Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

“AKP FETRET DÖNEMİ” BİTİYOR MU?

BİRGÜN PAZAR 2023-7
Nisan / OĞUZ OYAN

Osmanlı’nın “Fetret Dönemi”nden 10 yıl daha uzun sürmüş bir “AKP fetret dönemi” sona ermek üzere mi?

Önce niçin ve neye göndermeyle bir “AKP fetret dönemi”? AKP dönemi, Cumhuriyet’in kuruluş döneminin tam zıttını temsil etmek bakımından Cumhuriyet’in tasfiyesiyle özdeşleştiği için bir fetret dönemidir. Bu fetret döneminden yalnızca 6 hafta sonra çıkılması imkânının (olanağının) belirmesi, Cumhuriyeti felce uğratan / fetretçi / düşmanlaştırıcı iktidar anlayışına teslim olmayan kitleler açısından azımsanmayacak bir umut ve öncelik taşımaktadır.

Sınıf ekseninden bakanlar açısından ise, ağır bir sınıfsal baskı rejimini temsil eden dinci siyasetin durdurulması, aynı zamanda açık faşizme geçişin durdurulmasıyla eş anlamlıdır. Ama, bugüne kadar siyaset sahnesine çıkmış en gerici ittifakı temsil eden güçlerin önümüzdeki seçimlerde yenilgiye uğratılması, dinci siyasetlerin etki alanının hemen hızla geriletilmesi anlamına da gelmeyecektir. Birkaç nedenle:

Birincisi, bugünkü gerici iktidar bloğunun idarede, siyasette, yargıda, askeriyede ve toplumda yarattığı 21 yıllık tahribatın bir günde buharlaşması beklenemez.

İkincisi, iktidar adayı olan Millet İttifakı’nın dinci siyasete de geniş yer açan sağ ağırlıklı yapısı, AKP döneminde önemli zemin kazanan dinci yozlaşmanın üzerine gidilmesine ciddi bir engel oluşturacaktır. Kaldı ki, AKP öncesi döneme dönüşün bile hedeflenmediği de bilinen bir olgudur. Bugünden oluştuğu görülen şey, Millet İttifakının aslında Cumhuriyetin kurucu partisinin temsil ettiği veya etmesi gereken değerler ile dinci-milliyetçi anlayışlar arasında bir sentezin temellerinin atılmakta olduğudur. CHP’nin bu yoldan kısa sürede dönmesi zor görünmektedir. Bu nedenle de siyaset denklemine laikliği/aydınlanmayı da temsil eden sosyalist solun güçlü bir giriş yapmasına olan gereksinim büyüyecektir.

Üçüncüsü, AKP ve müttefikleri seçimlerden sonra da Meclis’te, bürokraside ve yerel yönetimlerde önemli bir siyasal güç olmaya devam edebileceklerdir. (Hatta seçimlerden sonra siyasi kartların yeniden dağıtılması ve ittifakların tazelemesi sonucunda kısa sürede yeniden güç kazanması olasılığı da dışlanamaz).

Dördüncüsü, seçimden sonraki iktidarın çok zor gündemlerle baş etmesi gerekecektir. Kahramanmaraş Depremleri’nin yol açtığı insani ve fiziki yıkım, öncelikli olmakla birlikte bunlardan yalnızca birisidir. Ekonomik/mali dengesizliklerden orta vadede (erimde) kurtulmayı öngören ciddi bir programa, hukuksuz/Anayasasız bir dönemden “bağımsız” bir hukuk rejimi inşasına, Cumhurbaşkanlığı merkezli yönetim biçiminden güçler ayrılığını içeren bir siyasi/idari yapılanmaya, imar/ihale yolsuzluklarından ve bütçe hakkının gaspedildiği bir yapıdan denetlenebilir ve hesap sorulabilir bir kamu mali yönetimine,  yığılan dış mali yükümlülükler ile sertleşen emperyalist dayatmalara karşı kararlı tavırlar üretebilecek bir siyasi yapılanmaya, gelir/servet dağılımındaki uçurumlarla beslenen yapısal ve toplumsal bunalımlardan dengeli bir ekonomik-toplumsal duruma geçişi hızlandıracak adımlar atılamazsa, pusuda bekleyecek olan radikal İslamcı siyaset karşı saldırıya geçmekte gecikmeyecektir. 

Kapkaççı ve Talancı Zihniyet

Kapkaççı zihniyetin bugünkü iktidar kadrolarına ve iktidarın eteklerindeki sermaye çevrelerine ne denli nüfuz ettiğini seçim sürecine girildiği son dönemde apaçık gözlemlemek mümkün. Gün geçmiyor ki yeni bir kamu emlakı satışı, bir imar peş keşi, bir ihale cambazlığı haberi çıkmasın. Deprem bölgesinde, felaketin enkazı bile kaldırılmadan girişilen acul inşaat girişimleri tam da bu “selden kütük kapma” telaşının en çarpıcı göstergesidir. Üstelik depremden hiç ders almadan meraları/tarım topraklarını yerleşime açmaya devam ederek, betonu tarıma yeğlemeyi sürdürerek.

