Hekim Dergisi’nin editörlüğünü sürdürdü. Aynı koğuşu paylaştığı, Türkçe ve okuma-yazma bilmeyen gençlere hem Türkçe öğretti, konuşma dersleri yaptı, hem de okuma yazma öğretti. Hamzaoğlu ile tahliyeardından Taksim’de bir araya geldik ve cezaevine uzanan yolculuğunu konuştuk.

Gözaltına alınmayı ve tutuklanmayı bekliyor muydunuz?

3-4 Şubat’ta Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2 gün süren konferansı vardı. 3 Şubat’takine katıldım, 4’ündekine katılamamıştım. Burada bir basın açıklaması yapılacağı, savaş karşıtlığı, barış talebi içereceğini konuşmuştuk. 9 Şubat Cuma günü sabah 6 gibi Salacak’taki evimde, apartmanda bir bağırış çağırışla, kapının vurulmasıyla uyandım. Vatan’daki Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüm. İki gün burada kaldım. Sonra Ankara’ya Söğütözü’nde Spor Salonu’nda, toplama merkezi gibi bir yere götürüldüm. Gözaltı sürecinde hiçbir ulusal, uluslararası mevzuatda yeri olmayan, insan sağlığı için çok büyük riskleri barındıran çok kötü bir yerde tutuldum.

O nezarethane tam bir kimliksizleştirme yeri

Ne muayene koşulları, ne avukatla görüşme koşulları vardı. Buranın Terörle Mücadele’nin Gölbaşı’ndaki alanı bombalandığı için kullanılan bir yer olduğunu öğrendim. Bu spor salonunun bir ucunda yataklar, battaniyeler ve yastıklar yığılmış durumdaydı. Akşamları içinden bir tane seçiyorsunuz, 2 yıllık battaniye, yastık ve yataktan bahsediyorum. Sabah bırakıyorsunuz, akşama başka yastık, battaniye alıyorsunuz.

  • Diş fırçası yasak, diş fırçalamak yasak.
  • 50 kişi tuvalet bölgesine geçmek için sıra bekliyor.
  • İçeri girildiğinde duşların hiçbirinde kapı yok, birkaçına çöp torbaları asılmış mahremiyetleri için.Her yerde insan saçı, kılı var. Duşa girenler için su bir anda yükseliyor ve her yer su altında kalıyor.
  • 24 saat aydınlık bir alandasınız, günün hangi saatindeyiz, bunu bilmiyorsunuz.
  • Tam bir kimliksizleştirme yeri.
  • Sözlü ve fiziki şiddet çok yoğun.
  • Hekimler muayeneye geliyor, hekimlik mahremiyetine dair hiçbir şey yok.

[Haber görseli]

2. Dünya Savaşı’nı andıran koşullar

Size de kötü muamele oldu mu?

Ben her gelen hekim arkadaşa yalnızca darp muayenesi değil, yaşam koşullarımızı değerlendirmeleri gerektiğini anımsatıp rapora yazdırdığımda hep gerilim yaşadım. Benden kısa süre sonra Halkevleri üyesi gençleri de gözaltına aldıklarında orada ayaklarından kelepçe uygulaması ile karşılaştıklarını ve darp edildiklerini öğrendik. Burada gerçekten 2. Dünya Savaşı’nı anımsatan koşullar vardı.

Mahkeme günü bahsettiğiniz nezarethanede ‘insan dışkıları vardı’ dediğiniz yer spor salonu muydu?

Hayır… 19 Temmuz sabahı Ankara Adliyesi’ne getirildiğimde yaşadığım şeylerdi. Orada bir nezarethaneye tek başıma konulmuştum. Yerde iki öbek gaita (dışkı) vardı. Uyardım, genç jandarma erler kısa sürede ilgilendiler. Bir de sabah yaşadığım kravat meselesi oldu. Normalde 35 yıldır mesai saatlerinde hep kravatlı oldum. Mahkeme günü koğuşa kravatımı takıp, ceketimi giyinip çıktım. Hapishane çıkışı sırasında bir yetkili kravatla mahkemeye çıkamayacağımı, bunun iyi hal göstergesi olduğu için Ankara Cumhuriyet Başsavcısı tarafından yasaklandığını söyledi. Eşini öldürenler kravatıyla mahkemeye çıkabilir ama siyasi alanda iktidarın kendi doğrularını ‘bunlar hakikati yansıtmıyor’ diye deşifre ediyorsanız sanıyorum sorun oluyor.

Ben Vatan’daki Emniyet Müdürlüğünü, spor salonunundaki nezareti, Sincan ve annemin cenazesi için iki gece kaldığım İzmir Buca’daki F Tipi Cezaevini gördüm. Bu kurumları art arda izlediğimde kamuoyundaki genel kanıdan farklı olarak şunu söylemek isterim:

  • Halen yüreğindeki insan sıcaklığını kaybetmemiş insanlar var. Bunu ben en azından kendime çok moral ve motivasyon kaynağı olarak görüyorum. Bu bana umut verdi.

