Etiket arşivi: Zeki Sarıhan

ALİ DÜNDAR’IN ARDINDAN

ALİ DÜNDAR’IN ARDINDAN

Zeki Sarıhan

Eğitimci yazar Ali Dündar, 8 Kasım günü Ankara’da toprağa verildi. Uzun bir ömür sürmüş, 30 yıl eğitim topluluğunda çalışmış, gazete ve dergilerde binlerce yazısı yayımlanmış bir aydının biyografisini çıkarmak bir kişinin harcı değildir.

Onunla yollarımız Ankara’da Öğretmen Dünyası dergisi nedeniyle zaman zaman kesişti. 40 yıl içinde (1980-2019) dergide asıl adıyla ve M. Kuzugüdenli takma adıyla 27 yazısı yayımlandı. Bir seferinde Öğretmen Dünyası’nın Danışma Kurulu toplantısına katıldı. 1987’den beri her hafta düzenlenen Cumartesi Söyleşilerinin birinde de konuşmacıydı. Devrimci bir eğitim derginin 40 yıllık ömrü için bunlar orta düzeyde bir ilişkiyi gösteriyor.

Köy Enstitülerinden yetişmiş aydınlar arasında Baykurt, Apaydın, Başaran kadar olmasa da adı geçerdi. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kurucularındandı ancak bu vakfın yardımıyla çekilen Köy Enstitüleri belgeselinde adının geçmeyişine Osman Bolulu ile birlikte tepki duyduğuna tanık oldum.

1924 doğumlu olduğuna göre adı geçen enstitülü yazarların hepsinden daha uzun yaşadı ve 96 yaşında hayata veda etti. Rekor Abdullah Özkucur’dadır, 100’ü devirmiştir.

Eğitim Hakkını Savunma Komitesinde Dil Derneği’ni temsil etmişti. Komitenin yılın eğitim ödülü için öğretmeni M. Öztekin Yiğit’i aday göstermiş ve kabul ettirmişti. Öztekin’in evine giderek onunla röportajı birlikte yapmıştık. Köy Enstitülerinin 50. Kuruluş Yıldönümü için röportaj yapmaya Rauf İnan’ı da alarak birlikte gitmiştik.

İlköğretim Müfettişliğinden emekli olan Dündar, eğitimin girdiği çıkmazı izliyordu. Bunu Hasan Celal Güzel’e hitaben yazdığı ve Öğretmen Dünyasında yayımlanan “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”ta da görüyoruz. (Nisan 1989)

Sonuna dek savunageldiği konulardan biri öztürkçe, biri köy enstitüleri, diğeri de laiklikti. Laikliği pozitivizm olarak kabul ediyor, hem laikliği ve Atatürk’ü savunanlara hem de dini inancını koruyanlara “bölmeli kafalar” diyordu. Bu tanımı, Çifteler ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü ve Yüksek Köy Enstitüsü Müdürü M. Rauf İnan için kullandığına tanığım. Böylece, benim zihnimde bir tartışma da açmıştır. Dinî inancı olan, örneğin bir yaratıcıya inanan kişiler, bilimsel yapıtlar ortaya koyamazlar mı?

1989’da yaptığı Cumartesi söyleşisinde ortaya attığı “Türkçe laik bir dildir. Herhangi bir dine karışmamıştı” yargısı ise üzerinde durmaya değer. Yazılarında ilk okuyuşta anlaşılamama pahasına olabildiğince öztürkçe kullanırdı. Bir yazısında yanına yazım kılavuzunu, Türkçe Sözlüğü ve olabilirse el önümdeki küçük ansiklopediden birini almadan yazı makinasının başına geçmemek gibi bir alışkanlığının olduğunu yazıyor. “Bir Anı, Bir Sözlük ve Bir Not, Öğretmen Dünyası, Haziran 1994) Dil Derneği’nin kurucuları arasındadır ama “Türkçeyi en iyi kullanan Yazar Ödülü”nü Türk Dili Dergisinden almıştır.

Hayranı olduğu ve sıkı sıkıya bağlılığını tekrarladığı Atatürk Cumhuriyeti hakkındaki görüşlerini ise gene Öğreten Dünyasında yayımlanan “İnaklar Cangılından Us Ekeneğine…” adlı yazısında görebiliyoruz. Dündar, Türkiye toplumunun sınıfsal ve etnik durumuyla ilgilenmemiş, Cumhuriyet’in kültür devriminin sorunları çözmeye yeterli olduğunu ileri sürmüştür.  Yazıda cumhuriyetle demokrasiyi karşılaştırmakta ve demokrasiyi değil cumhuriyeti tercih ettiğini anlatmaktadır. Bu görüşleri Cumhuriyeti ve Kemalizm’in fikriyatına bağlı kaldığını, onu daha sonraki gelişmelere göre eğip bükmeden savunduğunu gösteriyor. (Temmuz 2017) Yayımlanmış 10 kitabının adları arasında onun ideolojisini tam olarak yansıtanı “Kemalizm ve Din”dir. Dünya görüşünü bu ikilem temsil ediyordu.

Sınıf ve sınıf mücadelesi gibi sosyalizm sözlüğünde yer alan kavramlara uzaktı. Ulusal Eğitim Derneği’ni kurarken kurucu listeye girmesini işlerinin çokluğu nedeniyle kabul etmemesi, bunun sonucu olsa gerektir. Asıl ilgisi Dil Derneğine idi. Bazı yazılarını M. Kuzegüdenli takma adıyla yazmasını ise yadırgamıştım. Cumhuriyet gazetesinde dinle ilgili yazılarına “Emekli Vaiz Muhammed Dafi” imzasını atmasını Cumhuriyet’in editörü yadırgamamış olmalı…

1930’ların ideolojisine ve uygulamalarına kıskançlıkla bağlı olanların son temsilcilerinden biriydi. (9 Kasım 2020)
==========================

Dostlar,

Merhum Ali Dündar, Cumhuriyet gazetesinin 2. sayfasında “Emekli Vaiz Muhammed Dafi” takma adıyla epey yürekli yazılar yazdı. Bu sayfanın sorumlusu Sami Karaören idi ve bize bizzat kendisi bu bilgiyi vermişti.. 09.11.2020

Dr. Ahmet Saltık

Muharrem İncenin Yeni Çıkışı: ZAMANSIZ BİR EGO PATLAMASI

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com, 12.8.2020

CHP’nin ele avuca sığmaz çocuğu Muharrem İnce, haftalardır gündemde kalmayı başardı. Hedefleri büyüktü. CHP’de aldığı bazı görevler ona yetmemişti.  Genel Başkanı olmak istiyordu. Üç genel başkanlık yarışına girdi. “Hadi bir de bunu deneyelim” diyen CHP delegelerinden aldığı oy da azımsanamazdı. Ama üçünde de Kemal Kılıçdaroğlu karşısında yenildi. CHP yönetiminin onu cumhurbaşkanlığına aday göstermesinin nedeni ise çaresizlikti. Öteki muhalefet partilerinin seçmenlerinden de oy alacak bir aday üzerinde anlaşmaya varılamayınca, ortada ısrarla aday olmak isteyen İnce’ye fırsat doğdu. Hareketli bir seçim kampanyası da yürüttü. Erdoğan’ın karşısında 2. tura bile kalmayı başaramadan 1. turda elenmiş oldu.

