Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Ekim 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın tüm iğneleri Milli Bayramlarımızı halkın coşkuyla kutlamasını çeşitli bahanelerle engelleyen milli ruh yoksunu vatansızlara…

SIFIRLAMA

Makarnalık durum buğday, adi buğday, kızıl buğday, mahlut, beyaz arpa, matlık arpa ve mısır ithalatında uygulanan gümrük vergisi 31 Aralık’a kadar sıfırlandı.

Çiftçi zarara giderken birileri bu süreçten yararlanacaktır..

VİZYON

RTE, “İnşallah bir sonraki safhada 2053 vizyonuyla milletimizin karşısına çıkacağız.”

2023 vizyonundan televizyon bile çıkmadı. Dövizde çakıldı.2053’te ne ola ki?…

KATLAMA

Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) adı ile bir araya gelen akademisyenler Eylül ayı enflasyonunu %3.61 olarak hesapladı. Bu oran, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Eylül’de açıkladığı %0.97 enflasyon oranının yaklaşık 4 katına işaret ediyor.

Vatandaş dörde katlandı. AKP iktidarı uçuyor. Dünya onları kıskanıyor!…

HARCAMA

CHP Kütahya Milletvekili Ali Fazıl Kasap, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2018 ve 2019 yıllarında engelli olmadığı halde engelli aylığı ve engelli evde bakım ödemesi alan toplam 442.309 kişiye 6.9 milyar TL usulsüz para aktardığını bildirdi.

Usul usul değil hızla usül engellendi…

ASKI

Kayseri esnafı kendilerini ziyarete eden Akşener’e, “Askıda ekmek” yerine “Sarayda bisküvi dense daha iyi olurdu” dedi.

Püskevit arası lokum olurdu…

GERİLEME

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İbn Haldun Üniversitesi açılışında, eğitim ve kültürde “arzu ettikleri ilerlemeyi” sağlayamadıklarını söyledi.

Gerilemede iyi gidiyor…

AKİT

Yeni Akit, Sözcü’nün değerli yazarı Bekir Coşkun’un ardından “Bekir’e pamuğu tıkadılar” başlığıyla ahlaksız ve insanlıktan uzak yazı yayımladı.

Bu tür yayın yapanlar Müslüman / dindar olamaz çünkü kutsal saydığı din adamının yaptığı kutsal işi aşağılıyor,

Ama önce insan olamaz;

Ölen kim olursa olsun ardından kin kusulmaz…

ZITLIK

Bekir Coşkun’un ölümünde RTE / AKP / İktidar kanadından baş sağlığı dilenmedi.

Sebep belli, O dürüsttü, çizgisi kesişmezdi…

İŞLET

Yap-İşlet-Devret giderleri açıklanmayacak, halktan gizli olacak.

Yap/ye_İşlet/ye-Devret/ye-Yedir/ye…

KAYIP

Bilkent Şehir Hastanesi’nde üç milyon dolarlık Da Vinci Robot’u kaybolmuş.

Yemişlerdir…

DÜZEY

Sağlık Bakanı İstanbul’da bürokratlarla yaptığı salgın toplantısına BŞB Başkanı İmamoğlu’nu çağırmadı. Bursa’daki toplantıya AKP’li BŞB Başkanını çağırdı.

Üst düzeysizlik…

HATA

TBMM’ne sunulan bütçe teklifinde bir milyar liralık hata yapılmış.

Bir kuruşun hesabını soruşturan İsmet İnönü’nün kulakları çınlasın.

Onun eleştirenler birazcık ders alsın…

VARLIK

Madenlerimizin Vakıf Fonu’na devredilmesine hazırlık yapılıyormuş.

Varlık olmaktan çıkıyor demektir…

BOYKOT

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a tepki göstererek, “Fransa’nın akli noktada kontrole muhtaç olan liderinin teşvikiyle bu saldırılar yapılmaya başlandı. Buradan milletime sesleniyorum, Fransız mallarını asla satın almayın.

Macron hastaysa bizim mi Fransa’nın mı sorunu?

Devletin başı vatandaş gibi Fransız mallarına boykot çağrısı mı yapar, gümrükten girişi mi yasaklar?..

ROTA

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak doların 8 TL’yi aşmasının ardından Twitter hesabında, “Son gelen veriler ekonomimizin büyüme patikasına girmesini destekleyecek şekilde rotasında ilerlediğini gösteriyor” dedi.

Yola giremiyor, patikada debeleniyor…

BİSMİLLAH

Demirören’e satılan Milli Piyango çekilişini “Haydi bismillah” diyerek Seda Sayan yapmış.

Haramın çekişi helal olmuş…

KEYİF

Malatya’da “Evimize ekmek götüremiyoruz” diyen esnafa “Keyif çayı bu, bu çayı iç” diyerek çay attı.

Alemin keyfi yerinde yine maşallah…

ONUR

Kılıçdaroğlu,”Koltuk için onurunu satan vali olmaz” dedi.

Şimdi onlardan çok var…

U/YUTUCU

“Bir ilimizdeki bir sokaktan hayretler içinde geçtim. Dışarıda dört genç kızımız bira içiyorlardı” diyen Sabah yazarı ilahiyatçı Nihat Hatipoğlu’nun sahibi olduğu otelde içki satışı yapıldığı açıklandı.