Kapkaççılık daha çok fırsatçılığı çağrıştırır ama yağmacılığın da ikiz kardeşidir. Peki, tekrar Osmanlı örneğine dönersek, yağmacılık bugünkü dinci siyasetin tarihsel genlerine işlediği için mi aralarında bu kadar içli-dışlı bir ilişki var? Önce şu düzeltmeleri yapalım: Bir kere (kez) Osmanlı devletinin esas olarak dış talan (dış artık-ürün) üzerinde ayakta durduğunu iddia eden görüşler (veya “izlenimler”) dayanaksızdır. Bütün tarım toplumlarında olduğu gibi, Osmanlı devletinin de asli (birincil) gelir kaynakları tarımsal artığın (iç-artık ürünün) ele geçirilmesine dayalıdır. (Bu artığın ille de merkezileştirilmesi gerekmez; nitekim tüm feodal Ortaçağ toplumlarında olduğu gibi askeri ve diğer (öbür) hizmetler karşılığı olarak önemli bir bölümü üretildiği yerde kalır). Öte yandan, Osmanlı fetihlerinden elde edilen ganimet gelirleri de bütünüyle fetihçi askeri sınıfa bırakılmaz. Fetihlere katılanlar, İslami geleneğe de uygun olarak, ganimetten “hums-u şeri” (yani beşte bir) oranında pay alırlar; gerisi Padişah’ın özel hazinesine kalır. Dolayısıyla kuralsız bir paylaşıma izin verilmez. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin gerilemesiyle birlikte başka devletlerden sağladığı haraç gelirleri gibi fetihlerin bitmesiyle ganimet gelirleri de son bulur; bir anlamda dış-artık ürün eksiye döner.

21. yüzyılın dinci gericiliğinin tevarüs ettiği şey olsa olsa % 20 komisyonculuğu olabilir. Ama bunu bile bağlamından koparmadan bugüne taşımak mümkün olmaz. Burada artık ganimetin beşte birinden ziyade, parazit bir siyasetçi/sermayedar sınıfının, devletin rant dağıtma kanallarını kontrol etmesine bağlı olarak oluşturduğu haraç/rüşvet ağından bahsedebiliriz. Son dönem Osmanlı yönetici sınıfıyla özdeşlik kurulması burada daha mümkün hale gelir.

Ancak özdeşlik kurulamayacak şey, bugünkü dinci gericiliğin şeriatçı tasavvurlarının Osmanlı yönetici sınıflarında aranmasıdır; bunun bir karşılığı yoktur. Bakmayın Abdülhamit’in 31 Mart dinci ayaklanmasına tutunarak iktidarını korumaya çalışmasına, dinci/şeriatçı ayaklanma tehdidi Osmanlı sultanlarının en ürktüğü konu olmuştur. Esasen Osmanlı’da örfi hukukun uygulama alanı her zaman şeri hukuk alanından daha geniş tutulmuş, Tanzimat sonrasındaki dönemde bu eğilim daha da pekişmiş ve sekülerleşme yönünde adımlar da atılmıştır. (Tayyipgillerin Tanzimat sonrasından hoşlanmamasının bir nedeni de budur ama bugünkü dinci gericiliğin kendisine örnek alabileceği bir dönem Tanzimat öncesinde dahi  -16. yüzyıldaki Şeyhülislam Ebussuud Efendi dönemi dahil- bulunmamaktadır).

Sorun şudur                          :

  • Osmanlı’da bile doğrudan iktidar fırsatı bulamamış bir şeriatçı azınlığın, iç koşulların ve emperyalizmin Türkiye planlarının çakışması sonucunda iktidara çöreklenmiş olması ve
  • Cumhuriyetin hem manevi hem de maddi kazanımlarını yağmacı bir zihniyetle 21 yıldır talan edip durmasıdır.
  • Talancıların iktidara yapışmasının bir nedeni buysa, öbürü de hesap sorulmasından dehşetli ürküyor olmalarıdır.

Sonuç: Yeni bir Destan Yazılmalı

Osmanlı “Fetret Dönemi”nin en hayırhah olayı, merkezkaç bir “sosyalizan” güç olarak ortaya çıkan (veya çıktığı varsayılan) Şeyh Bedrettin isyanları olmuştu. Sol yazında “eşitlikçi” ve “paylaşımcı” bir hareket olarak anılan Şeyh Bedrettin olayı, bir yandan da geç feodal Ortaçağ’ın din temelli köylü isyanlarını hatırlatır. Belki bu bakımından, bugünkü aydınlanma ve sosyalizm mücadelesine ışık tutamayabilir. Ama sol mücadelenin de tarihsel efsanelere ihtiyacı vardır ve bu nedenle de Nazım Hikmet tarafından Şeyh Bedrettin Destanı zulme karşı halkın meydan okumasının bayrağı olarak yüceltilmiştir.

Şimdi AKP’nin zulüm ve fetret dönemini aşmanın mücadelesini verirken, yeni destanlar yaratmaya ihtiyacımız var. Bu destanlar, emekçi sınıfların ve sosyalist aydınların omuzlarında yükselecek ve iktidara karşı seçimlerin kazanılmasıyla sonlanmayacak; seçimlerden sonra egemen sistemi sürdürmeye yönelik tüm programlara karşı verilen mücadele sürecinde yazılacak.

Seçimlere giderken sağlık

GÜNCEL31.03.2023, BİRGÜN

 

Türkiye her yönüyle önemli bir seçime gidiyor. Bir seçimle, hele böyle ne kadar demokratik olduğu tartışmalı seçimle ülkenin kaderinin belirlenmesi ne kadar sağlıklıdır? Siyasal iktidarın medyadan seçim organlarına, tarafsızlığını kaybetmiş yöneticilere, bürokrasiye kadar hakimiyetini derinleştirip şekillendirdiği ülke ortamında seçimlere gittiğimizi düşünürsek, ne demek istediğim anlaşılacaktır. Seçime giren tarafların maddi olanaklarına gelince; bir tarafın aldığı çok yüksek devlet yardımları, sermaye çevreleri ile yakın ilişkisi ve tüm devlet olanaklarını elinde tutması seçimdeki adaletsizliğin açık göstergesi.