Fakat bu yenilginin nedeni İnce değildir. Türkiye’deki tarihi sağ – sol konuşlanmasının devam etmekte oluşudur. Erdoğan MHP’yi yanına alarak İttifak siyasetinin önünü açınca, CHP’ye de muhalefetten bir blok oluşturma düştü ve son yerel seçimde Erdoğan’ın önünün ancak bu yolla kesileceği anlaşıldı. Bu politika CHP içinde Kılıçdaroğlu’na muhalif olanların seslerini kesmelerine neden oldu. Son genel kurulda İnce de içinde olmak üzere Kılıçdaroğlu’na karşı hiçbiri aday olma cesaretini gösteremedi.

Tam da bu aşamada İnce yeniden piyasaya çıktı. CHP’ye genel başkan olamadıysa bir parti kurup seçime girmesinin önü de kapalı değildi ya! Kendisine yar olmayan varsın başkalarına da yar olmasındı! Basına bu yolda haberler sızdırarak nabız yoklamaya başladı. Önce İktidar yanlılarının ağızlarından sular aktığı görüldü. TV kanallarında sayıp döktüler: Muharrem İnce iyi bir insandı ve CHP yönetimi ona haksızlık yapmıştı. Parti kurması en doğal hakkıydı… Sonra Kılıçdaroğlu ve ekibinin politikalarına muhalif bazı CHP seçmeninin de umuda kapıldığını gördük. Anketler yapıldı. %4’ten %15’e dek oy alabileceği ilan edildi. Cumhuriyet gazetesi bile, yazarlarını görüşlerinde serbest bırakmakla birlikte İnce ile CHP arasında tarafsız kalacağını ilan etti!

İNCE’NİN DÜNYA GÖRÜŞÜ NEDİR?

14 yaşından beri CHP’li olduğunu, ne pahasına olursa olsun bu partide kalacağını ilan etmiş olan Muharrem İnce, CHP ile yolunu ayırmaya niçin karar vermişti? Bunun zamansız bir ego patlaması olduğu, CHP’ye başkan olamayınca ondan ayrılıp bir parti kurarak şansını denemek istediği açık iken, bu ayrılığı sırf buna dayandırmak yakışık almazdı. Politik başka gerekçeler bulunmalıydı. Yeni partinin “Atatürkçülerden” oluşacağı, “bir ayağının Kandil’de olmayacağı” gibi CHP’yi suçlayan ifadeler basına sızdırıldı. Gerçekte bu 2 tanımlama tek bir tutumun ifadesi. İnce, CHP’yi, Atatürkçülükten sapmakla suçluyor. Genel merkezin Atatürkçü olmayanlar tarafından ele geçirildiğini ileri sürüyor.

CHP’nin bir ayağının Kandil’de olduğunu, kendi kuracağı partinin ayaklarının Ankara’da olacağını ilan etmesi, çıkmaya hazırlandığı yeni yolculukta Kürt karşıtı milliyetçi oylara da göz diktiğini açıklıyor. Bu suçlama şimdiye dek CHP’ye iktidar tarafından yöneltiliyordu.  Bir ayağın Kandil’de olması iftirasının anlamı gerçekte bu ayağın Diyarbakır’da olmasıdır. İnce böylece CHP ile HDP’nin güçbirliğini de hedef alıyor. Oysa kendisi Cumhurbaşkanı adayı olduğu zaman ilk iş olarak Edirne’de tutuklu Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etmiş, ilk mitingini de Diyarbakır’da yapmıştı. Türk milliyetçisi CHP’liler, buna itiraz etmemişlerdi. Amaç, Kürtlerin oyunu almaktı. Onların bir bölümü, bu politikayı iktidar umuduyla daha sonra da savundular, bir bölümünün ise alttan alta eleştirileri sürdü.

İnce şimdi, CHP ile yollarını ayırırken buna ideolojik bir gerekçe arıyor. Bundan önceki Kürt politikasında da ne denli içtenliksiz olduğunu kanıtlıyor. İnce’nin, genel, yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakının önünün nasıl kesileceği, iktidara nasıl gelineceği konusunda tutarlı bir öngörüsünün de bulunmadığı anlaşılıyor. Elde kala kala, 1930 modeli bir Atatürkçülük kalıyor. Oysa bunun seçim kazanmaya yetmeyeceğini, geçmiş bütün seçimler gösteriyor.

CHP’DEKİ KAÇINILMAZ AYRIŞMA

İnce’nin çıkışı, bir ego patlamasının sonucu olmakla birlikte, CHP’de ileride bir ayrışmanın da ipuçlarını veriyor. Bu ayrışmanın bir tarafı Turhan Feyzioğlu’nun Ortanın solu hareketine karşı Güven Partisine benzeyecektir. Sloganı, içine halkın giremediği “Cumhuriyetçilik”tir. Öteki taraf ise “Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” hedefini güdüyor. Daha solda olanlar buna “Demokratik Cumhuriyet” diyorlar. Bu iki eğilimin ayrı siyasi partiler haline gelmesi herhalde CHP’nin yararınadır. Bundan önce paylaştığım “CHP Nasıl İktidar Olabilir?” yazımda da vurguladığım gibi CHP, emekçi kitlelerin (yoksulların) gözünde kendisi için ayak bağı olan bagajındaki yüklerinden de kurtulabilir.

Muharrem İnce gibi bir figür, sonradan ağız değiştirip parti kurmayacağını, Anadolu’yu dolaşacağını söylese de, CHP için bir kangren haline gelmiş bulunuyor. Bir partinin başına geçmenin yolu, parti içinde seçimlere girip delegelerden yeterli oyu almaktır. Bunu başaramayanların yapacağı şey, yerlerine oturmak ve parti yönetimlerine eleştirileri varsa bunu parti içi organlarında dile getirmektir. “Başkan olmazsam yeni parti kurarım” diyen bir kişi bunu söyledikten sonra hâlâ bu partide durabilir mi? CHP’ye daha fazla askıntı olmadan istifa etmesi gerekmez mi? Onu partide tutmaya çalışmanın partiye ne yararı vardır?

Kongre salonunda hela önüne oturtulmuş! Eski bir cumhurbaşkanı adayı olduğu için genel başkanın yanına oturtulmalıymış! Bundan daha gülünç bir eleştiri olamaz. Partide eski cumhurbaşkanları adaylarının oturacağı yeri belirleyen bir yönetmelik mi vardır? Delege arkadaşlarıyla aynı sırayı paylaşmayı küçüklük sayan bir adayın ileride önemli bir makam sahibi olunca halkla neleri paylaşabileceği merak konusudur.

CHP’de genel başkanlığa ilk adaylığını koyduğu zaman “Onu Hiç Gözüm Tutmamıştı” diye yazmıştım. Beni Allah söyletmiş olmalı! (12 Ağustos 2020)

CHP NASIL İKTİDAR OLABİLİR?

CHP NASIL İKTİDAR OLABİLİR?

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com, 04.08.2020

Muharrem İnce hırsına yenilip yeni bir parti kurar ve CHP’den bir dilimi koparırsa bu partinin iktidar olma hayalleri şimdilik suya düşer. Oysa Parti,  son kongresinin adını “İktidar Kurultayı” koymuştu. İktidara geleceği vaadi ve bunun çabası yeni değilse de bu kurultayın iktidar hedefine bağlanması, Parti yöneticilerinin bu konuda iyice umutlandığını gösteriyor.

CHP’yi umutlandıran gelişmeler de yok değil. AKP’nin 18 yılda uğradığı kendi ifadesiyle “metal yorgunluğu”, CHP’nin Büyük kentlerdeki yerel seçimlerde, hele İstanbul’da gösterdiği başarı bu umutları artıran olgulardır. Üstüne son ekonomik erimeyi, partizanlığın açtığı sosyal yarayı ve Tek Adam kibrinin yarattığı tepkiyi de koyun. Bunlar en büyük muhalefet partisinin iktidar iştahını açmaz da ne yapar?

