Etiket arşivi: atatürk

Suriye ile Savaş Çıkartma Kumpasını Planlayan “4’lü” nün Konuşma Tutanağı Üzerine..


Suriye ile Savaş Çıkartma Kumpasını Planlayan
“4’lü” nün Konuşma Tutanağı Üzerine..

Dostlar,

Yerel (genel!) seçim öyle ya da böyle geride kaldı.
Gündemde kimi yaşamsal maddelerin unutturulmaması gerek.

– İlki, korkunç boyutlardaki yolsuzluğun hesabı sorulmalı; seçimle aklanma olmaz!
– İkincisi Balyoz vb. tertip davalarda tutsak alınanların salıverilmesi; sözde paralel yapının tasfiyesi,
– 3. sü gümbür gümbür geliyorun diyen “ağır ekonomik bunalım”a etkin önlem  alınması
– Ve 4. sü de Dışişleri Bakanlığı makamında Suriye ile savaş çıkartma iğrenç planlarının sorgulanması.

*****

13 Mart 2014 günü Dışişleri Bakanı’nın makam odasında geçen çok tehlikeli konuşmalar sorunu, gündem oyunları içinde gözden kaçırılmamalıdır.
(Aydınlık; 28.03.2014, http://aydinlikgazete.com/ mansetler/36682-savas-baronlari-turkiyeye-8-fuze-attiririz-iste-o-ses-kaydi.html)

Bu konuşmaları basit bir plan egzersizi olarak kabul etmek olanaklı değildir. Zaten Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, Başbakan da içeriği kabullendi!
Balyoz kumpasında 1. Ordu’nun rutin plan semineri “Hükümete darbe girişimi” olarak tanımlanarak yüzlerce subay “Darbecilikle” suçlanmış; yıllarca hatta bir bölümü yaşam boyu hapis cezasına çarptırılmışlardır. Fatih camisinin bombalanacağı suçlaması
temel dayanak alınmıştır. Şimdi ise MİT Müsteşarı Süleyman Şah Türbesi’nin
bizzat MİT tarafından kundaklanarak Suriye’nin sorumlu tutulmasını önermektedir.
Hatta ülkemiz Suriye’den füze ile bombalanarak Suriye’ye savaş ilan edilecektir!
Bunlar en azından “iftira” suçudur ve çatışmalarda yitirilecek insanların  –
Mehmetçiğin de kurban edilmesi senaryosudur, katil planıdır!

Balyoz vd. Tertip davalarda hiçbir somut kanıt bulunamamış, onlarca – yüzlercesi sanal ortamda uydurulmuştur. CD ve sabit disklerde suç yaratma, bilirkişi raporlarıyla kezlerce kanıtlanmasına karşın, yargıda lehte olarak değerlendirilmemiş;
çürütülen sözde, üretilmiş kanıtlara dayalı ağır ceza hükümleri kurulmuştur.
Ergenekon cezalarının gerekçesi bile 8 ayda yazıl(a)mamıştır!?

Bu 4’lünün lanetli planı ise bir düşünsel egzersiz olmayıp, ciddi ciddi tasarlanmıştır.
Düşünsel olarak egzersiz düzeyinde dillendirilmesi bile, insanlığa karşı suç tasarımıdır.

Hiçbir hukuksal sonucu olmayacak mıdır bu ciddi ciddi savaş çıkarma ve
katil planlamasının?

En azından “teşebbüs aşamasında suç” olarak değerlendirilmeyecek midir??
Olay apaçık suçüstüdür, uluslararası ve iç hukuka karşı suçtur, Anayasa çiğnemidir!

Başbakan, bu dinlemeyi “ahlaksızlık” olarak nitelemiştir. Ya planlanan savaş senaryosu; ahlak içi midir??

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının derhal olaya el koyması gerekir.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın inceleme başlatması salt dinlemeyi yapanlarla
sınırlı tutulabilir mi? Ya bu planları yapanlar ??

Siyasal sorumluluk açısından TBMM’de Meclis Araştırması – Soruşturması
hatta gensoru gündeme getirilmelidir.

  • Ülkenin güvenliğini sağlayamayan hükümet istifa etmelidir.

Basın, ciddi biçimde bu mide bulandıran tehlikeli, sorumsuz, hukuk dışı siyaseti sorgulamalıdır.

Muhalefet mutlaka TBMM’ye taşımalıdır..

*****

Bu konuşma kayıtlarının dökümünü bir kez daha paylaşmak istiyoruz :

http://aydinlikgazete.com/mansetler/36682-savas-baronlari-turkiyeye-8-fuze-attiririz-iste-o-ses-kaydi.html

Türkiye’de Twitter’i ve Youtube’u yasakladınız,
bir bölüm halk bu konuşmaları izleyemedi..  Ya dünya kamuouyu??
Dünya alem ve yurt dışındaki 5 milyona yakın yurttaşımız izledi, arşivledi..
Dünya aleme ülkemiz rezil edildi.. Dileriz Türkiye “Terörist ülke” ilan edilmez
ve Başbakan RTE de savaş suçlusu olarak Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmak istenmez..

Ülkemiz ekonomik – ticari – diplomatik – askeri.. ambargolarla yıkıma uğratılmaz, saygınlığı yıkılmaz!

AKP hükümeti, Türkiye ve Dünya kamuoyuna, Suriye halkı ve hükümetine doyurucu bir açıklama yaparak –zırva tevil götürmez ama!– apaçık özür dilemeli ve uluslararası hukuka bağlı kalacağına ilişkin güvence vermelidir. 2 müsteşar hemen görevden alınmalıdır. Gn. Kurmay 2. Başkanı da istifa et(tiril)meli, TSK da Türkiye kamuoyundan özür dilemelidir. İktidarın bu tür politik oyunlarına asla alet olmamalıdır. Eski Genel Kurmay Başkanı rahmetli Org. Necip Torumtay’ın, dönemin Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’a direnerek Irak’a kanlı serüven savaşını engellemesi örnek alınmalıdır. (Bkz. “Onurlu Komutan Necip Torumtay Paşa” başlıklı makalemiz. (30.8.2011,
http://www.odatv.com/n.php?n=onurlu-komutan-necip-torumtay-pasa-3008111200)

Türkiye, ATATÜRK‘ün kurduğu bir ülke olarak
YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ!” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmalıdır.

Türkiye, yine büyük komutan Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın şu uyarı ve öğüdünü de
aklından hiç ama hiç çıkarmadan uygulamalıdır :

  • Ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir!

Türkiye Cumhuriyeti asla bir “haydut devlet” değildir!

Mevcut yönetim, ne yazık ki ülkemiz için uluslararası toplum ve uluslararası hukuk katında böylesi tehlikeli bir izlenim doğurmaktadır. Bu yüz kızartıcı suçlamayı
masum Türk halkının ezici çoğunluğu hak etmemektedir. Sorun salt ülkemizin
içişleri olmaktan çıkmıştır. AKP hükümeti, Ortadoğu’da ciddi sıcak çatışmalara
yol açabilecek gelişmelere yol açabilecek kertede kumar oynayarak gözü kara politikalar sürdürmektedir. Kimsenin içişlerimize karışmasını istemeyiz ancak
bu sorunun, uluslararsı hukuk çerçevesinde salt Türkiye’nin iç işi olup olmadığını da
uluslararası kamuoyuna sormak isteriz..

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

“ARTIK SİZİ BEN BİLE KURTARAMAM”

Dostlar,

Görünen o ki, 30 Mart 2014 gece yarısı saat 23.37’de AKP gene % 40’ın üzerinde oyla Türkiye genelinde 1. parti. Önceki genel seçimlerde %38 oy almıştı.
Oylarını hemen hemen koruyor.. Bunca olumsuz olaya karşın !??

Bu tablonun irdelemesi uzun boylu yapılacaktır elbette..
Önce sonuçları kesin olarak görmeyi beklemek gerekir.

Elektrik kesilmeleri dahil, iktidar bu gibi tehlikeli yöntemlere asla başvurmadan sonuçları adil, saydam ve güvenilir biçimde ilan etme sorumluğu altındadır.
YSK tarihsel ve ağır bir sorumlukla yüzyüzedir.

Biz tam da bu kesitte, yaklaşık 50 yıl önce, seçimlerde zafer sarhoşluğuna kapılarak
bir dizi demokrasi dışı eyleme sürüklenen DP iktidarının kritik hatalarını anımsatmak ve AKP’lilerin dikkatini çekmek istiyoruz ..

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

“ARTIIK İZİ BEN BİLE KURTARAMAM 

(-Siyaset, ölülerden medet ummak işi değil, ülke sorunlarına çözüm bulma sanatıdır…)

portresijpg
Kemal Arı


Hemen anımsayalım.
Bu sözler kimin?

 

 

Kurtuluş Savaşı’nın en önemli isimlerinden, Batı Cephesi Komutanı; Lozan kahramanı, Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı; 2. Dünya Savaşı’na Türkiye’yi savaşa sokmama hünerini gösteren ve savaştan sonra da Türkiye’de
Tek Parti yönetimine son vererek, Demokrat Parti’nin kuruluşunun önünü açan
İsmet İnönü’nün…

Daha Atatürk’ün sağlığında bile, doğrudan Atatürk’e söz edemeyenler,
İsmet Paşa’yı hedeflerine alırlardı. Bu yazgı, Atatürk’ün ve hatta İsmet Paşa’nın ölümünden sonra da değişmedi. Giderek daha geniş bir biçim aldı:

Kim Türk Devrimi’ne ve onun getirdiği aydınlanma sürecine vurmak istiyorsa;
buyurun İsmet Paşa ortadaydı…

Sanki günah keçisi olmuş, bedeni ve varlığıyla devrimi simgeliyordu.
Sanki bu ülkenin çocuğu değil; ve sanki O, ülkesinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşmamıştı… Bayrağını başının üstünde tutmamış; büyük özverilere katlanmamış gibi görülüyor ve öyle anlatılıyordu…

Rıza Nur gibi kırıklar bile kimi çevrelerce göklere çıkarılırken;
O, değişik kesimlere bir türlü yaranamamıştı.

Saçma sapan suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı: Yok paradan puldan Atatürk’ün resimlerini kaldırmıştı; güya O’nun döneminde Kur’an yasaklanmış;
camilerin kapılarına kilit vurulmuş, kapısına jandarma dikilmişti…

Anlamadan, bilmeden, kulaktan dolma ön yargılardı bunlar…
Dinin gereklerini millet öğrenmesin diye düşünenler, koyu bir taassup içinde,
Kuran’ın çevirisine bile karşıydılar oysa…

Tanrı; “Beni anlayın” diyor, onlar Tanrı ile kul arasına duvar örmeyi
dindarlık sayıyorlardı.