Cezaevinde de çalıştı

Cezaevinde koğuşta tek mi kalıyordunuz?

3 kişilik koğuşta 4 kişi kaldık. Biri Türkiye vatandaşı, 2’si Arap kökenli Suriyeli göçmen. Gençlerden bir tanesi beni yaşlı gördüğü için yatağını boşalttı. Yer yatağında yattı. Koğuşumdaki iki arkadaşın bir tanesi Türkçe biliyordu ama dil olarak Arapçaydı. Arapçada Türkçe ö’ler, o’lar çok karışır. Onunla konuşma çalışması yapıyorduk. Bir diğerinin okuma – yazması yoktu. Onunla da okuma yazma çalışıyorduk. Tahliye olunca da onları unutmamamı ve mektup yazmamı istediler.

 Cezaevine ilk girdiğinizde günler nasıl geçti peki?

Cezaevindeki günlerin kurgusu birbirinden kopuk. Her sabah yeni bir güne başlıyorsunuz, ertesi güne devredeceğiniz hiçbir şey yok. Onun üzerine, dışarıdaki hayatıma devam etmenin zihinsel olarak nasıl gerçekleşeceğini düşündüm. Avukat arkadaşlarımın aracılığıyla özellikle TTB’deki arkadaşlarıma ‘Ben burada Toplum Hekimliği Dergisi editörlüğüne devam edeceğim’ notumu ilettim. Cezaevindeyken de hummalı bir çalışma oldu. Onun yazılarını yazdım.

  • Çalışmalarıma normal hayattaki gibi devam ettim, yalnızca mekân farklılığı yaşamış oldum.

Cezaevinde annenizi yitirdiniz…

Evet. (gözleri doldu) Her insanın hayatında annesi önemlidir. Konuşacağınız, soracağınız pek çok şey olabilir. Ama en azından benim istediğim anneme teşekkür etmekti. Bir zamanlar düşünmüştüm, ‘annem hastayken ne yaparım, ölüm döşeğindeyken ne derim’ diye. Ona teşekkür etmek isterdim. Annemin 80. yaşını kardeşlerimle birlikte 15 Ocak’ta kutlamıştık. İyi ki onu yapabilmişiz. Sonra benim tutukluluğum oldu ve yoğun strese ve üzüntüye bağlı bir hastalık başladı: Zona. Bu hastalık üzüntüden oluyor biliyorsunuz. Ölüm nedeni o değil ama aracılık ediyor. Dolayısıyla benim yaşadıklarımın üzüntüsüyle başladı. 85 günlük hastanede yoğun bakım sürecinde, ne hazırlık savcısı ne de Ankara 6 ve 7 No’lu Sulh Ceza hâkimleri bu insani durumu görmek istemedi. Bir basın açıklamasında propaganda suçlamasından tutuklu bir kişinin hayatıyla iligli karar verirken bunu yarattılar. Eğer tanıdıklarım olmasaydı, hem Adalet, hem İçişleri Bakanlığı’na ulaşmasaydı annemin cenazesine de gidemeyecektim. Benimle beraber gitmesi gerektiğini ifade ettikleri 9 tane görevlinin yol masraflarını karşılayamasaydım gidemeyecektim. Yani cezaevindeyken bile bir hak var ve bu hakkı kullanabilmeniz için tanıdıklar ve para gerekiyor. Beni en çok üzen kısım budur. Hak ve hukuklar yine sınıfsal farka göre değişiyor. Başta savcı reddetmişti. Disiplin heyeti, ‘terör örgütü üyesi olduğum ve terör örgütüyle ilişkim devam ettiği’ gerekçesiyle cenazeye gitmemin uygun olmadığı raporu vermişti. Evet bütün bunlar yaşandı.

Cezaevindeyken annenizle hiç görüşebildiniz mi? 

Telefonda görüşeceğiniz kişinin Sincan’a kadar gelerek evrakları elden teslim etmesi gerekiyor. Avukatları bile kabul etmiyorlar. 80 yaşındaydı ve tutuklandığımda hiç gelemedi. Hiç görüşmedik. Hiç haber alamadım. Bu acı bile bir ibret. Hukuktan söz edemeyiz. İddianamenin ne hukuki bir içeriği, ne de adli bir içeriği var. Çünkü imzası bulunan 9 kurum var, eşbaşkanlarıyla birlikte 16 kişi ancak 12 kişi ile ilgili işlem yapıyorsunuz. Nasıl buna karar verdiniz? İki kişi neden tutuklu? Bir gerekçesi yok. Suç aleti bir bıçak, tabanca olsa alınır el konur ama Hamzaoğlu’nun dahil olduğu suç aleti halen dolaşımda aynı web sayfasında.

 Araştırma fonu kesildi

Kamuoyu sizi Dilovası’nda yapmış olduğunuz çalışmalardan tanıdı. Hakkınızda soruşturmalar açıldı. 