Halka verir talkını, kendi yutar salkımı…

Cumhuriyetimizin 98. Yılı Konferanslarımız


Cumhuriyetimizin 98. Yılı Konferanslarımız...

Sunumlarımız, Şubelerimizin sosyal medya hesaplarında, youtube kanallarında canlı olarak, eşzamanlı yayınlanacaktır..


Hatay konferansımızın video kaydı : https://www.youtube.com/watch?v=S3zd6tEPCRo

Bilgi ve ilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 27 Ekim 2021, Ankara (03:37)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
ADD Genel Merkez Bilim Kurulu Başkan Yrd.
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

Sağlıkta nitelik mi nicelik mi?

Dr. Ceyhun Balcı yazdı…

Sağlıkta nitelik mi nicelik mi?

Salgın ortamındaki 2 yıla yakın süre boyunca karantina, yoğun bakım, aşı ve en kötüsü ölüme odaklandık. Bu arada, yaşam sürdü. Sağlık ortamının sorunları çözülmek şöyle dursun katlanarak arttı. Pek çok kişi bu iktidarın sağlık üzerinden epeyce oy kazandığı konusunda uzlaşı içindedir. Doğruluk payı oldukça yüksektir bu saptamanın.

Kendimi bildim bileli göreve başlayan hemen her Cumhuriyet hükümeti programına sosyal güvenlik kurumlarının tek şemsiye altında toplanmasını yazmıştır. Bu önemli adımı atan kim olsa oy kazanacaktı. Şimdiki iktidar işi programdan uygulamaya taşıyarak bu öngörüyü gerçeğe dönüştürmüştür. Birleşme öncesinde SSK’li (işçi statüsünde çalışanlar) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için hastalanmak ve bir biçimde sağaltım görmek zorunda kalmak karabasana eşdeğerdi.

Nasıl olmasın! Nüfusun kabaca yarısını kapsayan SSK, ülkedeki hekimlerin % 10’unu, eczacıların da % 2’sini çalıştırmaktaydı. Bu sayısal tablo karşısında hastane ve ilâç kuyruklarıyla gelmek bilmeyen randevulara şaşırmak gereksizdi. Kurumlar birleştirilince SSK ortamındaki hekim, eczacı ve yatak darlığı keskin biçimde giderilmiş oldu. Uzun yıllar boyunca kapalı olan kapıların ardına kadar açılması doğal olarak insanları (özellikle de SSK’lileri) mutlu etti.

Olmayan sağlık hizmetinin birden bollaşması hoşnutluk kaynağına dönüştü. Bu arada, hizmete kavuşanların hizmetin niteliğine ilişkin sorunları göz ardı etmeleri de olağandı. Dün olmayan şeyin bugün bolca bulunması niteliğin öncelenmesine ve dolayısı ile de sorgulanmasına engel oldu. Hizmetin birdenbire bollaşmasının nicelik patlamasıyla sonuçlanması kaçınılmazdı.

Yalnızca acil servislere yıllık başvuru sayısı 100 milyonu aşarken, her bir T.C. vatandaşı yılda ortalama 8+ kez hekime başvurur oldu. “Ne denli iyi” diyenler çıkabilir. Ancak, bu olumlu gibi görünen nicelik patlamasının bir nitelik eksilmesinin sonucu olduğu unutulmamalıdır. Orantısız nicelik patlaması bir yandan sağlık hizmetine açlığın sonucuyken öte yandan da nitelik düşmesinden kaynaklıdır. Başka deyişle, hastalar niteliksiz sağlık hizmeti sunumuna bağlı olarak arayışlarını sürdürmektedir ve buna bağlı nicelik artışları yaşanmaktadır.

BEŞ DAKİKADA (5) BİR HASTA BAKILABİLİR Mİ?

Şu günlerde başta hekimler olmak üzere sağlık çalışanlarının haklı tepkisini çeken bir Sağlık Bakanlığı uygulaması var. Merkezi Hasta Randevu Sistemi (MHRS) aracılığıyla verilen hasta bakım randevularının aralıkları 5 dakikaya dek indirildi. Bu 5 dakikada bir hastaya bakılması anlamına gelir. Öte yandan, hekimin hastasına ancak 5 dakika ayırabilmesi demektir.

  • Yalnızca Beş dakika!

Hastayla hekimin tanışmasına bile yetmeyecek kısa bir süredir. Hekim-hasta ilişkisinin her şeyden önce insancıl temele oturması gereği akıldan çıkartılmamalıdır. Bu durum göz ardı edilerek 5 dakikada bir hasta bakılması konusunda üstelenirse, sağlıkta niteliğin yerini niceliğin almayı sürdüreceği ve bu durumun artık yerleşikleşeceği kuşkusuzudur. Beş dakikada hasta bakmak ve sonuca ulaştırmak olanaklı olamayacağına göre, hekime düşen, ileri görüntüleme yöntemlerine başvurmak, bolca kan vb. tahlil istemek ve akla gelebilecek öbür yardımcı tanı yöntemlerine başvurmaktan başkası olamaz.

