Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Liderler zirvesi

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Ekonominin, siyasetin, hukukun, eğitimin, kültürün çöktüğü bir dönemde muhalefet partilerinin bir araya gelerek iktidara bir alternatif (seçenek) sunmaları umut vericidir. Bu çerçevede Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, Demokrasi ve Atılım Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun, Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal’ın bir araya gelmiş olmaları önemlidir.

Siyasal partiler kendi kimliklerini ve ideolojilerini korudukları ve kadrolarını kendi kimlikleri ve ideolojileri üzerinden oluşturdukları ve anayasadaki demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesine uydukları sürece, başka kimliklere ve ideolojilere sahip siyasal partilerle seçim, ortak aday, anayasa, parlamenter sistem konusunda işbirliği yapabilirler.

Bu çerçevede söz konusu siyasal partilerin farklı parti programları olsa da asgari ortaklıklarda buluşarak ortak bir seçim beyannamesi oluşturmaları da olanaklıdır.

AKP hükümetinin olağanüstü hal koşullarındaki baskı ortamında, serbest ve özgür olmayan bir referandumla (halkoylamasıyla), ayrıca mühürsüz oyların sayılmasıyla yasalar çiğnenerek halka dayattığı “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ve muhalefetteki siyasali partilerin mevcut oy oranları, bu işbirliğini ve ittifakı zorunlu kılmaktadır.
***
Öte yanda söz konusu muhalefet partileri, sorunun tek başına parlamenter sisteme dönmekle çözülmeyeceğini anlamalıdırlar. Çünkü Türkiye’nin temel sorunları 2017’de “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine” geçildikten sonra değil, bu sisteme geçilmeden önce, parlamenter demokratik sistemde ortaya çıkmıştır. 2007-2017 arasında AKP iktidarı döneminde yaşanan kimi olayları hatırlamakta büyük yarar bulunmaktadır:

1) Fethullah Gülen çetesi, hükümetin desteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, Emniyet’te, yargıda, istihbarat birimlerinde, üniversitelerde, eğitim kurumlarında ve medyada kadrolaştı.

2) “Ergenekon”, “Balyoz”, “Casusluk” ve “OdaTV” adlı sahte yargı süreçlerinin ve kumpasların sonucunda gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, askerler tutuklandı ve yargı bağımsızlığı ortadan kalktı.

3) Medya kurumlarının yaklaşık %80’i, hükümete yakın şirketlere baskıyla sattırıldı, medya bu yolla hükümetin denetimi altına girdi, ifade, basın ve yayın özgürlüğü ortadan kaldırıldı.

4) Üniversiteler hükümetin baskısı ve denetimi altına girdi, hükümete yakın rektörler ve dekanlar atandı, öğretim üyeleri ve araştırma görevlileri işini yitirdi.

5) “Gezi” protestoları sırasında polis şiddeti nedeniyle gençler katledildi, binlerce vatandaş darp edildi.

6) Yolsuzluk iddiaları hükümet tarafından örtbas edildi, soruşturmalar ve yargı süreçleri engellendi.

7) Hükümet, Suriye’de yönetimi devirmeye kalktı, Suriye’deki köktendinci teröristleri destekledi.

8) Hükümet, terör örgütü PKK ile gizli müzakereler yürüttü.

“Millet İttifakı” iktidara gelir gelmez, cumhurbaşkanının halen sahip olduğu yetkilerle, devlet kurumlarındaki, yargıdaki, Emniyet’teki, istihbarat birimlerindeki, TSK’deki, üniversitelerdeki, eğitim kurumlarındaki, medyadaki AKP kadrolaşmasını ortadan kaldırmadığı sürece, ayrıca anayasayı ve yasaları ihlal eden AKP’liler bağımsız yargı önünde bunun hesabını vermediği sürece, Türkiye’nin anayasada belirlenen demokratik, laik, sosyal hukuk devletine kavuşması olanaksızdır.
***
“Millet İttifakı”nın çözmesi gereken bir başka sorun da “Millet İttifakı”nın içindeki siyasal partilerden birinin, özellikle de bu ittifakın en güçlü partisi olan CHP’nin, parlamenter sisteme geçildikten sonra gerçekleşecek seçimlerde 1. parti çıkmayı başarmasıdır. Çünkü bu sisteme göre cumhurbaşkanı, seçimlerde en yüksek oyu alan partinin genel başkanına hükümeti kurma görevini verecektir. AKP tüm kamuoyu araştırmalarına göre, oy oranında düşüş yaşasa da hâlâ birinci partidir. Parlamenter sistemle yapılacak ilk genel seçimlerde durum değişmezse ve anayasal düzeni yıkan, anayasadaki demokratik laik sosyal hukuk devleti ilkesini ortadan kaldıran AKP’nin ve onun yöneticilerinin seçime girmesi olanaklı kılınırsa, AKP tek başına veya MHP ile koalisyon hükümeti kurarak yeniden iktidar olacaktır.

Bu sorunlar çözülmeden, Türkiye AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın vesayetinden kurtulamaz.

AKP, İKTİDARI SEÇİMLE DEVREDER Mİ?

Zeki Sarıhan
(Independent Türkçe, 17 Şubat 2022)
zekisarihan.com

Bir süreden beri, birçok insanın zihninde, Türkiye’de iktidarın seçimle değişip değişmeyeceği sorusu var. Başka bir anlatımla AKP, seçimleri yitirmeyi göze alabilir mi? Sandıktan çıkamazsa iktidarı seçilenlere devreder mi?

İktidarın seçimlerle oluştuğu ülkelerde bu soru, bu kuşku garip karşılanır, ancak Türkiye, AKP iktidarıyla normal bir ülke olmaktan çıkmıştır. AKP’nin yalnız bu konuda yaptıkları değil, söyledikleri de onun iktidarı kolay kolay devretmeye yanaşmayacağını düşündürüyor.

SİCİLİ KABARIK

Hatırlayalım: AKP Kendi partisinden kazanan İstanbul ve Ankara Belediye başkanlarını istifaya zorlamıştır. Her ne kadar seçmen iradesine aykırı bir tutum ise de,  merkezî iradenin aynı partinin elinde bulunması nedeniyle, bu bir iç düzenleme sayılmış ve ne iktidar taraftarları ne de muhalefet tarafından fazla dert edinilmemiştir.

AKP iktidarı, kendi iradesini seçmen iradesinin üstünde gördüğü için, Doğu ve Güneydoğu’da belediye başkanlıklarını kazanmış HDP’lileri de görevden almış ve yerine kayyumlar atama yoluna gitmiştir. Gösterdiği gerekçe, bu belediyelerin PKK’ya yardım ettikleridir. Ancak iktidar şimdi bu gerekçeyi bütün muhalefet için kullanmaktadır ve aynı gerekçelerle muhalefetin kazandığı belediyeler için de aynı gerekçeleri ileri sürmektedir. Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediyesine bu konuyu araştırmak için müfettişler göndermiştir. İstanbul, herhangi bir Doğu ve Güneydoğu kentinden çok daha önemli bir kenttir. AKP şimdilik bu kentin belediye başkanını görevden alamadıysa, bunun dünyada yaratacağı büyük tepki ve ülkede kargaşaya neden olacağı korkusundandır. Gene de muhalefetin elindeki belediyeler için Hükümet’in gündeminde görevden alma seçeneğinin elde tutulduğunu varsayabiliriz.

AKP iktidarının İstanbul Büyükşehir için yapılan seçim sonuçlarını, ne yazık ki Yüksek Seçim Kurulu’nu kullanarak saymayışı, onun seçmen iradesine saygısızlığının en belirgin kanıtıdır.  Alacağı olağanüstü önlemlerle bu seçimi kazanabileceğini ummuş olmalı ki, seçimleri yeniletmiş ancak bu saygısızlığa isyan eden İstanbul seçmeni daha büyük bir farkla (AS: 13 bin yerine 806 bin!) muhalefetin adayını yeniden kazandırmıştır. İktidar bu utanç verici durumun özeleştirisini bile yapmamıştır. Parlamenter bir sistemde böyle bir durum karşısında iktidarın istifa etmesi beklenirdi. Ancak iktidar partisi bugün de İstanbul Belediyesinin başkanının gayrimeşru olduğu kanısındadır. Her fırsatta O’nunla didişmesi bir yana, bu belediyeyi çalıştırmamak için de kendisine çeşitli yetkiler icat etmekte ve bunu kullanmaktadır.