Tüm bu eşitsizliklere rağmen, halkın yıllardır sürdürdüğü

  • Adil, demokratik, laik, emeğin değerinin bilindiği, özgür bir ülke mücadelesi
    tüm diriliği ile sürüyor ve bu seçimde belirleyici olacak.

Daha yaşanabilir ülke talebi yükseliyor ve her alandan somut biçimde dile getiriliyor.

Sağlık alanında da yurttaşların, hekimlerin, tüm çalışanların yaşadığı önemli sorunlar ve beklentiler var. Haklı olarak değişim ve çözüm umudu dillendiriliyor. Bir yandan da seçime iki aydan az zaman kalmışken siyasal iktidarın sağlıkta önemli kararları alma eğilimi dikkat çekiyor. Dün TBMM’de pek çok değişiklik öngören yasa Komisyonda görüşülmeye başlandı. Sağlık Bakanı 28 Nisan’da, yani seçimden 2 hafta önce “Dışkapı, Sami Ulus hastanelerini yıkıp yerine, Ankara Onkoloji Hastanesi’nin ise yanına yapacağız” dediği hastanelerin ihalelerini duyurdu. Tüm bunların bilimsel gerekçelerini, raporlarını sorduğumuz halde öğrenemiyoruz. Öte yandan bunların yeni seçilecek iktidar tarafından, uzmanların, halkın, meslek kuruluşu ve çalışanların temsilcilerinin görüşü alınarak planlanması ve yapılması gerektiği çok açık.

UZMAN KURULUŞLARIN ÇABALARI

Türk Toraks Derneği bu hafta, seçime girecek siyasal partilere uzmanlık alanlarına ve genel olarak sağlığa dair tespit (ilişkin saptama) ve önerilerini yazılı olarak gönderdi. Çok önemli noktalar var. Siyasal partilerin bunları dikkatle değerlendirip programlarına alması gerekiyor. Temel bir tespit özellikle vurgulanıyor;

– sağlık sistemimiz tedaviye endeksli,
hizmet sunumu niceliğe dayanıyor,
sağlığın sosyal bileşenleri göz ardı ediliyor.

  • Oysa sağlık dediğimizin temelinde hastalanmamak olmalı,
  • insanları ve doğayı “iyilik durumunda” tutmak öncelenmeli.
  • Koruyucu sağlık hizmetlerinin önemi, hastalandığımızda ise basamaklandırılmış sağlık sisteminin gerekliliği vurgulanıyor.

Sağlık hizmetlerini bozan temel etmenlerden birine, performans-teşvik sistemine değiniliyor ve niceliğe değil niteliğe bakılması gerektiği anlatılıyor.

  • Hastaya yeterli zaman ayrılamaması çok büyük sorundur, özellikle vurgulanmış durumda.

Covid-19 pandemisi, sorun olmayı sürdürürken tüberküloz, tütün denetiminde geriye düşmemiz, hava kirliliğine bağlı ölümleri azaltmada Avrupa’daki en başarısız ülkelerden biri olmamız, işçi sağlığı ve iş güvenliği konularındaki başarısızlığımız ve çözüm önerileri titizlikle özetlenmiş. Göğüs hastalıkları uzmanı hekimler dahil, hekimlerin çalışma koşullarına ve taleplerine dair (istemlerine ilişkin), ücretlendirmeden geçici görevlendirme zulmüne, çalışma saatlerinden odaların havalandırmasına ve büyüklüğüne dek çok önemli vurgular var.

Türk Toraks Derneği’nin bu çalışması ve girişimi çok değerli. Öbür uzmanlık derneklerinin yanında sağlık alanındaki meslek örgütleri ve sendikaların da sorun başlıklarını ve çözüm önerilerini benzer biçimde maddeler halinde siyasal partiler ve kamuoyuyla paylaşmaları yol gösterici olacak.

SAĞLIĞA ÖNEM VERİYOR MUYUZ?

Bunun pek çok göstergesi var, en önemlilerinden biri kamu kaynaklarının ne kadarını sağlığa ayırdığınızdır. Önceki hafta 2021 yılı Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri yıllığı, iki yıldır olduğu gibi gecikmeli olarak yayımlandı. 2020 ve 2021 yılları pandeminin en yoğun olduğu dönem olduğu için farklı özellikler de taşıyor. İnsanların salgın hastalıktan öldüğü, tüm yaşamın etkilendiği böylesi dönemlerde sağlığa ayrılan paranın artmasını beklersiniz değil mi?

  • Cari sağlık harcamalarının Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) içindeki payına baktığımızda hem 2020 hem de 2021 yıllarında %4,6 ile OECD ülkeleri içinde sonunculuğu koruduğumuz görülüyor.

OECD ortalaması %9,7 ve Avrupa Birliği ortalaması % 9,1 dersem uçurumu görürsünüz.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002’de cari sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı %5,1 idi. 2009 yılına giderken %5,9’a dek çıkan bu oranın sonra düşme eğilimine girdiği, bugün diplerde kaldığı, salgında insanlar ölürken bile artış yapılmadığı görülüyor. Bu paranın doğru harcanmaması ve piyasacı mantığa teslim edilmesi ise öbür önemli konudur.

Bu yalnızca bir örnektir.

  • Pek çok veri Türkiye’nin sağlığa, sağlıklı kalmaya önem veren bir ülke olmadığını gösteriyor.

Yapılması gereken çok şey var. Yüzü gerçekten halka dönük bir iktidarı kurmak için seçimler önemli mücadele alanı ve fırsat olacak.