Burada yeri gelmişken, Dünya Sağlık Örgütü’nün hastaya ayrılması gereken süreye ilişkin ölçütüne kısaca değinmekte yarar var.

  • DSÖ, hekimin hastaya 20 dakika süre ayırması gerektiği görüşünde.

Yirmi dakika nerede, 5 dakika nerede diye sormadan edebilir miyiz?

Kısa sürede hasta bakışı konusundaki zorlama hekimi hataya zorlayacağı gibi hastayı da nitelikli sağlık hizmeti almaktan uzaklaştırmış olacaktır. Durum bu denli açıkken bunca üsteleme neden? Bu kararı alanların sağlıkta nitelik gibi bir kaygıları yoktur düşüncesine kapılmamak elde değil. Nicelik artsın, kuyruk, sıra, yığılma olmasın! Nitelik olmasa da olur düşüncesinde olmaları yüksek olasılıktır.

Böylesi kabul edilemez ve hem hastaya hem de hekime zarar vermesi olası olumsuzluk karşısında hekimlerin tek başına direnç göstermesi istenen sonucun alınması için yeterli olmayacaktır. Toplumun da bu akıl ve bilim dışı uygulama karşısında sesini yükseltmesi, duruş sergilemesi olmazsa olmaz gerekliliktir. Böyle bir durumda toplumun tepki geliştirmesi beklense de, bu beklentinin çok da gerçekçi olmadığı göz ardı edilmemelidir.

  • Sonuç olarak; hasta-hekim ilişkisinin beş dakikaya sıkıştırılması kabul edilebilir bir uygulama değildir.

Böylesi bir akıldışılığın karşısında durulması salt gerekli değil, zorunludur. Yalnız kalsalar da hekimler başta olmak üzere, sağlık çalışanları en azından şimdilik bu yanlışlığın karşısında duracaklardır. Bu uygulamada üsteleme, iktidarın pek çok alanda olduğu gibi sağlıkta da içtenlikten, akıldan ve bilimden yoksun bir duruş içinde olduğunun güçlü göstergesidir. İktidar çok açıktır ki, niteliğin karşısına niceliği koymuştur. Anlaşıldığı kadarı ile niceliğin diri tutulmasının oy yitimini en az düzeyde tutacağı öngörülmektedir.

  • Böylesi bir tercihin (AS: yeğlemenin) sağlıkta niteliği düşürmesi,
  • Sağlık kurumlarında zaten yüksek olan iş yükünü daha da artırması,
  • Artan iş yükünün sağlıkta şiddetin olası körükleyicisi olması,
  • Hastasına yeterli zaman ayıramayan hekimin hataya düşmesi ve buna bağlı olarak da hastanın bu olumsuzluktan zarar görmesi (AS: bitip tükenmeyen malpraktis davaları!)

Her türlü karşı çıkışa ve uyarıya karşın bu kararda üsteleyen sağlık yönetiminin bir çırpıda akla geliveren yukarıdaki olumsuzlukları kendisine dert etmediği anlaşılmaktadır.

NOKTA TV Programımız – 21 Ekim 2021

Dostlar,

Bu gün, 21 Ekim 2021 Perşembe günü saat 16:00’da, NOKTA TV‘den Sn. Rüzgar Başak Öğütlü’nün konuğu olacağız.. / OLDUK..

Duyuru görseli aşağıda.. Youtube ve ve twitter erişkesi (linki) de..


Bilindiği gibi salgın ülkemizde dizginlenemiyor..
Sırırlamaların kaldırıldığı 1 Temmuz 2021’den günümüze geçen sürede, 80 bin olan etkin (aktif) olgu sayısı, PCR testi pozitif / hastalığı bulaştırabilecek insan sayısı “resmi” verilerle yarım milyon!

Bu muazzam bir rakam!
Ölümler, isyan ettirecek kertede!
Her 2 gösterge de (hastalanma ve ölümler) şimdikinden çok daha aşağılara çekilebilirdi.

Ne var ki, iktidar ezberini bozmamakta ve gerçekte salgın ÖKSÜZ BIRAKILMIŞ durumda.


Dünya genelinde salgın sönümlenmekte, ölümler azalmaklta.. grafik aşağıda. tırmanmakta!

Ancak Türkiye’de durum tersine!

 

 

Bu durum sürdürülemez ve kabul edilemez.

İlgi ve bilginize saygı ile sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2021, Ankara(Güncelleme : 26.10.21)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Genel Merkez Bilim Kurulu Üyesi

Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Resmi Gazete’den Yasa Özetleri – 26 Ekim 2021

Mahmut ESEN
Mülkiye Başmüfettişi (E)

Konu: Bu günkü (26.10.2021) R.G.’de yayınlanan yasaların özeti

A-14.10.2021 gün ve 7338 sayılı “VERGİ USUL KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN” yayımlanmıştır.

1Basit usulde vergilendirilen yaklaşık 850 bin esnafın kazançları Gelir Vergisinden istisnaya tabi tutulmuştur.

Uygulama kapsamına 2021 yılı gelirleri de katılmıştır.

2- Sosyal medyada metin, görüntü, ses, video vb. içeriklerin paylaşımlarından elde edilen gelirler bankalar aracılığı ile tahsil edilecek, hesap sahibine yapılan ödemeler sırasında bankalar %15 oranında G.V. (AS: Gelir vergisi) stopajı yapacaklardır.