2015 seçimlerinde tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaşamayınca, Cumhurbaşkanı muhalefete hükümet kurdurmamak için siyaseti ve kamuoyunu haftalarca nasıl oyaladığı hatırlardadır. Hükümet, hükümet kurma görevini muhalefete vermesi gerekirsen, milleti yeni bir seçime götürmüş ve bu kez, nedenleri tartışmalı bir biçimde hükümet kuracak çoğunluğu elde edebilmiştir.

NEDEN BÖYLE YAPIYOR?

AKP yöneticilerinin (ki gerçekte Recep Tayyip Erdoğan demek gerekir), seçimle geldiği iktidardan niçin hiçbir koşulda gitmeye niyetli olmadığı üzerinde durmak gerekir.

Bir kez AKP’nin İslamcı çekirdeği, demokrasi kültürü almamış bir kadrodur. Yani AKP normal parlamentocu bir parti değildir. İktidar olmadan önce, siyasi platformda yer alabilmek ve seçimlere girebilmek için kendisini bu sistemin içinde göstermiştir. Seçim kazanıp iktidara geldikten sonra amacına ulaştığından artık iktidarı hiçbir zaman bırakmaması gerektiğine inanmaktadır. İslam ülkelerinde parlamentocu geleneğe uyan ve seçimle gelip seçimle gitmeyi göze alan parti bulunabilir. Fakat günümüz İslam dünyasında göstermelik seçimlere başvuran ülkeler bulunsa da iktidar hanedanların, şeyhlerin ve kralların elindedir ve bunların seçimle gitmeleri mümkün değildir.

  • AKP, İslam ülkeleri tarihinde ve bugünkü İslam dünyasında çok görülen ancak Türkiye’de şimdiye kadar benzeri görülmemiş özel bir partidir.

AKP, değil seçimleri kaybederse iktidarı bırakmak, ülkenin sistemini ve kültürel dokusunu baştan ayağa değiştirmek çabası içindedir. Cumhuriyet kavramı henüz terk edilmese de devlet yetkilerini tek bir adamın elinde toplayarak cumhuriyet düşüncesiyle de kavgalıdır. İslamcı bir rejim kurabilmek için 20 yıllık iktidarı yeterli olamamıştır. Bunu bir 20 yıl daha değil, sonsuza kadar devam ettirmesi gerektiğine inandığı anlaşılmaktadır. Devlet hazinesinin pervasızca İslamcı vakıflara aktarılması, Diyanet İşleri örgütünün toplumun bütün hücrelerine nüfuz etmekle görevlendirmesi, bu uzun vadeli planın parçalarıdır.

İktidarın siyaset için dini kullandığı açıktır, fakat bu kullanma herhangi bir siyasi partinin oy alabilmek için dini istismar etmesinden farklıdır ve daha derin bir hedefin ifadesidir. AKP, doğrudan doğruya bu görevin Allah tarafından kendilerine verildiği kanısındadırlar. “Bize Allah yaptırıyor” sözleri ve “Nas”a bağlılık ifadeleri bunu gösteriyor. Türkiye’de dinci bir devlet kurma imkânları sınırlı olsa da Erdoğan bu sınırları sonuna kadar zorlamaya niyetli görünüyor.

NELER YAPABİLİRLER?

İktidarın, kamuoyundaki desteğinin azaldığı bir dönemde erken seçime gitmeyişini anlamak mümkündür. Ancak genel seçim tarihi de yaklaşmaktadır. Türkiye’de teorik olarak seçim sistemini ortadan kaldırabilecek bir irade henüz yoktur. Ancak iktidar seçimleri muhalefete kaptırmamakta sonuna kadar direnecektir. Bunun için neler yapabilir*

İlk yapacağı şey, zaten şu günlerde yapmakta olduğudur. Devletin elinde bulunan maddî araçların, kaynakların kullanılmasıyla seçmenin iktisadi sıkıntılarını azaltmak ve seçmende yeni bir umut yeşermesini sağlamak. Bu her iktidar için bir seçim yatırımıdır

Ya seçim günü gelip çattığında, kamuoyu yoklamaları muhalefetin önde olduğunu gösterirse, kaybetme ihtimalinin yüksek olduğu koşullarda Hükümet seçime razı olabilir mi? Şimdi birçok insanın kafasını bu ihtimal kurcalamaktadır.  İktidar seçimleri erteleyecek bazı bahaneleri kendisi örgütleyebilir mi? 2015’te yenilenen seçimler için bazı insanlarda böyle bir kanı oluşmuştu.

Geçmiş seçimlerde de görüldüğü gibi sandık güvenliği başlı başına bir sorundur. Hayali ve taşımalı seçmen, sahte oy, sayımda hile, sonuçların değiştirilmesi ve zamanında ilan edilmemesi gibi abeslikler konusunda YSK sınıfta kalmıştı.

Muhalefet partilerinin adayı, Erdoğan’ı geçerse, Erdoğan iktidarı devredebilecek midir?  Bunun olmaması mümkün görünmüyor. Demek ki, ne yapılacaksa seçimden önce yapılmalıdır. AKP kurmayları da bunu “hakkıyla” yapmaktadırlar. Kutuplaştırıcı söylemlerine ara vermeden devam etmek, Muhalefeti terör ve Fetullah Gülen yandaşı göstermek, dini kullanmanın yeni yollarını keşfetmek, dış güçler söylemini kullanarak ülke ve millet varlığının tehlikede olduğu algısını yaratmak, muhalefeti bölüp birbirine düşman etmek, yeni iktidar ortakları bulmak…

Öte yandan, sivil savunma adı altında örgütlenmiş ve iktidara yakın kuvvetlerin de hobi olarak kurulduğunu sanmayalım!

BU DA BİZE DERS OLSUN

20 yıldır içinde bulunduğumuz durum, büyük derslerle doludur. Bunların başında geçmiş burjuva hükümetlerin halkın sorunlarıyla yeterince ilgilenmeyişleri ve AKP için başlangıçta büyük bir alan açmalarıdır. Yenikapı’da bir AKP mitinginde yoksul bir kadına “Erdoğan’ın  götünün kılı olurum” sözünü söyletecek bir ortam yaratılmamalıydı.

İkinci ders de AKP’den önceki yaklaşık 80 yıllık dönemde aydınlanma, demokrasi, insan hakları gibi kavramların kâğıt üzerinde kalmasıdır. Irkçılık ve dincilik böyle bir fidelikten besleniyor.

Bu da bize ders olsun. Acı bir ders…

Ukrayna krizi neyi hatırlatıyor?

authorBAYAZIT İLHAN

Kuşkusuz savaşı ve korkunç sonuçlarını.

Dünyada savaşa karşı en samimi mücadele hep hekimlerden gelmiştir. Neden mi? Sonuçlarına en çok onlar tanık olduklarından. Kendi coğrafyamızdaki en sıcak örnek Suriye savaşı ve Türkiye’ye, neticede tüm dünyaya etkileri. Aylan Bebeği, denizlerde botlarda ölenleri, sığınmacı kamplarını, kadınları, sosyoekonomik sorunları, savaşın tükettiği, altüst ettiği yaşamları unutamayız.

Ukrayna krizinde de hekimlerin olası savaşı önlemek için önemli adımlar attıklarını görüyoruz. Karşı karşıya gelenler Rusya ve Ukrayna olarak görünse de hepimiz biliyoruz ki aslında Rusya ve ABD, beraberinde Batılı müttefikleridir. Konunun uzmanları analizlerini yapıyorlar, kimi zaman artan kimi zaman azalan savaş tehdidi altında dünyanın büyük güçlerini karşı karşıya getiren bir hegemonya ve çıkar mücadelesi var. Son olarak batıdaki hükümetler ve basın kuruluşları tarih de verip önceki gün için (16 Şubat) Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceği iddiasını ortaya attılar, iyi ki olmadı. “Sıcak çatışma” olmadan bile gıdadan enerjiye kadar etkileri olacak bir süreci yaşıyoruz.