İsmet Paşa yanlış yapmadı mı?
Her insan yanlış yapar.
O da yapmıştır elbet; tıpkı Menderes’in, Bayar’ın yaptığı gibi…
Ancak O’na bir “vatan haini” demeye getirmelerin anlaşılabilecek, vicdani bir yanı
var mıydı?
Hayır…
Ancak acı olan, tarihsel verilerin hamaset duygularında sıyrılıp yerli yerine konulamamasından ve farkında olarak ya da olmayarak siyasal duruşu
“tarafgir” bir noktaya koymaktı…

Günümüz siyasetçilerinin işi, ölüler üzerinden değil, ülkenin gerçek sorunları üzerinden siyaset yapmak; ülkenin içinde bulunduğu sorunlara çözüm üretebilmektir…

Ancak, vicdan terazisine vurduğunuz zaman; hem İsmet İnönü hem de O’nun
ezeli karşıtı gibi görülen Celal Bayar’dan biri değerli de öteki değersiz olabilir mi?

Biz gelelim O’nun ünlü sözüne:

  • “Sizi ben bile kurtaramam!”

Kime demişti bu sözü? Demokrat Parti’nin önde gelenlerine…
Çünkü Demokrat Parti, iktidarının sonlarına doğru o denli akıl almaz işlere yönelmişti ki; iş normal iktidar muhalefet ilişkisinin çok ötesine geçmiş; Anayasa’yı ihlal eden girişimlerde bulunulmuş; ülkede keskin bir ayırımcılık başlamıştı. Basına önemli sansürler getirilmişti. “Meclis Tahkikat Komisyonu” adıyla bir komisyon kurularak, demokrasinin vazgeçilmez özelliklerinden biri olan muhalefetin sesi kısılmaya çalışılmıştı.

Dünya görmüş, deneyimli; bu deneyimleri nedeniyle sezgileri yüksek bir kişilik olan İsmet Paşa, ülkenin bu gerilimli durumunu görüyor; son gelişmelerde yurttaşların “bizden olanlar ve olmayanlar”, “Vatan Cephesi’nden olanlar ve olmayanlar” diye ayırıma uğradığını görüyor; bu ayırımcılığın yaratacağı felaketi sezinleyerek
tarihsel uyarılarını yapmaktan geri kalmıyordu.

Bu noktaya nasıl gelinmişti?

Kimi anımsatmalarda bulunalım:
Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidar olarak, Tek Parti yönetimine son verdi.
Tek Parti’nin başında olan İsmet İnönü ise bütün samimiyetiyle Demokrat Parti’ye sorunsuz biçimde iktidarı bıraktı. Demokrat Parti zaman içinde devrimi, devrimin gerçekleştirdiklerini küçümseme, kamuoyunun önemli aktörleri olan üniversiteye ve basına baskılar yapmaya başlamıştı.

Bu arada güzel işler de oluyor; örneğin kırsal alan daha çok siyasetin içine çekiliyordu.
Ancak bu yapılırken, gereksiz ajitasyonlarla ülkede ikilik çıkarmaktan ve
geçmişe amansız ve acımasız eleştiriler getirmekten de geri kalınmıyordu.
1954 yılında bu durum, kimi özgürlükleri kısıtlayıcı bir nitelik aldı. Örneğin basın özgürlüğünün önüne kimi engeller konuldu. Hükümet, devlet tekelinde olan
radyo yayınlarına istediği gibi müdahale edebilecek yetkiler aldı. Bu olayların yanlışlığını savunan on kadar Demokrat Partili milletvekili partiden kovuldu.
Bu olayların demokratik bir tavır olmadığını savunan öğretim üyeleri üniversitelerdeki görevlerinden alınarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın emrine verildi.

İşler bununla kalsa iyi:

Örneğin, Kırşehir daha önce il yapılmışken, Demokrat Parti’yi yeterince desteklemediği için, yeniden ilçe yapıldı.

Necip Fazıl Kısakürek Demokrat Parti’den aldığı paralar karşılığında, Türk Devrimi’ni ve onun kazanımlarını kötülüyor; kalemini bir siyasal dava uğruna satarak kullanmasında iktidardan gereken desteği görüyordu.

Gazeteciler; iktidar yanlısı ve karşıtı olarak ayrılmışlar; karşıt görenler en küçük bir gerekçeyle tutuklanırken, yandaş olanlar suç da işleseler, kimi gerekçeler gösterilerek tutukluluk durumundan kurtuluyorlardı. Başta Metin Toker’in “Akis” i olmak üzere, azıcık eleştirel bir tutum içine giren basına akıl almaz baskılar uygulanıyor;
gezeteciler tutuklanıyor; yıllara varan hapis cezaları alıyor; hatta gazetenin
düzenli çıkmasını engellemek için gereken kağıt bile gazetelerden esirgeniyordu.

Hukuk Fakültesi’nin önemli öğretim üyelerinden Prof. Bülent Nuri Esen,
Demokrat Parti yönetimi için; “Demokrasi değil kakokrasidir” diyordu.

Demokrat Parti, ilerleyen yıllar içinde basına olan baskısını daha da artırdı.
1956 yılında yeni bir düzenleme yaparak muhalefetin iyice sesini kıstı.
Bu düzenleme ile birlikte, basın mensupları için ağır cezalar öngörülüyordu.

İş burada da kalmadı..

Vatan Cephesi’nin kurulması, üniversitelerde özgürlüklere vurulan zincirler dolayısıyla başlayan hareketler ortamı iyice gerdi. Giderek Demokrat Parti ordudan ve üniversitelerden gelecek hareketlerden çekinen bir noktaya geldi. Üstelik Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1957 seçimleriyle birlikte gittikçe artan bir ivmeyle oylarını çoğalttığını görünce, iyice vehime kapıldı. 18 Nisan 1960 günü çıkarılan bir yasa ile Meclis Tahkikat Encümeni kuruldu. Bu yasa ve ilgili encümen çalışmaları ile, Mecliste olan biten şeylerin bile kamuoyuna sızdırılması yasaklar kapsamına alınıyordu.

Meclis görüşmeleri ile ilgili haber yapılamayacaktı. Bu kararın çıkmasından önce,
bütün deneyimleriyle İsmet Paşa Demokrat Parti sıralarına bakarak, şunları söylemişti:

  • “Artık sizi ben bile kurtaramam..:”

Gerçekten de bu ölümcül düzenleme sonucunda, İsmet Paşa’nın bu sözlerine
yer veren Ulus gazetesi sabaha karşı basıldı. Basılan gazete nüshalarına el konuldu. Örneğin, artık bu karardan sonra gazeteler Türkiye’deki öğrenci hareketlerinden değil de Kore’deki öğrenci hareketlerini haber olarak verebiliyordu.

Yasakçı bir zihniyet, basın özgürlüğünün önüne ağır bir taş gibi oturmuştu.
Yasakçılık; yasaklama ve sansür…
Gerçekleri perdelemek, olanı olduğundan farklı gösterme uğraşısı…
Siyaset dünyasının en acımasız aktörü, sansür ve yasaklamalardır.
Çünkü bu tavır toplumsal muhalefeti artırır, kuşkuları daha da büyütür ve
hiç beklenmedik kimi etkenler devreye girerek; yasakçının dünyasını alt üst eder…

Tarih, geçmişin birikiminden yararlanabileceğimiz en büyük hazinedir…
Ne demişti İsmet Paşa, yeniden anımsayalım:

“Artık sizi ben bile kurtaramam!”

İSTİKLAL MARŞI ve MEHMET AKİF HAKKINDA VATAN TÜRKÜSÜ


İSTİKLAL MARŞI ve MEHMET AKİF HAKKINDA
VATAN TÜRKÜSÜ 

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

Türkiye’nin yoğun gündemi nedeniyle İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin 93. yılı gölgede kaldı. Bu marş hakkında bazı ana noktaları sıralayacağım.

1.       “Vatan Türküsü” sözü, millî marş yarışmasını duyuran Hâkimiyeti Milliye gazetesinin 5 Ocak 1921 tarihli haberinde kullandığı çok yerinde bir ifadedir. Gazete bu marşın hece vezniyle yazılmasını ve “okuma yazma bilmeyen köylü kadın ve çocuklara varıncaya kadar bütün milletin dilinde çağrılmasını” önermekteydi. Bu dilek gerçekleşememiştir. Yarışmaya katılan marş sözleri arasında hece vezniyle yazılanlar değil, aruz vezniyle yazılan İstiklal Marşı kabul edilmiş, bestesinden ötürü de herkes tarafından terennüm edilen bir marş olamamıştır. Buna rağmen İstiklal Marşı’nın coşturamadığı Türk yok gibidir.

2.       Her millî marşın bir de özgün adı vardır. Türk millî marşının özgün adı İstiklal Marşı’dır. Marşın TBMM’nde kabul edildiği 1921 yılına kadar Avrupa ve Amerika ülkelerinin, Japonya’nın milli marşları vardı.  İstiklal Marşı, kabul tarihi belli olan 132 marştan ilk 30’a girmektedir ki bu durum Türkiye’nin Asya ve Afrika ülkelerinden daha önce millî devletine kavuşmasıyla ilgilidir.

3.       Millî marşlar, toplumların milletleşme ve bağımsızlışma mücadeleleri sırasında ortaya çıkmıştır. İlk millî marş olan ve “Tanrı Kralı korusun” diye başlayan İngiliz Millî Marşı (1749) İngilizlerin Fransızlarla savaşı nedeniyle İngiliz yurtseverliğinin ürünüdür. Fransızların Millî Marşı olan Marseyyez (1792), Fransa’da savaşın devrimle birleştiği günlerin anısını taşır. Amerikan millî marşı da (1814) Amerikalıların İngilizlere karşı verdiği ikinci bağımsız savaşı sırasında yazılmıştır. Onun özgün adı “Çok Yıldızlı Bayrak”tır. Hemen bütün millî marşlar İstiklal Marşı’nda ifadesini bulan bağımsızlık ve yurtseverlik duygularını taşırlar. Örneğin Mısır Millî Marşı, “Memleketim, memleketim, memleketim. Sevgim ve kalbim senin içindir” diye başlar.

4.       Türklerde daha önce geleneksel olarak söylenen Cezayir Marşı, İkinci Meşrutiyet’ten sonra bestelenen “Neşidei Zafer Marşı” ya da padişah adına bir yabancıya bestelettirilen
“Sultan Mecit Marşı” gibi marşları vardı ancak bunların hiçbiri İstiklal Marşı’nın yarattığı heyecanı yaratamadı ve millete
mal olamadı.

5.       İstiklal Marşı, 1920 yılı yazında düzenli ordunun Yunan saldırısı ve isyancılar karşısında direniş gösterememesi üzerine onu cesaretlendirmek için yazılmıştır. “Kahraman Ordumuza” ithaf edilmesi ve “Korkma!” diye başlaması bu yüzdendir.
Marş için sipariş ve yarışma 12 Mart 1921 tarihli Meclis kararıyla sonuçlanmıştır ki, bu aynı zamanda düzenli ordunun kurulmaya başlandığı Birinci İnönü ve İkinci İnönü savaşları dönemidir.

6.       İstiklal Marşı’nı Fransız İhtilali‘nin etkisinde olan ve
Türk Kurtuluş Savaşı’nı Fransız ihtilaline benzeten subaylar, özellikle Genelkurmay Başkanı (daha sonra Batı Cephesi Komutanı) İsmet Bey tarafından düşünüldüğü ve marş yarışması için Maarif vekâleti’nin görevlendirildiği anlaşılmaktadır.

