Etiket arşivi: Mareşal Fevzi ÇAKMAK

Onur ÖYMEN kitabı : Bir Propaganda Silahı Olarak Basın


Dostlar
,

Usta diplomat, birikimli – deneyimli yurtsever politikacı Sn. Onur ÖYMEN yeni bir kitap daha yayımladı..

Bir Propaganda Silahı Olarak Basın

Değerli bir okurumuz da oturup çooook kapsamlı (sıkışık 11 A4 sayfası) özetini çıkarmış.. Bu site yapısı bakımından nce uzun bir kolonda birkaç km (!) tutabileceği için kısa birkaç bölümü veriyoruz. Tümünü okumak içi ise pdf erişkesini (linkini) tıklamak gerek : ONUR_OYMEN_Kitap_Ozeti_Bir_Propaganda_Silahı_Olarak_Basin_8.6.14

Sn. İstiklal Türker‘e teşekkür borçluyuz..(istiklalsiz.olmaz@googlemail.com).

Sevgi ve saygı ile.
9 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

OKUR KATKISI..

Kitabın adı: Bir Propaganda Silahı Olarak Basın
Dünya’da ve Türkiye’de Sansür Baskı ve Yönlendirme
Yazarı: Onur Öymen
Remzi Kitabevi A.Ş., 1. Baskı / Nisan 2014
494 sayfa, 30.00 TL, İnternet Satış Fiyatı: 20.62 TL
Arka Kapak: Onur Öymen, Danimarka ve Almanya büyükelçiliklerinden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, daha sonra da NATO daimi Temsilciliği yaptı. Emekliye ayrıldıktan sonra siyasete girdi, İstanbul ve Bursa milletvekili oldu. Öymen bu kitabında geçmişten bugüne, dünyada ve Türkiye’de liderlerin halkın gerçekleri öğrenmesini engellemek için neler yaptıklarını anlatıyor. Sansür, baskı ve cezalandırma en sık başvurulan yöntemler. Bunlara karşı cesaretle direnip mücadele eden, mesleğinin yüz akı gazeteciler de var, boyun eğip hükümetlerin bir propaganda aracı olmayı kabul edenler de… Hapse girmeyi, hatta hayatını feda etmeyi göze alanlar da var, iliştirilmiş gazeteciliği kabul edenler de… Savaşta ve barışta devletler basını propaganda amacıyla geniş ölçüde kullanıyor. Bazen gazetecilerin vatanseverlik duygularından yararlanıyorlar, bazen de onları elde etmek için menfaat sağlama yoluna gidiyorlar. Türkiye’nin basın tarihinde de kısa özgürlük dönemlerini, baskı ve zulüm dönemleri izliyor. Kalemini işgal kuvvetlerinin övmek için kullananların yanında Milli Mücadele’yi cesaretle savunurken ölümü göze alanlar da var. Bugün ne yazık ki, Türkiye basın özgürlüğünde dünya devletlerinin çoğunun gerisinde kalıyor. Bu dönemde özgürlük ve demokrasi için mücadele edenler gelecek kuşakların övünç kaynağı olacak.
(…)
Sayfa 15:
Kendi çıkarlarının gereğini başka ülkelere kabul ettirmek için askeri gücü veya güç kullanma tehdidini çok açık biçimde kullanıyorlardı. Buna evvelce gambot (gunboat) diplomasisi deniliyordu. Amerikan siyasi tarihinde “büyük sopa politikası” deyiminin de kullanıldığını görüyoruz.
(…)
Sayfa 26:
O devirdeki gazeteler sömürge makamlarını rahatsız edecek haber ve yorumlar yayınlamaktan özenle kaçınıyorlar. İngilizcedeki ünlü “Kral daima haklıdır” sözü herhalde o zamanlardan kalma.
(…)
Sayfa 29:
Amerika’nın ilk başkanlarından Thomas Jefferson, basın özgürlüğüne çok önem veriyordu. Şu sözler Thomas Jefferson’a aittir:
“Bana basınsız bir hükümetle hükümetsiz basın arasında bir seçim yap deseniz,
ben hiç duraksamadan ikincisini seçerim.”
(…)
Sayfa 35:
372 yılında İmparator Valens, Hristiyanlıkla ilgili olmayan bütün eserlerin yakılmasını emretti. İmparatorun bu konudaki tavrından etkilenen bazı şehir ve kasaba yöneticileri de kendi kütüphanelerini imha ettiler. Demek ki, biat kültürü, lidere körü körüne itaat etme adeti o zaman da varmış.
(…)
Sayfa 41:
1826’da sansür kuralları daha da sertleştirildi. Artık yayın izni vermeye yetkili makam Çar’ın kendisi veya onun görevlendirdiği özel büroydu. Bu büro zamanla Rus istihbarat servisine dönüştü.
(…)
Sayfa 44:
Kendisi de bir din adamı olmasına rağmen Fransa Başbakanı Kardinal Richelieu, sansür yetkisini kilisenin elinden alıp kraliyet makamlarına veriyor. “Bana bir adamın yazdığı altı satırlık bir metni getirin, ben onu idama götürmenin yolunu bulurum,” sözleri de işte bu Richelieu’ye ait.
(…)
Sayfa 50:
“1918’e dek Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak, yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların idare ettikleri oyun ince ve şeytaniydi. Fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler,
iktidar mevkiine susayanlar, bütün hasetçiler, kıskançlar, kabiliyetsizler ve alçaklar kapıldılar. Fransa’nın yaşaması için cumhuriyet batsın diyenler oldu.
Bu suikastçıların kullandığı başlıca silah basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkum olur. Çünkü hakimiyete sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa hakimiyetini
serbestçe kullanamaz.” Pierre Lazareff
(…)
Sayfa 120-121:
İngiliz Propaganda Örgütü Wellington House’un Sıra Dışı Faaliyetleri Halkı savaşa girme fikrine alıştırmak görevini üstlenen Ulusal Vatanseverler Birliği adında bir sivil toplum örgütü.
(…)
Sayfa 126:
Oysa Rusya’nın 1915 yılında Almanya’yla yürüttüğü savaş sırasında Yahudilere karşı yaptığı katliam nedeniyle Amerika’daki itibarı çok düşüktü. İngilizler Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla Amerikan Hükümeti’nin Rusya’yla aynı safta savaşa katılmayı kabul etmeyeceğinden kaygı duyuyorlardı. Böyle bir ihtimali önlemenin yolu, Türklerin Rusların yaptığından daha da vahim bir katliam yaptığı iddiasını Amerikan kamuoyuna sunmaktı. İşte İngiliz Propaganda teşkilatı Wellington House’un Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı iddiasını en önemli propaganda malzemelerinden biri yapmasının arkasındaki gerekçe buydu.
(…)
Sayfa 141:
Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovannes Kaçaznuni özetle şunları vurguladı:
·         Gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
·         Kayıtsız şartsız Rusya’ya bağlanılması doğru değildi.
·         Türklerden yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
·         Tehcir kararı amacına uygundu.
·         Türkiye savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
·         Taşnaklar Ermenistan’da bir diktatörlük kurmuşlardı.
·         Müslüman nüfusu katletmişlerdi.
·         Ermeni terörü Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
·         Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
·         Taşnak Partisi’nin siyasi intihardan başka yapacağı bir şey yoktu.
(…)
Sayfa 144:
1984 yılında büyük bir Fransız şirketi Dışişleri Bakanı Büyükelçi Vahit Halefoğlu’na Mersin’de yapılması tasarlanan nükleer santral projesi için çok cazip bir teklif getirdi.
Vahit Halefoğlu bu önerileri dinledikten sonra kendilerine şunları söyledi:
“Projeniz gerçekten çok cazip. Ama siz bu odadan ayrıldıktan sonra ben bu projenizi şu çöp sepetine atacağım. Çünkü siz Ermeni terör örgütlerine bu kadar müsamaha gösterirken, ben Fransa’dan gelecek hiçbir projeyi hükümetime teklif bile edemem.”
İki hafta sonra Galatasaray Lisesi’nin eski öğretmenlerinden Etienne Manaque, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel temsilcisi olarak geldi:
“Bu konuda hata yaptığımızı kabul ediyoruz. Bundan sonra Fransa’da Ermeni teröristlere en küçük bir müsamaha bile gösterilmeyecektir.”
(…)
Sayfa 172:
Goebbels’in bütün bu örgütleri kendi denetimine alması kolay olmamış, bu iş çok uzun zaman almış, her zaman da başarılı olamamıştır. Özellikle savaş yıllarında Silahlı Kuvvetler, propaganda alanındaki yetkilerini devretmek istememiştir. Birbirlerine karşı güvensizlik duyan üst düzey yöneticiler, kendilerine rakip gördüklerinin dosyasını tutmaktadır.
(…)
Sayfa 174:
SA (Sturmabteilung) tasfiyesi sırasında öldürülenler arasında Başbakan Yardımcısı von Papen’in destekçileri de vardır. Von Papen’in kendi makam odasına bile girmesine izin verilmez. Artık onun istifa etmekten başka seçeneği kalmamıştır. SA’ların büyük ölçüde tasfiyesine yol açan o geceye “uzun bıçaklılar gecesi” denilmektedir. Daha sonraki yıllarda von Papen Ankara’ya büyükelçi olarak atanır. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinden ölür. Cumhurbaşkanlığı makamı başbakanlıkla birleştirilecek ve Hitler her iki makamın birden yetkilerini üstlenecektir.