Bütün bu gelişmelere karşın, CHP tek başına iktidara gelemeyeceğini biliyor. Bu nedenle son seçimlerde kurduğu Millet İttifakı’na güveniyor. Kamuoyu araştırmalarında partilerin oy oranları inip çıkıyor. Dolayısıyla iktidarın bu yolla ele geçirileceğinin de garantisi yok. AKP, seçimlerde çoğunluğu kaybetmemek için sürekli yeni çareler üretme peşinde. Seçimleri yitirse bile iktidarı bırakmayacağı kuşkuları da zihinlerde gitgide daha çok yer buluyor. AKP (Erdoğan), şimdiye kadar Türkiye’nin gördüğü partilerden çok farklı. Bu partinin yöneticileri, kendilerini İslam’ın hamisi olarak görüyorlar. Böyle yüz yılda bir doğan fırsatı seçim, millî irade, demokrasi gibi kavramlara rıza gösterip kaçırmak istemiyorlar. Bunun için sürekli politikalar üretiyorlar.

CHP’NİN TARİHSEL ŞANSSIZLIĞI

CHP günümüz ihtiyaçlarına yanıt veren Politikalar üretmeye çalışıyor.  Bazılarının sandığının aksine Partide liderlik sorunu da bulunmuyor. Genel Başkan Kılıçdaroğlu görevini bir başkasına bıraksa, CHP’nin bu kadar bile oy alabileceğinin garantisi yok.

CHP’nin şanssızlığı bagajıdır. Geniş halk kitlelerinde, yani yoksullarda Tek Parti Döneminden kalan olumsuz izlenimlerdir. Devletin partisi olarak CHP o dönemde Türk ve Kürt eşraf ve ağalarının çıkarlarını korumuş, onların zenginliklerinin artmasına ve topraklarının genişlemesine yardım etmiştir. Demokrasi ve kuvvetler ayrılığı konusunda o döneme ilişkin sicili de parlak değildir. Gerçi ülkemiz aydınlarının bir kısmında o döneme hayranlık duyanlar az değildir. Bunları Tek Parti Dönemi’nde devlet görevlerinde bulunanlar (memurlar), devletle özdeşleşmiş kentli zenginler teşkil eder. Yoksulluk çekmiş hatta kendi dergâhları kapatılmış olmakla birlikte, Sünnî gericiliğe karşı tutum aldığı için CHP ile bütünleşen Aleviler de onun doğal seçmeni durumundalar. Fakat bu kesimlerin sayısı, CHP’yi iktidara taşımaya yetmiyor. Oran, %30’a %70, haydi haydi % 35’e %65 olarak kendini gösteriyor.

SAĞA MI AÇILSIN SOLA MI?

Bu dengeler nasıl değiştirilecektir? Bir merkez veya merkez sol partisi olan CHP, Sağa açılarak mı oylarını artırabilir, yoksa biraz daha sola yaklaşarak mı?

Sağa açılmak bir süreden beri deneniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhurbaşkanı seçimlerinde İttifakın da oyunu alabilmesi için muhafazakâr bir aday gösterilmesi, Meclis grubunu eski sağcı veya liberal şahsiyetlerle takviye etmesi, laiklik tanımında ve uygulamasındaki yumuşama “sağa açılma” politikası olarak kabul ediliyor.

Fakat iktidar olmak için bunların yeterli olmadığı da görüldü. Çünkü sağın sahibi var ve tarihsel geçmiş nedeniyle bu bloklaşmayı bozmayı neredeyse olanaksız duruma getirmiş.

CHP sola daha çok yaklaşsa, örneğin Sol Parti veya TKP’nin programını benimsese iktidar olabilir mi? Bu partilerin programları oy getirseydi, önce kendileri ayağa kalkarlardı. Bir süreden beri zaten bütün dünyada sağcılık ve popülizm revaçtadır. Kitlelerin ayağa kalktığı 1960 ve 1990’larda değiliz.

UMUT Z KUŞAĞINDA MI?

Çaresizlik kokan bu arayışlar arasında, bazı politikacılar ve araştırmacıların “Z Kuşağı” denen gençlere umut bağladığı görülüyor. Aksine, dünya yansa bir kalbur samanı yanmayan apolitik bu kuşağın da kendine hayrı yok.

Askerî ve sivil bürokrasinin, yargının, basının artık iktidarı dengeleyici bir rolü kalmadı. Bunlar aksine, günümüzde Tek Parti Rejimini ayakta tutmanın araçlarıdır.

  • CHP’nin iktidar için elinde tutabileceği en güçlü koz, yoksulların yaşamını ekonomik olarak iyileştirilecek bir programı içtenlikle savunmak ve kitleleri bu konuda ikna etmektir.

Unutulmamalıdır ki, AKP, bu politikalarıyla seçimleri kazandı ve artık yoksullara verecek bir şeyi kalmadıysa da uyguladığı o eski politikanın ekmeğini yemeye devam ediyor. Yoksullar, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen Tek Parti döneminin yoksulluk ve hürriyetsizliğini nasıl unutmuyorlarsa, AKP’nin uyguladığı sosyal politikaları da unutmuyorlar.

CHP’yi güçlendirecek olan böyle bir programdır ve asıl sola açılma budur. Parlamentarizme geri dönme, özgürlük ve demokrasinin gerçekleşmesi, din ve devletin ayrılması bu politikanın üzerine bina edilebilir. Bunu fark edemeyen bir CHP’nin iktidar şansı yok ve son kurultay nedeniyle parti merkezine yöneltilen eleştiriler, bunu anlayamayanların parti içinde ve dışında varlığını gösteriyor. Eğer bir parti kurup seçime girerse, Muharrem İnce ve ekibinin yaşayacağı da büyük bir hayal kırıklığıdır.

Son olarak    : AKP nasıl Celal Bayar’ın, Adnan Menderes’in partisi değilse; CHP de doğal olarak artık Atatürk ve İnönü’nün partisi değildir. Köprülerin altından çok sular aktı. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarına saygıda kusur etmeden Tek Parti döneminin uygulamalarını tartışmaya bırakmak, hatta bunların içinde olumsuz olanları bizzat CHP’nin eleştirmesinde yarar var. Bunları gözü kapalı olarak savunmak, CHP’ye oy getirmeyeceği gibi onun şimdiki özgürlükçü karakterini de gölgeler.

 