7.       Marş’ın yarışmaya katılan güftelerin bir yana bırakılarak Mehmet Akif Ersoy’a Hamdullah Suphi tarafından bir mektupla sipariş edilmesi, savaş sırasında Ankara’da oluşan millî birlik ruhunun bir eseridir. İslamcı Mehmet Akif’i ve onun çıkardığı Sebilürreşat dergisini halkı millî direnişe ikna etmek, böylece Halife-Padişahın Kuvayı Milliye’ye karşı kullanmaya kalkıştığı İslamiyet’i onun elinden almak için Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa çağırmıştır. Marş yazımıyla ilgilenen İlk Maraif Vekili
Dr. Rıza Nur ve yerine gelen Hamdullah Suphi ise Türkçüdür. Fakat o dönemde bütün yurtseverler birbirlerine muhtaçtır. İşgacilerle onların işbirlikçileri bir tarafta; İslamcısı, Türkçüsü, İttihatçısı, Komünisti bütün yurtseverler öte taraftadır.  Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yabancı işgali görmediği için bu millî birlik ruhu bir daha oluşamamıştır.
Fakat İstiklal Marşı, herkesin marşı olarak kalabilmiştir.

8.       İstiklal Marşı, bunun seçimi için oluşturulmuş bir kurul varken, Bakan ve etkileyici bir hatip olan Hamdullah Suphi’nin tercihi ve çabasıyla Meclis’te kabul edilmiş, o sırada bu seçim usulü ve marşın sözleri bazı itirazlara neden olmuşsa da daha sonra bunun üzerinde durulmamıştır.  

9.       İstiklal Marşı, coşkun bir istiklal aşkını, vatan sevgisini, emperyalisit karşıtlığını ifade etmektedir. Mehmet Akif,
Balkan Savaşı’ndan beri yazdığı manzumelerde ve camilerde verdiği vaazlarda bu duygularını dile getirmiş bulunuyordu. İstiklal Marşı onun duygularının toplamı ve doruğudur.

10.   İstiklal Marşı’nda geçen “ırk” sözcüğü, bugünkü anlamda bir ırk değildir. Akif de zaten ırkçılığa, hatta milliyetçiliğe karşı olan bir yurtseverdir. Buradaki ırk sözcüğü “Müslüman millet”  karşılığı olarak kullanılmıştır. Öyle olmasaydı bile, böyle tarihi metinlerdeki bazı sözleri yadırgamak doğru olmazdı.

11.   Marş için yapılan beste yarışması sonuçlanamamış, 1930’a kadar birkaç beste çalınmış fakat Zeki Öngör’ün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefi olması nedeniyle bir genelge ile tek beste olarak kabul edilmiştir.

istiklal_marsi

12.   1923’ten sonra kurulan yeni rejimin İslamcılığından ötürü Mehmet’le uzlaşması mümkün değildi. 1925’te Takriri Sükûn Kanunu’nun çıkmasından sonra yakın arkadaşı ve Sebilürreşat’ın mesul müdürü Eşref Edip, öbür gazetecilerle birlikte tutuklanmıştı.
O da tutuklanmaktan çekinerek Mısır’a gitmiş ve 1936’ya dek orada gönüllü bir sürgün yaşamı yaşamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kendisinden istenen Kur’an çevirisini de tamamlamamıştır. Devlet cenazesine sahip çıkmamıştır!

13.   1924’ten sonra marşın Avrupa’yı kötülediği ve İçinde dini ögeler bulunduğu gerekçesiyle zaman zaman yeni bir marş yazılması yolunda girişimlerde bulunulmuş, marş hakkında tartışmalar yapılmıştır.  Böyle yeni bir Marş, İstiklal Marşı’nın taşıdığı doğallığı ve coşkuyu yaratamazdı. Bu nedenle girişimler sonuçsuz kalmıştır. 

14.   Kabul edildiğinden beri geçen 93 yıl içinde marş için en yaygın tartışma, 1979’da ODTÜ’de bir grup öğrencinin marş söylenirken ayağa kalkmaması ve Enternasyonal’i söylemesi nedeniyle yaşanmıştır. Aynı günlerde Milli Selamet Partisinin Konya mitinginde mitingciler, Marş söylenirken oturarak protestoda bulunmuşlardır. Yukarıda kapağını gördüğünüz kitap, bu gelişmeler üzerine yazılan “Mehmet Akif ve İstiklal Marşı” adlı bir makaleyi (Türkiye Gerçeği, Ekim 1979) yeni araştırmalarla zenginleştirilerek 1984’te Öğretmen Dünyası tarafından olarak yayımlanmıştı. Kültür Bakanlığı tarafından iki kez basıldı. Son baskısı geçen yıl Etimesgut Belediyesi tarafından yapılarak Öğretmenler Günü’nde öğretmenlere armağan edildi.

15.   İstiklal Marşı’na yapılan en büyük kötülük, 1980 Askeri rejiminin
onu cezaevlerinde tutuklulara zorla ezberletmesi ve ezberleyemeyenlere işkence yapmasıdır. Zaman zaman bir zorbalık ve istismar aracı olarak kullanılan Bayrak, Atatürk gibi kavramların başına gelen İstiklal Marşı’nın da başına gelmektedir. İstiklal Marşı, dışarıya bağımlılığın, sömürü,  soygun zulüm rejiminin değil, ulusal bağımsızlığın yurt sevgisinin ve
ulusal birliğin simgesi olabilir. Okuyanlarda ve dinleyenlerde bu duyguları yaratıyorsa yazılışındaki amacına uygunbir görev üstlenmiş olur.
(13 Mart 2014)

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

ATA ile

 

 

 

 

 

 
Dostlar,

Soner Yalçın, inanılmaz gazetecilik örnekleri veriyor.
Uğur Mumcu yaşasa ve Soner Yalçın’ın yazılarını okusaydı çok gönenirdi; çaldığı mayanın “araştırmacı gazetecilik” tuttuğunu görmekten çok mutlu olurdu.

Başbakan R.T. Erdoğan, 31 Mart 2014 yerel seçimlerinde yitirme korkusu ile her türlü ölçüyü elden kaçırmış gözüküyor. Atatürk’ün kadim dostu – dava ve silah arkadaşı, yoldaşı, 1. ve 2. İnönü Savaşlarının kahramanı, Batı Cephesi Komutanı, Mudanya Kahramanı, Lozan Kahramanı, yıllarca Başbakan, 2. Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ‘ye dil uzatacak ölçüde kendinden geçmiş durumda..

Soner Yalçın, aşağıdaki yazı ile, büyük bir incelikle R.T. Erdoğan’a hak ettiği yanıtı veriyor. Bir kez daha bravo İsmet İNÖNÜ’ye ve Soner Yalçın’a; bir kez daha yazıklar olsun Başbakan R. T. Erdoğan‘a…

Sevgi ve saygı ile.
10 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

portresi_kasketli


Soner YALÇIN

SÖZCÜ, 9.3.14

Yine bir seçim… Yine Erdoğan, İnönü düşmanlığı yapıyor: “Bakınız, aradık sorduk, diktatörü bulduk.
Ey CHP senin içinde. Kim? İnönü.”

AKP’liler İnönü’yü “faşist” gösteren afişler asıyor.
Erdoğan’ı hiç önemsemiyorum. O pankartı asan AKP’li gençler İnönü’yü tanıyor mu? Onlara İnönü’yü hiç anlatmadık. Hayır, Kurtuluş Savaşı kahramanlığından bahsetmeyeceğim. İnsan İnönü’yü, devlet adamı İnönü’yü yazacağım.
Gölgede kalmış bir kahramanın öyküsünü yazacağım..

Öğrenme meraklısı…

Cumhurbaşkanlığı döneminde fizik ve kimyaya merak sarıyor; fizik öğretmeni
Prof. Hayri Dener ve kimya öğretmeni Prof. Avni Refik Bekman’dan ders alıyor. Çankaya Köşkü’ndeki bir odayı laboratuvar haline getiriyor; Prof. Berkman’ın gözetiminde kimya deneyleri yapıyor. Nobel ödüllü Prof. Heisenberg‘in
fizik seminerine katılıyor.

Sonra motora merak sarıyor; önce şoföründen sonra mühendis general
İhsan Aksoley’den öğreniyor. Hiç bitmiyor merakı; yeni gelişen piller hakkında da,
hidrojen bombası hakkında da bilgi topluyor.
İsmet İNÖNÜ Fransızca biliyor; İngilizce ders alıyor.
Genellikle İngilizce kitap okuyor. Goethe ve Gogol‘a bayılıyor.
Felsefe terimlerini öğrenmeye çalışıyor.
Sanat sergilerine gidiyor; eleştirilerini kendi özel defterine not ediyor.
Mevhibe Hanım‘a 13 Nisan 1916’da evlendiğinde düğün hediyesi olarak piyano alıyor.
50 yaşında viyolonsel çalmak istiyor. İlk dersini, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer‘den alıyor. İkinci öğretmeni ise
Hitler Almanya’sından kaçan ve Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini atan
David Zirkin oluyor.
Sevdiği opera Aida.
Safiye Ayla’yı da dinlemekten hoşlanıyor.
Sinemaya ve tiyatroya gidiyor.
Maskeli baloya bile katılıyor…

“Seçimi neden kaybettik”

Ailesine çok düşkün. Anne babası ve akrabalarıyla iftar yapmayı seviyor.
Oruç tutuyor. Sıcak yaz aylarında herkes oruç tutmakta zorlanırken, “kuş gibi geçiyor” sözünü kullanıyor. Gençliğinde 5 vakit namaz kılıyor.
Her dini bayram ve cumhuriyet bayramında CHP’ye gidiyor, partililerle ve halkla bayramlaşıyor.
Malatya’ya her uğradığında mutlaka babasının mezarını ziyaret ediyor.
Mustafa Kemal’den “Gazi” ya da “Paşa”; 1934’ten sonra ise “Atatürk” diye bahsediyor.
Halide Edip’i “komutanları birbirine düşürüyor” diye pek sevmiyor.
Kazım Karabekir gibi yakın dostlarının ölümünde içinin çok yandığını yazıyor; cenazelerine mutlaka katılıyor.

Sevdiklerine “terbiyeli adam” sevmediklerine “fena adam” diyor.
Muhalefette iken hep polis takibine alınıyor; yetmiyor Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Uşak’ta, İstanbul’da polis gözetiminde saldırıya uğruyor; yaralanıyor ama ağzından bir tek kötü söz çıkmıyor.

Adnan Menderes’in idamını durdurabilmek için Berrin Menderes ile Polatkan’ın kardeşleriyle görüşüyor; birlikte hareket ediyorlar ama kurtaramıyorlar.
İnönü Denizler‘i de darağacından alamıyor; kahroluyor.