SAĞLIKÇILARDAN SAVAŞA İTİRAZ VAR

Nobel Barış Ödülü sahibi Nükleer Savaşı Önlemek İçin Hekimler Örgütü (IPPNW) öncülüğünde hekimler ve sağlıkçılar bir araya geldiler ve sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkileyen savaş tehdidine çözüm üretmeye çağıran metni imzaya açtılar. Hekimler, Ukrayna’daki durumu pandeminin yanında mayalanmakta olan yeni bir “tıbbi acil” olarak tanımlıyorlar. Gittikçe artan gerilim, silahlanma yarışı, anlaşmalardan çekilmeler, NATO’nun genişleme stratejisi ve Ukrayna’nın sınırlarının zorlanması sorunu büsbütün tehdit haline getiriyor. Gelinen noktayı “soğuk savaş” döneminde sıcak çatışmanın eşiğine getiren krizlerle karşılaştıranlar var.

Taraflar yine silahlara milyarlarca dolar yatırıyorlar, oysa insanlık bu paraları iklim krizini durdurmada ya da salgına karşı mücadelede kullansa hepimize ne kadar iyi geleceğini biliyoruz. Biliyoruz da, kendini canlıların en akıllısı gören insanın kaynaklarının çoğunu silaha harcamaktan vaz geçememesini, buna zemin hazırlayan sömürü düzenini sorgulamamasını hayretle “izliyoruz”.

Diplomasi, güven artırıcı tedbirler, barışçıl çözümler gerekiyor. Bunun alternatifi ise korkunç: Kitlesel ölümler, yaşamsal altyapının çökmesi, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalması.

NÜKLEER TEHDİT

“Konvansiyonel savaş” dedikleri başlı başına yıkıcı bir çatışmanın ötesinde hep akla gelen korkunç senaryo nükleer tehditte düğümleniyor. Ukrayna Krizi’nde karşı karşıya gelen taraflar içinde “ilk saldırma” ilkesini benimsemiş nükleer silah sahibi dört ülke var. Nükleer silah meselesi o kadar sıkıntılı ki! Tüm yaşamı tehdit eden bu ölüm aygıtlarının kullanımı kararlılıkla, kazayla ya da yanlış hesapla bir düğmeye basmaya bakıyor. Bunlara sahip ülkelerin hiçbirinin Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı (TPNW) imzalamadıklarını, sadece birbirlerini değil tüm dünyayı tehdit etmeye devam ettiklerini hatırlatayım. Türkiye’nin durumunu merak ediyorsanız onu da yazayım. Türkiye’de ABD’ye ait 50 adet nükleer silah olduğu bildiriliyor, halen TPNW’yi imzalamadı.

Ukrayna söz konusu olunca bir başka mevzuya da dikkat çekeyim. Bu ülkede halen 15 nükleer santral çalışıyor. Bu santrallerin saldırıyla ya da kazayla hasar görmesi durumunda ortaya çıkabilecek büyük nükleer sızıntı tehlikesinden ya da bir siber saldırıda çökmesiyle ortaya çıkacak enerji sıkıntısından söz ediliyor. Bilmem hatırlatmama ihtiyaç var mı,

  • Ukrayna, dünyanın gördüğü en büyük nükleer santral kazasının, Çernobil’in yaşandığı coğrafyadır.

Şimdi anladınız mı yaşam savunucuları Mersin’de, Sinop’ta, her yerde neden nükleer karşıtı tutumda ısrar ediyorlar? Sizin ve çocuklarınızın, tüm canlıların geleceği için. Bu hafta sonu tüm dünyada tıp öğrencileri, ülkeleri TPNW anlaşmasına katılıma çağrı için bisiklete biniyorlar.

Ne demeli, iyi ki onlar, kötülüğe karşı iyiliği, ölüme karşı yaşamı savunanlar var.

Avrupasızlaşlaştırma

author

İBRAHİM Ö. KABOĞLU
ibrahimkaboglu@yahoo.fr
BİRGÜN, 2022.02.10 ve 2022.02.17 (ardışık 2 hafta)

Avrupasızlaştırma-1

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK), İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) tarafından “derhal serbest bırakılması’’ için alınan karara rağmen Osman Kavala’nın tutulması üzerine Türkiye aleyhinde “ihlal prosedürü”nü başlatmak için “dosyanın İHAM’a gönderilmesi” kararı verdi (2 Şubat). İHAM’ın, kararın uygulanmadığını resmen bildirmesinin ardından AKBK, “Türkiye hakkında ne tür bir uygulamaya gidileceği” üzerine karar alacak.

AKBK kararına tepki gösteren CB Erdoğan, “Bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz tanımayız. Bu konuda AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş, bu bizi ilgilendirmiyor” dedi. Müttefiki D. Bahçeli, CB’yi destekledi; Dış İşleri Bakanlığı da karara tepki gösterdi.

Demirtaş-Kavala dosyaları ekseninde zirve yapan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ihlalleri nasıl okunmalı?

AKP iktidarının ilk on yılına damgasını vuran “hukuksuzlaştırma süreci”, 17-25 Aralık 2013 “müttefikler çatışması” ve genel oyla CB seçimi ardından, “anayasasızlaştırma” eşiğine taşındı. İHAM kararlarını tanımama iradesi ise, “Avrupasızlaştırma süreci” olarak okunabilir.

Bu yazıda çok katmanlı hukuksuzluk, teknik ve değerler olarak Avrupasızlaştırma (dé-européanisation) ise, sonraki yazılarda işlenecek.

HUKUKSUZLAŞTIRMA

AKP-Cemaat örtülü ittifakı uygulamalarına yönelik eleştiriler, darbe ortamına elverişli zemin oluşturmak; toplu özgürlüklerin cadde ve meydanlarda kullanılması ise, darbe girişimi olarak nitelendiriliyordu, Cumhuriyet mitinglerinden Gezi sahiplenmesine kadar.

Hukuksuzlaştırmada, yasa ve/ya Anayasa araç olarak kullanılıyordu: Örneğin, 2004’te, TÜBİTAK yönetim kurulunu yenileme yetkisi, yasa ile bir kez de olsa Başbakan’a verildi. Yargı bütününü ele geçirmek için 2010 Anayasa değişikliği yapıldı. 2011 KHK’leri, rejimin rengini değiştirmeyi amaçlayan “yasasızlaştırma” adımları idi.

Kandırıldık’ ve ‘ne istediler de vermedik?’ sözleri, “hukuk dışılık” tescili.

ANAYASASIZLAŞTIRMA

İşte kilometre taşları:

Parlamenter rejimi bekleme odasına aldık” (CB, Şubat 2015),

“Ben Anayasa Mahkemesi’nin… verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum.” (CB, Şubat 2016)

Parlamenter rejimin temel taşı ve kalbi TBMM bombalandı (FETÖ, 15 Temmuz 2016 ).

“Ülke yönetimi yasa ve Anayasa’ya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir” (D. Bahçeli, Ekim)

Parlamenter rejimi kaldırma girişimi resmen yapıldı (B. Yıldırım, Aralık).

  • Mühürsüz oylar da sayılarak Cumhuriyet tarihine sünger çekilmek istendi (Nisan 2017).

Anayasasızlaştırma (9 Temmuz 2018), kendilerince yazılan Anayasa kuralları döneminde ivme kazandı. Siyasilerce kapatılmakla tehdit edilen Anayasa Mahkemesi kararlarına mahkemeler bile uymaz oldu.