KORONA SALGINININ ÖĞRETTİKLERİ

KORONA SALGINININ ÖĞRETTİKLERİ

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com

  1. Şimdiye dek ne kadar yaşlı olurlarsa olsunlar, ana – babalar, nine ve dedeler evlatları ve torunları için koruyucu davranırlardı. “Aman kendine dikkat et, terli iken su içme” gibi öğütlerde bulunurlardı. Salgınla birlikte roller değişti. Gençler, ana – babaları başta olmak üzere yaşlıları korumaya aldılar.
  1. Yaşlılardan başlayarak çocuklar ve sonra hepimiz sokağa çıkma yasağına tabi tutularak evde kalmanın hem mutluluk kaynağı olduğunu hem de sorunlar yarattığını fark ettik. Karı koca geçimsizlikleri arttı. Sürekli birlikte olmanın da iyi olmadığını anladık. Eşler ve çocuklar akşam iş dönüşü sıcak yuvamızda buluşmanın daha zevkli olduğunu anladık.
  1. Çalışan kadınlar eve çekilince ev kadınlığı rolleri arttı. İşyerlerindeki yükten kurtulmakla birlikte yemek, temizlik, çocuk ve hasta bakımı gibi yükleri ağırlaştı.
  1. Dünya çapında öldürücü etkisi olan ve ülkede hem can güvenliğini, hem toplumsal yaşamı derinden etkileyen bir salgın bile hükümeti ve yandaş basını partizanca tutumundan vazgeçiremedi.
  1. Herkes, akraba ve arkadaşlarının hatırını telefonla sorma ihtiyacı duydu. Birbirimizi yeniden hatırladık.
  1. Hükümet tarafından etkinlikleri en yüksek düzeye çıkartılmış olan ruhban sınıfı, ister istemez geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun yerine bilim, özellikle sağlık ordusu öne çıktı.
  1. Yaşayabilmek için alıştığımız her şeyden vazgeçebileceğimizi öğrendik. Okul, cuma namazı, kahvehanede vakit geçirme, kadınların altın ve gümüş günleri, hatta cenazelerimizi uğurlamayı bile bırakmak zorunda kaldık.
  1. İçinde yaşadığımız dünya düzenini ve kapitalizmi sorgulamaya, salgını savuşturduktan sonra, aynı düzene dönüp dönülemeyeceğini düşünmeye başladık. Daha eşitlikçi, adil ve insani bir düzenin kurulması gerektiğini söyleyenler çoğaldı.
  1. Salgının yoksulları daha şiddetle vurmasına karşın, servetin, malın, şöhretin, makamın da salgın karşısında aciz kaldığını gördük. Virüste insandaki akıl, şartlanma ve kültür olmadığı için o daha eşitlikçi davranıyor.
  1. Virüslerin evrildiğini öğrendik. Evrim gerçeğinin bütün canlıları hatta evreni kapsadığını, onsuz bilim yapılamayacağını, evrimi reddeden ve eğitim dışına atan bir gerici zihniyetin nasıl pes ettiğini öğrenme vaktimiz geldi.
  1. Her akşam TV ekranlarından kafa ütüleyen siyaset bülbülleri geri çekildi. Onların yerini olumlu rolleriyle bilim insanları aldı.
  1. Bütün uyarılara ve görünür tehlikelere karşı bazılarımızın “Bana bir şey olmaz abi” anlayışıyla kurallara aldırmadığını, iki günlük sokağa çıkma yasağı öncesinde İçişleri Bakanını istifa ettirecek yoğunlukta marketlere saldırdığını görerek toplumsal disiplinde daha almamız gereken çok mesafe olduğunu öğrendik. (İçişleri Bakanı, bu olaydan ötürü değil, partizanlığı ve düşmanlaştırıcı tutumu nedeniyle çok daha önceden istifa etmeliydi) (12 Nisan 2020)

KEFEN PARAMIZA NE OLDU?

KEFEN PARAMIZA NE OLDU?

Zeki Sarıhan
31.03.2020,
zekisarihan.com

Eskiden bir gelenek vardı: İnsanlar daha orta yaşlarında ne olur ne olmaz diye kefenlerini hazırlayıp bir kalıp sabunla sandıklarının dibine yerleştirirlerdi. Devletin kefen parası ise Merkez Bankası’nın yedek akçeleridir. Varlık fonudur. Bu fon kriz günlerinde halkın güç bela da olsa yaşamasına yetmeyecek kadar küçültülmüşse o zaman ne olacaktır?

Toplumsal krizler iki şeyle sonuçlanır. Birincisi bu kriz içinde insanların bir bölümü yüklerini tutar, bir bölümü ise yoksullaşır. İkincisi ise krizden zarar gören kitleler “Yeter artık!” diyerek krizi yaratanlardan ve onu iyi yönetemeyenlerden hesap sorarak inisiyatifi ele geçirirler.

Bu Kriz Ne ile Sonuçlanır?” başlıklı yazımda insanlık tarihinin modern zamanlarda gördüğü en büyük iki kriz olan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından örnekler vermiştim. Her ikisinde de kitleler bu krizi yaratan ve onu iyi yönetemeyen yöneticilerden hesap sormak ve adil bir düzen kurmak için harekete geçmişti. İmparatorlukların yıkılışını hatırlamamız yeter. Gerçekten Marks’ın öngördüğü gibi, kralların taçları yerlerde sürüklenmedi mi? Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorlukları, Rus Çarlığı yıkıldı. Yerlerine cumhuriyet idareleri kuruldu. Savaştan galip çıkmalarına rağmen İngiliz, Fransız Sömürge imparatorlukları küçüldü.

İttihat ve Terakki yönetimi, devletin bütün iplerini eline geçirmiş olarak nasıl da kudretli görünüyordu! Enver, Talat, Cemal Paşaların azametlerinden yanlarına varılmıyordu. 1918’de kendilerinden hesap sorulacağını anlayınca alelacele bir Alman denizaltısına kapağı atıp İstanbul’dan savuştular.

Savaş yıllarında hükümette yer alan İttihatçıların ileri gelenlerinden kaçmamış olanlar, çoğunluğu İttihatçılardan olan Meclisi Mebusan tarafından Yüce Divan’a sevk için sorgulandılar.  Har biri “Bilmiyorum, haberim olmadı, ben yapmadım o yaptı” gibi savunmalardan medet umdular.  Mütarekedeki hay huy içinde Meclis fesh edildiğinden Yüce Divan kurulamadı. İttihatçılar asıl milletin vicdanında mahkûm oldular ve partilerini bir daha kuramadılar.

YOKSULLUK VE VURGUNCULUK

Onların suçları Meclis tarafından 10 maddede sıralanmıştı. Bunların başında ülkeyi sebepsiz ve zamansız olarak savaşa sokmak geliyordu ki bu bütün faciaların temel nedeniydi. Öbür suçları arasında yolsuzluklarla birlikte savaş zenginlerinin yaratılması da sayılıyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımlardan biri halkın yoksulluğudur.  Fakat bunu, sırtını iktidara dayamış az sayıda insanın nasıl zengin olduğuyla birlikte ele almak gerekir. Zenginlik kaynakları, karaborsa ve vagon ticareti gibi uygulamalardı.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında da benzer şeyler oldu. Örneğin Karadeniz bilgesinde köylüler mısır kevüklerini öğütüp una katarak ekmek yapmak zorunda kalırken, kimi tüccarlar karaborsa yaratmaktan geri durmadılar. Galiba bütün krizler benzer sonuçlar doğuruyor. 1929 ekonomik bunalımının Türkiye’deki etkilerini hatırlayalım. O krizde de olan yoksullara olmuştur.

KİM GİDECEK, KİM KALACAK?

Koronavirüsün dünya çapında yarattığı kriz sürüyor.

Bunun kitlelerin iktisadi ve sosyal yaşamlarını nasıl etkileyeceği bilinmiyor. Şimdilik evlerimize çekilmiş, gönüllü veya gönülsüz bir karantina yaşıyoruz. Her birimiz kendimiz için ve bütün insanlık için kaygılar içinde TV ekranlarından haber ve yorumları izliyoruz.

Bu krizin sonunda, hangi hükümetin başta kalacağında veya hangilerinin pılısını pırtısını toplayıp gideceğinde, hatta millete hesap vereceğinde, onların krizi yönetme biçimleri etkili olacak.

Öyle görülüyor ki; temel sağlık harcamalarına gerekli kaynak ayıracak yerde devlet hazinesini saray ve kanal yapımına ayırma, müteahhitleri zengin etme ve devlet hazinesini tamtakır hale getirmesi yüzünden şimdi iktidarın başının ağrıyacağı anlaşılıyor.