TİLKİLİKLER , ASLANLIKLAR ve GERÇEK DEMOKRASİLER ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER…

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Hukukun üstünlüğünü dışlayan, anayasaların kesin bağlayıcılığına yanaşmayan, Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin tek elde toplandığı, kamu giderlerinin saydam olmadığı ve denetimsiz kaldığı, genelde aşırı merkeziyetçi, siyasal iktidar ve devlet ayrımı yapmadan, toplumu yönetme erkinin tek kişiye teslim edildiği göstermelik ve sözde demokrasilerde; eğer siyasiler, muhalefette iseler kurnaz tilki, iktidar olunca da, hep iktidarda kalabilmek için, koltuklarına sımsıkı yapışan yenilmez aslanlara dönüşürler.

Çünkü İktidarda olanlara ve iktidar yandaşlarına hep aslan payı düşer. Ayrıca iktidar hırsı da sürekli olarak deniz suyu içmeye benzer. Ne kadar çok içilirse o kadar fazla susatır.

Eğer bir toplumda katılımcı, çoğulcu, demokratik, laik, adil ve kamu yararını önceleyen gerçek bir demokrasi inşa edilmezse, iktidarlar değişse bile, seçmenlerin görevi, seçimden seçime, yeni tilkileri aslan yapıp aslan postuna (iktidar koltuğuna) oturtmaktan ve aslan payı alacak yeni iktidarlar ve yeni iktidar yandaşları seçmekle sınırlı kalır. Aslan payları da yeni iktidarlara ve yeni iktidar yandaşlarına akmayı sürdürür.

  • Kalıcı çözüm, tüm kurum ve kuralları ile birlikte; demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini, hukukun üstünlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, insan hakları, yasalar önünde eşitlik, adalet ve gerçek demokrasi temelleri üzerinde yeniden inşa etmektir.

Ulu Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün kurmuş olduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılına rastlayan 14 Mayıs 2023 seçimleri, devletimizin gidiş rotası açısından tam bir turnusol kağıdı olacaktır.

Yönümüzü, aklı ve bilimi büyük oranda dışlayan, içlerinde ırk, soy, din ve mezhep kavgalarının hiç bitmediği, çağdışı tarikat ve cemaatlarin cirit attığı, geri kalmış, adaletsiz, yarı aç – yarı tok Doğu toplumlarına mı çevireceğiz; yoksa tersine, aklın, bilimin, çağdaş eğitim ve ileri teknolojilerin egemen olduğu, refah (gönenç) düzeyleri yüksek ve insan onuruna yakışır adil bir hukuk ve demokrasi düzeni kurmuş Batı uygarlığından yana mı döneceğiz.

Herkes için, ayrımsız olarak, bu dünyanın güzel ahlak, adalet, hukuk güvencesi ve yüksek bir ekonomik refah sağlayan bir cennete dönüşmesi mi daha önemli; yoksa bu dünyanın her türlü adaletsiz, hukuksuz yoksunlukları ve ekonomik yoksulluklarına katlanıp, her türlü insancıl ve toplumsal gereksinmeleri öbür dünyaya sipariş etmek mi ?

Ayrıca dinsel açıdan, karnı tok, sırtı pek ve gelecek güvencesi olan toplumlarda, insanların daha adil ve ahlaklı yaşama şansları daha yüksektir. Kaldı ki, bu dünyada mutlu, adil ve refah (gönenç) içinde yaşayan insanların cennete gitme şansları azalmaz, tersine artabilir de…

  • Devlet ve siyasal iktidarlar insanları cennete götürmez!

Üstelik laik bir devlette, siyasilerin böyle bir görevleri de yoktur. İnananlar için cennet ödülü bireysel açıdan güzel ahlaklı, kul hakkı yemeyen elinden, dilinden, davranışlarından hiç kimsenin zarar görmediği insanlar içindir.

İşte şimdi bu seçimde, tam da böyle bir dönemeçte, tarihsel olarak yeniden Doğu, Batı yol ayrımındayız.

Karar halkımızın, yani sizin. Çünkü halkın en etkili siyasal gücü kendi bireysel “oy“udur.

Ne doğrarsa aşına o gelecek kaşığına. Her birey özgürce aklını doğru kullandığı, çetelere, siyasal baronlara, çıkarcı ve dinbaz kuruluşlara, akıl ve bilim karşıtlarına kiraya vermediği oranda geleceğini daha iyi inşa edebilecektir.

Cumhurbaşkanı adaylığı: Kural ve kişi aynı

Kural aynı: “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir

Kişi aynı: Sayın R. T. Erdoğan (RTE)

Şöyle:

Bir kimse en fazla iki defa seçilebilir” kuralı, 2007’de kabul edildi.

Bu kural, 2014’te uygulandı ve buna göre yine ilk kez RTE, CB seçildi.

Bu kurala 2017’de dokunulmadı ve aynı kurala göre RTE, 2. kez CB seçildi.

2017 değişikliğinde, TBMM kararı ile 3. kez adaylık yolunu açan bir hüküm kondu (md.116/3); ama, “iki defa” ve “kişi” kaydı aynı kaldı.

YÜRÜRLÜK

2007 Anayasa değişikliği sırasında yazılan kuralın sürekliliği, 2017’de açıkça doğrulandı. Şöyle ki; 2017 Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girişi ile ilgili hüküm (yürürlük maddesi), madde 101 için, ‘bu madde’ değil, ‘bu maddede yapılan değişiklikler’ diyor.

“75, 77, 78 ile 101inci maddelerinde yapılan değişikler, birlikte yapılacak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte, “ (2017: md.21/b).