(…)
Sayfa 186-187:
Savaş yıllarında Hitler’in izlediği propaganda stratejisi şu esaslara dayanıyordu:
·         Halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda kampanyasının soğumasına izin vermemek.
·         Hiçbir zaman hata yaptığını kabul etmemek.
·         Hasmınızın herhangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı olabileceğini söylememek.
·         Yaptıklarınızdan başka seçenekler de olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemek.
·         Size yönelik suçlamaları içeriği ne olursa olsun derhal reddetmek.
·         Her defasında tek bir düşmanı karşınıza almak ve bütün kötülükleri ona yüklemek.
·         Halkın her zaman büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay inanabileceğini unutmamak.
·         Yalanı sürekli olarak tekrarlarsanız, halkın sonunda bu yalanı doğru kabul edeceğini hatırdan çıkarmamak. George Orwell’in 1984 adlı kitabında da “büyük yalan” teorisinin örneklerine rastlanır.
(…)
Sayfa 240:
Savaştan sonra bu örgütler yeni bir kimlik kazandılar ve büyük ölçüde Türk-alman dostluğuna ve işbirliğine hizmet eden kuruluşlar haline geldiler. Örneğin Teutonia Derneği, 1954 yılında ismini Alman Kulübü olarak değiştirdi. Bonn’da da “Alman-Türk Toplumu” adında bir dostluk derneği kuruldu. Almanya başbakanlığı görevini üstlenecek olan Adenauer de, derneğin üyeleri arasındaydı. Türkiye’deki propaganda faaliyetleri sadece basını ve radyoyu etkilemekten ibaret değildi. Her uygun ortamda broşürler dağıtılıyor ve “fısıltı gazetesi” denilen yöntemle çeşitli rivayetlerin topluma yayılmasına çalışılıyordu. İngilizlerin faaliyetlerini Special Operations Executive (SOE) denen kuruluş yönetiyor, Alman istihbaratını ise Deutsche Nachrichtenbüro (DNB) idare ediyordu.
(…)
Sayfa 251:
Savaş yıllarında Ankara, propaganda savaşının yanı sıra casusluk savaşının da merkezlerinden biri haline gelmişti. 1942’de İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in hizmetkarı olarak görevlendirilen Arnavut asıllı Elyesa Bazna, büyükelçinin odasında ele geçirdiği bazı çok gizli belgeleri … 20.000 sterlin karşılığında sattı. Almanlar tarafından Çiçero kod adı verilen Bazna’nın ulaştırdığı belgeler arasında, İngiltere’nin Türk havaalanlarından Romanya’daki petrol tesislerini bombardıman etmek için yararlanmaya çalıştığı yolunda bilgiler içeren belge ve fotoğraflar da yer almaktaydı. Alman istihbarat servisleri Çiçero’ya yaptığı bütün hizmetlerin karşılığında 300.000 sterlin ödedi. Ancak bu paraların Almanlar tarafından İngiliz ekonomisini çökertmek için bastıkları sahte paralar olduğu anlaşıldı.
Çiçero savaştan sonra Federal Alman Hükümeti’ne bir tazminat davası açtı.
Sonunda kendisine küçük bir ödemede bulunuldu. Çiçero, 1970 yılında Münih’te yoksulluk içinde öldü. http://tr.wikipedia.org/wiki/Elyesa_Bazna
(…)
Sayfa 255-256-257:
Dünyanın en ünlü ajanslarından biri Associated Press.
Dünyada yaşayan insanların yaklaşık yarısının her gün Associated Press kaynaklı bir haberi okuduğu veya gördüğü söyleniyor. 7 Mayıs 1945’te Almanlar Almanlar Fransa’ nın Reims şehrindeki küçük bir okulda Müttefiklere teslim oluyorlar. Bu önemli haberi dünyaya duyurmak gerekir. Ancak sansür makamları buna henüz izin vermiyorlar.
Çünkü Reims’teki teslim töreninde savaşın galiplerinden Sovyetler Birliği’nin temsilcileri yoktur. 16 gazeteci Reims’e bu tarihi ana şahit olmak için götürülür. Hepsi sansürün bu yasağına uyarlar. Biri dışında! AP’nin Paris temsilcisi Edward Kennedy.
1851 yılında Berlin’de kurulan Reuters Haber Ajansı’nın tarihinde uyulmasına özen gösterilen bazı ilkeler var. Örneğin Reuters hiçbir zaman terörist kelimesini kullanmamakla ünlü. Ama uygulamada bu ilkeden sapmalar olduğu görülüyor.
Örneğin 1995 yılında Oklahoma’daki bombalama olayında ve 2001 yılında New York’taki ikiz kulelere saldırı düzenlendiğinde ajans “terör” kelimesini kullanmış.
7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’daki bombalama olayında da bu kelime kullanılmış.
(…)
Sayfa 269-71:
İşin ilginç tarafı McCarthy’nin, Kennedy ailesiyle yakın ilişkiler içinde olmasıydı.
Başkan Kennedy’nin babası Joseph P. Kennedy de şiddetli bir komünizm düşmanıydı ve McCarthy’yi sık sık evine davet ederek ona yakınlık gösteriyordu.
(…)
Sayfa 279:
John Kennedy, 1960 yılında başkanlığa seçilince USIA’nın çalışmalarına büyük önem verdi. http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Information_Agency
Bu ajansın başına saygın bir gazeteci olarak tanınan ve McCarthy’yi eleştirmekle ün yapan Edward R. Murrow getirildi.
(…)
Sayfa 366-367:
Yeni hükümetin başbakanı Mesut Yılmaz, meclis kürsüsünden eski hükümeti eleştirdi.
O hükümet Kardak konusunda yanlış iş yapmıştı ve bürokratların etkisi altına girerek gereksiz bir risk almıştı. Bu sözler, Kardak krizi sırasında görevde olan hükümetin Dışişleri Bakanı Deniz Baykal’ın yaptığı etkili bir konuşmayla cevaplandırıldı.
Roma’da dışişleri yetkilileri, talebimize rağmen o hukukçuyu karşımıza çıkarmadılar.
“Biz Mussolini dönemini hiçbir şekilde savunmayız. Kaldı ki İtalyan Hükümeti’nin Kardak’ın Yunanistan’a ait olduğu yolunda bir görüşü de yoktur.” dediler.
(…)
Sayfa 382:
Ancak Amerika’nın o sırada böyle gerekçeleri dinleyecek hali yoktu. Türk Hükümeti’nin verdiği bir vaat yerine getirilmemişti. Ve Amerika buna karşı tepkiliydi. Üstelik onlar, meclisin bu kararından askerleri sorumlu tutuyorlardı. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “Meclise liderlik yapmadığı için” eleştiriyordu.
(…)
Sayfa 390:
Hitler diyor ki, “Söylenen yalan o kadar büyük olmalı ki, hiç kimsenin aklına bu kadar büyük bir yalan uydurulabileceği gelmemeli.”
(…)
Sayfa 403:
İsrail Merkez Komutanlığı, Kibya köyüne saldırılmasını ve orada yaşayan herkesin öldürülmesini emretmişti. Daha sonra başbakanlığa kadar yükselecek olan Binbaşı Ariel Şaron, bu emri yerine getirmekle görevliydi. Bu insanlık dışı saldırı duyulunca İsrail’e karşı bütün dünyada daha önce görülmemiş bir tepki ve protesto hareketi oluştu.
(…)
Sayfa 438:
Berlusconi yayın hayatına atıldıktan beş yıl sonra 58.3 milyon dolarlık bir servete sahip oldu. Daha sonra Mediaset adlı yayın kuruluşunu kurdu ve Milan kulübünü satın aldı.
Kısa zamanda serveti 6.2 milyar dolara ulaştı. Forbes dergisine göre Berlusconi artık dünyanın en zengin 194. kişisiydi. Elindeki basın gücünün de etkisiyle dünyanın en etkileyici 12. şahsiyeti sayılıyordu.
(…)
Sayfa 440:
Murdoch İngiliz basın sektöründe güçlü bir yer edindi. Onun sahibi olduğu The Sun gazetesinin tirajı 1967 yılında 10 milyona ulaştı. Murdoch İngiltere’nin iç siyasetinde de etkili olmaya başladı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda Başbakan Margaret Thatcher’e destek verdi. Onun döneminin kapanmasından sonra bu defa Tony Blair’in İşçi Partisi’nin yanında yer aldı. Murdoch Avustralya’da olduğu gibi İngiltere’de de siyasi eğilimlerini değiştirmekle tanınıyordu. Tony Blair’i desteklemekten vazgeçip David Cameron’ın Muhafazakar Partisi’nin yanında yer aldı. İskoçya’da ise Murdoch’un gazeteleri bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi’ne destek vermeye başladı.
(…)
Sayfa 467:
Basın adeta bu davaların bir parçası olmuştu. Neredeyse her gece televizyon ekranları bir mahkeme haline getiriliyor, şiddetli tartışmalara sahne oluyordu. Sorunun uluslararası boyutuna değinen pek yoktu. Son yıllarda Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler büyük devletleri memnun etmemişti. 1 Mart tezkeresinin mecliste kabul edilmemesi, Türkiye’yle Amerika arasında Dubai’de imzalanan anlaşmanın muhalefetin itirazları nedeniyle onay için meclise sunulamaması, Ermeni protokollerinin aynı şekilde engellenmesi, 2005 yılında AB’yle imzalanan belgenin onay için meclise getirilememesi, Patrikhane’nin taleplerinin bir türlü karşılanamaması bu devletleri çok rahatsız ediyordu. Onlar 1 Mart (AS: 2003) Tezkeresi’nin Meclis’ten çevrilmesinden askerleri sorumlu tutuyorlardı.