3-Çiftçilere kamu idarelerince yapılan destek ödemelerinden G.V. kesintisi yapılmayacaktır.

4– Geçici vergide 4. Dönem geçici beyanname verilmesi kaldırılıyor. G.V. ve Kurumlar Vergileri beyan ödeme tarihleri bir ay öne çekilmiştir.

5- Gelir ve Kurumlar Vergileri mükelleflerinin % 5 vergi indirimden yararlanma olanakları genişletilmiştir.

6- Dijital vergi dairesi kurulmuştur.

7-Yurtdışındaki Türk vatandaşlarına tebligatlar GİB yerine vergi daire başkanlıklarınca yapılacaktır.

8İlanen tebligatlar vergi dairesinin internet sitesinde yayınlanabilecektir.

9-Mükelleflerin bilgilerinin kamu idarelerince Maliye’ye bildirilmesi halinde, bu bilgiler mükellef tarafından verilmiş sayılacaktır.

10-Gider pusulasına konu ödemelerin bankalar aracılığıyla yapılması halinde, ayrıca gider pusulası düzenlenmeyecektir.

Gider pusulası düzenlenmemesi veya düzenlenmiş sayılmaması hallerinde özel usulsüzlük cezası kesilebilecektir.

11-Mükelleflerin amortismana tabi iktisadi kıymetlerine yeniden değerleme uygulaması getirilmiştir.

12– Yazı/protesto vb. usulle istenildiği halde tahsil edilememiş, dava/icra takibi gideri daha çok olacağı düşünülen 3.600 TL altındaki alacaklar, doğrudan şüpheli alacak olarak kabul edilebilecektir.

13- Nakdi sermaye artışının yurt dışından getirilecek gelirle sağlanması halinde, faizin % 75 oranında indirim yapılacaktır. 

B-21.10.2021 gün ve 7339 sayılı “KOOPERATİFLER KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN” yayımlanmıştır.

Bu bağlamda;

1-Kooperatif ortaklığa girmek isteyenlerin başvuruları yönetim kurulunca bir ay içinde sonuçlandıracaktır. Kamu kaynaklarınca desteklenen bazı kooperatiflerde, yönetim kurulu ana sözleşmesinde koşulları taşıyanların ortaklık talepleri (AS: istemleri) geri çevrilemeyecektir.

2-Kooperatif ortaklık payı değerleri (TL) güncellenmiştir.

3-Kooperatif hakkında bilgi edinme hakkı kapsamı genişletilmiştir. (Faaliyet raporu/bilanço, denetçi raporu vb. raporlar elektronik ortamda (KOOPBİS) yayınlanacaktır.)

4-Genel kurul toplantısı elektronik ortamda da yapılabilecektir.  Ortaklar listesi KOOPBİS de yayımlanacaktır.

5- Yönetim kurulu üyelerine kooperatifçilik eğitimi alma koşulu getirilmiştir.

6-Kamu kaynaklarından desteklenen kredilere kefil olan kooperatifler ile tarımsal desteklere aracılık eden kooperatif yönetim kurulu üyeleri (üst kurullarda da görevli olsa bile) salt 1 ücret ve huzur hakkı alacaktır.

7- Denetçilere de eğitim alma koşulu getirilmiştir. Zimmet/ihaleye fesat karıştırma vb. suçlardan mahkum olan denetçilerin görevine son verilecektir. Denetçi raporunun önemi artırılmıştır.

Bu suretle 6102 sayılı Türk Ticaret Yasasının ilgili hükümlerine göre Kamu Gözetimi Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumunca yetki verilmiş bağımsız deneticiler tarafından yapılmakta olan denetimler etkisiz hale getirilmektedir.

9- Kamu kaynaklarından desteklenen kredilere kefil olan kooperatifler ile tarımsal desteklere aracılık eden kooperatiflere, kooperatif birliklerinin yanı sıra merkez birliğine de üye olmaları koşulu getirilmiştir.

10- Kooperatiflerin genel kuruluna katılacak Bakanlık temsilcisinin yetkileri artırılmıştır.

11- Ortakların çoğunluğu kadınlardan/engellilerden oluşan kooperatiflere bazı muafiyetler (AS: kimi bağışıklıklar) (ilan ücreti / TOBB ödentisi alınmaması) getirilmiştir.

12- Uygulanacak cezaların kapsamı genişletilmiş ve kimi cezalar ağırlaştırılmıştır.

13- Ticaret Bakanlığı tarafından KOOPBİS kurulmuştur. Merkezi veri tabanı üzerinden kooperatiflerin hizmetlerine erişilebilecektir.

14- Kooperatifler en geç üç yıl içinde bu Yasa hükümlerine uyarlanacaktır.

Selam ve saygılarımla.