AVRUPASIZLAŞTIRMA

Türkiye’nin kurucusu ve tarafı olduğu Avrupa kurumlarına ve bunların kararlarına meydan okuma da bu dönemin ürünü. İHAM’in 10 Aralık 2019 tarihli kararı, Gezi davasıyla ilgili. Kavala bu davadan aklandı. Aynı olguların hukuki niteliği değiştirilerek başka bir dava açıldı. Beraat kararı tahliyeye dönüşmeden, dosyasında yeni bir delil bulunmadığı halde yeniden tutuklandı…

Uygulanmayan 10 Aralık 2019 kararı, yargılama süreciyle değil tutuklamayla ilgili. O nedenle kararın uygulanmasını öngören Bakanlar Komitesi kararı, davaya müdahale niteliği taşımıyor. Davaya müdahale, Gezi’den aklandığı halde, aynı dosyayı casusluk suçlamasına dönüştüren süreç olup, bunu da Ankara yaptı.

ÇÖKÜŞTEN ÇIKIŞ İÇİN

İHAS, İnsan Hakları Avrupa Anayasası olduğuna göre, Avrupasızlaştırma = anayasasızlaştırma. Bunun anlamı ne?

Yaklaşık 20 yıllık evrimin ürünü olan güncel durum, 200 yıllık tarihimize sırt çevirmek, değerler olarak da, yaklaşık 300 yıllık Aydınlanma çağını yadsımak demek. Demokrasiyi yadsımak kadar, dünyevi hukuk düzeninden de bilinçli ve sistematik uzaklaşma iradesini uygulamaya geçirmenin sonucu, yolsuzluk ve yoksulluk sarmalında çok katmanlı çöküş.

  • Avrupasızlaştırma ise, hukuka, demokrasiye ve insan haklarına karşı kararlı ve süreklilik taşıyan söylem, eylem ve işlemleri Kıta ölçeğine taşımaktan başkası değil.

Bu nedenle, 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu’na karşı geçen hafta TBMM’de oluşan “anayasal demokrasi bloku” (CHP+HDP+İYİ Parti) genişletilerek, Millet İttifakı ve bileşenlerince İnsan Hakları Avrupa Anayasası’nı da sahiplenme eksenine taşınmalıdır.
*****

AVRUPASIZLAŞTIRMA – 2

Yasasızlaştırma ve anayasasızlaştırma yoluyla Avrupa’dan uzaklaştırma sürecindeki Türkiye, siyasal bakış açıları ve aidiyetler bakımından adeta ikiye bölünmüş durumda. Oysa, Avrupa yanlıları (CHP-HDP-İYİ Parti ve diğer) ve karşıtları (AKP-MHP) olarak ayrışan partiler, evrenselleşme ve uluslararasılaşma yolunda emek ortak paydasında buluşuyor. Ortak payda, partiler ve hükümetleri aşan bir devlet politikasına dönüştü ve farklı toplum katmanlarını kucakladı.

Kısaca, Avrupa Konseyi çerçevesinde biçimlenen kurumlar, kurallar ve değerler üzerinde siyasal düzlemde ve toplumsal zeminde oydaşma (konsensüs) sağlandı. İki yüzyıla yayılan Batılılaşma ve Cumhuriyet tarihi ile örtüşen evrensel değerlerdeki uzlaşma, 100’üncü yıla bir kala, yerini ayrışmaya bıraktı.

OYDAŞMA -1: PARTİLER

Oydaşmada ilk genel ve temel halka, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB/10 Aralık 1948) oldu.

CHP: İHEB, 27 Mayıs 1949’da RG’de yayımlandı. 1949’da kurulan Avrupa Konseyi (AK) anayasası olan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS), İHEB esinli. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) ise, “gerçekten demokratik rejim” güvencesi olarak İHAS’a saygıyı sağlayan yargı organı. Türkiye, Konsey’in kuruluş ve İHAS hazırlık sürecinde yer aldı.

DP: İHAS, 1954’te onaylandı.

ANAP: 1987’de Komisyon’a bireysel başvuru hakkı; 1990’da Mahkeme’nin yetkisi tanındı.

DSP-MHP-ANAP: 2001 Anayasa değişikliklerinde İHAM karaları, AK gerekleri ve Kopenhag Kriterleri belirleyici oldu. İdam cezası kaldırıldı.

AKP: 2003’te, İHEB’i somutlaştıran BM ikiz sözleşmeleri onaylandı. 2004 Anayasa değişiklikleri ile, savaş döneminde ölüm cezası kaldırıldı ve İH alanında uluslararasılaşma yolunda somut bir adım atıldı.

OYDAŞMA-2: YURTTAŞLAR

Siyasal iktidarların el değiştirmesi, seçmenlerin özgür iradesi ile sağlandığına göre toplum, Avrupalılaşma yönünde atılan adımlarda belirleyici oldu. İHAM’a başvuruda yelpazesi genişliği, bunun göstergesi.

OYDAŞMA-3: DEVLET

İH birimleri, daire başkanlığı düzeyinde kamu kurumlarının çoğunda kuruldu. DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti döneminde başlatılan geniş kapsamlı İH formasyon programları, AKP iktidarının ilk yıllarında sürdü. İl ve İlçe İH kurulları, kamu kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini, İH ilke ve değerlerinde buluşturdu.

100’üncü yıla bir kala, ayrışmalar da üç başlıkta özetlenebilir:

AYRIŞMA-1: SİYASAL

AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş, bu bizi ilgilendirmiyor” (AKP, Erdoğan, 3 Şubat 2022)

Önemli olan, tüm farklılıklarımızla beraber “biz” düşüncesini, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği normları çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, herkesin kendini eşit ve özgür vatandaş olarak gördüğü, düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, inandığı gibi yaşayabildiği demokratik bir Türkiye’yi inşa etmektir.”(CHP-İYİ P., SP, DP, Deva P., GP/Ahlatlıbel Bildirisi, 13 Şubat 2022).

Avrupa normlarına bağlı kalacaklarmış. Bu nasıl gayri milliliktir. Bu kadar mı yozlaştınız bu kadar mı başkalaştınız. ” (MHP, Bahçeli, 15 Şubat).

AYRIŞMA-2: MEDYA

Basın ve yayın kuruluşları, demokrasi ve monokrasi ekseninde ayrıştırıldı. Basın İlan Kurumu (BİK), gazeteler; RTÜK ise, radyo ve TV’ler üzerinde baskı ve kollama aygıtlarına dönüştürüldü. İlan kesmeden ekran karartmaya ve yargısız infaza varan uygulamalar demokratik toplumu baskıladığından, Türkiye’nin kazanımları, güncel sorunları ve çözüm yolları üzerinde bilgilenme hakkı ve özgür tartışma ortamı gölgelendi.

AYRIŞMA-3: DEVLET

Kişi+Parti+Devlet birleşmesi, şovenist ve dinsel inançlar vurgulu söylem, işlem ve eylemleri öne çıkardı; Devlet’in insan haklarına ilişkin karar düzeneklerini sönümlendirdi. OHAL düzenlemeleri, bu amaçla kalıcı hale getirildi. Avrupa üzerinden değerler ayrışması, araç-amaç ilişkisi bakımından nasıl açıklanabilir?

AMAÇ: 20 yıllık iktidarın sağladığı nimetleri elden bırakmamak için 2023 seçimlerini ne pahasına olursa olsun kazanmak.

ARAÇ: Demokratik siyaset ve dünyevi hukuk yerine, seçimleri ve hukuku, iktidarın el değiştirmesini önleme ereğinde araçsallaştırmak.

DEĞERLER: “İnsan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti”ne içkin kurallar ve değerler yerine, ümmetçi ve şefe itaat eden davranış kalıplarını kabul ettirmek.