LEVENT KIRCA : Nereden Nereye ??


Dostlar
,

Değerli site okurumuz Sayın Duran Aydoğmuş, 2 önemli yazı göndermiş.

22.05.2008 Ankara

İlki Sayın Afet Ilgaz’dan ve bu yazıdan önce sitemizde sizlere sunduk.

2. si ise üstad Levent Kırca‘dan.. Özellikle yakın dönemin gerici dönüşüm adımlarının tarih sıralaması ile (Kronolojik). Son derece öğretici, düşündürücü ve uyarıcı..

 

YORUMSUZ İki Önemli Yazı :

İlk yazı      : Afet ILGAZ’dan (Kıyaslama)
İkinci yazı : Levent KIRCA’dan (Türkiye’nin mevcut ve yakın geçmişteki profili
kronolojik sıra ile verilmiş).
 
Duran Aydoğmuş
—–

Teşekkür ederiz değerli Aydoğmuş..

Bu gün, “3 Mart 1924 Devrim Yasalarının 90. Yılı..”
Bu yasalara nasıl acımasız ve sistematik saldırı yapıldığını
Sayın Kırca’nın karşıdevrim kronolojisinden ibretle anımsıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
3 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Nereden Nereye ??

portresi3


LEVENT KIRCA
Büyüklük makamla, parayla, pulla olmaz. Büyüklük hoşgörüdür. Büyüklük; vatan sevmek, insan sevmek ve dinimizin de buyurduğu gibi, canlıya işkence etmemektir. Hele öğretmenlerimize işkence, en büyük günahtır.
En büyük halkımız, başka büyük yok.
Yoksa tuvalette de var; küçük, büyük
Yeni bir oyuna başladım, ismi “AZINLIK”. Yer yer çok komik, yer yer çok sert..
Yerse. Henüz sekiz oyun oynadım. Benim için adeta sekiz oyunluk bir bebek, oyunum. Pek çok şeyi dile getirdiğim ve bunları cesaretle söyleyebildiğim için hoşuna gidiyor insanların. Bir bakıma insanların içindekini, söyleyemediklerini söylüyorum.
Turnedeyim ve ilgiden anladığım kadarıyla uzun sürecek turne. Tek başıma oynuyorum ama masal ya da fıkralardan oluşmuyor oyun. Allahına kadar gerçekleri söylüyorum korkmadan. Tv’de susturulduk, programımız yayından kaldırıldı, inandıklarımı bildiklerimi şimdi tiyatroda söylüyorum.
Ekip, tekniğiyle birlikte 12 kişi. Sahnede ise 3 oyuncu arkadaşım var. İyi oyuncular bunlar. Ama onları konuşturmuyorum. Ha bire kostüm değiştirip, değişik kostümleriyle bol bol antre yapıyorlar. Onların yerine de ben konuşuyorum. İlginç bir durum çıkıyor ortaya. Hem oyun statik olmaktan kurtuluyor, hem de bir hareket kazanıyor.
Daha sekiz oyunda duymuş seyirci duyacağını. İstek telefonlarının ardı arkası kesilmiyor.