 

 

 

 

 

 

GÜVEN GÜVENSİZLİK VE İSTENMEYEN 10 BÜYÜK ELÇİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Günümüzde, hem ulusal ve hem de küresel ölçekteki ilişkiler, özel koşullar dışında, KARŞILIKLI GÜVEN üzerine kuruludur. Eğer güven bozulursa ilişkilerdeki istikrar da bozulur. Oluşan güvensizliğin boyutlarına göre, oluşan ve oluşacak irili ufaklı krizler mevcut (AS: kurulu) ilişkiler sistemini bozabilir, hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir…

Önce kısa bir anı: 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken, devrin Borçlar Hukuku hocası Sayın Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu “Borçlanma karşılıklı ortak iradeye dayalı bir sözleşmedir. Ancak yine karşılıklı ortak güvenle ortaya çıkar. Anlaşmadan doğan güveni bozanlar krize neden olurlar. İş mahkemeye giderse güveni bozan haksız duruma düşer.” demişti. Daha sonra yaptığım araştırmada rahmetlinin doktora, doçentlik, profesörlük takdim tezleri ve çoğu makalelerinin ana konusu GÜVEN NAZARİYESİ (TEORİSİ) idi. (AS: Kuramı)

Aile yaşamında eşler arası güven bozulursa aile krizi (AS: bunalımı) doğar; sonuç boşanmaya dek gidebilir.

Ticarî partnerler (AS: ortaklar) arasındaki güven bozulursa aradaki iş ya da ticaret ortaklığı krize girer ve ortaklık sona erebilir. Aynı güvensizlik arkadaşlıkta da dostluğu sona erdirebilir ve hatta düşmanlığa dönüşebilir. Eğer devletler de karşılıklı olarak yaptıkları anlaşmalar ve imzaladıkları sözleşmelere uymazlarsa, güvenin yerini güvensizlik alır. Böyle durumlarda kriz (bunalım) çok yakın demektir.
…..
Güvensizliğin temelinde ahlaksal, hukuksal, ticari (tecimsel), ekonomik, siyasal, kültürel …bağlantıları oluşturan normları ve temel kuralları, yani eski bir deyimle, ahde vefa(AS: pacta sund servanda!) göz ardı etmek, hatta kimi kez hiçe saymak vardır. Eğer bu vefasızlık ve güveni bozma bilerek ve isteyerek güce ve tehdide dayanırsa ortaya zorbalık ve zulüm çıkar.

Demokratik rejimlerde bir ülkeyi yönetenlerin ya da siyasal iktidarların mutlaka bağlı olmaları gereken 2 küme ana sözleşme vardır :

1. küme ana sözleşmeler : O toplumun anayasası ve yürürlükteki anayasaya uygun olarak, yetkili organlarca üretilen yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerdir. Bu sözleşmelerinin hepsinin bir yanında devlet, daha doğrusu kurulu siyasal iktidar; öbür yanında ise o ülkenin yurttaşları vardır.

Siyasî iktidarlar, hukukun üstünlüğünü benimsediği, anayasa ve yasalara bağlı kaldığı, yurttaşlarına karşı yaraşırlık (liyakat) ve adalet ilkelerine içtenlikle uyduğu sürece istikrar sürer. Ancak tüm yurttaşlar için ayrımsız olarak, yasalar önünde eşitlik, adalet ve liyakat ilkeleri göz ardı edilirse, yurttaşların zihninde siyasal iktidara karşı GÜVENSİZLİK oluşmaya başlar.

İktidar ve yurttaşlar arasında çıkan ya da çıkacak anlaşmazlıklar yargı kurumu tarafından adil ve hukuka uygun çözüme kavuşturulamazsa o toplumdaki hukuksal, ekonomik ve siyasal istikrar bunalıma sürüklenir.

Bir tümce ile de yargı bağımsızlığından da söz etmek gerekir. Gerçek demokrasilerde, Yargı erkinin Yürütme erkine, siyasal iktidara karşı bağımsızlığı olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak yargının bağımsızlığı, yargıçların başına buyruk oluğu anlamına gelmez. Tersine yargının patronu da anayasa, yasalar ve evrensel temel hukuk ilkeleridir. Yani yargı kurumları ve yargıçlar da anayasaya bağlı ve hatta bağımlı olmalıdır. Vicdan, hukuk kurallarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer. Aksi durumda bir hukuk devletinden söz edilemez.

Siyasal iktidarları bağlayan 2. ana küme normlar ise o ülkenin bağlı olduğu küresel anlaşmalar, imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve anayasa metnine dahil ettiği uluslararası hukuk normlarıdır. Örneğin Türkiye, anayasasına eklediği bir madde ile (AS: 90/5 2004’te eklendi) Avrupa İnsan Hakları Sözleşesini kendi anayasa ve yasalarından daha üstün tutmuştur. Türkiye’deki yargı kurumlarının, AİHM kararlarına uymaları kendi anayasasının zorunlu buyruğudur.

Ancak kimi yargı kurumları, kimi kez iç kamuoyu baskısı ya da siyasal iktidarların isteklerini de dikkate alarak, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına ve hem de AİHM kararlarına uymak istemiyorlar. O zaman da küresel bir hukuk ve adalet GŪVENSİZLİĞİ oluşuyor. Ülke bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyor. Yabancı ülkelerin ülke hukukuna karışmaları için zemin oluşuyor. Ülkenin dış itibarı (AS: saygınlığı) ve istikrarı da yaralanıyor.