Cumhurbaşkanı kimliğiyle millete seslenen AKP Genel Başkanı, tamtakır bıraktıkları hazinenin şimdi bu salgında yoksulların yarasına mehlem olamayacağını gördüğü için, vatandaşları yardım kampanyasına katılmaya çağırdı. Başta AKP olmak üzere partilere çağrıda bulundu fakat millet bu çağrı ile alay ediyor. 18 yıldır müteahhitlere ve yandaş vakıflara ölçüsüzce aktardıkları paraların geri alınmasıyla hazinedeki açığın kapatılmasını istiyor.

Benim aklıma ilk gelen, ayakkabı kutularında istiflenen paralar oldu. Bunun ve başka nedenlerle toplanan milyarlarca liranın hesabı verilmedikçe kampanyaya vereceğim tek bir kuruşun doğru yere harcanacağına güvenemem. Oysa güvenilir bir iktidar elinde millet nasıl da örgütlenir, seferber olur ve yaraları sarardı… Kastamonulu Hatice’nin gelinliğini bile satıp orduya bağışladığı bir tarihi de yaşamıştık.

Tevhidi Tedrisat’ın 96. Yılı:  BU DA BİZE DERS OLSUN!

Tevhidi Tedrisat’ın 96. Yılı: 
BU DA BİZE DERS OLSUN!

Zeki Sarıhan
02 Mart 2020, www.zekisarihan.com 

3 Mart, Devrim Tarihimizin önemli günlerinden biri. 96. Yıldönümünü kimi toplantılarla ve yazılarla anıyoruz. Buruk bir psikoloji içinde…

Ankara’da etkinlik gösteren İzmirliler Kültür ve Dayanışma Derneği, bu yıl erken davrandı. 29 Şubat’ta, Olgunlar Sokaktaki genel merkezlerinde Öğretim Birliği Yasası ile ilgili bir konuşma yapmamı istedi. Bir buçuk saat dolayında bu konuda bildiklerimi aklımın erdiği, dilimin döndüğü ölçüde anlattım. Olay hakkında ayrıntılara girmeden, tarih içindeki yerini yorumlamaya çalıştım. Başkan Yasin Aksu’nun sunduğu bir teşekkür plaketinin daha sahibi oldum…

3 Mart 1924’te çıkarılan üç yasayla Şer’iye ve Evkaf Vekâletleri kaldırılmış, bütün bilim ve eğitim kurumları Maarif Vekâletine bağlanmış, Halifelik kaldırılarak Osmanlı Ailesinin bütün bireyleri yurt dışına çıkarılmıştı.

Tanzimat’tan beri adım adım gelişen modernleşme akımı, Türkiye Ortaçağı’na kesin bir neşter atmıştı. Padişahlığın kaldırılmasından, Cumhuriyetin ilanından sonra sıra, miadını doldurmuş ve milletin ilerlemesinde ayak bağı durumuna gelmiş üst yapı kurumlarının yok edilmesine gelmişti. Daha sonraki yıllarda tekke ve zaviyeler de kaldırılacak, Medeni Yasa kabul edilecek, Yazı Devrimi yapılacaktı.

Bey, paşa, ağa, hacı, bey efendi, hanımefendi gibi unvanlar bile yasaklanmıştı.

BİR YANI AVRUPA, BİR YANI ASYA ORTAÇAĞI

Türkiye’nin bir yanı Avrupa, bir yanı Asya idi. Avrupa ileriliği, çağdaşlığı, Asya geriliği, çağ dışılığı temsil ediyordu. Başımızda “asri” olmamızın yollarını açan devlet adamları bulunuyordu. Gene de bu kesim, küçük bir azınlıktı. Asıl kalabalıklar, köylerde ve kasabalarda ağa ve tefeci tüccarların egemenliği altında geri bir yaşam sürüyorlardı.

Ağalar ve beyler, kendi iktisadi çıkarlarına dokunmayan bu Devrim hareketlerini kabul etmiş göründüler. Fesi ve sarığı çıkarıp yerine şapka giymenin çıkarlarına bir zararı yoktu. Madem devlet emrediyordu, zamana uyacaklardı. Ufak tefek kıpırdanmalar olduysa da boyun eğdiler ve Meclis’te de temsil edildiler.

Gün geçti, devran döndü, Devrim Yasalarının sivri gelen yönleri törpülendi ve gericilik için daha az acıtıcı hale getirildi, sonra da esamileri okunmaz oldu. Türkiye tümüyle ters yola girdi.

TEVHİDİ TEDRİSAT

Öğretimin Birleştirilmesi Yasası“nı ele alalım: Bu yasa hâlâ yürürlükte görünüyor, üstelik anayasaya aykırılıkları ileri sürülemeyecek 8 devrim yasasından biri. Ama ortada anayasal bir düzen yok. Milleti artık tek bir kişi yönetiyor. Eğitimin yönetimi de O’nun elinde. Vakıfların, cemaatlerin sayısız okulu var ve bunların sayısı gitgide artıyor. Şimdi artık laik eğitimi koruma çabası değil, eğitime ve devlete hangi tarikatın egemen olacağı kavgası veriliyor. Bir din devleti kurmak isteyen Fetullahçılar temizlenmekle bitmiyor, onların bıraktığı boşluğu diğerleri dolduruyor. Millî Eğitim Bakanlığı 1924’teki Maarif Vekâleti değil. Bütün amacı vatandaşları dindar ve kindar olarak yetiştirmek. Karanlığın koyuluğu, yıldan yıla artıyor.

Oradan buraya neden geldik?

Bunlar, gitgide büyüyerek devleti ele geçirdiler. Gerici Asyai ilişkiler, modern Avrupai ilişkileri alt etti ve onun yerine devleti yönetmeye başladı.

DERİN BİR KİRİZMA GEREK

Bu gericiliğin köleleştirici anlayışına karşı mücadele etmeyi sürdüreceğiz. Aydınlanmanın ışığını halkçılıkla sarıp sarmalayarak emekçilere ulaştırmaya çalışacağız. İktidarda değiliz ama aydınlar olarak sayımız 1924’te olduğundan daha çok.

İktidar şansını yakaladığımızda, bir daha bugünkü duruma düşmemek için yapacağımızı biliyoruz.

İlk olarak emperyalizmden temelli kopacağız, 2. olarak halkı iktidarın gerçek sahibi yaparak, onu kapkaççı kapitalizmin elinden kurtaracağız.

Emeği en yüce değer yapacağız.

Gericiliğin boy verdiği toprağı derin bir kirizmadan geçirerek onun kökünü kurutacağız.

İzmirlilere bunları söyledim. Ben zaten bunu bilir, bunu söylerim.. 

İdlip olayları : DİLİMİZDE TÜY BİTTİ…

İDLİP OLAYLARI :
DİLİMİZDE TÜY BİTTİ

Zeki Sarıhan

İdlip’te olayların kızışması üzerine önceki akşam yeni bir yazı kaleme almak için bilgisayar başına oturduğumda, yeni acı haberi aldım. Gece boyu haber kanallarından olayın doğrusunu ve ayrıntılarını öğrenmeye çalıştım. Sabah oldu, felaketin boyutu büyüdü. Gene mutsuz bir akşama ulaştık.

Bütün yurttaşlar, ülkemizin yönetimi ve geleceğimizle ilgilenmek zorundayız. Görüşlerimizi dile getirmek de en doğal hakkımızdır.
Yeni bir yazı yazmak yerine beş yıl önce paylaştığım yazıyı yeniden paylaşmanın en doğrusu olduğunu düşündüm. Daha başka yazılarımda da konuya kaç kez değinmiştim. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti…
(28 Şubat 2020)
                                                       ***
                              NE İŞİN VAR SURİYE’DE, IRAK’TA?