“-Bizim şehrimizde / kasabamızda da oynar mısınız?”
-Oynarız. 

Salondaki seyirci oyunun nabzı. Türkiyenin bugünkü durumuna yürekleri yanıyor,
hem de ne yanmak. Gelen reaksiyonlardan anlıyorum bunu. Hep birlikte ağlıyoruz, gülüyoruz memleketin haline. Gerçekleri dillendirdiğim ve de iyi bir oyun çıkarttığım için mutluyum.
Neden devlet büyüğü? 

Hükümetin üst düzey yöneticilerine neden “Devlet Büyüğü” denir?
Bu büyüklük nereden gelir? Büyük denilen bu insanlar gerçekten büyük müdür?
Bunlar büyüklüklerini, sorumluluklarını müdrik midir?

“Büyük”
 sözü çok iddialı bir söz. Fiziksel büyüklüğün dışında, büyüklük:
Olmuşluk; ermişlik; erdem sahipliği; hoşgörülü olmak; kültür sahibi olup da bu kültürle ona buna caka satmamak; bağışlayıcı olmak; dostları unutmamak; küçüğü-büyüğü kollamak; sevgili ve saygılı olmak; paraya pula değer vermemek ve insana değer vermek. Bu niteliklerin hangisi devlet büyüklerinde var? Bana bir kelime öğretenin
kulu kölesi olurum demiş peygamberimiz. Peygamberimiz öyle demiş ama en kutsal varlıklarımız öğretmenlerimiz, yan yana gelmiş 4’lerden oluşan molla yetiştirme sistemine karşı yürüdükleri için coplandılar, gaz sıkıldı yüzlerine, panzerlerden boyalı su fışkırtıldı, sürüm sürüm süründürdüler İzmir asfaltlarında öğretmenlerimizi.Devlet Büyüğümüz Başbakan’ın vicdanı sızlamadı.
Gerçek büyüklerimiz öğretmenlerimize uygulanan bu şiddet karşısında,
“Polis görevini yaptı” dedi Başbakan.

Anamız ağladı, analarımız tabut başlarında saçlarını yoldu yitirdikleri evlatları için. Altmış yıldır ben de bu ülkede yaşıyorum. Hiç bu kadar “Ana” ağlamamıştı.
Gerçek büyüklerimiz analarımızı, cennetin ayaklarının altında olan analarımızı,
Devlet Büyüğümüz Başbakan“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyerek
bir kez daha ağlatmadı mı? Paralılar paraları ödeyip şehitlik mertebesinden tüyerken; ölen fukara gençler, gerçek büyüklerimiz değil mi? Bu düzeni kurgulayan,
milletin anasını ağlatan, Devlet Büyüğümüz Başbakan değil mi?Okumuş, kendini yetiştirmiş, kitap kurdu olmuş insanlar az mı büyük?
Mürekkep yalamışlık; okuyarak dirsek çürütmüşlük az birşey mi? Bilgisiyle bilgilendiren, kitleleri aydınlatan bu insanlar için dememiş mi peygamberimiz, “kulunuz köleniz olurum” diye? Peki Devlet Büyüğümüz Başbakanımız ne buyurmuşlar;

“Ben okumadım, okuyanların halini görüyorsunuz. Ben okumadığım halde Başbakan oldum, büyüdüm büyüdüm Devlet Büyüğü oldum. Sadece Devlet Büyüğü olmadım, ekonomik olarak da dostlarımla beraber büyüdüm. Okumasanız da olur” demedi mi buyruğunda?
Büyüklük makamla, parayla, pulla olmaz. Büyüklük hoşgörüdür. Büyüklük; vatan sevmek, insan sevmek ve dinimizin de buyurduğu gibi, canlıya işkence etmemektir.
Hele öğretmenlerimize işkence, en büyük günahtır. En büyük halkımız,
başka büyük yok. Yoksa tuvalette de var; küçük, büyük. Fiyatları da farklı farklı.
Ben gerçek büyükleri; fındık ile, fıstık ile, badem ile beslerim.
Oyuna çıkarken 

Sahneye girmeden dua ederim; gelmişime geçmişime ve de ustalarıma.
Duam bitmeden de antremi yapmam. Bitince bismillah derim ve başlarım oyunuma. Ben bu duaları Türkçe okuyorum. Türkçe okuduğum için yerine ulaşmıyor mu yoksa? Şimdi beni de kuşkuya düşürdüler; her şeyi bilen yüce rabbimizin Türkçe bilmemesi mümkün mü? Diyanet işleri başkanımıza soruyorum, ben Türkçe duaları boşuna mı okuyorum?
Şehit olmak isteyenlere müjde 

Hükümetimiz de, artık bazı iş ve meslek kollarındaki kişilerin şehit olabileceklerinin müjdesini verdi. Artık hükümet şehit olabilecekler için bir liste hazırlıyor. Parayı bastırıp askerden kaçtığınız için üzülmeyin. Size bu fırsat, bu imkân hükümetiniz tarafından sağlanacak. Ben müslüman bir ailenin çocuğuyum. Annem ramazanlarda eve hoca çağırıp hatim indirirken, hocayı Kuran-ı Kerim’den takip ederdi. Hoca yanlış yaptı mı düzeltirdi onu. Herhangi bir satırı atladı mı uyarırdı. Ben de iyi bir müslüman olduğuma inanıyorum ve Allah’ın her dilden ibadeti kabul ettiğine de inanıyorum. Ayrıca dinin kimsenin tekelinde olmadığına da inanıyorum. Bugüne kadar kimseye eziyet etmedim. Polisle halkı karşı karşıya getirenler, insanların elinden özgürlüklerini alanlar,
yetim hakkı yiyenler, insanlara eziyet edip ah alanlar ve anamızı ağlatanlar düşünsün.
Olaylar doruk noktasında
Oyunum “Azınlık”a turnede, halk ve gençler koşa koşa geliyor. Valiler, kaymakamlar, açıkçası “Mülk-i Erkan” gelmiyor. Belki de gelemiyor. Belki de orada gözükmek istemiyor. Biga Üniversitesi’nde konuşmacıydım iki gün önce. Salon hınca hınç doluydu. Bir tek profesör vardı, diğer konuklar öğrencilerden oluşuyordu.
Çoğu kızımızın da başı örtülüydü üstelik. Ama okul yönetiminden bir kişi dahi yoktu.
Zira okul ele geçirilmişti. Beni dinleyen o profesörün de defterini dürmüşler.
Savaşta düşmeyen Çanakkale ve Biga, özellikle Biga, bu kez düşmüştü
.
Televizyonlarda durum
Durumu müdrik bazı gazetelerin dışında bu yazdıklarım çıkmıyor, çıkamıyor.
Devletin televizyonları ve diğer yandaş kanallarda millet, şakkıdı şukkudu oynuyor.
Pop müzik yıldızlarımız, starlarımız, megalarımız gaflet uykusunda. Şık giysileriyle kendilerinden küçük ya da büyük sevgililerini kucaklayıp“Drink” yapıyor. Pembe lüks otomobillerinde tozpembe yaşıyorlar. Gençlerimiz de onlara alkış tutuyor ve
“Yetenek Sizsiniz Türkiye” yarışmasını izliyor. Bir köpek yarışmanın birincisi olmuş.
Bir karikatür gördüm geçen. Bu birinci gelen köpek de şaşmış bu işe, şöyle diyor:“Yakında bunlar beni milletvekili de seçerler”.