Siyasette düşmanlığa karşı; siyasi nezakete önem veriyor.
Yıllar sonra cezaevinden çıkan Celal Bayar‘ı ziyarete gidiyor:

“28 Haziran 1969. Celal Bey’in evindeyiz. Hanım, Özden, ben, Ali İhsan (Gögüş).
Onlar Celal Bey, Nilüfer Hanım, Turhan Dilligil. 1 saat kaldık. İyi konuştuk. Ayrılırken odada O’nun teşebbüsü ile öpüştük. Resmi ziyaret faslı bitti. Bundan sonra normal münasebet devri başladı dedik. Memnun ayrıldım.”

14 Mayıs 1950 seçimini kaybedince oğlu Erdal’a yazdığı mektupta şöyle diyor:

“Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletin hem masum, hem tabii bir arzularıdır.” (22 Mayıs 1950)
Hitler’den hoşlanmıyor; Stalin’e mesafeli. İngilizler’e yakın.

Ne Burak ne de Bilal

Her fırsatta Anadolu’yu dolaşıyor; sorunları özel defterine not alıyor.
Ülke sorunları nedeniyle uyuyamıyor.
Ülkesinin harcadığı bir kuruşu bile defterine yazıyor.
En büyük kâbusu bütçenin denkleşmemesi!
Yağmur yağdığında topraktaki ürünler için bayram ediyor.
Gazi madalyasını kaybedince çok üzülüyor; bulunca çok seviniyor.
Halkevleri’ne büyük önem veriyor; Köy Enstitüleri’ni sık ziyaret ediyor.
Kızların okula gitmesi için uğraş veriyor. Orta öğrenim projesini okuyor; müfredatla ilgili toplantılara katılıyor. Dahi çocukları ortaya çıkarmaya çabalıyor.
Çocuklarını devlet okulunda okutuyor; onlarla Cebir dersi çalışıyor.
Ders notlarını özel defterine yazıyor. “Ömer’in imtihanı başladı…
Ömer’in kimya imtihanı iyi… Ömer’in analitikten imtihanı iyi geçmedi, üzüldük…”

Oğlu Erdal’ın okul saatlerini yazıyor; “8.30 gelme saati… 11.40 öğle paydos saati… 13.40 öğleden sonra gelme… 15.10 paydos… “
Ömer İTÜ’de, Erdal ODTÜ’de öğretim üyesi oluyor.

Mevhibe Hanım ile pastahaneye gitmekten keyif alıyor.
Evlilik yıldönümlerinde eşiyle baş başa yemek yemeye özen gösteriyor.
Eşinin doğum günü 22 Eylül‘ü unutmuyor. Çocuklarının evlilik ve doğum günlerini
birlikte kutlamaktan keyif alıyor. Hediye vermeyi seviyor. Yabancı konuklardan hediye olarak sadece kitap kabul ediyor.

Eşiyle bezik; arkadaşlarıyla briç; ve oğullarıyla bilardo oynamaktan hoşlanıyor.
Babasının küçük yaşta öğrettiği satranca tutkun. Almanya’da çıkan satranç dergisine abone. Satrançta en büyük rakibi Başbakan Şükrü Saraçoğlu… II. Dünya Savaşı gecelerinde sürekli oynayıp gelişmeleri takip ediyorlar. Kimbilir belki de bu strateji oyunu sayesinde Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmama başarısı gösteriyorlar.

ABD’nin dış politika konularına ağırlık veren ünlü Foreign Affairs adlı strateji dergisini okuyor.
Votka seviyor
İçki içiyor. Ama dayanıksız; not defterine şöyle yazıyor: “Gece çok içtim bozuldum.” Votka seviyor.
Tenis oynuyor.
Atlara özel merakı var; her fırsatta biniyor; at yarışlarına gidiyor.
Yüzmeyi (deniz banyosu diyor) her yaz yapıyor.
Futbol maçı seyrediyor; yorumda bulunuyor.
Golf kulübüne gidiyor.
Sağlığına çok dikkat etmesine karşın genellikle hastalanıyor.
Kilo almamak için hep rejim yapıyor. Tartılıyor; 70-75 kilo aralığında.
Yaşamının son döneminde 58 kiloya kadar düşüyor. İstese de artık kilo alamıyor.
Sık sık kan tahlileri yaptırıyor. Aldığı ilaçları defterine yazıyor; Sedo-corodil, Cardiographie, Ürodonal, İnsülin, Glucophyline, Neo antergan…
Kolesterol 212 ile 294 arasında değişiyor; 1965 yılında 322’ye çıkıyor.
Şekerini, tansiyonunu hep defterine not ediyor.
60 yaşında sağlık için düzenli yürüyüşe başlıyor.
7 Ağustos 1929’da sigarayı bırakıyor. Fakat her seferinde tekrar başlıyor;
tekrar bırakıyor, tekrar başlıyor.
1928’den sonra Alfabe Devrimi’ne uyarak notlarını Latin harfleriyle yazıyor.
İşte…

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aydınlanmanın ortaya çıkardığı bir devlet adamı portresi…

Vasatlığı, değersizliği, kalitesizliği yüceltiyorsanız; ağalara, şeyhlere, köleliğe boyun eğiyorsanız, bilime değil hurafeye inanıyorsanız; yani zihinsel bir çürüme yaşıyorsanız; İsmet İnönü’yü anlamamanız normal be kardeşim

Bu da İnönü’nün çıkını

İsmet İnönü, 1919-1973 yılları arasında parasal hesaplarını özel defterine yazıyor.
“14 Ocak 1919, Bu gece babamda idim. Batum işinden ziyan etmişler. Bin lira kadar. Pek üzgündü.”
“15 Nisan 1919, Babam ile Şehzadebaşı’ndaki dükkanları gördüm. Bankaya gittim. Mevhibe’nin parasını saydım. (535 lira 90 kuruş.) Benim param bin yüz lira.
“22 Mayıs 1919, (Kardeşim) Hayri’ye elbiselik aldık. 12 çorap aldık. Valideye elli lira verdim.

Başbakanlığı döneminde bile değişmiyor ailesinin masraflarını defterine yazıyor:
“3 Eylül 1927; 200 elbise, 170 oto, 50 Abdurrahman, 250 Fikret’e verildi, 150 bilet,
350 Hayri’nin mektebi için Hüseyin Bey’e, 65 yeni sayyat, 150 Fikret’e, 20 Komisere,
5 hizmetliye, 5 İrfan’a, 10 Hüsamettin’e, 15 Hatçe’ye, 25 Seniha’ya, 20 Hayri’ye,
50 anneme.”
İsrafa çok karşı; özel defterine; “kadınların israfı her şeyde var” diye sitem ediyor.
“10 Temmuz 1929, Gece hanımın hiddeti. Hanıma ev masrafı olarak 1.550 lira teslim ettim.”

Yıl 1949. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı…

Erdal İnönü Amerika’dan gönderdiği mektubunda, annesine iki kürk beğendiğini;
birinin fiyatının 1000 $, öbürünün ise 600 $ olduğunu yazıyor.
27 Şubat 1949 tarihli mektubunda İsmet İnönü oğluna şu yanıtı veriyor:
“Kürk hikayesini okudum. Olacak şey değil. O kadar doları bulamayız.
Hemen sözünü geri al. Senin bu kadarcık ihtiyat paran için üç senedir uğraşıyoruz. Hulasa olacak iş değil.”

Evinde kullandığı sobanın siparişini kendi veren bir devlet adamı.
Ev tamirinin giderini bile defterine not eden bir parti lideri:
“25 Eylül 1959, 150 usta: 6 gün duvarcı+25, 60 sıvacı: 3 gün+20, 125 amele:
17 gün+12.5 ve 87.5 tenekeci: 3 gün. Toplam: 422.5”
Borçlanmayı hiç sevmiyor:

“25 Temmuz 1955, Avni Doğan’a 50 lira verdim. Eski borcu olduğunu söylemiş.”
“25 Ekim 1929, Borçlarım: 900 duvardan bulgura, 335 Nazmi’ye, 1.600 kok,
250 tahmini odun-kömür, 200 dişçi.”

“31 Temmuz 1966, Sabahattin’in aylığını verdim. Aylığı 500 lira. Temmuz 12’de gelmiş. 307 hesap ettik. 150 borç vermiştik. 157 borcu verdim. (200 lira verdim, masrafın oldu dedim.)”

Şu zarifliğe bakar mısınız, fazla verdiği parayı bile yazarken parantez içinde belirtiyor, ayıp olmasın diye!
Borcu gibi alacağı konusunda da titiz olduğu görülüyor:
“Osm. Bank. Erdal kömür ve borç 1700, Ziraat aylık: 1.500, İş Bankası borç sigorta 950, Emekli bono 600, Osm. Ömer’e havale doğum borcu: 1.000”
Hırsız bürokratları defterine kaydediyor: “Torbalı Kaymakamı hırsız.
Beyazıt Valisi hırsız. Defterdar da hırsız. Mersin Valisi hırsız…”
Bir kuruşun hesabını soruyor. Vergisini hiç aksatmıyor. Hatta oğluna borç veriyor:

“30 Haziran 1961, İş Bankası Cebeci Şubesi 1360 Erdal’a vergi için.”
Erdal İnönü’nün evlilik gideri bakın İsmet İnönü’nün defterinde nasıl yer alıyor:

“6 Ekim 1957. Hesap hülasası:
7.000 Nişan yüzükleri, 23.500 yüz görümlüğü, 12.500 küpe, 2.250 nikah şekeri,
20.000 düğün, 2.200 gömlekler, 750 fotoğraf ve saire
Toplam: 68.200.
10.000 evvelce verdim, kaldı 58.200.
13.500 nakit borç, oldu 71.700.
38.700 mahsup, 33.000 kalan, 300 Hanım, 1000 Ömer için
38.700.
40.000 çek.”
Anlaşılan düğün giderleri İnönü’nün bütçesini zorluyor. Çünkü…
“2 Eylül 1954: Emekli aylık: 5.227; 3 Aylık 15.681; Damga pulu: 62.72
Toplam: 15.618.28”

*****

Uzatmaya gerek yok; iki hafta önce Erdoğan’ın 20 yıllık çıkınını yazdım.
Sonra telefon tapeleri ortaya döküldü.
İnönü ve Erdoğan’ı karşılaştırın bakalım!
Sözün bittiği yer tam burası değil mi?

Damat üzüntüsü torun sevinci

İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker Akis dergisinde yazdıklarından dolayı DP döneminde hapse atıldı. CHP lideri İsmet İnönü, damadını ziyaret için
Ulucanlar Cezaevi’ne gitti. Görüştürmediler. Bir not yazıp damadına gönderdi:
“Tarih 11.2.1957
Metin evladım,
Görmek için geldim. Göremedim. Yarın gene gelirim. Acele ihtiyacın neyedir? Nasılsın? Metanetine güvenirim şerefli evladım. İ. İnönü.”
Bu pusulanın ardına Metin Toker şöyle yazdı:
“En ufak bir üzüntüm yok. Üzülürüm, benim için üzülürseniz. Burada iyi bir koğuşa verdiler. Şinasi ile beraberim. Özden size emanet. İnanın ki rahatım da yerinde.
Bir tek ricam var: kimseye benimle alakalı bir kelime konuşmayın ve ne olur;
ne baskı yapın ne baskı kabul edin. Ellerinizden öperim. Metin.”