Suriye’nin ve Irak’ın içişlerine karışmayı iş edinen iktidara bu soruyu doğrudan doğruya sormak zorundayız:

  • “Irak’ta ve Suriye’de ne işin var?”

Bu soruyu ancak milletlerin barış içinde bir arada, her milletin kendi vatanında hür ve bağımsız yaşamasını isteyenler sorabilir. Bu soruyu sorabilen insanlardır ki, kendi yurtlarının bağımsızlığını ve milletlerinin özgür yaşamasını güvence altına alabilirler. Yoksa kendileri de güçlü bir devletin koltukları altına sığınmayı, zillet içinde yaşamayı kabul ediyorlar demektir.

Çünkü sen kendin için ne istiyorsan, başkaları için de onu istemek zorundasın.

Suriye’de rejim muhaliflerini eğitirken, onlara silah ve cephane yardımı yaparken, Irak’ta bir üs peşinde koşar ve o memleketin topraklarını bombalarken empati denen bir şey yapmıyorsun demektir.

Yarın ülkede senin iktidarına karşı ayaklanan gruplara büyük devletler ve komşuların silah yardımı yaparlar, hatta senin iktidarını yıkmak için uçaklarını Türkiye üzerinde gezdirir, keşif yapar, topraklarını bombalarsa ne yanıt vereceksin?

Zararın neresinden dönülse kârdır. Bu saatte hükümetin derhal yapması gereken şey;

  • güney sınırlarının ötesindeki bütün askerî ve sivil elemanlarını geri çekmek, bu bölgede çarpışan emperyalist ülkelerin ve mezhepçi güçlerin herhangi birisinin yanında yer almaktan kesin olarak vazgeçmektir.

Türkiye bu badireden başını ABD’nin çektiği Koalisyon Güçlerinin veya Rusya’nın yanında yer alarak çıkamaz. Birini veya ötekinin tarafını tutmak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak olur. Bunun olumsuz etkileri uzun yıllar sürecektir. Unutmamak gerekir ki el atına binen çabuk iner. 1914’te böyle bir elin atına bindirilen Türkiye, o attan feci bir şekilde düşmüş, her tarafı yara bere içinde kalmıştı. Benzer bir kaderi başka bir elin atına binen Yunanistan 1922’de yaşamıştı.

Bu savaşa Türkiye bütçesinden harcanacak para ile hastaneler, okullar, yollar mı yapılmaz? Emeğin ücreti yükseltilerek refah düzeyi mi artırılmaz? Parklar, bahçeler, bilim ve sanat merkezleri mi açılmaz?

Türkiye yönetiminin ister ABD’nin gücüne dayanarak, ister kendi elinde tuttuğu ekonomik ve askeri güçlerle Irak ve Suriye’den bir şeyler koparma, o topraklarda söz sahibi olma hevesi, çağ dışı İslamcı ve milliyetçi fanatizminden kaynaklanıyor. Bu kullanma süresi çoktan dolmuş olması gereken görüşlerin ülkede iç barışı sağlamaktan da ne kadar uzak olduğu görülüyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi çoktan “Yurtta savaş, dünyada savaş” ilkesine dönmüş bulunuyor. İktidar sahipleri, savaş politikalarıyla kaldırdıkları taşın kendi ayaklarına düşeceğini hesaplayamıyor olabilirler. Fakat savaş politikaları yalnız onlara değil, bütün bir milleti maddi ve manevi büyük kayıplara uğratacaktır. Türkiye tarihinde yer edecek bu kara leke gelecek kuşakları utandıracaktır.

Bu nedenle ülkeye demokratik bir halk iktidarının ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Böyle bir iktidara kavuşuncaya dek yapılacak şey, yönetimi bu konuda sıkıştırmak ve hiçbir vicdana sığmaması gereken savaşçı politikalarından vazgeçirmek için çalışmaktır.

Eli kulağındaki dünya savaşından ABD’nin yanında yer alarak mı, yoksa bir bölüm muhalefetimizin önerdiği gibi Rusya’nın yanında yer alarak mı kazançlı çıkarız?

Hiç birinin!

1960’larda savunduğumuz “Ne Amerika Ne Rusya” sözü günümüzde de geçerliliğini koruyor. (10 Aralık 2015)

Görüntünün olası içeriği: açık hava

 

“HOMO AHRETİKUS”

“HOMO AHRETİKUS”

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com, 22.02.2020
Tarihçi Sina Akşin’in uzun yıllardır üzerinde çalıştığı ve uzun aralıklarla yayımladığı “İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele” dizisinin IV. cildi olan “Savaş ve Etnik Temizlik (Yumuşatılmış Sevr Dönemi)” adlı kitabı da yayımlandı. (Eylül 2019, İŞ B. yay.)
Akşin, dipnotlar ve dizin de içinde olmak üzere büyük boy 485 sayfalık bu hacimli kitabında Kurtuluş Savaşı’nın Tevfik Paşa’nın yeniden iktidara getirildiği Ekim 1920 ile Sakarya Savaşı’nın bittiği Eylül 1921 tarihleri arasındaki bir yıllık sürenin kritiğini yapıyor. Yazarın yargılarından bazıları tartışma götürse de, bu kitapla Kurtuluş Savaşı edebiyatımızın biraz daha zenginleştiğini söylemeliyiz. Sayın Akşin’in kitabında vardığı bazı yargılar üzerinde durabilirdim. Ancak bunlar tek bir yazıya sığmayacağı için bu yazıda yalnız köylülere bakış açısı üzerinde durmaya çalışacağım.
HOMO AHRETİKUS KİMLERMİŞ?
Akşin, birkaç yıldır, AKP’ye oy verenler için “Homo ahretikus” diye bir kavram kullanıyordu. Sanırım bunun patenti kendisine aittir. Bu kavramı çok sevmiş olmalı ki, sözünü ettiğim kitapta da bunu cömertçe kullanıyor. O’nun anlatımına göre “Homo ahretikus”, öbür dünya için yaşayan insandır.
Bu görüş, son 17 yıldır, orta sınıf aydınlar ve onların etkisindeki kişiler tarafından başka ifadelerle dile getiriliyordu. AKP dini kullanarak iktidara gelmiştiBirkaç yıldan beri ben de bu görüşün yanlışlığına vurgu yapıp duruyorum. Türkiye’deki siyasal ayrışmanın ve tercihlerin başta ekonomik, sınıfsal ve kültürel daha esaslı nedenleri vardır.

AKP’nin Türkiye’nin yoksullarından daha çok oy aldığı, onların desteğiyle ayakta kalmaya devam ettiği bir gerçektir, ancak bunun nedeni AKP’nin öteki partilerden daha dindar olması değildir.

Bütün canlılar gibi insanlar da yaşamda kalma kavgası içindedirler. Yiyecekler, barınacaklar, kendilerini güvenlik içinde hissedeceklerdir. Bunları kim kendilerine sağlıyorsa ona sempati duyacaklardır. Yoksulların AKP’ye sempati duymuş olmalarının nedeni de bu partinin onlara daha çok çıkar sağlayacağı ve sağladığı inancıdır. 

Bu inanç yitirildiği zaman, hangi söylemi kullanırsa kullansın, ister dinci, ister laik, çağdaş, sosyalist veya milliyetçi.. halk o partiden yüz çevirir. Bu nedenle AKP’nin kitle desteğini yitirmesi de yoksulluğun artması, yaşam pahalılığı, güvenli yaşama koşularının yitirilmesi gibi nedenlerle olmaktadır.