Eskiden ağlanacak halimize gülerdik, şimdi zil takıp oynuyoruz.
*****

NERDEN NEREYE GELMİŞİZ..
15 Şubat 1949 :
İlkokullarda isteğe bağlı olarak din dersleri okutulmaya başlanması öneriliyor.
1 Mart 1950 :
CHP hükümeti, Tekke ve Türbelerin Kapatılması’na Dair 677 sayılı yasayı yürürlükten kaldırıyor. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar
Milli Eğitim Bakanlığı’nca(!) halka açıldı. Açılan türbe sayısı ilk aşamada 19 idi.
12 Nisan 1950 :
Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dini siyasete alet ederek gövde gösterisi yapıyor.
29 Mayıs 1950 :
Başbakan Menderes, sâdece “Millete mal olmuş  inkılâplarımızı
saklı tutacağız”
 diyerek irtica ya ilk işareti  veriyor.
16 Haziran 1950 :
Ezanın Arapça okunması yasağı kaldırılıyor.
5 Temmuz 1950 : Radyoda dini program yayınlama yasağı kaldırılıyor.
21 Ekim 1950 :
Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda din derslerinin zorunlu olmasına karar veriyor.
3 Aralık 1950 :
 Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında
23 Eylül 1931 günlü, 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılıyor.
Böylece Kuran kursu ve imam hatip okullarına yeşil ışık yakılıyor.
1953:
Köy Enstitüleri, İlk öğretmen Okulları’na dönüştürüldü.
1953 :
Yasa değişikliği ile ”siyasi yayın ya da beyanlarda bulunmak,
öğretim üyeliğinden çıkarılmaya neden olan bir suç” sayılmaya başladı.
1954 :
25 yılını dolduran öğretim üyelerinin emekliye ayrılmasını sağlayan yasa ile öğretim görevlilerini bakanlık emrine alan ya da görevden uzaklaştırmayı sağlayan yasa çıkarıldı.
1955 :
 Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor :  

  • ‘Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda  isterseniz Anayasa’yı bile değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz.”
1956 :
Menderes, Konya’da halka hitap ederken ”ortaokullara din dersleri konulacağını” açıklıyor.
13 Eylül 1956 :
Ortaokul ders programlarına seçmeli din dersleri konuyor.
Başbakan Menderes,
1957 :
 Ödemiş’te halka yaptığı konuşmasını bir kasaba imamı gibi bitiriyor :
“Allah, münafıkların şerrinden hepimizi korusun.”
Genel seçimler yaklaşınca hızını alamıyor ve seçmene şu vaatlerde bulunuyor :
“İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii’ni de ikinci bir Kâbe yapacağız.”
14 Şubat 1957 :
Başbakan Menderes, Ankara’da Kocatepe Camii’nin yapımı için
Cami Yaptırma Derneği’ne 100.000 TL bağış yapıyor.
19 Mayıs 1957 :
Kayseri’de halka yaptığı açıklama Menderes, “DP’nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını, Süleymaniye’nin 500’üncü yıl dönümünü kutlamak için
Müslümanların İstanbul’a davet edileceğini”
 söylüyor.
1957 – 1958 :  Liselere seçmeli din dersi kondu.
1959 :
Din dersleri öğretmeni yetiştirmek için Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.
26 Haziran 1965 :
Milli Eğitim bakanı Cihat Bilgehan, “İmam hatip okullarını bitirenlerin,
ilkokul öğretmeni  olabileceklerinin”
 müjdesini veriyor.
15 Nisan 1966 :
 Atatürk büst ve heykellerine karşı gericilerin saldırıları sürüyor.
31 Mayıs 1966 :
 Demirel, Kayseri’de halka yaptığı konuşma hedef saptırarak şunları söylüyor :
“Bugün Türkiye’de gericiliğin yaşamasına uygun koşullar artık bulunmamaktadır.” 
17 Mayıs 1967 :
İmam hatip okullarını bitirenlere üniversitelere girme hakkı tanınıyor.
20 Ağustos 1967 :
İzmir’de İslam Enstitüsünün temelleri, Başbakan Süleyman Demirel tarafından atılıyor.Aralık 1967: Mecliste iftar yemekleri verilmeye başlanıyor.

21 Şubat 1968 :
Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem,
“Hükümetimizin amacı her ilde bir imam hatip okulu açmaktır!” diyor.
19 Şubat 1969 :
Mehmet Şevki Eygi adlı emperyalizm fedaisi ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden yurtsever gençler üzerine“ABD bizim Kabemiz; cihada hazır olun!” 

sloganları ile dincileri saldırtıp o günün tarihlere “Kanlı Pazar” olarak geçmesini sağlamıştır.

1 Ekim 1969 :
 Seçimlere bir gün kala Adalet Partisi’nin  ‘Kıratlı Kuran’ dağıttığı haberleri
basına yansıyor.
26 Ocak 1974 :
Milli Selamet Partisi genel seçimlerden 48 milletvekili ile çıkıyor.
1974 – 1977 :
 Din kültürü ve ahlak dersi zorunlu kılındı.
1975-1976 :
 Bir yıl içinde 70 imam hatip okulu açılıyor.
1976-1977 :  Bir yıl içinde 77 imam hatip okulu daha açılıyor.
1977-1978 :
 Açılan bu imam hatipler yetmemiş olacak ki, bir yıl içinde 86 tane daha açılıyor.
Bu üç yıl boyunca Başbakanlık koltuğunda Süleyman Demirel oturuyor.

  • Kahramanmaraş’ta 21-25 Aralık 1978 tarihleri arasında meydana gelen olaylarda resmi açıklamalara göre 111 kişi yaşamını yitirmiş, 
    yüzlerce kişi de yaralanmıştı. Sol parti ve dernek binaları ateşe verilmiş, Müslümanlar cihada çağrılarak duvarlara “Allah için savaşa, Müslüman Türkiye” sloganları yazılmıştı. Buna karşın Süleyman Demirel, şunları söylemişti :
    “Bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz.”
12 Haziran 1979 :
 MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan şunları söylüyor :
“Hafta tatili Cuma günü olmalı. Nikâhı müftüler kıymalı. Mekteplere Kuran dersi koymalı. Bu milletin mektep kitapları niye Allah adıyla başlamıyor?” 

4 Temmuz 1980 :
Çorum Katliamı gerçekleştiriliyor. 58 kişi katledilirken Başbakan Demirel
“Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın!” diyerek “solun kalesi” diye anılan Fatsa’yı hedef gösteriyordu.
22 Temmuz 1980 :  Kemal Türker’in öldürülmesi.
7 Eylül 1980 :
MSP’nin Konya’da düzenlediği mitingde yobazlar tarafından şu sloganlar atılıyordu :
“Dinsiz devlet yıkılacak elbet
Şeriat gelecek

Laiklik dinsizliktir,

Anayasa Kuran,

Ya şeriat ya ölüm,

Cihada hazırız” 
12 Eylül 1980                         : 