ENERJİ KRİZİ YOK… YÖNETME KRİZİ VE AÇGÖZLÜ ŞİRKETLER VAR…

portresiLütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

ENERJİ KRİZİ YOK…
YÖNETME KRİZİ VE AÇGÖZLÜ ŞİRKETLER VAR…

Türkiye günlerdir enerji sorunuyla yatıp kalkıyor. Sorunun iki boyutu var. Birisi büyük ölçüde dışa bağımlı hale getirilen birincil kaynak (petrol, doğalgaz) isteminin karşılanması, öbürü ise 85 milyon insanımızı ilgilendiren yüksek enerji fiyatları. Her iki konunun da enerji üretiminin birincil ve ikincil (elektrik enerjisi) kaynakları ile ilgisi olsa da bugünkü kaos (AS: karmaşa) politikalarının sorumlusu siyasal iktidar ile iktidar tarafından gözlerden gizlenen aç gözlü enerji şirketleri ve arkasındaki uluslararası güçler…

Enerji, özellikle elektrik enerjisi, genellikle karmaşık ve teknik bir konu olarak algılandığı için, geniş kitleler bu konuyu zor ve karmaşık bir alan olarak görürler ve konu üzerine eğilmek istemezler. Evet, elektrik enerjisi üretim, iletim, dağıtım ve tesis konuları çerçevesinde oldukça teknik bilgi birikimi gerektiren özel bir alandır. Ancak sıra üretilen enerjinin fiyatlandırılıp satılmasına geldiğinde, öbür ürünlerin fiyatlandırılması ve pazarlanmasından hiçbir farkı yoktur. Sonuç olarak elektrik de bir ürün, yani maldır. Biraz daha özel bir mal… Diğer ürünlerden tek farkı, üretildiği anda tüketilmesi gereken bir mal… Hızla bozulan domates ya da çilek gibi ürünlerde nasıl bir üretim-tüketim denge ve planlaması gerekiyorsa, elektrik üretiminde de çok ama çok daha fazla hassas (duyarlı) bir üretim planlaması gerekmektedir. Bu nedenle de TEK elden ve KAMUSAL olarak yürütülmesi ZORUNLU olan bir hizmettir. Tam da bu nedenle 1970 yılında TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) kurulmuş, adı bugün daha da anlamlı duruma gelmiştir. Ancak ne yazık ki 12 Eylül sonrası Özal politikaları ile 1994 yılında bu kurum parçalanmış ve yutulması kolay lokmalara bölünmüştür.

ENERJİ PİYASALAŞTIRILIYOR

Elektrik tüketiminin yaygınlaşması, sanayinin gelişimi, her eve giren çok sayıda elektrikli araç sayısının artması ve artık vazgeçilemeyecek bir tüketim malı durumuna gelen elektrik enerjisi, palazlanan özel sermayenin iştahını kabartmaya başlamıştır. Ancak o yıllarda gerek yasaların uygun olmaması, gerekse özel şirketlerin henüz sermaye ve bilgi birikimi düzeyinin yetersiz olması nedeniyle özel sektör bu alana girememiştir. 1990’lı yıllarda elektrik üretimindeki darboğaz gerekçe gösterilmiş, bu darboğaza bir de 17 Ağustos 1999 depremindeki büyük çaplı elektrik kesintisi eklenince, istenen ortam olgunlaşmıştır. Deprem gecesi karanlık ve ölüm birlikte gelmiş bu nedenle “ne pahasına olursa olsun elektrik” neredeyse slogan durumuna gelmiştir. Yİ (Yap İşlet), YİD ( Yap İşlet Devret), İHDS (İşletme Hakkı Devir Sözleşmesi), Otoprodüktörler ve lisanssız üreticiler gibi değişik üreticiler devreye girmiş ve küçük lokmalara bölünen bu piyasa ve dolayısıyla dev tüketici kitlesi yutulmaya hazır lokma durumuna gelmiştir. Bu piyasanın yasal düzenlemesi ise IMF’nin Türk ekonomisine doğrudan müdahalesi anlamına gelen 2001 ekonomik krizi (bunalımı) sırasında ülkemize gönderilen IMF tahsildarı Kemal Derviş eliyle yapılmıştır. Bilinen adıyla “15 günde 15 yasa” düzenlemeleri arasında en önemlisi de elektrik piyasası ile ilgili olanıdır. İngiltere tarafından gönderilen ve tercüme hataları ile dolu bu yasa ile EPDK (Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu olan adı daha sonra Enerji Piyasası Düzenleme Kuruluna dönüşmüştür) kurulmuş ardından elektrik dağıtımının özelleştirilmesi dayatılmış, bu amaçla da TEDAŞ ayrı isimlerle parçalanmıştır. Elektrik dağıtımının özelleştirilmesi başlangıçta bir anlamda Osmanlı dönemindeki İltizam yöntemine benzer. Sıcak paraya gereksinimi olan siyasal iktidar, üretilen elektriğin dağıtımı, bakımı ve ücretinin toplanmasını Mültezimlere bırakmıştır. Dağıtım şirketlerinin satın alınmasına sermayeleri yetmeyen bu “çağdaş” mültezimlere kaynak, kamu bankalarından ya da hazine garantisi ile yabancı bankalardan sağlanmıştır.

DAĞITIM KÂRI YETMEYİNCE…

Dağıtım şirketlerini paylaşan ayrıcalıklı “çağdaş” mültezimlerin bankalara geri ödemeleri geldikçe sağladıkları kazançlar yetmez olmuş, kimisi borç ertelemesine gitmiş, bir kesimine temlik konmuş, bir bölümüme de yeni olanaklar sağlanarak kamuya ait üretim şirketlerinin (santraller) İşletme Hakkı Devri ile verilmesi yoluna gidilmiş, böylece tavizler (ödünler) başlamıştır. Bu arada özel firmalar, ilk olarak, 1 Temmuz 2006’da kamuya ait bir bölüm santralin bakımda olduğu bir sırada “teknik arıza” adı altında büyük bir enerji krizi yaratmış, oluşan kriz sonucu tek bir iletim güzergâhına gelen aşırı yüklenme gerçek bir krize dönüşmüş, ülkenin bütün batı bölgesi karanlığa gömülmüştür. Kimi özel firmalar basına yaptıkları açıklamalarda, “biz yaptık gerekirse yine yaparız” anlamına gelecek sözler söylemiştir.

ENERJİDE KARABORSA DÖNEMİ YA DA DUY

Yaratılan bu yapay bunalımı aşma gerekçesi ile EPDK yeni bir yöntem “keşfetti”. Bu yöntemin adı DUY (Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği) idi. DUY adı verilen bu yöntemin ne olduğu halkımıza pek duyurulmadı. Duyurmak isteyenlerin sesi kesildi. DUY uyarınca her gün bir sonraki gün için üretici firmalar enerji satış fiyatlarını saatlere göre açıklayacaklar, böylece gün içinde artan enerji istemine göre en düşük fiyattan başlanarak en yüksek fiyata doğru özel santraller devreye girecekti. Yani gereksinimin en yüksek olduğu saate dek enerji üretmeyen firmalar bütün gün enerji üretmek yerine puant tarifesi denilen saatlerde yüksek fiyata enerji satacak, en düşük fiyatla ise Temel Yük Santrali adını verdiğimiz kamuya ait santraller üretim yapacaklardı. Kamuya ait EÜAŞ (Enerji Üretim AŞ) gün boyu ürettiği enerjiyi 32.86 Krş/kWh fiyatla satarken, öbürleri (15 Şubat 2022 için oluşan fiyat) 152.4 Krş/kWh fiyatla satacaktı. Bu durumda hem dağıtım şirketine hem de üretim şirketine sahip olan ayrıcalıklı şirketler kendi ürettikleri enerjiyi EPİAŞ’a (Enerji Piyasası AŞ) pahalıya satarken, EÜAŞ’tan ucuza aldıkları enerjiyi de tüketiciye pahalıya satarak esas faturayı halka ödetmektedirler. Tam da bu sırada ülkede yaygın biçimde KAMULAŞTIRMA istemleri yükselirken, siyasal iktidar bir kez daha özel firmaları tepkilerden kurtarmak amacıyla EPDK üzerinden açıklama yaparak fiyatları dağıtım şirketlerinin değil kendilerinin belirlediğini söylemekte, dağıtım şirketlerinin sadece “kargo şirketleri” olduğu gibi acayip bir söylem geliştirmektedir.