Şu halde, Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.” kuralı, zaten yürürlükte olduğu için, bu “değişiklikler” dışında kaldı.

Özetle, madde 101/2’nin 2007’de yazılan biçimi aynen sürekli yürürlükte oldu.

NORM AYNI, KİŞİ AYNI

Bu norma göre seçilen kişi, en çok iki kez seçilebilir. Kural aynı ve hiç kesintiye uğramadı: “Bir kimse en fazla iki defa seçilebilir.”

Kişi de aynı:

RTE, 2014’te CB seçildi
RTE, 2018’de CB seçildi

Bu nedenle, bağlayıcı Anayasa kuralı açısından RTE, 3. Kez Cumhurbaşkanı seçilemez.

TBMM Başkanı Sayın Şentop, bu sürekliliği görmezden gelmemeli.

SİSTEM FARKLI, HÜKÜM DE…

Öte yanda, madde 116’da öngörülen ayrık durum, madde 101/2 için esneklik yaratıyor:

“Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” (f.3).

2017’de parlamenter rejimin kaldırılması ile değişen siyasal sistem sorunu bağlamında getirilen bu düzenleme, 2007 değişikliği sırasında öngörülmeyen rejim değişikliğine kişi temelinde bir uyarlama görünümünde.

SAYDAM İMZA

RTE ve/veya AKP, madde 116/3’ü işletmek bir yana, bu yönde bir girişim yapmadı ve irade ortaya koymadı.

Bunun yerine RTE, TBMM’ye ve seçmenlere adeta meydan okur gibi Anayasa madde 116/2’nin kendisine tanıdığı yetkiyi, bir tür temel atma töreni gibi, sahada ve saydam biçimde imza yoluyla kullandı.

Gerekçesinden bağımsız olarak, kullanılan anayasal yetki ile RTE, kendi adaylık yolunu kapattı.

SINAVDAKİ YSK

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal.

2007-2023: Kesintisiz yürürlükte olan norm (md.102/2)

2017-2023: Sistem değişikliği sonucu öngörülen kural (md.116/3).

Durum açık: Eğer Anayasa koyucu, md.101 fıkra 2’yi yeni anayasal kurguya uyarlamak istese idi, bunu ya madde 116 gibi yeniden yazar ya da geçici bir madde ile görevdeki CB’ye ilişkin –tıpkı 2007 değişiklik sürecinde Abdullah Gül için yapıldığı gibi- bir ayrık durum kaydı öngörürdü.

KİMİN MAĞDURİYETİ?

Adaylık konusunda anayasal engeli öne sürmek, mağduriyet yaratır mı?

Açık olan şu: Adaylıkta RTE’nin tercihi, anayasa dışı yol oldu. 2019’da İBB seçimlerinin haksız iptaline yoğun tepki gösteren halk, tercihini haksızlığa uğrayan Sn. İmamoğlu lehine kullandı.

Şimdi ise ülke seçmenleri tercihini hukuka yabancı monokrasi için değil demokrasi için yapacak. Yeter ki, sınır tanımayan Anayasa ihlalleri topluma iyi anlatılsın.

Bu nedenle CHP, HDP, İYİ P., Deva P., Gelecek P., Saadet P., Demokrat P. ve TİP ile demokratik hukuk devleti savunucusu bütün siyasal partilerin bu yolda kamuoyu oluşturma görevi tarihsel; çünkü,

  • Anayasa çiğneyen kişi mağduriyet üretemez, tam tersine ülke için mağduriyet yaratır.

ÖNCE AHLAK

Yusuf Samim Lütfü

Avrupa’da “Dahiler Çağı” olarak anılan 17. yüzyılda yaşamış Fransız düşünür La Bruyere, çok konuşmak konusunda en doğru saptamayı yapan kişidir:

  • “Çok konuşmak gözden düşmenin en emin yoludur.”

Akıllı insan çok konuşmamalıdır, konuşacaksa da, ya susmaktan daha değerli bir şey söylemeli ya da susmalıdır.

La Bruyere’in bu öğüdünü 20. yüzyıl başında Wittgenstein,

  • “İnsan hakkında konuşamayacağı şeyler konusunda susmalıdır.”

diye dile getirmiştir. Yani atalarımızın söylediği gibi “Söz gümüşse sükut altındır”.

Özgürlükçülük adına bireyciliğin, öznelliğin ve özgüvenin tavan yaptırıldığı post-modern çağımızda maşallah ağzı olan konuşuyor; hemen herkesin her konuda bir fikri var ve herkes fikrini çekinmeden “özgürce” dile getiriyor!

Böyle olunca konuşmak ya da yazmak kadar, konuşulanı ya da yazılanı eleştirmek de herkesin harcı oluyor!

Bu post-modern özgürlük (negatif özgürlük) bana hiç uymuyor; insanın konuşması ya da konuşulana karşı konuşması için, konuştuğu konu hakkında suskun kalmasından daha değerli şeyler söyleyebilecek ölçüde bilgisi olması gerektiğini düşünüyorum.

Öğrenme amacı olan insanların sorma hakkına sonuna dek saygılıyım ama bilgi sahibi olmadan fikir tartışması yapılmamalı.