23 gün sonra…
Eşi cezaevinde iken Özden Toker erken doğum yapıyor; Gülsün (Toker) Bilgehan dünyaya geliyor!
Dedesi defterine not alıyor:
“25.2.1957, Pazartesi saat 4.50
Kilo 3, boy 50 santim.
Doğum evi Zekai Tahir.”
Bir tek cümle kin, intikam yok defterde…
Tek yazdığı kızı Özden ile birlikte damadını sık sık ziyarete gittiği.
Adalet için şunu diyecektir:
Tarih: 22 Ocak 1957

“Adalete siyaset karışmaması için çalıştım. İnkılapların en şiddetli devirlerinde dahi karışmadık. Eski hakimlerin kanaati: Saltanat devri dahil hakimlere bu günkü tesir
hiçbir devirde görülmemiştir.”

İsmet Paşa bir de bu günleri görseydi; ne derdi acaba?

Eminim ki, “boyun eğmeyin” derdi!..

Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi


Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi

portresi fotoso_Ata_ile

 

  

 

 

 

Dr. Reşit Galip:

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca
    Türkçe Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”

İlköğretim okullarında okutulan yeminin (Andımız)  kaldırılması, andı yazan ve okullarda okutulmasını sağlayan Dr.Reşit Galip’i gündemin tartışma konularından biri durumuna getirdi.

Dr. Reşit Galip kimdir?

Rodos’ta dünyaya gelen Reşit Galip ilköğrenimini özel dersler alarak tamamlamış bir süre de  Alliance lsraelite’ devam etmişti. Rodos ve İzmir idadisini bitirdikten sonra
1911’de Askeri Tıbbiyeye girmişti. Daha lise yıllarında aktif bir öğrenci olan Reşit Galip, Meşrutiyet döneminde Ferday-ı Temmuz, Tıbbiye’de de Hakikat adında bir gazete ile Sivrisinek adında bir karikatür dergisi yayımlamıştı. Tıbbiyede Türk Ocaklarının bir şubesini açan Galip, aynı zamanda Ocak örgütlerinin müfettişliğini üstlenmişti.

2. Balkan savaşında ve I. Dünya savaşında gönüllü asker olarak görev almıştı.
Bu nedenlerle Tıbbiyeyi ancak 1917’de bitirmişti. Mondros Ateşkesi’ nden sonra işgallere karşı İstanbul mitinglerine katılan Reşit Galip, Damat Ferit hükümetine karşı kaleme aldığı bildiriyi polis müdürlüğünün kapısına yapıştıracak ölçüde de gözü karaydı.
Sakarya Savaşı‘ndan sonra Ankara’da Hıfzıssıhha dairesi yardımcılığına getirilen
Reşit Galip, Lozan Antlaşması üzerine kurulan Nüfus Değişimi (Mübadele) Kurulunda da görev almıştı.

Reşit Galip’in yaşamındaki dönüm noktası ve Türk siyasetinde yer etmeye başlaması ise Mustafa Kemal’in Mersin ziyaretinde oldu. 17 Mart 1923’te Mustafa Kemal Mersin’e geldiğinde Millet Bahçesinde düzenlenen toplantıda Reşit Galip’in şu sözleri
Atatürk’ün gözüne girmesine ve takdirini kazanmasına neden olacaktı.

  • “Sizin karşınızda, zaferlerinizden bahsetmeye gerek var mı? Grönland’daki Eskimolardan Afrika’nın yanık ve kızgın çölleri ortasında, sam yellerinden haber uman zencilere dek herkes öğrendi.. ”
  • “Sen bu milletin yalnız müncisi, yalnız bir halaskarı (kurtarıcısı) ve
    yalnız bir kahramanı değilsin; sen bunlardan daha çok büyüksün;
    sen bu milletin bir ferdisin. Senin en birinci büyüklüğün bu milletin
    bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.”

Bu konuşmasıyla Mustafa Kemal’in dikkatini çeken Reşit Galip, yaklaşık iki yıl sonra Aydın milletvekilliği görevine getirildi ve TBMM’de görev aldı. 1930’da Türk Tarihi Heyeti’ne seçilen Dr. Galip, yine o tarihlerde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na Atatürk’ün isteğiyle katıldı. Atatürk’ün 1930 Kasımından 1931 Martına dek süren
yurtiçi gezisine katılan Galip,Türk Ocaklarının kapatılıp yerine kurulan
Halk Evlerinin oluşumu
nda da  görev aldı.

Türkçe’nin arılaştırılması ve özüne dönmesi gerektiğini savunan Galip’in yaşamında Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında yaşadığı tartışma bir dönüm noktası oldu. Atatürk’e öğretmenlik de yapmış olan Maarif Vekili  Esat Sagay’ı eleştirmesi, Çankaya ile olan ilişkilerinde bunalıma neden oldu. Sofra’daki tartışmanın konusu
kız öğrencilerin giysileriydi. Esat Bey’in, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu giymelerini uygun görmediğini” belirtmesi ve bir genelge yayımlayıp daha kapalı giymelerini isteyeceğini söylemesi üzerine Reşit Galip, bunun bir gericilik olduğu biçiminde yanıt verdi. Sofrada gerginliğin sürmesini istemeyen ve bu durumdan
hoşnut kalmayan Atatürk, bu konunun daha sonra konuşulmasını isteyecekti.
Ancak Reşit Galip, ‘bu Sofra’da Devrimleri zedeleyecek icraattan söz edilmesi küstahlıktır!’ diyerek ortamı daha da geren bir çıkış yaptı.

Bunun karşısında Atatürk kendisini, “Yorgun görünüyorsunuz, gidip istirahat edebilirsiniz!” diye uyardı. Ancak O daha da alevlenerek “Burası milletin Sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum, kalkmam.” diye Atatürk’le dikleşecekti. Bu durum karşısında Atatürk, “O halde biz kalkalım, masayı Beyefendiye bırakalım!” diyerek odasına çekilmişti. Öbür konukların da kalkmasıyla tek başına kalan Reşit Galip, o gece bir koltukta sabahlamıştı. Çankaya Sofrası’nda bulunanlardan
Vasfi Zorlu’nun deyişiyle Reşit Galip ‘evin şımarık çocuğu’ydu ve “her şeyi söyler, yine de Atatürk O’nu hoşgörürdü”. Gerçekten de öyle oldu, Sofra’da yaşanan
bu çatışmadan bir yıl geçmeden, Reşit Galip Maarif Vekilliğine atandı.

Andımız

Maarif Vekilliğine getirilen Reşit Galip’in günümüze dek uzanan “And” uygulaması da 1933’te başladı. Cumhuriyetin 10. yılında 23 Nisan 1923’te kendi yazdığı Andı
çocuklara okutan Dr. Galip, bir genelgeyle andın bütün okullarda okutulmasını sağladı. Dr. Galip’in yazdığı Andın ilk durumu şöyleydi:

  • Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!”

     Dr. Reşit Galip, tapınç (ibadet) dilinin Türkçeleştirilmesinde de önemli
rol oynamıştı.
1931 Ramazan’ında Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayında tapınç dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Mustafa Kemal’in yanında olan ve O’nunla birlikte son düzenlemeler yapan kişiydi. Mustafa Kemal ile Dr. Reşit Galip çalışmaların sonucunda şu kararları aldılar:

– Müslümanlığın bir Türk dini olduğunun ispatlanması.
– Dinde ibadetin “Allah ile kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezinin yayınlaştırılması.
– Kul, Tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemeli.
Bunun ancak anadil ile olanaklı olduğu inancının oluşturulması.
– Bu fikirler yaygınlaştırıldıktan sonra, duaların Türkçeleştirilmesi için iş bölümü yapılması.

29 Ocak 1932’de Sultanahmet Camisi’nde Türkçe Kuran okunması kararlaştırıldığında, İstanbul’un ünlü hafızları Dolmabahçe Sarayı’na davet edildi.
9 kişiden oluşan kurulu karşılayan Reşit Galip’ti. Galip hafızlara; 

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”
     diyecekti.

Kaynaklar
Prof. Dr. Şerafettin Turan; Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları.
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün; Türkçe Ezan

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1380-dr-resit-galip, 5.3.14

Atatürk’ten Polise Uyarı…

Atatürk’ten Polise Uyarı… 

Ata'dan_Polise_5.3.14

Atatürk : Yaklaş evlat bir çift sözüm var.
Polis…..: Buyur Paşam.
Atatürk : Sizin bu halka yaptığınızı, zamanında Yunanlar yapmadı.
Polis…..: Ama bunlar çapulçu, vatan haini Paşam.
Atatürk : Aynılarını benim için de Vahdettin söylemişti…

 *VATAN AŞKI MAYA GİBİDİR;
SÜTÜ BOZUK OLANLARDA TUTMAZ!*

Hıncal Uluç : Beş Lira

Beş Lira

portresi_askeri_casusluk..
Hıncal Uluç  

Muhlis Sabahattin İstanbul’da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930’lar.. Carmen‘i oynuyorlar..
Turneye çıkmışlar.. Trenle.. İzmit.. 

Ful çekmişler.. Oradan Adapazarı.. 

Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş.. Eskişehir tam felaket.. Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar.. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar iyi mi?. Beş lira gerek. Beş lira da önemli para ha.. Babam anlatırdı.. Bebek Belediye’de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler.. 

Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor.. 
Atatürk Ankara’dan trene binmiş Eskişehir’e geliyor..

Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış..
Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor.. 


Muhlis Bey lobide haykırıyor.. 
“Atatürk arkadaşım.. Parayı bulduk..” 
Kostüm sandıklarını açıyor.. İçinden bir frak çıkarıyor. Giyiyor.. Doğru Eskişehir garına.. Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar.. Biri “Amerikan Sefiri olmalı” diyor..
Yol açıyorlar.. Muhlis Bey en öne geliyor.. 

Tren gara giriyor.. Vagonun camı iniyor.. Atatürk’ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor.. Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için.. 
Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin.. 
Kollarını açıyor.. 

“Muhlis!..” 
“Kemal!..” 

Sarmaş dolaş oluyorlar.. 
Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor.. 
“Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira gerek!..” 
Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor.. 
Üç tek lira çıkıyor üzerinden.. 
“Üç liram var, Muhlis!..” 
“Beş lira lazım, Kemal..” 
Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor.. 
“İki liran var mı?.. 
Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor.. 
“Bu kadar var paşam..” 
Atatürk “Dört lirayla idare et Muhlis” diyor.. 
“Beş lira, Kemal” diyor, Muhlis Bey.. 
Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa.. Hasan Rıza Soyak olmalı.. 
“Bir lira bul” diyor.. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar,
on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor.. 

Atatürk sonunda “Beş Lira”yı Muhlis Sabahattin’e uzatıyor.. 

Ali Poyrazoğlu “Ben bu öyküyü birinci elden dinledim.” dedi..
“O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose’yi canlandıran tenor Celal Sururi’den..” 


Devrin güzelliğine bakar mısınız?.. Hani sövdükleri devrin.. 