KAMUSAL DENETİMİN YOK OLMASI…

Tek elden yürütülmesi gereken enerji pazarında, yakın zamanlara dek üretim tesislerinin neredeyse tümü kamuya ait iken, günümüzde kamunun elindeki 60 üretim tesisine karşılık özel kesimin elinde 10.397 üretim tesisi bulunmakta, bunları yönetmek, bir bölümü zor durumdaki bu şirketlerin açlıklarını bastırmak olanaksız duruma gelmektedir. Oysa ülkede kamunun elindeki 60 üretim tesisi yaklaşık 100.000 MW’lık kurulu gücün (99.819 MW) %21,4’ünü elde bulundurulurken, geriye kalan 10.397 santral ise kurulu gücün % 78,6’sını oluşturmaktadır. Ülkede enerji alanında bu denli büyük kazançlar varken kayırılmış bazı şirketler, olmayan öz kaynaklarıyla borçlanarak enerji tesisi kurmaya saldırmışlar ve ülkede oldukça yüksek bir kapasite fazlası oluşmuştur. Özel şirketlerin elinde bulunan bu kapasite fazlası, şimdi şirketlerin borçlarını ödeyebilmesi için karaborsa yöntemi ile enerji satmaya muhtaç duruma gelmiş ve bu gereksinimleri siyasal iktidar tarafından karşılanır duruma gelmiştir. Kazançların büyük olmasına karşın öz sermayeleri olmayan özel firmalar borç batağındadır. Bu borç batağı alacaklı bankaları da zorlamaktadır. Kazançlar o denli çekicidir ki kısa süre önce Limak’ın elinde olan UEDAŞ (Uludağ Elektrik Dağıtım AŞ) İngilizlere satılmıştır. Sırada öbür şirketler vardır. 1999’da Anayasamızdaki engeli kaldırılan Uluslararası Tahkim yolu ile yabancı firmalar yakın gelecekte daha büyük sorunlarla gündeme gelecektir.

Uzun sözün kısası, bugün ülkede, bir süre önce İran’dan gelen doğalgazın kesilmesi ile yaşanan birincil kaynak bunalımı bir ölçüde aşılmış, bu arada sanayi üretimi bir süre aksamıştır. Şimdi büyük bir kitleyi zorlayan yüksek fiyat tepkisi vardır ve bu tepki yatıştırılamamaktadır.

  • Bugün ülkemizde ikincil enerji (elektrik enerjisi) krizi yoktur.
    Tersine şu anda atıl kapasite vardır.
    Ancak ülkenin enerji kaynaklarını dışa bağımlı duruma getirip özelleştirme ile yaratılan bir ENERJİ YÖNETİMİ KRİZİ vardır.
  • Bir de aç gözlü, doymak bilmeyen, yerli, yabancı üretim, dağıtım firmaları… Bu tablo bir beceriksizliğin sonucunda değil, bilinçli bir tercih sonucu oluşmuştur.

TÜRK MİLLETİ AKP’Yİ AFFETMEYECEK

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı
16 Şubat 2022

TÜRK MİLLETİ AKP’Yİ AFFETMEYECEK

AKP, Siyasetteki ahlakı bitirdi!
AKP dönemini izleyen gençlerimiz, siyasetin çalmak, soymak, rüşvet almak, haksız yere zengin olmak diye zannediyorlar! AKP’den sadece bunu gördüler!

AKP, en büyük ihaneti İslam’a yaptı;
Barışa, sevgiye, kardeşliğe, güzel ahlaka, bilim ve akla çok önem veren İslam Dinine, AKP hırsızlık yaparak, devleti soyarak, hırsızları ve soyguncuları yargıdan kaçırarak, en büyük kötülüğü yaptı. Gençlerimiz artık Cuma günleri dahi camiye gitmez oldu!

AKP, Sığınmacılar belasını başımıza sardı;
AKP önderliği, BOP Eşbaşkanlığı görevini üstlenerek ve bununla gurur duyarak, çok iyi ilişkiler kurduğumuz Suriye ile aramızın açılmasına sebep oldu. Sınırlarımızı kasten açık tutarak, El-Kaide militanlarının Suriye’ye serbestçe girip çıkmasına ve sığınmacıların ordular halinde vatanımıza girmesine izin verdi. Çocuklarımıza sağlık-beslenme-eğitim olarak gitmesi gereken milyarlarca dolar, “Vatanını korumaktan kaçan” sığınmacılara verildi, verilmeye devam ediliyor!

AKP, Geleceğimizi de yedi, bitirdi;
Cumhuriyetin tüm eserlerini sattı. Ülke borcunu tam dörde katladı.
İngiliz tefecilerine ülkeyi soydurdu. Hazine garantili işlerle, ancak önümüzdeki 20-25 yılda ödeyebileceğimiz borca soktu!

Peki, Türk Milleti kendisine bu kötülükleri yapan AKP’yi affetmeyecek de, sığınmacılar belasını başımıza saran AKP artığı Davutoğlu ile başta TELEKOM olmak üzere Cumhuriyetin tüm fabrikalarını iki-üç yıllık gelirleri karşılığına satan Babacan’ı affedecek mi? Elbette ki affetmeyecek!

Aziz Türk Milleti;
DOĞRU Parti olarak bizim kişilerle işimiz olmaz. Hele Türk’e, Türklüğe düşman olanlarla hiç işimiz olmaz. Bizler bugünkü DOĞRU davranışımızla uyarı görevimizi yerine getiriyoruz. CHP’ye ve İYİ Partiye

  • “Yapmayın, böyle devam ederseniz, ülkeyi CIA uşağı FETÖ’nun kucağına tekrar atarsınız, oyuna geliyorsunuz” diyoruz!

İster anlarlar, anlamazlarsa da sonucuna katlanırlar!

Dostum, Yüksek İslam Enstitüsü Mezunu İlahiyatçı yazar ve DOĞRU Parti Genel Başkan Yardımcısı Sayın Sedat Şenermen’ın gönderdiği bir bilgiyi paylaşmak isterim;

Kur’an’da İslam’ın şartı sadece beş değildir. Kur’an’daki tüm hüküm içeren ayetlerin her biri İslam’ın şartıdır. Bunlar, Allah’ın emir ve yasaklarının tamamıdır, ki beş yüz’e yakındır. Düşmanı tanımak, ona boyun eğmemek, onunla işbirliği yapmamak farzdır, İslam’ın şartıdır. Allah, insan ve cin şeytanlarının, insanın ve insanlığın yeminli düşmanı olduğunu belirtiyor. Bireysel ya da bölgesel veya küresel şeytanlara boyun eğmemek hem İslam’ın hem imanın şartıdır.

Türk Milletine, Türk Devletine, onu Cumhuriyet değerleri üzerinden oluşturan Atatürk’e düşmanlık edenler, ülkemizin devletimizin milletimizin gizli-açık tüm düşmanlarına hizmet edenlerdir. Cumhuriyetin kurucu değerlerine bakmak gerekiyor. Bunlar Rahmani mi, şeytani mi?

Rahmani ise, ki hiç şüphesiz ki öyledir, bu değerleri yıkmaya çalışanlar kimlere hizmet etmiş oluyorlar?”

Görüldüğü üzere, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak, hem insan olarak hem de inanan biri olarak bizlerin görevidir…

Milli Andımız da bizler için vazgeçmeyeceğimiz değerimizdir, Atatürk’ün Türk Milletine armağanıdır!

Davutoğlu ve Babacan ikilisinin bu konudaki görüşü şudur;

  • “Andımız uygulaması,1930’lu yılların otoriter zihniyetinin (Atatürk Dönemini kastediyor) bir ürünüdür. Vesayetçi sistem (Cumhuriyet Dönemine diyor) ve zihniyetle yürütülen mücadele çerçevesinde, 2013 yılında pedagoji ’ye aykırı bulunarak kaldırılmıştır!”