Aşağıdaki önermeleri yukarıdaki iki paragrafın ışığında okumalısınız :

  • Bir toplumda huzurun ve esenliğin olması yönetim biçiminden çok,
    halkın ahlak düzeyi ile ilintilidir.
  • Adalet duygusunu içselleştirebilmiş ahlaklı bireylerden ve yöneticilerden oluşan toplumlar, yönetim biçiminden bağımsız olarak huzurlu toplumlar olacaklardır.
  • Tersine adalet duygusundan uzak bireyler ve yöneticilerden oluşan toplumlar, hangi yönetim biçimini denerlerse denesinler, bir türlü huzuru bulamayacaklardır.
  • Farklılıklara karşın bir arada huzur (erinç) içinde yaşamak, ancak ahlaklı bireylerden oluşan adaletli toplumların harcıdır.
  • İnancınızın gereklerini yerine getirmek sizi inançlı yapar ama asla ahlaklı yapmaz.
  • Ahlaklı olmak için önce adaletli olmalısınız.
  • Ne denli inançlı olursanız olun adaletli değilseniz ahlaklı olamazsınız. Bir inancı olduğu için ahlaka gereksinimi olmadığını düşünmek, ahlaksal açıdan yapılacak en büyük hatadır.
  • İnançları konusunda en iddialı olan insanların tarihteki en büyük adaletsizliklere, yıkımlara neden olmaları bundandır.
  • Yağma, talan ve yalan hep bir adaletsizlikle ilintili olan, ahlaksal açıdan “kötü” davranışlardır.
  • Bu ahlaksızlıkların bir nedenle (örneğin iktidar adına) olumlandıkları toplumlar asla bir arada ve huzur içinde yaşayamazlar.
  • Gene cehalet ve sefalet size iktidarı sağlasa da asla toplumsal huzuru (erinci) sağlayamaz.
  • Toplumsal huzur ve refah (erinç ve gönenç) için adaletin içselletirildiği ahlaklı bir toplum eğitimle oluşturulmalıdır.
  • Ahlaksızlıkları ile yüzleş(e)meyen toplumların huzuru ve refahı (erinci ve gönenci) yakalamaları olanaklı değildir. (31.03.2023)

=====================================================
Dostlar,

Ekleyelim..

Ahlâk”; bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimlerini düzenleyen toplumsal düzen kurallardır. Yereldir.

Etik; kişinin davranışlarına temel olan ahlâk ilkelerinin tümüdür. Başka bir anlatım ile Etik insanlara;

* “işlerin nasıl yapılması gerektiği”ni belirlemede yardımcı olan yol gösterici değerler, ilkeler ve standartlardır. Evrenseldir.

  • “Yaşamda göreceğiniz iş ne olursa olsun, Erdem olmayınca elde edeceğiniz her şeyin, yapacağınız her işin, sonunda utanç ve kötülük vardır.” Platon
  • Ahlaksızlık ile dinsizliği karıştırmamak gerekir. Din olmadan ahlaklılık olabilir ve
    ahlaksızlıkla din bir arada bulunabilir ve çoğunlukla da böyledir.. Denis DİDEROT

Meslektaşımız, Felsefeci, değerli “Yusuf Samim Lütfü” ye teşekkür ederiz bu özlü yazısı için.

Sevgi ve saygı ile. 01 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

Radiation & Health

Dear Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School

All medical students,
Medical residents in different branches
Allied health staff

General public and Media,

On 31st of March 2023, we conducted a 1 hour on-line lecture on MS-TEAMS for
Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School with a subject of

Radiation & Health

  • Radiation can damage the DNA in our cells.
  • High doses of radiation can cause
    Acute Radiation Syndrome (ARS) or Cutaneous Radiation Injuries (CRI).
  • High doses of radiation could also lead to cancer later in life.
  • Radiation is invisible and odorless!
    The waste can remain radioactive for a few hours or several months or even
    hundreds of thousands of years.

Please click the link below to review 38 slides that are enriched & updated.

Radiation & Health   (3,3MB pdf)

With respect and love. 31st March 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Univ. Medical School, Dept. of  Public Health
BSc in Political Sciences & Public Administration
LLM in Health Law
www.ahmetsaltik.net         
profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       twitter  @profsaltik

Halil Çivi şiri : ÖZGÜR İNSAN OL

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Şairi

 

 

ÖZGÜR İNSAN OL

Tanrı seni özgür insan yaratmış,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Akıl, fikir, vicdan ile donatmış,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Cehaletin ateşiyle kavrulma,
Çıkar için uçtan uca savrulma,
Akıl, bilim rotasından ayrılma,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Yaradan özgürce yaratmış seni,
Köle etme özgür doğmuş bedeni,
Özgür yaşa, utandırma Ata’nı,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Akıl terazidir, her şeyi tartar,
Doğruyu ayırır, yanlışı atar,
Dogmatik fikirler aklını yutar,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Özgürlük ışığı akılla yanar,
Cehalet yangını akılla söner,
Ekonomi çarkı akılla döner,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Din ahlaktır; kula kulluk değildir,
Aklın ışığıdır, körlük değildir,
Çıkara kul olmak, mertlik değildir,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
İster ağa olsun, ister bey, paşa,
Hiçbiri Tanrıya eş olmaz, haşa,
Hiç kimseden korkma, düşme telaşa,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Tüm krallar… şahlar… insan soyudur,
Birçoğu zorbadır, azı iyidir,
Demokrasi, insanlığın huyudur,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Servete, şehvete, mala kul olma,
Zehiri gizlenmiş dile kul olma,
Çiçek ol arı ol, bala kul olma,
Kula kuluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
İstersen erkek ol, isterse kadın,
Eğer özgürleşmek ise muradın,
Akıl, bilim olsun iki kanadın,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Akıl, bilim sana şaşmaz rotadır,
Okulsuz, mesleksiz kalmak hatadır,
Kula kulluk esaretten ötedir,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Hayallerin özgür kanatlar taksın,
Umutların berrak su gibi aksın,
Önyargılar seni özgür bıraksın,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Eğitimden şaşma, mesleğini kap,
Düzgün ahlak ile kendine yer yap,
Tapmak zorunluysa, aklın ile tap,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Her şerbet bal olmaz, doldurup içme,
Dibi görünmeyen sulardan geçme,
Dinbazın, yobazın ağına düşme,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Özgürlük umuttur, ekmektir, aştır,
Zorbalık yapana eğilmez baştır,
Akıl, bilim sana sadık yoldaştır,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.
Xxx
Halil Çivi sözü dosdoğru döşer,
Ders alsın, uyansın, şaşmasın beşer,
Özgürlükten korkan hep köle yaşar,
Kula kulluk olmaz, özgür insan ol.