İnanmadınız değil mi?. 
İnanılacak gibi değil çünkü.. 
Ama Atatürk‘ün hangi yaptığı inanılacak gibiydi ki?.


Onun için “Ata” Türk idi O!.. 

Teşekkürler Atam.. Sana minnet!.. Sana şükran!.. 

MİLLETİN HUKUKUNU ULUSLARARASI HUKUKA FEDA EDENLER


MİLLETİN HUKUKUNU ULUSLARARASI HUKUKA FEDA EDENLER
ve İdris Üsteğmenden Osman Generale Sessizliği Yırtanlar
http://www.acikistihbarat.com/Jeo-Kritik/jeokritik160204.html, 24.2.14

Baykal’ın bir sözü; bizim aylardır somut örnekleri ile desteklediğimiz ve ayrıntılı olarak analizimizi yaptığımız, “ABD-NATO ekseninde AKP-TSK İşbirliği” tezini bir kez daha ortaya koydu.

AKP’ye karşı ara sıra kükrüyor görüntüsü veren TSK’nın aslında; NATO-ABD’nin orkestrasyonunda ülkenin küresel plana göre yeniden dizayn edilmesi konusunda tam bir işbirlikçi tutuma girdiğini Jeo-Kritikler ve özel raporlarımız bünyesinde ortaya koyduk. Baykal’ın ; “Özellikle Doğu ve Güneydoğu`da komutanlar da AK Parti`nin adaylarını destekliyor. Bizim çok çalışmamız lazım“ (Kaynak : http://www.pressturk.com/ic.php?id=4207&g=2) sözleri;, bazılarıın bazen “susarak”, bazen “konuşarak” veya “gibi yaparak” söz konusu dönüşümde geldikleri işbirlikçi noktanın boyutunu ortaya koymaktadır.  

NELER UNUTTURULMAK İSTENİYOR ? 

Son günlerin en gözde kitaplarından “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey YOk”‘un yazarı emekli General Osman Pamukoğlu; Star’da Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programında, “susmak yalanın bir çeşididir” şeklinde konuştu. Pamukoğlu; “siz bütün bunlar yaşanırken görevdeydiniz,
o zaman neden sustunuz?” şeklinde sorulara cevap verirken, “biz komuta kademesi içinde söylenmesi gerekenleri söyledik” diyordu ama vücud dili içindeki sancıyı fazlası ile ortaya koyuyordu. Ve “susmak yalanın bir çeşididir” sözü, Türkiye’nin getirilmek istendiği nokta karşısında artık canı acımaya başlayan Türk subayının en derin çığlıklarından biri olarak tarihe geçti.

Kaderin cilvesi olsa gerek; bu konuşmadan bir kaç gün sonra, Tayyip Erdoğan’ın yükselişindeki para dinamiklerini ortaya koyan operasyonları yapan ve Erdoğan’ın başbakanlığı sonrasında “işkenceci” suçlaması ile görevden alınan Adil Serdar Saçan, objektif programında çarpıcı iddialarda bulundu ve Tayyip Erdoğan’ın belediye döneminde 1 milyar doları nasıl kendi hesaplarına geçirdiğinin
belgelerinin bulunduğunu vurguladı.

Bu iki alakasız olay; Türkiye’de en susmaması gerekenlerin suskunluklarının;
Türkiye’yi batağa sürüklemekte olan tarihi bir yalanın zeminini nasıl hazırladığının ipuçlarını bünyesinde barındırıyor. Önce biraz tarihe geri dönelim.

TARİHTEN BİR ÜSTEĞMEN HİKAYESİ

Hikayemiz 1878 yılında geçiyor. Osmanlı-Rus savaşı sırasında donanmamıza atılan bir torpido patlamayıp sahile saplanınca, paketlenerek İstanbul’a getiriliyor ve tersanede muhafaza altına alınarak, başına bir nöbetçi dikiliyor.

O zamanların subaylarının “acaba uluslararası hukuka aykırı davranır, büyük güçleri kızdırır mıyım” şeklinde günümüzün moda düşünce yapısına sahip değiller.

Zamanın çalışkan ve vatanperver subaylarından Hilmi İdris Üsteğmen, muhafaza altındaki depoya sızarak, torpido üzerinde çalışmayı başarıyor ve torpidonun “beyni”ni deşifre ederek, teknik mekanizmayı çözmeyi başarıyor. Elinde teknik çizimlerle birlikte zamanın Donanma Komutanlığı’ nın kapısını çalan İdris Üsteğmen, torpido yapabileceğini bildiriyor. Bu haber Donanmayı harekete geçiriyor ama torpidoyu yapma yönünde değil, torpidoyu keşfeden İngiliz Whitehead’i harekete geçirme yönünde. Haberdar edilen İngilizler anında Türkiye’ye geliyorlar ve Tophane’de üsteğmenimizi bir kahvede otururken buluyorlar. İngiliz Whitehead, İdris Üsteğmen’in torpidonun teknik mekanizmasını nasıl keşfettiğini kendisinden dinledikten sonra; kendisinin bunu yapamayacağını ve patentle ilgili kanunları gündeme getiriyor. İdris Üsteğmen’in ise İngiliz’e cevabı, torpidonun bir savaş ganimeti olduğu ve üstünde her türlü işlemi yapabileceği şeklinde oluyor. Bunun üzerine İngilizler uluslararası hukuka güvenerek dava açıyor fakat mahkeme üsteğmenimizi haklı buluyor. Bu gelişme karşısında İngilizlere tek bir çare kalıyor : Özel izinle üsteğmenimizi İngiltere’ye götürüyorlar ve Türkiye ilk torpidosunu bu olaydan 7 yıl sonra 1885 yılında İngilizlerden alıyor.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nı ilgilendiren bu olaydan 126 sene sonra Deniz Kuvvetleri’nde bir olay daha meydana geldi. Deniz Kuvvetleri, gemi devir teslimlerinde kaptanların ettiği yemine ilk bakışta önemsiz bir ayrıntı gibi gözüken bir ekleme gerçekleştirdi ;

“Uluslararası hukuk kurallarına uyacağıma” 

Önümüzdeki süreçte; Türk Silahlı Kuvvetleri tarihin kendisine verdiği misyona gittikçe yabancılaşıp, Türk milletinin vicdanı ile birebir ters düşecek ve çizmeye çalıştığı “Cumhuriyetin bekçisi” imajının içini boşaltacak bir dönüşümün sancılarını daha derinden yaşamaya başlarken, bu dönüşümün kılıfı hazırlanmıştır : “Uluslararası hukuk”

“Uluslararası hukuk” başlığı altında gerçekleşecek dönüşümün kurumsal kılıfı ise
“NATO” olacaktır.  “Uluslararası hukuka saygı” yemini eden bir Deniz Kuvvetleri’ne sahip olan Türkiye’nin; Ege’deki Kıta Sahanlığı konusundan, Kıbrıs’a kadar ne Yunanistan, ne de küresel güçler için bir tehdit oluşturmayacağı ortadadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, TSK’nın Türkiye’nin bekaasına yönelik temel konularda
(kamu yönetimi reformu, Kıbrıs v.s.) derin bir suskunluğa ve hatta aktif desteğe bürünürken; göstermelik konularda (Hüsrev Kutlu krizi, v.s.) “kükreyen aslan” görüntüsü vermesi karşısında şaşkına dönen Türk milletinin, aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin söz konusu dönüşüm çerçevesinde hayli tutarlı bir çizgi üzerinde hareket ettiğini görmeleri gerekmektedir.

Bir partinin milletvekili Atatürk‘ün asker üniformalı resmine laf etti diye ortalığı ayağa kaldırıp, Cumhuriyet havarisi kesilen bir kurumun, aynı partinin en üst düzey kadroların Kıbrıs’tan, kamu yönetimine Türkiye’nin üniter ve bağımsız yapısına dinamit koyan hamleleri karşısında bu kadar uysal ve işbirlikçi durması görünüşte çelişki gibi gözükse de; bu kurumun referansının NATO ve “uluslararası hukuk” haline geldiğini gördüğünüz noktada ortada ne kadar tutarlı bir tablo olduğunu göreceklerdir. 

Geçen Jeo-Kritik’te; AKP’ye karşı “kaygılı” görüntüsü veren TSK’nın aslında “NATO çerçevesi içinde Türkiye’ye çizilen rol” ışığında ne kadar AKP ile uyumlu hareket ettiğini analiz etmiş ve bunu somut bir örnekle pekiştirmiştik. Bu sayıda; sizlere yeni bir örnek sunuyoruz.

ERDOĞAN’A EN BÜYÜK DESTEKKONUŞANLARDAN DEĞİL SUSANLARDAN

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminde hakkında ortaya atılan iddialar ve bu iddiaların ayrıntıları fazlası ile ortaya çıkmıştır. Fakat bu iddiaların kanıtları ve davaları, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olması ile gündemden düşürülmüş ve zamanında Tayyip Erdoğan’a neredeyse küfür eden Fatih Altaylı gibi isimlerin yeni Başbakan’a iman etmeye başlaması ile birlikte psikolojik tablo tamamlanmıştır. Bu suskunluk o kadar vahim boyutlara ulaşmıştır ki; bir İtalyan gazetesinde Aycell’in Aria’ya ihalesiz peşkeş çekilmesi (bu operasyonda tahkime gitmekle tehdit eden Aria’ya karşı uluslararası hukuka saygılı olmak bahanesi ile yapıldı) ile ilgili olarak Berlusconi’nin 79 milyon dolar rüşvet aldığı ve bunu Tayyip Erdoğan ile paylaştığı yolundaki iddialar karşısında ülkede tek bir yaprak kımıldamamıştır.

Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan servet birikiminin arkasındaki süreci ortaya koymada yaptığı operasyonlarla gündeme gelen ve en son Erdoğan’ın arkasındaki en büyük sermaye gruplarından Albayraklara karşı yaptığı operasyonun kurbanı olan İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan’ın Star’da Objektif programında iddiaları yeniden gündeme getirmesinin ardından Star’a “Uzan Holding Operasyonu” çerçevesinde el konulmuştur.

Bu röportajı sırasında Saçan; Tayyip Erdoğan’ın 1 milyar doları belediye kaynaklarından nasıl kendi hesaplarına geçirdiğine dair belgeli kanıtlardan sözetmiştir.

Kritik soru şudur : Saçan’ın sözettiği ve Türkiye’nin Başbakan’ın hangi süreçlerden buralara geldiğini ortaya çıkaracak belgeler nerededir? Bu belgelerin asılları Saçan’ın elinden alınmış ve bir kopyası savcılık bünyesinde bulunmaktadır. Bu belgelerin diğer kopyası ise Genelkurmay’a iletilmiştir. 

Kısacası; kullanılmak istense Tayyip Erdoğan’ı, bu kadar “AK Günlerinde” hayli karanlıkta bırakacak binlerce sayfalık somut belge vardır. Bu belgeler arasında; Tayyip Erdoğan’ın bugün örtülü ödeneğin başına getirdiği zamanın Vakıfbank şube müdürünün gerçekleştirdiği para operasyonlarını ayrıntıları ile ortaya koyan kanıtlarda mevcuttur.