İşte AKP larvaları! Bu iki kafa “Milli Andımızın” okunmasını pedagoji ‘ye aykırı bulur ama 4-6 yaşındaki bebelere Arapça Kur’an ezberletmeyi, onları birer Taliban Militanı gibi yetiştirmeyi pedagoji’ ye uygun bulurlar…

İşte Yeni CHP’nin vazgeçemediği ortakları…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

Siyasal İslam ve cumhuriyet laikliği

biyografi.net: Osman Selim Kocahanoğlu biyografisi burada ünlülerin  biyografileri buradaOSMAN SELİM KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI – YAZAR 

Cumhuriyet, 16 Şubat 2022

 

Osmanlı devlet adamları Batı’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri hayranlıkla izlediği, geri kalmışlığını Tanzimat’la ilan ettiği halde, modernizmi yakalamak şöyle dursun adapte bile olamadılar. Modernleşmeyi din ve inanç üzerinden algılayan bir toplumsal kültür bu sosyokültürel adaptasyonu zamanla küfür sayacaktır. İslam dinini kapalı bir sistem gören Max Weber’e göre,

  • “Doğu ile Batı arasında dine dayalı kültür ve bilinç farklılığı olduğu sürece,
    İslam dünyasında rasyonalite doğamaz, bu toplumlar da cemaattan cemiyete, gelenekten bilgi toplumuna evrilemezler.

– Batıdaki siyasal ahlak, bireysel bilinç ve sosyo kültürel olgularının hiçbiri Osmanlı/İslam ikliminde yeşermemiş, sorgulama mantığı gelişmemiş, ahlak ve din anlayışı eskilerde kalmıştır. Dolayısıyla bu kültürün bilinç yapısı da modernleşmeye kapanmıştır. Dini, rasyonellikten uzaklaştırıp doğrudan kendine göre bir dünya yaratan İslamcı toplumlar, şimdi kültürel şizofreni içindeler. Çağdaşlığa devamlı kutsal pompalayan (AS: kutsalıkla direnen) bu toplumların modern veya muhafazakâr, liberal veya üniversal, dinsel veya seküler oluş veya olamayışların temeli uygarlığa yenilme kompleksinde gizlidir. Zihin yapıları da sorgulamaya kapalıdır.

Bu toplumlar akıl çağına erişemediği için  feodal semboller ve fetişlerle kendini tatmine çalışır, kıl ve sakalı imanın parçası görürler. Batı dinleri kendi ortaçağını aşıp sekülerleştiği halde, İslamcı softalık kıl ile (a)kıl arasındaki mesafeyi aşamaz. Halbuki bu iki kelime arasındaki mesafe bir harf kadardır. Bilgi toplumunun standardını kavramamış cemaat/tarikat toplumları bilgiyi sadece kendi ufkundan ve kendi kavramları ile anlarlar. Biz buna kapalı bilinç diyoruz.

  • Donmuş bir dogmaya inanan ve beşyüz kelime ile düşünen bu hamaset toplumlarının laikliği algılaması elbette kolay değildir.

Hemen söyleyelim, laiklik veya sekülerlik kavramları, siyasal İslamcılığın sandığı gibi “dinsizlik veya dini inkar” olmayıp, dini herkese ait ve kişisel bir sorun sayan sistemdir.

  • Laiklik, ne bir din ne bir ideolojidir; ne kutsal kitabı ne peygamberi ne ideoloğu vardır.

ADI KONMAMIŞ LAİKLİK

Tanzimat’ta başlayan Osmanlı yenileşme hareketlerinin hepsinin zihin arkasında adı konmamış bir laikleşme düşüncesi vardır. Tanzimat (1839) bizim gecikmiş Magna Carta’mızdır, ancak toplumun iç dinamiklerinden gelmeyip padişahın lütfu sayıldığı için gelişememiştir. Tanzimat ve Meşrutiyetin kısır çekişmeleri bir yana bırakılırsa, toplumu şoka sokan asıl köklü değişim Cumhuriyetle yaşandı.

  • Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin ilgasıyla, en büyük zihinsel engeller kaldırılmış oldu. 

Biz buna tarihin doğurduğu adamın cumhuriyet laikliği diyoruz.

Laiklik toplumsal bir hedef yapılarak, tersine akan suların önü kesilmiş, Cumhuriyet modernizminin en köklü devrimi olmuştur. Cumhuriyet laikliği aslında radikal müdahaledir. Nedeni Batı’nın üç yüz senede aldığı yolu kıyamete kadar beklemek istemeyişimizdir. Laiklik, tarikatların yasaklanması ve kıyafet devrimi ardından 5 Şubat 1937’de anayasaya da girmiştir. Atatürk’ün getirdiği laiklik aslında “muasır medeniyet seviyesine” erişme hamlesidir. Yani, “cenkçilik ve maceraperestlik değil insani ve medeni mefkurecilik veya medeni ve asri bir heyet-i ictimaiye meydana getirmektir.”

Laiklikliğin Osmanlı kültüründe kavramsal karşılığı yoktur,

Türkçeye doğru çevirilmediği için de dinsizlik şeklinde anlaşılmıştır. Tam karşılığı ise çağdaşlaşma/uygarlaşmadır. Uygarlaşma, yalnız sanayi toplumu olmak değil, toplumsal ve psikolojik davranışların tümüdür. Yani,

  • Laiklik; inanç ve ahlaki erdemler yönünden insanın dogmalardan özgürleşmesi, akıl ve bilimi yol gösterici saymasıdır. 

– Cumhuriyet laisizmi Allah ile kul arasındaki Halife ve Şeyhülislam makamlarını kaldırmış, şeri mahkemelerin yargı yetkisi millete devredilmiştir. İslamcı teorinin uygarlığa yenilme ve onu anlamadaki en büyük zaafı, dindeki temel kavramları yorumlayan içtihat kapısını kapatmış olmasıdır (AS: İmam Gazali, 13. yy, bkz. dipnot). Laik düşüncenin tarihsel/kavramsal boyutu doğru algılanamayınca, siyasal İslamcı medrese kafası dinsizlik diye inkara yönelmiştir. “İnkâr” kavramını psikanalize taşıyan Freud, bunun “basit bir yok sayma olmayıp ifade edenin arzusunu da barındırdığını” söyler. Küflenmiş İslamcı öğreti kutsalları sermaye yapılınca, laiklik de modernizmin “çocukluk hastalığı” olarak görülmüştür.

Dip dalgaları Tanzimat’a inen Cumhuriyet laikliği ve Mustafa Kemal’in arkasında Diderot, Voltaire, Rousseau gibi laik bir entelijansiya yoktu. Burjuva devrimi yapılıyor ama burjuvası yoktu. Burjuva devrimi, feodal egemenliğin tasfiye edilip ulus-devletin kurulması demektir. Yeni Cumhuriyet iki temele oturtulmak istenmişti: Biri ulusal boyutta sınırları belli bir toprak parçası, diğeri yasalar karşısında eşit yurttaşları olan demokrasi…

ÖZGÜN TÜRK MODERNLEŞMESİ

– Mustafa Kemal doğru yoldaydı. 1920’lerde ulus-devletten başka yapılanma düşünülemezdi. Gelişmemiş köylü toplumuna radikalizm zorunluydu. Yarı bağımlı bir ülke emperyalizme karşı çıkarken yüzünü de uygarlığa çevirmek zorundaydı. Ortaçağın verili toplumu ve verili kültürü karşısında kıyamet günü beklenemez, ağlayarak rahatlama yolu seçilemezdi.

Cumhuriyet devrimlerinin en güçlü yanı uygarlık tasavvurudur (AS: Çağdaşlaşma tasarımı). Tarih boyunca tezleriyle gelmemiş hiçbir siyasal/kültürel devrim olmadığı gibi; Türk devrimi de, kendi zamanının duruşları açısından geçmişi tersinden okuyup belli duruş noktasından toplum inşasına yöneliktir. Tüm öznelliğiyle tarihsel gerçekliği bize bağlayan, bireyi ve aklı özgürleştirmek isteyen

  • Kurucu söylem günümüzde, yurttaşı değil cemaati özleyen çok kültürlü, çok mezhepli ümmetçiliğin etnik şantajı ve emperyalizmin küresel kıskacına girmiştir.