PRENS SABAHATTİN HANGİ PARTİDEN ADAY?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. – İTÜ

Önümüzdeki seçimlerin en gözde adayı Prens Sabahattin. Seçime katılacak partilerin büyük çoğunluğu adını gizlemeye çalışsa bile Prens Sabahattin’den güç almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı adayları kesinleşti. Milletvekili aday listeleri henüz kesinleşmese bile aday adayları belli. Ne var ki yakın zamanda açıklanacak listelerde Prens Sabahattin adını göremeyeceksiniz. Çünkü Prens Sabahattin 1948’de öldü. Yaşasaydı, kuşkusuz seçime girecek partilerin büyük çoğunluğu bu adı listelerine yazmak için yarışacaklardı. Peki, kimdi bu Prens Sabahattin?

Bizim kuşağın devrimcileri derin kuramsal tartışmalara girdiklerinde, tartışmayı ya Jöntürk hareketinden ya da İzmir’de yapılan (17 Şubat 1923) Türkiye İktisat Kongresinden başlatırlardı. Kısa süre önce bu İktisat Kongresinin 100. Yıl anmasında kürsüye çıkartılan bir konuşmacı da Prens Sabahattin’in tezlerini savunarak Kongreyi kirletmişti. Şu sıralar pek çok siyasal parti de Prens Sabahattin ile kirlenme yarışına girdi ve kirlendikçe gururlanıyorlar.

Türkiye’de 150 yıllık demokrasi savaşımının (1876’yı başlangıç alırsak) öncülüğünü yapan Jön Türk hareketi ilk bölünmeyi ve kirlenmeyi Prens Sabahattin ile yaşadı. Sabahattin, Liberalizm adına savunduğu tezlerle emperyalizmin böl ve yönet kuralının/kuramının sinsi savunuculuğunu yaptı. Bugün internet sitelerinin arama motorlarına Prens Sabahattin yazdığınızda karşınıza Prens’in kimliğinden önce savunduğu yıkıcı fikirler çıkar. Sabahattin gerçekten de bir Osmanlı Prensidir. Osmanlı Adliye Nazırı Mahmud Celaleddin Paşa ile Sultan Abdülmecid’in kızı, Sultan II. Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha Sultan’ın oğludur. Ancak Prens Sabahattin’in ünlü olması yüz yılı aşkın bir süre Türk siyasetindeki ana ayrımı başlatan kuramsal temeli ortaya koymasından ileri gelir. Prens Sabahattin adı ADEM-İ MERKEZİYET kavramı ile özdeşleşmiştir. Adem-i Merkeziyet, merkezin zayıflatılarak yerel yönetimlere güç verilmesi, yerinden yönetim, bugünkü söylemle YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİK. (AB, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı-AYYÖŞ)

Batılı güçlü devletler, sömürgecilik döneminde elde ettikleri varsıllıklarla 1. Sanayi Devrimini başlatarak (İngiltere, 1760) güçlenirken, bizim gibi ülkelerin iç pazarını gelişmiş sanayi ürünleri ile çökertip sanayi ürünleri yanında yıkıcı emperyal düşüncelerini de pazarlıyorlardı. Siyasal ve askeri yapılarını güçlendirir, bünyelerinde tekil-üniter yapıyı güçlendirerek egemen kılarken, bizlerin payına da Adem-i Merkeziyet yani bölünme düşüyordu. Koskoca Osmanlı ülkesi iç pazarı yok edilip borca batırıldıkça millet birliğini güçlendirip ayağa kalkacağına, bölünüp parçalanıyordu. Baskıcı II. Abdülhamid rejimini yıkmanın formülü olarak, Jöntürk hareketinin içine de bölücülük serpiştiriliyordu. Adem-i Merkeziyet düşüncesi, geçen yüzyılın başında onlarca devletçiğin doğup gelişmesinin bayrağı oluyordu. Abdülhamid diktasını devirip, 2. Meşrutiyet Devrimini gerçekleştiren, özgürlük ve kardeşlik fikrinin egemen olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin karşısında bu kez Ahrar Fırkası beliriyor ve 10 Eylül 1908’de kuruluşunu ilan ediyordu. Ahrar Fırkası 30 Ocak 1910’da kapatılmış olsa bile, siyasal yaşamımızdan hiç eksilmedi ve siyasal dünyamıza Ademi-i Merkeziyet, bir başka deyişle YEREL ÖZERKLİK kavramını yerleştirdi. Bir bakıma bugün ülkemizdeki Sağ-sol, Devrimcilik-Karşı Devrimcilik, Ulusalcılık-İşbirlikçilik karşıtlıkları Prens Sabahattin’in, daha başka bir deyişle Ahrar Fırkası’nın hediyesidir. Bu tarihten sonra kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Cumhuriyet devrinde kurulan (1924), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programlarının en başına hep Adem-i Merkeziyet kavramını yerleştirmişler, daha sonra kurulan ve sağ partiler (1930-Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Anavatan Partisi, Doğruyol Partisi vb.) programlarına açıkça yazmasalar bile hep bu geleneğin izleyicisi olduklarını kimi kez açık, kimi kez gizli söyleyegelmiştir. (Bu partilerin bir başka ortak söylemi de inançlara özgürlük olmuştur.)