HOMO AHRETİKUS‘un MARİFETLERİ

Gelelim, Kurtuluş Savaşı yıllarında “Homo ahretikus”ların marifetlerine.
Akşin, kitabının “Koçkiri İsyanı” bölümünde (s. 250), şunları yazıyor:

Türkiye, Batı Cephesi içinde ölüm kalım savaşımı içinde asker bulmakta zorlanırken, isyanı kesin olarak sona erdirecek bir güç ayıramıyordu. Öte yandan isyan eden kitle arasında sayısız aşiretin, şeyh ve ağalarının, reislerinin kulları homo ahretikus’ları idiler. Dolayısıyla çok kez sorun, aşiret reislerini kazanmaktan ibaretti.

Oysa öbür etnik isyanlarda da olduğu gibi, Koçgiri isyanına katılanlarla ona karşı çıkanlar arasında fark, ahreti için yaşayanlarla dünyası için yaşayanlar arasında değildir. Bu, etnik bir ayrılıktan kaynaklanıyordu. Koçgiri isyancılarının istekleri ahretle değil, dünya yaşamı ile ilgilidir.

ASKERDEN NİÇİN KAÇMIŞLAR”?

Sakarya Savaşı öncesine rastlayan Kütahya-Eskişehir savaşlarında kitleler halinde kaçış yaşanmıştır. Sayın Akşin, bu sorunu anlatırken şöyle yazıyor:

“İşin bir de toplumsal-ideolojik yönü var. Erlerin hemen hepsi homo ahretikus, yani Ortaçağ insanıydı. Ortaçağ feodal toplumlarında doğal organik önderler şeyhler ve ağalardı. Homo ahretikus, gözü kapalı, bu önderlere biat etmeye koşullanmıştır. Padişah böyle bir toplumda süper ağa, halife süper şeyh durumundaydı. O’na itaat kendiliğinden oluşan doğal bir ilişkiydi. Dolayısıyla İstanbul’dan komut geldiğinde Kuvayı Milliye’ye, BMM’ne karşı çıkmak, isyan etmek çok kolaydı. İç savaş böyle çıkarılabilmişti.”

Kurtuluş Savaşında askerden, özel olarak da Kütahya Eskişehir Savaşlarında firar edenlerin yalnız ahretini düşünen insanlar olduğunu, hatta bunların padişah-halifeden veyahut da ağa ve şeyhlerinden gelen emir üzerine kaçtıklarını söylemenin sosyolojik bir gerçekliği yoktur. 

Öte yandan ahretikus’luk itaat ile ilgiliyse, bu durum, komutana ve hükümete itaat edenler için de geçerli olur. Bu mantık, kendi tezi açısından da ters tepmeye elverişlidir. Savaşta ölenlere “şehit” denildiğine göre, savaştan kaçınanlar ahreti değil kendi canını, malını düşünen kişilerdir. Yani savaşmayı göze alanlara göre ahiretus’luktan daha uzakta durmaktadırlar.

Akşin, Tekalifi Milliye’yi konu aldığı bölümde bu ahretikus kavramını bir kez daha kullanmakta (s. 382) ve şöyle yazmaktadır:

Türkler bitkindi. Üstelik Mütareke döneminde (AS: 30 Ekim 1918 Mondros..), Türkler iç savaş ve Yunan istilası yaşamışlardı. İç Savaşı sonuçta TBMM kazanmıştı; ama Kuvayı Milliye’ye silah çeken homo ahretikus Ankara Hükümetini ne ölçüde meşru hükümet olarak görüyordu?”

GERÇEK NEDİR?

Kitlelerin Kurtuluş Savaşındaki tutumlarını dindar veya laik olmalarına göre sınıflandırmak büyük bir yanlışlıktır. Türkiye bugün olduğu gibi o dönemde de Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeydi ve bu savaşa katılanlar da Müslümanlardı. Eğer gene de bu konuya ilişkin bir tahlil yapılacak olursa, Müslümanlık duygularının bu savaşa katılmakta olumlu bir rol oynadığı söylenebilir.

Bütün belgeler gösteriyor ki, Ankara’nın siyasal ve askerî önderleri İslam âleminden destek isterken yaptıkları gibi, halka yayımladıkları bildirilerle de bu savaşın aynı zamanda din için yapıldığına vurgu yapmışlardır. Savaş boyunca Orduya destek için yapılan mitingler cuma günleri namazdan çıkıldıktan sonra yapılmış, müftüler ve din adamları bu önderlerin arasında bulunmuştur. İzmir’in işgalinden başlayarak Kuvayı Milliye örgütlerini kuranlar Balıkesir, Alaşehir, Erzurum gibi kongreleri toplayanlar arasında dindar olup olmamak gibi bir ayrışma yaşanmamıştır. 

Kurtuluş Savaşı bir bağımsızlık savaşı idi. Bunda eylemli olarak yer alıp alamamanın başka nedenleri vardı. Halkın uzun süren savaştan bıkmış olması, umutsuzluk, örgütsüzlük… Eğer o yıllara ait Türkiye’nin açık renkten koyu renge doğru bir dindarlık haritası yapılmış olsaydı, en açık renklerin İstanbul ve İzmir gibi kentlere ait olması gerekirdi. Oysa bu kentlerin halkları bağımsızlık isteğine duyarsız olmamakla birlikte, savaş, başka stratejik nedenlerle de buralarda üst kurabilmiş değildi.

Savaş üsleri, en dindar bölgeler sayılan sırasıyla Erzurum, Sivas, Ankara gibi kentlerde kurulabilmiştir. En büyük desteği de bu kentlerden başka Kastamonu, Bolu, Çorum, Kayseri, Eskişehir, Konya gibi kırsal alandaki kentlerden almıştır.

  • Kurtuluş Savaşı’nın sosyolojisini doğru okuyamazsak,
    bu konuda yapacağımız tarih çalışmalarının değerinden çok şey eksilir… 

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar ve açık hava

BEN YANARIM YAZA YAZA

BEN YANARIM YAZA YAZA

Zeki SARIHAN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..

Son zamanlarda yazılarımı beğenmeyen arkadaşlardan bazıları:

Yaşın kemale erdi. Bırak artık bu işleri. Evde otur, emeklilik maaşını yemeye bak…” diyorlar.

Bu isteği yerine getirmek mümkün mü?

Hani derler ya: “Bu can bu tende kaldıkça, dilim döndükçe, elim kalem tutmaya devam ettikçe” yazmaktan ve söylemekten vazgeçemem.

Artık bırak!” tavsiyelerini duydukça Koca Yunus’un yüzyıllardır dilden dile aktarılan ilahisini hatırladım:

Ben yürürüm yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi

Yunus’u yollara düşüren, ateşlere yandıran neydi? Soyut bir ilahi aşk mı?

Yoksa 13. yüzyıl ortalarıyla 14. yüzyıl başlarında (Yunus’un kestirilen yaşadığı yıllar 1250-1320) Anadolu’da hem Moğol istilası, hem iç çatışmalar nedeniyle çaresiz kalan köylülerin kurtuluş arayışı mı?  Moğollar gibi bir istilacıya teslim olmuş, hatta onunla işbirliği yapan Anadolu Selçuklu yöneticilerine karşı bir isyan çığlığıdır Yunus. Baba İshak, bu çığlığı isyancı köylülerin başına geçerek yapmış ve ezilmişti. Şeyh Bedrettin ve ona inananlar da aynı biçimde Osmanlı Sarayı tarafından ezileceklerdi. Bizim 1968 kalkışmamızın ezilmesi, son büyük destanımız olan Gezi’mizin sönümlendirilmesi gibi. Hâlâ bunların hesabını soruyorlar!