Buna rağmen; zamanında Demirel’in “itidalli bir NATO paşasıdır, kırıp dökmez” diye övdüğü, bugünlerde ise Çengiz Çandar’ın Annan Planına desteğinden dolayı “vizyoner bir paşa” olarak göklere çıkardığı Özkök liderliğindeki Genelkurmay kadroları bu belgeleri değerlendirmeme konusunda büyük başarı göstermektedir. Bu başarı; medyanın tükürdüğünü yalama konusundaki omurgasızlığı ile birleşince, Tayyip Erdoğan’a en büyük desteği taraftarlarının seslerinin değil, karşıt görünenlerin suskunluğunun verdiği gün gibi ortaya çıkmaktadır.

EMEKLİ GENERALLERİN YIRTILAN SUSKUNLUĞU

Böyle bir ortamda; emekli generaller en az muvazzaf generaller kadar önemli bir dinamiğin ortasında kendilerini bulmaktadır. “Kol kırılır, yen içinde kalır” felsefesi ile yetiştikleri kurum bu kadar kritik bir dönüşüm sürecinden geçerken, kendilerini huzursuz bir toplum bünyesinde bulan bu isimlerin içlerindeki sancıyı dile getirme konusunda başlatacakları dinamik toplumdan çok, içinden çıktıkları kurumu suskunluğundan kurtarma açısından önem taşımaktadır.

Burada en önemli tehlike; Pamukoğlu gibi isimlerin toplumsal ve kurumsal şuur altına hitap eden ve bu yolla Türkiye’nin içine düştüğü girdaba karşı kontra bir dinamik yaratmayı hedefleyen bu girişimlerin; reel bir çaba olmaktan çıkarılıp, toplumun gazını alma seviyesinde tutulmasıdır.

Bu noktada; susmaktan vazgeçenlerin en önemli zaafı, içlerindeki birikmiş enerjiyi dışa boca etmenin reel bir sonuç üreteceği yolundaki yanlış kanıdır. Aksine; bu toplumun kendi suçluluk hissini bu tür kahramanlar üzerinden tatmin etmesini sağlayarak ve toplumun ataletini daha da uzatarak ters yönde sonuçlar doğurabilir.

Susmaktan vazgeçenler; Türk toplumunun içine alındığı psikolojik savaş cenderesinin karmaşıklığı ve derinliğini çok iyi tahlil ederek; enerjilerini çok kapsamlı dinamikler yaratmak yönünde kullanmalıdırlar. Aksi takdirde; içlerinde yetiştikleri kurum, kendi milletinin hukukunu , NATO gibi “fundamentalist-şeriatçı” (Ayrıntılar NATO’nun sembolünde ve NATO bünyesinde görev yapan misyoner subaylarda gizlidir) yapıların dayattığı küresel güvenlik anlayışlarına ve bunların kılıfını oluşturan uluslararası hukuka kurban eden süreçlere en anlamlı desteği suskunluğu ile verirken; kendi çığlıkları Türk milletinin vicdanında hoş bir sedadan öteye geçmeyecektir. Bu noktada tarihi;

1) Bir milletvekili Atatürk’ün resmi ile ilgili bir demeç verdi diye ortalığı ayağa kaldırdıktan birkaç ay sonra; Kıbrıs gezisini “siyasi mesaj” olur kaygısı ile ertelediğini beyan ederek, Türk milletinin zekası ile dalga geçenlerin mi

2) Türkiye Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı gibi kritik gündemlerle karşı karşıya iken Türk deniz kuvvetlerinin subayına, “uluslararası hukuka saygı duyacağım” yemini ettirecek kadar küresel bürokrata dönüşenlerin mi

3) “Eğer Süveyş Kanalını işgal etmeyi düşünmüyorsak, Kıbrıs’ın stratejik bir önemi yoktur” diyecek kadar üzerindeki üniformanın ağırlığı altında ezilenlerin mi

4) ABD’nin PKK’ya destek verdiğini bile bile, Türk milletinden bu gerçeği gizleme suçu ile yetinmeyip, bir de hala ABD ile stratejik ortaklık/müttefiklik masallarını anlatmaya devam edecek kadar omurgasızlaşanların mı 

5) Ülkesi için İngilizlerin torpidosunu gizli gizli deşifre eden ve uluslararası hukuk karşısında kendi hukukuna sığınan İdris Üsteğmenlerin mi 

6) İçlerinde biriken çığlığı kitaplarla ortaya koymaya çalışan emekli generallerin mi şekillendireceğini hep beraber göreceğiz.

Önümüzdeki süreçte; egemen güçlerle girdikleri işbirliği çerçevesinde susanların üzerinde, susmayı reddedenlerin baskısı arttıkça; bu baskıyı azaltmak için göstermelik hamleler artarken, bu göstermelik adımların perdelediği bir ortamda arka plandaki satış süreci daha da derinleşecektir. Susmayı reddedenlerin bu makro tuzağa karşı çok dikkatli ve akıllı olması gerekmektedir.

BÜYÜK İSRAİL’i “BÜYÜK ORTADOĞU”‘YA SARIP PAZARLAMAK

Son günlerde web sitemizde başlattığımızIrak Günceli bölümü hayli ilgi görüyor. Sahadaki kaynaklarımızdan topladığımız bilgilerle oluşturduğumuz bu bölümü takip edenler, Irak’taki durumun medyaya yansıyanın çok ötesinde karışık ve içinden çıkılmaz bir hal aldığının farkındalar.

SESAR okuyucuları; bir yandan MOSSAD’ın Irak’ta nasıl bir bilimadamı katliamına giriştiğinden, dini ve etnik gruplar arasındaki etkileşimlerin ayrıntılarına, hatta İsrail ve ABD’nin özel birimlerinin nerelerde konuşlandıklarına kadar birçok ilginç bilgiyi yakalama şansına sahipler.

“Kontrollü Kaos” projesi her boyutu ile belli bir olgunluğa erişmiş iken, medyadaki yorumcuların hala kamuoyunu salak yerine koyup, sanki, “ABD düzen getirmek istiyorda, getiremiyor; demokrasi ve düzen için çabalıyorlar” tarzı bir hava yaratmaları SESAR’ın sunduğu haber ve analizlerin değerini bir kez daha arttırıyor. Bu noktada olaya stratejik bir derinlik katması açısından herkesin diline pelesenk olan “Büyük Ortadoğu” kavramının neyin paravanı olabileceğinin sorulması gerektiğini düşünüyoruz.

Ana akbababanın ağızlarına verdiği her çiğnenmiş lokmaya saldıran aç akbaba yavruları gibi, küresel odaklar tarafından ortaya atılan her kavramı ve projeyi sakız gibi çiğneyenlerin prim yaptığı bir ortamda SESAR; “Büyük Ortadoğu” projesinin, “Büyük İsrail” projesinin bir kılıfı olduğunu
öne sürüyor. 

Her makro projenin belli başarı eşiklerini geçebilmesi için, bir sualtı, bir de suüstü motivasyon kaynaklarının olması gerekir. Bölgede bir “Büyük İsrail” projesi olduğu artık bütün kaynakları ile deşifre edilmişken, bu proje için su üstünde bir toplu kamuoyu dinamiği yaratmanız mümkün değildir.

Daha somut konuşmak gerekirse; ilgili ülkelerde beslediğiniz kalemşör ve yorumcularınızı, medya ve sosyal kanallarınızı toplumu şekillendirmek için “Büyük İsrail” sloganı ile ortaya salamazsınız. Fakat; bu satılık kalem ve kanallar “Büyük Ortadoğu” projesini belli meşruiyet kılıfları içerisinde çok rahat dile getirebilir. 

İşte bu nedenledir ki; gaipten bir yerden birilerinin “Büyük Ortadoğu” masalını kulaklara fısıldamasının üzerinden bir hafta geçmeden; Türkiye’ninbesleme yorumcuları, besleme kanallarda, “Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki yerinden” sözetmeye başlamış ve Erdoğan’ın Diyarbakır’ın Ortadoğu projesinde yıldız olacağı yönündeki tarihi incisi (Bir önceki tarihi inci için Mesut Yılmaz’a bakınız) açılan yeni kulvarı bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır.

Bu noktada; çok derin ve kapsamlı bir vizyonmuş havasında sunulan ama aslında coğrafyayı ve tarihi ancak bir ABD’linin anlayabileceği kapasitede anlayabilen birkaç beynin masa başı hayal ürünü olan bu konsepti, kamuoyuna bir “vizyon”muş gibi sunanlara sormak gerekir :

Söz konusu kendi devletinizin toplumsal projeleri olduğunda, “derin devlet baskısı”ndan, “psikolojik savaşla beynimiz yıkanıyora” kadar ortalıkta kül bırakmayan sizler; söz konusu “toplumsal” ve hatta “tarihsel/coğrafi mühendislik” projeleri başkasının devletinden çıkınca bunları neden “vizyoner”, “kaçınılmaz”, “tarihi” gibi sıfatlarla toplumun önüne kaçınılmaz fırsatlar sunuyorsunuz?

Bu devletin hatası sizin gibileri ABD devleti kadar beslememiş olması mıdır;
yoksa bu tarz projeleri üretememiş olması mı? Belki de ikisi birden.

“Büyük küresel odakların himayesinde”, “Büyük İsrail” projesine hizmet etmek için
gerekli meşruiyet zemini “Büyük Ortadoğu” kavramı ile masaya servis edilmiştir.

Bunu Türkiye’dekinin kursağından “Osmanlı”, Lübnan’dakinin kursağından”Arap Birliği”, Türkmen’in kursağından “Türk Birliği” diye geçirmeye çalışacaklardır. Bu noktada;
Diyarbakır’ı “Büyük Ortadoğu” nun yıldızı yapan da, “Büyük Ortadoğu vizyonundan” söz eden de, masaya konulan yemeği servis eden garsondan başka bir şey değildir.

KARARSIZLAR KARARLARINI VERDİLER YALANCININ MUMUNU SÖNDÜRDÜLER


KARARSIZLAR KARARLARINI VERDİLER
YALANCININ MUMUNU SÖNDÜRDÜLER!

portresi


Cemil DENK 

 

“NE acı ki, ülkemiz yalan ve talanla yönetiliyor..

İktidar, siyasetini, “YALANLAR” üzerinden yürütüyor.

YOLSUZLUK sıradanlaştırılıyor

BİR zamanlar TRT’de “YALAN RÜZGARI” dizisi vardı. Türkiye o diziye benzedi!

Erdoğan hükümetinin ÇELİŞKİLERİYALANLARI saymakla bitmez:

Gazeteler yazdı:

“Ergenekon, Balyoz gibi davalarda Kumpas var, sanıklara yeniden yargılama olacak.” dediler.