Bir anımsatma da şudur : Evrensel nitelikteki din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri) başka devletlerin içişlerine müdahale hakkı doğuruyor…

Sonuç: 10 devletin büyükelçilerinin, bireysel olarak, görülen ve belgelenen (AS: ve ısrarla sürdürülen) hukuk ve hak ihlalleri konusunda, Türkiye’nin yetkili makamlarını uyarma hakları vardır. Ancak 10 büyükelçinin bunu hep birlikte ve adeta bir güç gösterisi biçiminde buyruk verir gibi yapmaları hukuksal değil SİYASAL bir iletidir.

Sorulması gereken temel soru şudur :

  • Türkiye hem yurt içinde ve hem de küresel ölçekte bu önemli GÜVEN BUNALIMINA VE SİYASAL BUMALIMA NASIL VE NEDEN SÜRÜKLENDİ?
  • Niçin bağıtlamış olduğu hukuksal sözleşme ve kurallara uyulmuyor?
  • Mevcut siyasal iktidarın kendisine sorması gereken temel soru çok önemlidir.

Sorunu doğru ve güçlü olarak irdeleyip çözebilmek için muhalefetin desteğini almaya, muhalefetle birlikte davranmaya ve mutlaka ORTAK AKLA gerek vardır.

Osman Kavala

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25 Ekim 2021

 

Hukuk, vatandaşların tamamı için geçerlidir. Anayasa ve yasalar, vatandaşın dinine, mezhebine, etnik kimliğine, dünya görüşüne, siyasi çizgisine, mesleğine, ekonomik koşullarına göre değişkenlik göstermez. Vatandaşlar anayasa ve yasalar önünde eşittir.

İşadamı Osman Kavala’nın siyasi görüşleri, hak ve hukuk tartışması bağlamında konu dışıdır. Bir kişinin düşüncelerinin tamamına veya bir kısmına katılmayanların da o kişinin hakkını ve hukukunu savunduğu gün, Türkiye bir hukuk devleti olabilir.

Osman Kavala’nın yıllardır hukuka aykırı biçimde tutuklu olduğu ve bir hak ihlalinin söz konusu olduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından karara bağlanmıştır. Türkiye AİHM’nin tarafıdır ve bu Mahkemenin aldığı kararlara uymakla yükümlüdür. “Ben AİHM’nin kararını tanımıyorum” demek, o devletin verdiği sözde durmaması, güvenilmez olduğu ve hukuku tanımadığı anlamına gelir.

***
Osman Kavala’nın tutuklanmasının dördüncü yılında ABD, Fransa, Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Kanada ve Yeni Zelanda büyükelçilerinin, kendisinin serbest bırakılması çağrısında bulunmaları, O’nun hukuka aykırı biçimde tutuklu olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bu gerçeği sadece büyükelçiler değil, AİHM ile birlikte, Türkiye’deki hukukçular, insan hakları savunucuları, siyasetçiler, akademisyenler, yazarlar da ifade ediyorlar.

AKP hükümetiyle yabancı ülkelerin yöneticileri ve büyükelçileri birçok konuda görüş birliği sağladıkları gibi, bu özel durumda, görüş ayrılığına düşmüştür. Büyükelçilerin, AKP hükümetiyle görüş birliğine vardıklarında istenen kişiler olup AKP hükümetiyle görüş ayrılığına düştükleri zaman istenmeyen kişi ilan edilmeleri, diplomatik nezakete aykırı olduğu gibi, faşizmin, narsisizmin ve megalomaninin de yansımasıdır. 

AKP hükümetiyle yabancı ülkelerin yöneticileri ve büyükelçileri birçok konuda görüş birliği sağladıkları gibi, bu özel durumda, görüş ayrılığına düşmüştür. Büyükelçilerin, AKP hükümetiyle görüş birliğine vardıklarında istenen kişiler olup AKP hükümetiyle görüş ayrılığına düştükleri zaman istenmeyen kişi ilan edilmeleri, diplomatik nezakete aykırı olduğu gibi, faşizmin, narsisizmin ve megalomaninin de yansımasıdır.

Büyükelçilerin istenmeyen kişi ilan edilmeleri vatanseverlik değildir. Bu, iç politikada malzeme olarak kullanılmak amacıyla ortaya konmuş akıldışı bir şovenizmdir. Amaç, seçmenin bir kesiminin, gelişmiş ülkeler karşısında hissettiği eziklik duygusunu okşayarak oy toplamaktır.
***
AKP hükümetinin büyükelçilere karşı savunma yaparken, Türkiye’de yargının bağımsız olduğunu ve hükümetin yargı kararlarına müdahale edemeyeceğini söylemesi ise ancak komediyle açıklanabilir.

Türkiye’de bağımsız bir yargının kalmadığını ve AKP hükümetinin yargı üzerinde baskı uyguladığını sağır sultan bile bilmektedir. Hükümetin bu açıklamalarına kargalar bile güler. Hükümet, gerçeğe aykırı açıklamaları ne kadar pişkin ve rahat bir biçimde yapabildiğini ve dürüstlükten ne kadar uzaklaştığını bir kere daha göstermiştir.