Amerika’nın fedailiğine soyunan, Amerikalıların “bizim çocuklar”  dedikleri Generaller tarafından darbe yapılarak tüm siyasal parti ve dernekler kapatıldı. Demokrasi güçlerine karşı topyekûn bir seferberlik başlatıldı. Dizginlerini koparan zor, zulüm ve işkence doruğa çıktı. Ülkenin aydınlanmacı birikimi üzerinden silindir gibi geçildi. Ulusal birlik yerin dinsel birliği öne süren, ulus yerine ümmet anlayışını ön plana çıkaran,
günlük konuşmalarını bile dinsel motiflerle süsleyen gerici 12 Eylül’ün darbesinin mimarı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde Çanakkale’de yaptığı konuşmada “Muhterem din adamlarının elini  öpeceğiz” diyordu.[1]
“Gerçekte,” der Machiavelli“hiçbir ülkede olağandışı bir yasacı yoktur ki,
Tanrı’ya başvurmuş olmasın; yoksa koyduğu yasaları kimse kabul etmezdi. Gerçekte bilge kişinin bildiği birçok yararlı bilgi vardır. Fakat aynı bilgilerde, başkalarını inandıracak ölçüde açık birtakım nedenler yoktur.”
 [2]
Darbe rejimi, 2842 sayılı yasayı 16.6.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak bu yasanın
10. maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı. Bununla da yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen olmalarına
yasal dayanak hazırlandı.12 Eylül’de gerçekleştirilen Amerikancı darbeden sonra İsmet İnönü’nün oğlu
veto edilerek seçimlere katılması engellenirken, Nakşibendî tarikatının üyesi olan Turgut Özal‘ın Çankaya’ya kadar tırmanması sağlandı. Nitekim Özal’ın,
“12 Eylül olmasaydı  iktidara gelemezdik.” biçimindeki açıklaması 14.8.1987 tarihinde basına yansıdı.

Mart 1987 :
Demirel, Öğretim Birliği Yasası’nın bir devrim yasası olduğunu ve değiştirilmesinin olanaksız olduğunu göz ardı ederek şunları söylemiştir:
“Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset
dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok.…Tevhidi Tedrisat Kanunu
bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır.”[3]
1989 :
TCK’nin Türkiye’de din devleti kurulmasını suç sayan 163. maddesi kaldırıldı.
Bu maddenin kaldırılmasına karşı çıkan aydınlar birer birer öldürülmeye başlandı.
28 Aralık 1989 : Üniversitelerde türban serbest bırakıldı.
31 Ocak 1990 :  Prof. Dr. Muammer Aksoy’un öldürülmesi.
7 Mart 1990 :  Çetin Emeç’in öldürülmesi.
4 Eylül 1990 :  Turan Dursun’un öldürülmesi.
6 Ekim 1990 : Doç. Dr. Bahriye Üçok’un öldürülmesi.
24 Ocak 1993 : Uğur Mumcu, “İmam-Subay” başlıklı yazısından iki gün sonra
bir suikasta kurban gitti.
2 Temmuz 1993    : 

Sivas’ta her yıl geleneksel olarak düzenlenen Pir sultan Abdal Kültür Etkinlikleri’nin
3. gününde, dinciler ortalığı kana buladı. Ülkemizin yetiştirdiği en değerli aydın,
düşünür, bilim adamı, sanatçı ve edebiyatçılardan 37 kişi diri diri yakıldı.
(A.S. 33 aydın – sanatçı, 2 otel görevlisi ve 2 de gösterici…)
Çoğu çevre illerden gelerek Madımak Oteli’ni ateşe verenlerin attığı ortak sloganları şunlardı :
 “Zafer İslam’ın, Cumhuriyet Sivas’ta Kuruldu, Sivas’ta Yıkılacak!..
Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek, Kahrolsun laiklik”
 
27 Mart 1994 :
Yerel seçimlerle RP’nin yükseliş ivmesi devam etti. 22 ildeki belediyelerin,
Ankara ve İstanbul’daki Anakent Belediyeleri’nin tüm olanakları RP’nin eline geçti. Bunlar, iktidar yolunda önemli kilometre taşları olacaktı. Erbakan, “Refah iktidara gelecek. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak? Kansız mı? 60 milyon buna karar verecek” diyordu. Erbakan, 5 Nisan 1994 tarihli kararlarını ilan ederken “son sosyalist devleti de yıktık” sözleriyle Kemalizm’in
sosyal devlet alanında sağladığı cılız da olsa kazanımları kastediyordu.
(A.S. Bizim anımsadığımıza göre bu sözler Başbakan Tansu Çiller’indi..)
10 Kasım 1994 :
Anıtkabir’de Atatürk’e çirkin bir saldırı yapıldı. Saldırgan, “Taşlara, kemiklere secde etmeyin. Taşlar sizi kurtaramaz. Kuran’a davet ediyorum.” diye slogan attı.
11 Ocak 1995 : Onat Kutların öldürülmesi.
9 Ocak 1996 : Metin Göztepe’nin öldürülmesi.
1997 :
Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız,
“Laiklere şeriat enjekte edilecek” diyordu.
1997:
Şevket Yılmaz, “Allah’ın size soracağı soru şöyle : Küfür düzeninde İslam Devleti olsun diye niye çalışmadın?”Hasan Hüseyin Ceylan, “Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim.
Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler!”

Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe,
Bu törenlere içim kan ağlayarak katılıyorum. Bu düzen değişmeli.
Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola.
Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin
.”

Şanlıurfa Belediye Başkanı Çelik, 
“Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak.” diyorlardı.

Ve Nihayet Şubat 1997…Özal’ın halefi olan Başbakan Necmettin Erbakan,
Başbakanlık Konutunda verdiği iftar yemeğine Türkiye’nin en ünlü din baronlarını
davet ederek, toplumsal gerilimi tırmandırdı. Laikliliğin tanımı bile değiştirilerek,
“laiklik, din özgürlüğüdür”; “din ise birleştirici ve lâzımdır” denilmeye başlandı.
21 Ekim 1999 : Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi.
18 Aralık 2002 : Dr. Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesi.
Eğitim yoluyla şeriat özlemcisi kafalar yetiştirildi. Bu zihniyetteki bireyler, cesaret ettikleri takdirde çarşafı, Arap alfabesini, dört kadın ile evlenmeyi de, bir yandan uluslararası yeşil sermaye gücü, öte yandan da din istismarı yoluyla bunu topluma kabul ettirip uygulayacaklarına, artık hiç kuşku kalmadı.

  • Şimdi ise Sevr kapımızın eşiğinden sırıtıyor!

KARARSIZLAR KARARLARINI VERDİLER YALANCININ MUMUNU SÖNDÜRDÜLER


KARARSIZLAR KARARLARINI VERDİLER
YALANCININ MUMUNU SÖNDÜRDÜLER!

portresi


Cemil DENK 

 

“NE acı ki, ülkemiz yalan ve talanla yönetiliyor..

İktidar, siyasetini, “YALANLAR” üzerinden yürütüyor.

YOLSUZLUK sıradanlaştırılıyor

BİR zamanlar TRT’de “YALAN RÜZGARI” dizisi vardı. Türkiye o diziye benzedi!

Erdoğan hükümetinin ÇELİŞKİLERİYALANLARI saymakla bitmez:

Gazeteler yazdı:

“Ergenekon, Balyoz gibi davalarda Kumpas var, sanıklara yeniden yargılama olacak.” dediler.

SÖZLERİNDE DURMADILAR

———-

“HÜKÜMET’İN doğrudan ya da dolaylı MÜZAKERE YAPTIĞINI İSPATLAMAYAN

ŞEREFSİZDİR, NAMUSSUZDUR, MÜFTERİDİR” dediler

Sonraki görüşmelerinde: “…İmralı’yla görüşüldü… “Gerkirse yine yaparız” dediler

———-

“Türkiye’de demokrasi var! Basınımız özgür, siyasiler herhangi bir baskı yapmıyor dediler.