SÖZLERİNDE DURMADILAR

———-

“HÜKÜMET’İN doğrudan ya da dolaylı MÜZAKERE YAPTIĞINI İSPATLAMAYAN

ŞEREFSİZDİR, NAMUSSUZDUR, MÜFTERİDİR” dediler

Sonraki görüşmelerinde: “…İmralı’yla görüşüldü… “Gerkirse yine yaparız” dediler

———-

“Türkiye’de demokrasi var! Basınımız özgür, siyasiler herhangi bir baskı yapmıyor dediler.

* Kendilerine güdümlü bir medya yarattılar,
* “Alo Fatih” diyerek medyaya yaptıkları baskıyı dünyaya ilan ettiler.
* İfade ve Gösteri Özgürlüğünü kullanmak isteyenlere Gaz sıktılar, Su sıktılar,

Gözlerini çıkardılar, ÖLDÜRDÜLER!

* Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün hazırladığı rapora göre
Türkiye’deki, Medya Özgürlüğü: 179 ülke arasında, 98 basamak aşağıya indi,
154’üncü sırada…

*… 60 gazeteci hapiste, yüzlerce gazeteci işsiz,
Gazeteci ve Siyasetçilerin CEZAEVLERİNE, konduğu Dünyanın ikinci ülkesi olduk!

———-

Başbakan Erdoğan önce:

“…Başbakan Erdoğan; Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlarından biridir diye ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar; bunu ispat ederlerse biz her şeye varız!.
Ama, ispat edemezlerse; ALÇAKTIRLAR, NAMUSSUZDURLAR…” dedi

Sonra;

Aradan bir hafta geçti, geçmedi; bizler, Başbakan Erdoğan’nın, 31 ayrı konuşmasında,
Biz, Büyük Ortadoğu Projesi EŞBAŞKANLARINDAN birisiyizbiz bu görevi yapıyoruz.” dediğini izledik.

———-

Başbakan: “Geziciler “Camiye ayakkabılarla girdiler, bira içtiler,
bunlarla ilgili kamera görüntüleri Elimizde” dedi.

*Tümüyle yalan olduğu ortaya çıktı. Camilere hiç kimsenin bira Şişeleriyle girmediğini o caminin müezzini açıkladı:

“Allah var, ben Din Adamıyım; yalan söyleyemem. Burada içki içilmedi.” dedi

———-

Başbakan’; Başka bir yalan daha söyledi:

“… Üstleri çıplak, elleri deri eldivenli, yaklaşık 80 kişilik bir grup, Kabataş’ta türbanlı bacımızı yerlerde sürüklediler! Üzerine işediler.” dedi.

Başbakan’ın bu iddialarını; gelinin yakını olan AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu YALANLADI.”
Böyle olayların olmadığı Kamera Kayıtlarıyla da ortaya çıktı.

***

Başbakan Erdoğan bunlarla da kalmıyor;
CHP’ Genel Başkanı İsmet İnönü’yü KARALIYOR.

Aradan 75 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen;
Kurtuluş Savaşı kahramanı, demokrasiyi milletimize hediye eden
İkinci cumhurbaşkanımız İsmet Paşa‘yı şimdilerdeHİTLER’E benzetiyor..

Yalanlarına, işte iki örnek:

Başbakan çıkıyor kameraların karşısına pazarcılar gibi bağıra, bağıra şunları söylüyor:

“… Milli Şef İsmet Paşa, CAMİLERE KİLİT vurdu. Etrafına ASKER dikti.
NAMAZ KILMAK için içeriye kimseyi SOKTURMADI….”

“… ‘CAMİ’leri “DEPO” yaptı, “AHIR” olarak kullandı…”

Tufan Türenç; Bu ÇİRKİN İFTİRAYI ve GERÇEĞİ, Hürriyet Gazetesi’nde yazdı:

“… Bu çirkin iftiranın iç yüzünü yıllarca CHP’de görev almış, İnönü’nün yakınında bulunmuş olan Necati Karakaya açıklıyor:

“… 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde,
HİTLER’İN Orduları sınırımıza dayandı.

… İsmet Paşa; İSTANBUL’UN BOMBALANACAĞINI tahmin ederek,

… İstanbul’daki Saraylarda ve Müzelerde bulunan TARİHSEL EŞYALARI,
ZARAR GÖRMEMELERİ için; Alman uçaklarının menzili dışında kalan bölgelerdeki CAMİLERE Koymayı düşündü. Çünkü o biliyordu ki; Hiçbir DÜŞMAN, Savaş bile olsa, CAMİLERİ BOMBALAMAZ!

O nedenle; bütün SARAY EŞYALARINIPADİŞAHLARIN TAHTLARINIMücevherleriKUTSAL EMANETLERİ,
Hazreti Muhammed’in SANCAĞINI, KILICINI, HIRKAİ SAADETİ,
Hazreti Osman’ın KANLI KURAN’I KERİMİ’Nİ, … MÜZELERDE ne varsa tümünü;
Tam 48 VAGONA YERLEŞTİREREK NİĞDE‘ye gönderdi.

… Bu Değerli Eşyalar Niğde’de 3 CAMİYE YERLEŞTİRİLDİ.
ÇALINMASIN diye; Camilerin etrafına NÖBETÇİ ASKERLER yerleştirildi.
EŞYALARTEHLİKE tamamen GEÇENE Kadar NİĞDE‘DE KALDILAR.

… İşte o ÇİRKİN İFTİRANIN GERÇEK YÜZÜ böyle!..”

***

İKİNCİ ÖRNEK: CAMİ ve DİN SÖMÜRÜSÜNE acı bir örnek de şöyledir:

Türkiye, 1940’lı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’na girmeğe zorlanmaktadır. “SEFERBERLİK” ilan edilmiştir. Bir harbe girilmesi halinde,
Ordu’nun ihtiyacı olacak; YİYECEK, GİYECEK, İLAÇ gibi, maddelerin, yeterli miktarda elde bulundurulması gerekmektedir.

… DİNDAR bir kişi olarak bildiğimiz, zamanın Genelkurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Çakmak tarafından bu malzemelerin toplatılması emredilmiştir.
Depo olarak da CAMİLERİN KULLANILMASI ZORUNLU OLMUŞTUR.

… Mareşal Fevzi Çakmak, DİNDAR bir insandır. Ama;

O günün koşullarında, “Cami”lerin bir bölümünün İBADET yapılacak yer olarak değil, “DEPO” olarak kullanılmasını daha uygun görmüştür.
… Olay çok mantıklı, bir o kadar da ZORUNLU bir olaydır.

Ancak, Dini her fırsatta karşıtlarına bir silah gibi kullanmak isteyenler,
O’nu yine kendi iktidarları için, çıkarları için İnönü’ye karşı kullanmışlardır.

… Hakkında “dinsizdir” diye propaganda yapılan İsmet Paşa’nın son derece dindar olduğu, dinsel sorumluluklarını yerine getirdiği, yatağının başucunda KURAN bulundurduğu pek az kişi tarafından bilinir.”

***

Kurtuluş için düşünürlerimiz neler söylemişler:

Necati Doğru, SÖZCÜ’de yazdı, (Özet): “… Halk tabanda bütünleşiyor. CHP’nin güçlü olduğu yerlerde MHP’lilerin, CHP adaylarına OY vereceklerini; MHP’nin güçlü olduğu yerlerde de, CHP’lilerin, MHP’li adaya OY vereceklerini; söylüyorlar!”

———-

Emin Çölaşan, SÖZCÜ’de yazdı, (Özet):

“… CHP ya da MHP’li seçmenin, “Gönlümdeki kişi Aday Gösterilmedi,
“Genel Merkezi’n gösterdiği Adaya oy vermiyorum” deme lüksü yoktur.”.

———-

Uğur Dündar: “… Bütün yurttaşlarımı temiz siyasette Buluşmaya davet ediyorum.
Ayrılığa gayrlığa yer yok. Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.”

———-

CHP’ Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, açıklama yaptı:

“… Kul hakkı yiyenden HESAP soracağız. Dosyaları önüne koyarak,
‘Hesabını Ver’ diyeceğiz.”

***

Yurdunu ve milletini seven Bireyler olarak bzler; yakındığımıyönetimden kurtulmamız için; OY VERMEYE gidelim ve ayrı AYRI ADAYLARA oy VERMEYELİM,

* Her ne nedenle olursa olsun, seçimlerde ‘SANDIK’a gitmeyen 10 milyon dolayındaki KARARSIZLARI, “Yetmez Ama Evet” diyenleri ve iyi niyetle AKP’ye
Oy veren
 yurtseverleri, SANDIĞA GİTMEYE İKNA edelim.

Saygılarımla. 20 Şubat 2014

ATATÜRK’ün ve BİRİLERİNİNDin’e, Laiklik’e ve Kadına BAKIŞI”
konusunda araştırmacı yazar, E. Albay
0 532 217 88 11 /
e-ileti: denk.cemil@gmail.com

 

Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değeri


Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değer
i

portresi_sapkali

 

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA

 

 

Türk demokrasisinin temeli, çağdaş ve bağımsız Türk toplumunun bağ dokusu olan
laiklik ilkesinin anayasamızda yer alışının 77. yıldönümüne ulaştık.

BOP ve onun güdümündeki iç ve dış sömürgecilerin saldırı hedefi olagelen laiklik ilkesinin, DÜNYAYA ÖRNEK gerçek tanımını 3 Mart 1924 günlü Şeri’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldıran yasanın 1. maddesi yapmıştır:

  • “Türkiye Cumhuriyetinde insan ilişkileriyle ilgili hüküm­lerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümete aittir.”

Bu tanım, din adına yasa, yani değişmez yasa koymanın ulusal egemenliği ortadan
kal­dırma anlamına geleceği, bunun ise baskı, yani zulüm yönetimi demek olacağı ve insan haklarının en başta geleni olan “zulme karşı direnmek” hakkını doğuracağı gerekçesine dayanmaktadır.

İşte laiklik ilkesinin, değiştirilmesini önermenin bile yasak olduğu bir anayasa hükmüne dönüştürülmesinin gerekçesi doğrudan doğruya budur!

Yunus Emre daha yedi yüzyıl önce, din adına bile değişmez yasa yapmanın neden
yaşam gerçeğine aykırı, dolayısıyla baskıcılık olduğunu şöyle anlatmıştı:

“Şeriat bir gemidir, hakikat deryasıdır
Ne denli sağlam olsa geminin tahtaları
Ona dalga vurdukça aşınıp gidesidir”

Atatürk de aynı uyarıyı,

  • “İnsanlıkta dine ilişkin duygular bilim ve tekniğin ışıklarıyla dupduru olup yücelmedikçe, din oyunbazlarına her yerde rastlanacaktır.” diyerek yapmıştı.

Anayasaya girişinin 77. yılını kutladığımız laiklik ilkesinin, Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlüğünün, birlik ve dayanışmasının, yurdumuzun bütünlük ve bayındırlığının,
bunların başta gelen gereği olmak üzere de her yaptığının halka hesabını verecek bir devlet ve hükümet yönetiminin güvencesi olduğu, yediden yetmişe her yurttaşın
bilgi ve bilincine ulaştırılmalıdır.

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1321-anayasaya-girisinin-77-y-ldoenuemuende-laiklik-ilkesinin-gercek-anlam-ve-degeri, 04 Şubat 2014,