Adem-i Merkeziyet (Yerel Özerklik) düşüncesinin yaşam bulamadığı tek örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bu örgütün en bilinçli ve yurtsever kadrolarının içinden doğan Cumhuriyet Halk Partisi olagelmiştir. Ta ki yakın zamana dek…

Bugün ülkemizde HDP (PKK) başta olmak üzere, Hüda Par, Deva, Gelecek, Saadet vb. partiler ile adı duyulmadık pek çok partinin dilinden YEREL ÖZERKLİK kavramı düşmemektedir. Bu kavram ayrılıkçılığın üstü kapalı kimi kez de utangaç söylenişidir. Ne yazık ki son zamanlarda YEREL ÖZERKLİK başka bir deyişle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı söylemi en çok Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren ve Adem-i Merkeziyet kavramı ile mücadele eden Partinin diline yerleşmiş ve programına konmuştur.

Prens Sabahattin bugün yaşasaydı Adem-i Merkeziyet düşüncesini yaşatmak için yukarıda adı geçen partilerden birinden gönül rahatlığı ile aday olabilirdi. Ancak uğrayamayacağı tek parti Atatürk’ün partisi olurdu. Ne yazık ki en çok şaşıracağı olay da, Atatürk’ün partisinde kendi düşüncesinin hem de hararetle savunuluyor olması olurdu.

Partilerin programlarında PRENS SABAHATTİN VARSA, DİKKATLİ OLUN…

Depremden depreme bir arpa boyu

Recep Yılmaz | PolitikYol Haber SitesiRecep Yılmaz
İnşaat Mühendisi
29 Mart 2023, Cumhuriyet

Depremden sonra TV kanallarında günlerce fay hatlarını dinledik. Türkiye gibi yerin altındaki levhaların kesişim bölgesinde yer alan bir deprem kuşağı ülkesinin fay gerçeğini öğrenmeyen kalmadı. Ancak her deprem sonrası günlerce fayı konuşmak boğulan bir topluma yüzme öğretmek yerine denizin derinliğini anlatmak gibi bir şeydir.

  • Çünkü deprem değil kâr hırsı öldürür, “imar barışı” öldürür, vurdumduymazlık öldürür!

Artık eski ve güvensiz binaların dönüşümünün neden yapılmadığını, nasıl yapılacağını, ne zaman yapılacağını somut bir biçimde ortaya koymak ve sorgulamak gerekiyor. Yapı stokunu depreme dayanıklı bir biçimde dönüştürmedikçe bir sonraki depremde hangi ilimize ağlayacağımızı kestirmek zor değil!

‘Paran kadar’ dönüşüm

  • Bu düzen en çok yoksul halkı yani emekçileri vuruyor.

Yıllar önce olanakları ölçüsünde “başını sokacak” bir ev sahibi olmuş ve bugün güvensiz olduğunu bile bile o evde oturmak zorunda olan milyonlarca insan var. Yine kirası daha uygun olduğu için güvensiz binalarda oturmak zorunda olan milyonlarca insan var. Sosyal devlet topluma güvenli bir barınma hakkı sunamıyor. Yalnızca “Cebinde 1 milyon lira varsa müteahhidini bul, yık, yaptır” diyor. Şu an uygulanmakta olan “kentsel dönüşüm” sistemi sorunu çözmekten çok uzakta.

Peki, siyasal iktidar ne yapıyor? Bugüne dek ciddi bir karar almadığı gibi işin kötüsü her kezinde siyasal hamaset diliyle toplumu kutuplaştırıp günü kurtarmaya çalışıyor. Aynı iktidarın 2018’de tüm itirazlara karşın çıkardığı imar barışı ile durum daha da içinden çıkılmaz bir noktaya geldi. Binlerce kaçak kat, kaçak bina, kaçak bölüm yasal zırha kavuştu.

Bırakın deprem güvenliğini, afet planını, kentleri içinden çıkılmaz bir duruma getirdiler. İmar rantı yaratmak için işlenen kent suçlarını saymaya kalksak sayfalar yetmez.

Ateş herkesi yakmalı!

Yaşadığımız her depremin çok büyük felaketlere neden olmasını önlemek için artık geniş kapsamlı çalışmalara gereksinimimiz var.

Bu durumda güvenli evleri, güvenli mahalleleri, güvenli kentleri nasıl inşa edeceğiz? Kamu otoriteleri ne yaptı? Yasa yapıcılar ne yaptı? Toplanan vergilerin ne kadarı deprem güvenliğine harcandı? Doyurucu bir yanıt yok!

Kent planlaması, imara açılan bölgeler, sorunlu zeminler, inşaat yapım süreçleri, malzeme niteliği ve denetimi, üretim niteliği ve denetimi, belediye, müteahhit (yüklenici) ve yapı denetim kuruluşlarının sorumlulukları, şantiye şefi uygulaması, mühendis eğitimi, yapı ustası eğitimi ve mevcut (varolan) yapıların dönüşümü gibi birçok konu başlığı hakkında esaslı (temelli) düzenlemelerin yapılması gerekiyor.

“Ateş düştüğü yeri yakar” denilir ancak bu kez ateş herkesi yakmak zorunda!