* Kendilerine güdümlü bir medya yarattılar,
* “Alo Fatih” diyerek medyaya yaptıkları baskıyı dünyaya ilan ettiler.
* İfade ve Gösteri Özgürlüğünü kullanmak isteyenlere Gaz sıktılar, Su sıktılar,

Gözlerini çıkardılar, ÖLDÜRDÜLER!

* Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün hazırladığı rapora göre
Türkiye’deki, Medya Özgürlüğü: 179 ülke arasında, 98 basamak aşağıya indi,
154’üncü sırada…

*… 60 gazeteci hapiste, yüzlerce gazeteci işsiz,
Gazeteci ve Siyasetçilerin CEZAEVLERİNE, konduğu Dünyanın ikinci ülkesi olduk!

———-

Başbakan Erdoğan önce:

“…Başbakan Erdoğan; Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlarından biridir diye ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar; bunu ispat ederlerse biz her şeye varız!.
Ama, ispat edemezlerse; ALÇAKTIRLAR, NAMUSSUZDURLAR…” dedi

Sonra;

Aradan bir hafta geçti, geçmedi; bizler, Başbakan Erdoğan’nın, 31 ayrı konuşmasında,
Biz, Büyük Ortadoğu Projesi EŞBAŞKANLARINDAN birisiyizbiz bu görevi yapıyoruz.” dediğini izledik.

———-

Başbakan: “Geziciler “Camiye ayakkabılarla girdiler, bira içtiler,
bunlarla ilgili kamera görüntüleri Elimizde” dedi.

*Tümüyle yalan olduğu ortaya çıktı. Camilere hiç kimsenin bira Şişeleriyle girmediğini o caminin müezzini açıkladı:

“Allah var, ben Din Adamıyım; yalan söyleyemem. Burada içki içilmedi.” dedi

———-

Başbakan’; Başka bir yalan daha söyledi:

“… Üstleri çıplak, elleri deri eldivenli, yaklaşık 80 kişilik bir grup, Kabataş’ta türbanlı bacımızı yerlerde sürüklediler! Üzerine işediler.” dedi.

Başbakan’ın bu iddialarını; gelinin yakını olan AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu YALANLADI.”
Böyle olayların olmadığı Kamera Kayıtlarıyla da ortaya çıktı.

***

Başbakan Erdoğan bunlarla da kalmıyor;
CHP’ Genel Başkanı İsmet İnönü’yü KARALIYOR.

Aradan 75 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen;
Kurtuluş Savaşı kahramanı, demokrasiyi milletimize hediye eden
İkinci cumhurbaşkanımız İsmet Paşa‘yı şimdilerdeHİTLER’E benzetiyor..

Yalanlarına, işte iki örnek:

Başbakan çıkıyor kameraların karşısına pazarcılar gibi bağıra, bağıra şunları söylüyor:

“… Milli Şef İsmet Paşa, CAMİLERE KİLİT vurdu. Etrafına ASKER dikti.
NAMAZ KILMAK için içeriye kimseyi SOKTURMADI….”

“… ‘CAMİ’leri “DEPO” yaptı, “AHIR” olarak kullandı…”

Tufan Türenç; Bu ÇİRKİN İFTİRAYI ve GERÇEĞİ, Hürriyet Gazetesi’nde yazdı:

“… Bu çirkin iftiranın iç yüzünü yıllarca CHP’de görev almış, İnönü’nün yakınında bulunmuş olan Necati Karakaya açıklıyor:

“… 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde,
HİTLER’İN Orduları sınırımıza dayandı.

… İsmet Paşa; İSTANBUL’UN BOMBALANACAĞINI tahmin ederek,

… İstanbul’daki Saraylarda ve Müzelerde bulunan TARİHSEL EŞYALARI,
ZARAR GÖRMEMELERİ için; Alman uçaklarının menzili dışında kalan bölgelerdeki CAMİLERE Koymayı düşündü. Çünkü o biliyordu ki; Hiçbir DÜŞMAN, Savaş bile olsa, CAMİLERİ BOMBALAMAZ!

O nedenle; bütün SARAY EŞYALARINIPADİŞAHLARIN TAHTLARINIMücevherleriKUTSAL EMANETLERİ,
Hazreti Muhammed’in SANCAĞINI, KILICINI, HIRKAİ SAADETİ,
Hazreti Osman’ın KANLI KURAN’I KERİMİ’Nİ, … MÜZELERDE ne varsa tümünü;
Tam 48 VAGONA YERLEŞTİREREK NİĞDE‘ye gönderdi.

… Bu Değerli Eşyalar Niğde’de 3 CAMİYE YERLEŞTİRİLDİ.
ÇALINMASIN diye; Camilerin etrafına NÖBETÇİ ASKERLER yerleştirildi.
EŞYALARTEHLİKE tamamen GEÇENE Kadar NİĞDE‘DE KALDILAR.

… İşte o ÇİRKİN İFTİRANIN GERÇEK YÜZÜ böyle!..”

***

İKİNCİ ÖRNEK: CAMİ ve DİN SÖMÜRÜSÜNE acı bir örnek de şöyledir:

Türkiye, 1940’lı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’na girmeğe zorlanmaktadır. “SEFERBERLİK” ilan edilmiştir. Bir harbe girilmesi halinde,
Ordu’nun ihtiyacı olacak; YİYECEK, GİYECEK, İLAÇ gibi, maddelerin, yeterli miktarda elde bulundurulması gerekmektedir.

… DİNDAR bir kişi olarak bildiğimiz, zamanın Genelkurmay Başkanı
Mareşal Fevzi Çakmak tarafından bu malzemelerin toplatılması emredilmiştir.
Depo olarak da CAMİLERİN KULLANILMASI ZORUNLU OLMUŞTUR.

… Mareşal Fevzi Çakmak, DİNDAR bir insandır. Ama;

O günün koşullarında, “Cami”lerin bir bölümünün İBADET yapılacak yer olarak değil, “DEPO” olarak kullanılmasını daha uygun görmüştür.
… Olay çok mantıklı, bir o kadar da ZORUNLU bir olaydır.

Ancak, Dini her fırsatta karşıtlarına bir silah gibi kullanmak isteyenler,
O’nu yine kendi iktidarları için, çıkarları için İnönü’ye karşı kullanmışlardır.

… Hakkında “dinsizdir” diye propaganda yapılan İsmet Paşa’nın son derece dindar olduğu, dinsel sorumluluklarını yerine getirdiği, yatağının başucunda KURAN bulundurduğu pek az kişi tarafından bilinir.”

***

Kurtuluş için düşünürlerimiz neler söylemişler:

Necati Doğru, SÖZCÜ’de yazdı, (Özet): “… Halk tabanda bütünleşiyor. CHP’nin güçlü olduğu yerlerde MHP’lilerin, CHP adaylarına OY vereceklerini; MHP’nin güçlü olduğu yerlerde de, CHP’lilerin, MHP’li adaya OY vereceklerini; söylüyorlar!”

———-

Emin Çölaşan, SÖZCÜ’de yazdı, (Özet):

“… CHP ya da MHP’li seçmenin, “Gönlümdeki kişi Aday Gösterilmedi,
“Genel Merkezi’n gösterdiği Adaya oy vermiyorum” deme lüksü yoktur.”.

———-

Uğur Dündar: “… Bütün yurttaşlarımı temiz siyasette Buluşmaya davet ediyorum.
Ayrılığa gayrlığa yer yok. Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.”