Bu koşullarda Yunus, tasvirî resimlerinde gösterildiği gibi elinde bir asa ve omzunda bir azık torbasıyla tekke tekke, köy köy gezerek, köylülerin dilinden konuşarak Anadolu bozkırına birliğin, umudun tohumlarını serpiyordu. Üstelik bugün bizim de yaptığımız gibi din, mezhep milliyet ayırmadan herkesi kucaklayarak. Dört kitabın anlamını bir “Elif”te (doğrulukta) toplamıştı.

  • Biz günümüzün bağımsızlığa, adalete, kardeşliğe susamış halkçıları, Yunus’un aydınlık izinden gidiyoruz.
  • O’nun şiirindeki dertli dolap gibi derdimiz olduğundan “iniliyoruz.”

O’nun döneminde, Selçuklu saraylarında beslenen ve arabanın yüksek tarafına binen edebiyatçılar da vardı. Moğol istilasına bile ses çıkarmayan ve düzene uygun “hikmetli” Mesneviler yazarlardı. Bugünkü Saray soytarıları gibi. Molla Kasımlar vardı. Bugün Kitabı yüzünden okuyan sarıklılar gibi.

Bir onların gösterişli dergâhına bakınız, bir de Yunus’un Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de basit taşlarla çevrilmiş, toprakla bir, mezar taşı bile bulunmayan son durağına…

Sarıköy’de Yunus Emre’nin mezarı başında.

Yunus’u yana yana gezdiren, “aşk”ın kanına bulayan, aklını başından alan koşullar bugün de vardır.

  • Toplumcuları ne emekli maaşı, ne yaşlarını almış olmak halkın dertlerini dilde getirmekten, gerçeği haykırmaktan alıkoyamaz.
  • Soygun, sömürü, yalan, milletin tepesinde saltanat sürme heveslerine karşı susan, dilsiz şeytandır.

Denebilir ki, yazıp söylüyorsun da ne etkisi oluyor? Dinleyen mi var?

Olsun, hiç değilse vicdanımızı temiz tutmaya çalışıyoruz. (07 Şubat 2020)

=========================================
Dostlar,

Sn. Zeki Sarıhan’ın bu yazısında yazdıklarını biz de bütünüyle paylaşıyoruz…

Sn. Sarıhan henüz 80 yaşına bile ulaşmamıştır. Tarihte, 80’li yaşlarından sonra çok değerli bilimseli, sanatsal ürünler veren örnekler hiç de az değildir. Örn. Halil İnalcık, ileri yaşlarında çok değerli tarih ürünleri yazmıştır. 86. yaşında Doktora derecesi alan bir Fransız insanını anımsıyoruz.. Halet Çambel 98 yaşında hala arkeolojik kazılar için alandaydı. Ankara Üniv. Hukuk Fakültesinde 82 yaşında bir “öğrenci” tanıyoruz.
Ünlü felsefeci Bertrand Russel, Sonning Ödülü‘nü aldığında 87 yaşında idi.
Örnekler çoğaltılabilir.. Bu yönde bir tartışma yersiz, anlamsız ve yararsızdır.

Sayın Sarıhan vb. az sayıdaki yurtsever “kıdemli aydın, kıdemli yazar” ların paha biçilmez birikimlerinden yararlanmaya çalışmak en uygunu olacaktır.

Sn. Sarıhan’ın da bu tür söz dalaşlarına (polemiklere) girmeksizin üretimini sürdürmesini önermek isteriz. Bir de, güncel yakıcı sorunlarımıza çözümler üreten yazıları önceleyerek..

Saygı ile. / 07.02.2020

Dr. Ahmet SALTIK

İKTİDAR TARAFINA GEÇMEK

İKTİDAR TARAFINA GEÇMEK

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com 16.01.2020

Yüz dolayında belediye başkanı, partilerinden istifa ederek AKP’ye geçecekmiş. Bunlardan ilk beşine yeni rozetlerini taktılar bile.

Ne denli talihsiz bir zamanlama.

Tam da AKP’nin sonu görünmüşken.

İktidar ne yapsın? Ayakta kalabilmek için her yola başvuracak. Kimi belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine kayyım atayacak, kimini çeşitli vaatlerle partisinden istifa ettirerek kendi partisine kaydedecek. Muhalif belediyelerin kaynaklarını keserek onları çalıştırmayacak.

Siyasal yaşamımızda ilk kez karşılaşılan bir şey değil. Sayıları az değildir: İktidar mensupları için ağza alınmaz hücumları yapan kimileri, bir sabah bakmışsın ki iktidar partisine geçmiş.

Bunun siyasal ahlakla en ufak bil ilgisi yok. Siyaseti halk için değil, kendi çıkarı için yaptıkları gün gibi açık.

Siyaset kurumu bunların yüzünden her gün ağır yaralar alıyor, halk kitlelerin gözünde gitgide saygınlık yitiriyor.

Bir de tek tek değil, parti olarak, bulundukları konumu terk edip hükümetin yanına kapağı atanlar var.

BUNU DA GÖRMEK VARMIŞ!

TV ekranlarında ibretle görüyoruz ki, uzun süredir hükümete en ağır hücumları yapan ve tek devrimci partinin kendileri olduğunu söyleyenlerin sözcüleri, hükümetin yanında saf tutmuş. Sağda üç, solda üç tartışmacı… Sağdakiler, AKP, MHP sözcüleri. Yanlarında yeni peydah olmuş biri daha var. “Biz üçümüz aynı cephedeyiz. Bizi birbirimizden ayıramazsınız” diyor. Öbür sırada oturanlara hükümetin diliyle yanıtlar yetiştirmeye çalışıyor. Demokrasiyi savunan Millet İttifakı’nı oluşturanları Amerika’nın projesi, terör destekçisi olarak suçluyor.

İzleyiciler şaşkınlık içinde. Onların 50 yıllık muhalif lideri için “Ne yapmak istiyor bu adam?” diye birbirlerine soruyorlar. Geçmişte O’ndan hoşlanan da vardı, hoşlanmayan da. Sözlerine kulak kabartanlar bulunurdu. Şimdi hepsi hayretler içinde. Bütün bir sol ve demokratlarla köprüleri atmış olan bu hareketin, bundan sonra nereye evrileceği merak ediliyor. Olur da, politikada bu denli zikzaklar olur mu?

Bu uzun yolda ara duraklar da var ama özetle belirtmek gerekirse, proletarya diktatörlüğünden Atatürkçülüğe, orada da mekân tutamayıp Tayyip Erdoğan’ın yanına! Türkiye’nin şimdiye dek gördüğü en gerici, en şoven ve savaşçı, kamu kaynaklarını talan eden, saltanat sevdalısı bir iktidarın yanına onları hangi rüzgâr atmış olabilir?

Kimileri bunu, her dönemde ilgiyi üzerinde toplamak isteyen bir serüvencilik olarak yorumluyor ki haklı olabilirler. Bir arkadaş, dünya siyaset tarihinde bunun birçok örneği olduğunu söylüyor. Benim aklıma da İtalya ve Alman tarihinden örnekler geliyor. Azılı milliyetçilik, azınlıklara düşmanlık ve savaş sevdası konusundaki üsluplar (AS: biçemler) benzerlik gösteriyor.

  • Partinin içi giderek boşalıyor.

Eski yandaş ve üyelerin çoğu eylemsiz duruma gelmiş. Bir bölümü resmen istifa etmiş. Ne gazetesine ne televizyonuna adam dayanıyor!

Ne gam, parti artık eski kitlelerinden ve devrimci demokrat çevrelerden oy alma umudunu çoktan yitirmiş. Şimdi, ortağı olduğu iktidara bel bağlamış.

Umudu artık sağ-milliyetçi-rantiyeci kesimde.

Demek bunları da görmek varmış!