Erdoğan’ın ve AKP’lilerin, Osman Kavala için “Soros artığı” ve “Sorosçu” gibi sözleri sarf etmesinin de hukukta bir yeri yoktur. Bu ifadeler de yargı bağımsızlığının kalmadığının kanıtıdır. Osman Kavala’nın Macar kökenli ABD’li işadamı George Soros ile bir yakınlığının olup olmadığı tartışması bir yana, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında “Sorosçuluk” diye bir suç yoktur.
***
AKP hükümetinin, “içişlerimize kimse karışamaz” savunması da samimi olmadığı gibi, dünya gerçekliğinden kopuktur.

  • İnsan hakları bir ülkenin iç işi değildir.
  • İnsan hakkı tüm dünyadaki insanları ilgilendirir.
  • Bir ülkede insan hakları ayaklar altına alınıyorsa, insanlar hukuka aykırı biçimde hapiste çürütülüyorsa, bu durum, bütün dünyanın insanlarını ilgilendirir.

Türkiye’nin, başka ülkelerdeki insan haklarının çiğnenmesi konusunda tepki vermek hakkı olduğu gibi, başka ülkelerin de Türkiye konusunda bu hakkı bulunmaktadır.

ABD’nin, Türkiye’nin gerçek içişlerine karışmasına yıllardır izin veren, ABD ile birlikte Irak’ın, Suriye’nin ve Libya’nın içişlerine, oradaki hükümetleri devirmeyi planlayacak kadar karışan AKP hükümetinin, insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda, “içişlerimize karışamazsınız” edebiyatıyla ortaya çıkması, samimiyetsiz ve tutarsız bir davranıştır.

Özetle, AKP iktidarda kalabilmek için, halkın ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlarını unutturabilmek için, dincilik üzerinden yaptığı gibi, şovenizm üzerinden de her türlü cambazlığı yapmaktadır. Ancak halk bu cambazlığı seyretmekten bıkmıştır!

ANAYASA YAPMAK

Suay Karaman

Ülkemizin büyük sorunları arasında ne yazık ki şu an iyi denilebilecek hiçbir olgu yoktur. Ekonomik denge bozulmakta, sürekli olarak paranın değeri düşürülmekte, enflasyon artmakta, açlık, işsizlik, yoksulluk alıp başını gitmekte ve her gün gelen zamlar yurttaşların belini bükmektedir. Tarım, hayvancılık ve sanayi bitirilmiş, demokratik ve laik eğitime son verilmiştir. Terör can almaya devam etmekte, hukuk dışı tutum ve davranışlar sürmektedir. Bunların yanında yolsuzlukta ve savurganlıkta birinciliği kimseye kaptırmamak eğilimindeyiz.

Şimdi bütün bu ve benzer sorunları önemsemeyip yeni bir anayasa yaparak, mucize beklenmektedir. Darbe dönemi denilen 1982 Anayasası’nda birçok kez kritik değişiklikler yapılmış, neredeyse bu anayasa %70 oranında değiştirilmiştir. Ama ülkemizin sorunları azalmadığı gibi daha da artmıştır. İstediğiniz kadar güzel bir anayasa yapın, eğer hukukun dışına çıkarsanız, değişen bir şey olmaz.

12 Eylül 2010 tarihinde halk oylaması ile anayasa değişikliği yapılmıştı. Bu değişiklikle yargı bağımsızlığı kalıcı bir şekilde yok edilmiştir. Mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayıldığı 16 Nisan 2017 tarihinde halk oylaması ile çok kapsamlı bir anayasa değişikliği daha yapılmıştı. Bu değişiklikle parlamenter rejim değiştirilmiş ve ne olduğu belli olmayan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen tuhaf bir yönetime, tek adam yönetimine geçilmişti. Hukuksuzca yapılan bu rejim değişikliğini onaylayanlar ve sessiz kalanlar, şimdi anayasa taslağı hazırlamaya başladılar. Buradaki amaç demokratik ve laik cumhuriyet rejimine son vermek olarak görülmektedir. Mevcut (AS: Eldeki) anayasanın ilk 4maddesi şöyledir:

1. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti

Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı “İstiklal Marşı“dır.

Başkenti Ankara’dır.

Değiştirilemeyecek hükümler

Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Yapılmak istenen yeni anayasadaki amaç; ilk 4 maddenin de değiştirilmesidir. Proje olan siyasal partiler bunu gerçekleştirmek için el ele vermektedir. Buradaki amaç, laik ve demokratik cumhuriyetimizin, Atatürk ilke ve devrimlerinin sona erdirilmesidir. Yeni anayasa yapılmasını savunmak, ileri demokrasinin sivil anayasası olarak pazarlanmaktadır. Bunu da ambalajlayarak, reform olarak sunmaktadırlar.

  • Yapılmak istenen yeni anayasa, tam anlamıyla bir aldatmacadır, emperyalizmin çeşitli oyunlarından biridir. 