———-

CHP’ Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, açıklama yaptı:

“… Kul hakkı yiyenden HESAP soracağız. Dosyaları önüne koyarak,
‘Hesabını Ver’ diyeceğiz.”

***

Yurdunu ve milletini seven Bireyler olarak bzler; yakındığımıyönetimden kurtulmamız için; OY VERMEYE gidelim ve ayrı AYRI ADAYLARA oy VERMEYELİM,

* Her ne nedenle olursa olsun, seçimlerde ‘SANDIK’a gitmeyen 10 milyon dolayındaki KARARSIZLARI, “Yetmez Ama Evet” diyenleri ve iyi niyetle AKP’ye
Oy veren
 yurtseverleri, SANDIĞA GİTMEYE İKNA edelim.

Saygılarımla. 20 Şubat 2014

ATATÜRK’ün ve BİRİLERİNİNDin’e, Laiklik’e ve Kadına BAKIŞI”
konusunda araştırmacı yazar, E. Albay
0 532 217 88 11 /
e-ileti: denk.cemil@gmail.com

 

Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve 30 Ağustos Zaferi

Dostlar,

Sayın Naci Beştepe emekli tümgeneraldir.
ADD Bilim – Danışma Kurulunda birlikteyiz.

Alçakgönüllü ve insan sevgisi ile dolu yüreği ile yazılar yazıyor..
Özellikle “ÇARŞAMBA İĞNELERİ”, yüksek zekasının ince kara mizah örnekleridir ki bu sitede hep yer veriyoruz severek.

Aşağıdaki yazı, doğrudan uzmamlık alanı içinde. Bir karacı tümgeneral olarak Büyük Taarruzu teknik ve siyasal sonuçları bakımından irdeliyor.

26 Ağustos 1922 sabahı Afyon’da başlayan ve 9 ylül 1922’de İzmir’de sonlanan Büyük Taarruz ile elde edilen askeri utkunun Lozan’a zemin hazırladığının altını çizmek gerekir.

Yoksul ve hasta, gençleri kırılmış Batı’nın deyimiyle “kılıç atığı” Ulusumuzun var gücüyle oluşturabildiği son ordudur eldeki.. Sayı 200 bine yakındır ama silah üstünlüğü sağlanamamıştır gene de emperyalizmin maşası işgalci ve “Megali idea” hayalcisi Yunan ordusu karşısında. Başkomutan Atina’dadır.. Bizim Başkomutanımız Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa ise cephededir.

Bu büyük askeri utku, 20 Ağustos 1920’de son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in onayladığı aşağıdaki SEVR ANTLAŞMASI haritasının reddini ve Lozan Antlaşması ile sağlanan günümüz Misak-ı Milli sunırlarına erişmemizi sağlamıştır.

Sevres_Treaty_map_10.08.1920

Askerin barındırılabileceği bir “dam altı” bile elde yoktur..
(Prof. A. Mumcu) ve ivedi olarak barışa, Lozan’a.. gitmek gerekmektedir.. Lozan’da görüşmeler başladığında (Kasım 1922) arkaplanda durum budur.

Teşekkür ederek okuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 26.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve 30 Ağustos Zaferi

Naci_Bestepe_portresi

NACI BEŞTEPE
E. Tümgeneral

Anlaşma (İtilaf) Devletlerinin maşası Yunan ordusu, 21 Eylül 1921’de biten Sakarya Muharebesi’nde ağır kayıplar vererek Afyon bölgesine çekildi. Burada savunma düzenine geçti.
Birbiri gerisinde üç mevzi bölgesi hazırladı.

Türk ordusu ise ulusça başlatılan seferberlik ile genel karşı taarruz hazırlıkları başlattı. Haziran 1922’de yığınaklanmaya, 20 Ağustos’tan itibaren de son hazırlıklara geçti.

Bir askeri harekatın başarısı yığınaklanma ile başlar.
Yığınakta yapılan hata önlenemez zararlara neden olur.

Bu muharebede, aldatma taktikleri ile yapılan yığınak Yunanları şaşırtmış ve baskın sağlanmasında önemli etken olmuştur.

26 Ağustos 1922 sabahı başlayan, Başkomutan Mustafa Kemal’in yönettiği ve bu sebeple BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ diye anılan Dumlupınar Muharebesi askerliğin sanat yönü ve komutanlık dehası açısından çok iyi bir örnektir.

Harp prensipleri açısından eşi az bulunur örneklerle dolu olan bu muharebe, Harp Akademileri’nde sürekli incelenmektedir.

Beklenmeyen yer ve zamanda ve beklenmeyen üstünlükteki kuvvetlere yapılan taarruz ile büyük baskın sağlanmıştır.

Aylarca hazırlanan mevziler yarım günde yerle bir edilmiştir.

Yunan cephesi ikinci gün yarılmış ve büyük çaplı kuşatma ile çekilmeye çalışan ve kaçan düşmana büyük zayiat verdirilmiştir.

30 Ağustos’ta, Dumlıpınar Çal Köy bölgesinde vurulan darbe ile düşmanın savaşma azmi tümden yok edilmiştir.
Yunan kayıpları 100 bin kadardır.

Buradan kurtulan unsurlar 9 Eylül günü İzmir’de son bulan takip harekatı ile anayurdumuzdan atılmıştır.

Marmara güneyinde bulunan kuvvetler de 16 Eylül’de Bandırma’dan tahliye edilmiştir.

Bu zafer yalnızca askeri yönüyle bile harp tarihi açısından son derece önemlidir.

Kaldı ki, sonuçları bakımından siyasal yönü çok daha önemlidir.

Askeri yönüyle; sayıca yakın, silahça üstün, uzun sürede ve çok kuvvetli hazırlanmış düşman mevzilerini kısa sürede ele geçirerek düşmanın savaşma azmini kırmış, böylece işgale son veren ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’nın son halkasını oluşturmuştur.

Siyasal yönüyle ise; Lozan’a giden yolu açarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapusunun alınmasını sağlamıştır.

Ulu Önder Atatürk, bu muharebenin önemini, 30 Ağustos 1924’te, Çal Tepe’de katıldığı kutlama töreninde şu sözlerle özetlemiştir:

* “Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada kuvvetlendirildi, sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdır.”

30 Ağustos Zafer Bayramı 1923 yılında üç merkezde, sonraki yıllarda yurt genelinde kutlanmaya başlanmış, 1935’ten başlayarak yasayla resmi bayram ilan edilmiştir.

Her yıl Genelkurmay Başkanlığınca kabul edilen kutlamam (tebrikat) geleneğine 2012 yılında son verilmiş, bayramı kutlamaları da sanki bir eğlence imiş gibi bazı gerekçelerle iptal edilmiştir.

Ulusal bayramlar ulusların onur ve gurur günüdür.
Tasada ve kıvançta birlikte olma duygusunu pekiştiren günlerdir.

30 Ağustos zaferi ile Türk ulusu bu onuru fazlasıyla hak etmiştir.
Askeriyle, siviliyle doyasıya kutlamalıdır.

Türk Ulusu’na bu onur gününü armağan eden; başta Ulu Önder ATATÜRK, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Batı Cephesi Komutanı İsmet İNÖNÜ ile silah arkadaşları olmak üzere tüm şehit ve gazi atalarımızı (A. Saltık : Sağkalan vara??) şükranla ve saygıyla anıyoruz.

Işıklar içinde yatıyorlar, bize ışık saçıyorlar, ışıklar içinde kalsınlar.