Özellikle sanayinin insana ve doğaya olan etkisini görünür kılmak gerektiğini düşünüyordum. Dilovası’nda 10 yıldan fazla yaşayanların kansere yakalanma riskinin yaşamayanlara göre 4.4 kat fazla olduğunu tespit ettik. 2006’da TBMM’de Dilovası Araştırma Komisyonu kuruldu. Daha sonra ise doğum yapan kadınların anne sütünü ve bebeklerin ilk kakasını araştırdık ve her ikisinde de hava kirliliğine neden olan ağır metalleri saptadık. 2011 Ocak ayında bu gündeme gelince başka bir hayat başladı. Bu tartışmalar ışığında bir daha araştırma fonu verilmedi, asistanları kongrelere gönderilmeyen bir boyut yaşandı.

 Dayanışma akademisi

Son olarak KHK ile akademideki görevinize son verildi. Şimdi çalışmalarınıza nerede devam edeceksiniz? 

2016’da KHK ile Kocaeli Üniversitesinden 19 akademisyen ile birlikte ihraç edildik. 1 ay sonra da Kocaeli Dayanışma Akademisini kurduk. Toplumun içinde, toplum için eğitim ve bilim nedir onu deneyimliyoruz. Bir yandan üniversiteye yeniden dönmek adına hukuksal mücadele sürerken bir yandan da akademide çalışmalar sürüyor. Çalışmalarımıza da burada devam edeceğiz.

İşini yaptı, yargılandı

1961 yılında Ordu’da dünyaya gelen Hamzaoğlu, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Hacettepe Üniversitesi’nde Epidemiyoloji alanında yan dal uzmanlığını tamamladı, GATA’da Epidemiyoloji yardımcı doçentliğini ve Halk Sağlığı doçentliğini aldı. 2002-2016 arasında ise Kocaeli Üniversitesi’nde halk sağlığı profesörü olarak görev yapan Hamzaoğlu, Kocaeli Dilovası bölgesinde sanayinin çevre ve insan sağlığı üzerine yürüttüğü araştırmalarıyla kamuoyunun yakından tanıdığı bir ad oldu, hakkında çok sayıda soruşturma ve dava açıldı. 2016 yılında ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attığı için KHK ile ihraç edildi. Çalışmalarına Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde devam etti. Son olarak 17 Şubat 2018’de aralarında HDK’nin de bulunduğu 9 kurumun imzasının olduğu Afrin’e ilişkin basın açıklaması nedeniyle gözaltına alınarak tutuklandı. 5.5 aydır Sincan F Tipi 2 No’lu Cezaevi’nde tutuklu olan Prof. Hamzaoğlu, 19 Temmuz günü çıkarıldığı ilk duruşmada tahliye edildi.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1036296/Tahliye_olan_Hamzaoglu__Toplama_kampi_gibi_yerlerdi.html, 24.7.18

=====================================================
Dostlar,
Hani derler ya, “ibret için” ya da “ibretlik”.. işte öyle bir şey sevgili meslektaşımız Prof. Onur Hamzaoğlu’nun yaşadıkları.. Daha doğrusu “O’na yaşatılanlar..”
Biraz da ya da epeyi bir kurgu payı da olabilir başımıza gelenlerin / getirilenlerin..
Hani, “ayağınızı denk alın..”
“Kimsenin gözünün yaşına bakmayız..”
“Profesör şu bu vız gelir..”
……
dedirtmek, bu yargıları zihinlere çakmak için:.
Platon‘dan 2500 yıl sonra, “Devlet”, hala kendisini kuran – yaratan insanını en haşin biçimde “terbiye etmeyi” sürdürmekte:. Thomas Hobbes kına yakabilir.. “Leviathan” modeli 3-4 yy sonra Türkiye’de tüm hışmıyla görev başında..
*****
Acı ironi bir yana, Dr. Hamzaoğlu’nun anlatımlatırı dehşet vericidir, asla kabul edilemez.
Türkiye’nin gözaltı, tutukluluk – hükümlülük – yargılama – infaz alanlarında temel insan haklarını hızla ve eksiksiz olarak sağlama yükümlülüğü var..
Bu tablo onur kırıcıdır ve Türkiye’ye yakışmamaktadır.
Devletin yöneticilerinin olup bitenden habersiz olması düşünülemez.
Şimdi bir kez daha her şey apaçık ortadadır.
İnsan hakları ayaklar altındadır.
Bu durum sürdürülemez, sürdürülmemelidir
İktidar derhal ve hızla duruma müdahale etmelidir.

TBMM’de muhalefet partileri, iktidardan vekiller de dahil, birlikte, Anayasa md. 98’de yer alan 4 aracı etkin olarak kullanmalı ve bu kanayan yarayı iyileştirmelidir :

1. Soru
2. Meclis araştırması
3. Genel görüşme
4. Meclis soruşturması
Yasama organı, demokrasilerde yürütmenin siyasal denetiminin yapıldığı kurumlardır.
Türkiye’de her şey ama her şey de çürüyüp kokmadı her halde!?

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com