– Günümüz masa başından 100 sene öncesini eleştirmek sosyoloji ve tarih bilinci açısından ahmaklıktır (AS: Anakroni hastalığı). Onu paranteze alma histerisine kapılmak Katip Çelebi’nin ümmet-i bülehalığıdır (AS: “öküz oğlu öküzler”!). Türkiye Cumhuriyeti kendi özel koşullarında yapılanmış, başka şekilde işlemesi mümkün olmadığı için böyle kurulabilmiştir. Kurucu irade, evet radikal davrandığı için Türkiye İslam dünyasının en güçlü devleti olabilmiştir. Eğer günümüz Afganistan’ı, İran’ı, Pakistan’ı olmamışsa bunu laik devrimlere ve yapılanmaya borçludur… Kısacası, Batı modernizmi nasıl kendi koşullarının ürünüyse; Türk modernizminin felsefi, sosyolojik, hukuksal içeriği de kendine özgüdür.

  • Laiklik sadece felsefi ve siyasi bir tercih sonucu benimsenmemiş, sosyal yapının emrettiği toplumsal barışın temeli olacak sosyopolitik ve hukuksal bir yöntem olarak düşünülmüştür…

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

 

CHP’Lİ 11 BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANININ YAPTIĞI ORTAK BASIN AÇIKLAMASI

Mahmut ESEN
Mülkiye Başmüfettişi (E)

Bilindiği üzere Ülkemizde özellikle 2021 yılının son çeyreğinde ABD Doları kuru karşısında TL önemli değerli yitimine uğramış; temel gıda maddeleri, elektrik / akaryakıt / doğalgaza çok yüksek oranlı zamlar yapılmıştır.

Bu zamlardan sonra halkımızın yaşam / geçim zorlukları daha da artmış ve dayanılması güç bir durum almıştır.

Bu durum halka ulaşım / su / ucuz ekmek gibi temel hizmetler vermekte olan belediyelerimizi de doğrudan / olumsuz olarak etkilemektedir.

Elektrik ve akaryakıt başta olmak getirilmiş bu çok yüksek zamlardan sonra belediyelerimiz ulaşım / su sağlama / ucuz ekmek vb. hizmetlerini bundan böyle halkımızın ödeyebileceği makul fiyatlar üzerinde vermesi, bu hizmetleri sürdürmesi olanaksız duruma gelmiştir.

Bu tür desteklerin verilmemesi / kesilmesiyle oluşabilecek olumsuzluklar açıktır, belirtmeye gerek yoktur.

Bu sosyal hizmetlerin sürdürülebilmesi ve halkımızın asgari / acil gereksinimlerinin karşılanabilmesi için merkezi yönetim tarafından desteklenmesi gerekmektedir.

CHP’li 11 büyükşehir belediye başkanınca 08.02.2022 günü yapılmış ortak basın açıklamasında bu konular ele alınmış;

  • Ülkemizde yaşanan ekonomik zorluklar, art arda gelen zamlardan belediyelerin ve dolayısıyla vatandaşlarımızın olumsuz etkilenme riski taşıdığı, belediyelerin üzerindeki yükün taşınabilir olmaktan çıktığı, toplu taşıma hizmetleri başta olmak üzere belediyelerin kullandığı akaryakıt; elektrik / doğalgazda KDV / ÖTV indirimi yapılması ve farklı tarife uygulanması” istenmiştir.

Mal ve hizmetlere yüklenen aşırı zamların indirilmesi / iyileştirilmesinin istenmesi aşamasında bunun yöntemi olarak toplumuzda akla hemen KDV indirimi yapılması konusu gelmektedir. Böylesi durumlarda KDV indirimi sihirli bir formül gibi değerlendirilmektedir. Oysa son zamlardan sonra temel gıda, akaryakıt, elektrik fiyatları çok yükselmiştir. KDV vb. indirimlerle fiyatların olağan düzeylere çekilebilmesi olanaksızdır.

Nitekim yüklü fiyat artışları ve özellikle elektrik zamları; haklı olarak, toplumun bütün kesimlerinde ortak tepkilere neden olmuş, Ülkemizin tüm bölgelerinde yoğun protesto gösterilerine yol açmıştır.

Bu tepkileri görmezlikten gelmediği görülen siyasal iktidar, oluşan tepkileri hafifletebilmek için çözüm arayışı içine girmiş, bu bağlamda gıda maddelerindeki %8 olan KDV oranını %1’ e indirmiştir.

Öte yandan akaryakıt / elektrik tarifelerinde belediyelere vergi indirimi yapmak, özel tarife düzenlemek / uygulamak çok karmaşık ve zor bir konudur. Beklentileri, gereksinimleri karşılaması olanaksızdır.

Bu yüzden vergi indirimleri / özel tarife düzenlenmesi yerine, belediyelerin uyguladığı sosyal destek programları bağlamında uğradığı zararların ilgili idareler tarafından (EGO / ASKİ / HALK Ekmek vb.) belirli dönemlerle çıkarılarak mali rapora bağlanması;

Merkezi idarenin uyguladığı politikalar sonucu gelir yitimine / zarara uğrayan kamu bankaları ve SGK zararlarının genel bütçeden karşılanması sürecinde olduğu gibi belediyenin uğradığı zararın merkezi idareden (HAZİNE’den) istenmesinin daha uygulanabilir / amaca uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Konunun belirli aralıklarla kapsamlı biçimde kamuoyu gündemine taşınması, belediyelerin katlandıkları yükümlülüklerin halka gösterilmesi / anlatılması ve kamuoyunun desteğinin alınması bakımından bu yöntemin yerinde olduğu açıktır.

ARTI TV ve BİZİM TV Konuşmalarımız…

Dostlar,

2 TV konuşmamızı paylaşmak istiyoruz.

BİZİM TV‘de Sn. Burcxu Uğur ile “OMİCRON GERÇEKLERİ” ni irdeledik, yaklaşık 40 dakika.

Ne yazık ki, henüz asla AŞI OLMAYAN “TURKOVAC” ı da..

ARTI TV‘de ise Sn. Fatih Yapıcı ile yine yönetilemeyen Covid-19 salgınını değerlendirdik ülkemiz özelinde ve küresel ölçekte. (41 dk.)..

Tabii henüz asla AŞI OLMAYAN “TURKOVAC” ı da..

Bilgi ve ilginize sunarız..
İzlenmesi, paylaşılması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile. 15 Şubat 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       twitter : @profsaltik     

 

SEDEF KABAŞ TV Konuşmamız

Dostlar,

Bilindiği gibi, iletişim uzmanı gazeteci Dr. Sedef kabaş, 14 Ocak 2022 gecesi TELE1’de bir programda konuşmasında partili CB Erdoğan’a hakaret ettiği savıyla, 21 Ocak 2022 gece yarısından sonra evinden alınarak tutuklandı.

Başarıyla yürttüğü youtube kanalı yayını SEDEF KABAŞ TV, dayanışma amacıyla sürdürülmekte. Bu bağlamda, TRT’nin efsane spikerlerinden Sn. Gülgün Feyman Budak, bizimle bir söyleşi gerçekleştirdi. 70 dakika süren programda ilk olarak Dr. Kabaş’ın uğratıldığı hukuk dışı, apaçık gözdağı baskısını irdeledik siyaset bilimci şapkamızla. Bu bağlamda Sn. Kabaş meslektaşımız, Boğaziçi Üniv. Siyaset Bilimleri mezunu, biz ise Mülkiye (Ankara Üniv. SBF).

İkinci bölümde ise Hekim / Halk Sağlığı Uzmanı olarak Koviit-19 salgınını irdeledik. Özellikle, asla aşı niteliği kazanmamış olan TURKOVAC sorununu işledik. Kısasan söylemek gerekirse, AKP iktidarına, AŞI OLMAYAN bu biyolojik ürünü derhal durdurmaya ve uluslararası standartların gereklerini yerine getirmeye çağırdık.

İzlemek için lütfen tıklayınız.. (70 dk.)

Dr. Sedef kabaş’ın derhal salıverilmesi ve adil olarak tutuksuz yargılanmasını diliyoruz.

Bu arada TCK m.299’un, AİHM Vedat Soylu V. Türkiye kararı gereği, AİHS ile uyumlu olarak yeniden düzenlenmesini istiyoruz.

Bilgi ve ilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 15 Şubat 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
Anayasa Hukuku Dotora Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net         
profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       twitter : @profsaltik