24 Haziran 2018’de seçilen TBMM üyeleri, beş yıl için yasama yetkisi almıştır. TBMM üyeleri, mevcut (AS: yürürlükteki) anayasaya bağlılık yemini ederek, görevlerine başlamıştır. Bu nedenle mevcut (AS: yürürlükteki) anayasaya bağlılık yemini eden TBMM üyelerinin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Bu durumda TBMM üyelerinin mevcut (AS: eldeki) anayasayı tümüyle yok sayarak, yeni bir anayasa yapmaya çalışması etik olmadığı gibi, açıkça suçtur. Anayasa yapmayı, başka yasa yapmak ile karıştırmamak gerekir.

Yeni anayasa yapma koşullarını oluşturmak için, öncelikle halkın yeni bir anayasa isteyip istemediği halkoyuna sunulur. Bu halkoylamasında nitelikli çoğunlukla “evet” oyu çıkarsa, barajsız bir seçimle kurucu meclis oluşturulur. Bu kurucu meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı, yeniden halkoyuna sunulur. Yeni bir anayasa ancak bu yolla yapılır. Ancak bir kurucu meclisin yapabileceği yeni anayasayı, kurulu meclise yaptırmaya çalışanlar, tarihin sorumluluğundan kaçamayacaklarını da unutmamalıdırlar.

Anayasa, devletin temel işlevini yerine getirecek organları belirleyen, devletin nasıl yönetileceğine yön veren, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, devletle birey arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı ve bütünsel bir belgedir. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirten devletin temel yasasıdır.

19 yıldır ülkeyi yöneten bitik bir iktidar ile silik bir muhalefetin yapacağı “yeni anayasa“, hiçbir sorunu çözemeyeceği gibi, daha da kötüleşmesini sağlayacak ve Cumhuriyetimizle hesaplaşmaya gidecektir. Bu oyunlara gelmeden önce geçmişi ve bugün yapılanları sorgulayarak, düşünmeliyiz, kararımızı buna göre vermeliyiz.

Azim ve Karar, 25 Ekim 2021

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

Milletle alay etmenin dozu kaçtı

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22 Ekim 2021
Türkiye’nin şu anda en büyük sorunu nedir diye sorsanız, çeşitli yanıtlar verilebilir.

Kimimiz ekonomik güçlükleri, hayat pahalılığını, işsizliği, yüksek enflasyonu, döviz kurunu, kimimiz iç ve dış terör tehdidini, yargı bağımsızlığının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ortadan kalktığını filan sayabiliriz. Hatta kimisi de “Bilimsel özgürlük ve üniversite özerkliğinden, ilkokul düzeyindeki eğitimin bile yetersizliğinden, kalitesizliğinden” yakınabilir.

Ama bana göre şu an en büyük sorunumuz, Türkiye’yi “Yönetiyor gibi yapanların” ve onların yandaşlarının, yalakalarının, yancılarının, çanak yalayıcılarının, beslemelerinin, milletle alay etmeleridir.

Milletin kendisi ile de zekâsı ile de alay eden ve giderek (hem sayıları azalma anlamında, hem de kendilerini küçük düşürmek anlamında) küçülen bir kitle var karşımızda.

Düşünsenize, ana muhalefet lideri, “Ülkeyi o kadar gerecekler ki siyasi cinayetler işlenmesi olasılığından kaygı duyuyorum” diyor. Bu endişelerine gerekçe teşkil eden örnekleri de sıralıyor. Bunun karşısında “İspat et haydi” diye savcılığa başvuruyorlar. Yahu, gerilimin ve gerginliğin kendisi orada öylece duruyor zaten. Kendinize aynada baksanız orada göreceksiniz. Adam, “somut bir olaydan” yani “işlenmiş cinayetten” söz etmiyor ki. Yani size getirip bir “Olay yeri görüntüsü ya da ceset” mi göstermesini istiyorsunuz. “Gerilim” diyor, “endişe” diyor. Yok mu bunlar? Linç girişiminde bulunmadılar mı kendisine. Köy meydanında yüzlerce kişinin katıldığı linç, öldürme amaçlı bir eylem değil midir? Daha nasıl ispat edecek?

Yine aynı Kılıçdaroğlu, kalkıp “Ey benim memurum. Devleti parti devlet haline getirmiş siyasi iktidarın yasadışı emirlerine ve talimatlarına uyma. Yasaların çerçevesinde hareket et. Bak, yapmazsan sorumlu duruma düşersin” diyor. Yine, hakkında soruşturma başlatılıyor.

Ne demesini bekliyordunuz, muhteremler?

Ya da şöyle soralım: Siz tersini mi savunuyorsunuz?

“Benim emrimden çıkmayın. Her türlü yasadışı ve hukuksuz uygulamaya devam” mı demek istiyorsunuz?

Yurtdışından gelen, üstelik de “Hukuk ve insan hakları konusunda ilke ve ruhuna uymayı taahhüt ettiğimiz Avrupa ve evrensel metinlere uymamız gerektiğini” hatırlatan yabancı ülke uyarılarına karşı “Küstahlık ve hadsizlik” suçlaması getirerek savunma yapıyorlar.

Yahu, daha dün siz Washington’dan, Berlin’den filan gelen telefonlarla mahkemelere emir verip adam bıraktırmadınız mı?

Kimi kandırıyorsunuz?

Bu millet ve hatta bu dünya bu kadar salak mı görünüyor, sizin durduğunuz yerden?

Biraz ciddiyet yahu.

Biraz ciddiyet!..