Etiket arşivi: Taliban

AFGANİSTAN KABİL HAVAALANINI NEDEN TÜRKİYE KORUSUN??

AFGANİSTAN’da ASKERLERİMİZİ GÖREVLENDİRME ve TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ

Onur ÖYMEN

ABD Başkanı Biden, 14 Haziran günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşme ile ilgili olarak gazetecilerin sorularına

  • “Ne konuştuğumuzu ben açıklamam, onu Türklere sorun.” diye cevap vermişti.

Biden’ın bu sözlerindeki şifreler ne anlama geliyor? Türkiye’den neler bekleniyor? Türkiye bunlara nasıl cevap verecek?
Zirve toplantısından sonra meydana gelen bazı gelişmeler dikkat çekici oldu. ABD ve diğer bütün NATO ülkelerinin Afganistan’daki askerlerini çekmelerinden sonra Türkiye’nin oradaki askerlerini görevlendirerek Kabil’deki Hamid Karzai Havaalanının korunmasının üstleneceği yolunda çıkan haberler kaygıyla karşılandı. Taliban’ın Afganistan’ın büyük bir bölümünde yönetimi ele geçirerek katı bir şeriat devleti kurma yolunda aldığı mesafe bu kaygıları arttırdı.

  • Bütün müttefikler Afganistan’dan birliklerini çekerken Türkiye niçin çekmiyordu?

Başka ülkelerinin askerini çekmeleri için geçerli olan nedenler Türkiye için de geçerli değil miydi? Bu riskli görevi niçin sadece Türkiye üstlenecekti? Yoksa Türkiye, ABD ile ilişkilerini yumuşatabilmek, hatta bazılarını çözebilmek ümidiyle kendisi mi bu göreve talip olmuştu?

20 yıldan beri Türkiye, Afganistan’daki askerlerinin Kandehar gibi silahlı çatışmaların yer aldığı bölgelere göndermeyi kabul etmeyerek gereksiz risk almaktan haklı olarak kaçınmıştı. Şimdi çatışma riskini göze alıp bir politika değişikliğine mi gidiyorduk?

Kaldı ki, Anayasamızın 90 maddesine göre (AS: 92. madde olacak) yurt dışına asker göndermek için Meclisten karar almak gerekiyordu. Meclis onayı alınmadan böyle bir sorumluluk üstlenilebilir miydi? Hatta söz verilebilir miydi? 1 Mart tezkeresinin (AS: 2003) TBMM’de geri çevrilmesi yeterince öğretici olmamış mıydı?

Basında Amerika’yla yapılan görüşmeler sırasında Afganistan’la ilgili olmayan bazı ihtilaflı konuların da gündeme geldiği yolunda haberler yer aldı. Bu haberler doğru muydu?

  • Türkiye, şimdiye kadar diplomasi yoluyla çözülemeyen bazı sorunları askerlerimizin hayatını tehlikeye atarak mı çözmeye çalışacaktı?

Eğer Afganistan’ın Hükümet temsilcileriyle Taliban, Doha’da yürüttükleri görüşmelerde uzlaşmaya varıp bizden böyle bir görevi üstlenmemizi talep etmiş olsalardı belki yukarıdaki soruların bir bölümüne cevap bulunabilirdi. Ama ortada henüz böyle bir durum da yok. Tam tersine;

  • Taliban sözcüsü, Türk askerlerinin Afganistan’da kalmasına şiddetle karşı çıktıklarını,
    üstelik tehditkar bir dil kullanarak açıkladı.

Bu durum orada asker bulundurma kararını büsbütün savunulamaz hale getiriyor.
Peki, Amerika’dan ilişkilerimizin yumuşatılabileceği yolunda işaretler geliyor mu? Hayır gelmiyor. Tam tersine, birkaç gün önce 14 Amerikalı senatör Başkan Biden’a bir mektup göndererek Türkiye’nin Kıbrıs’taki bazı girişimlerini ve Sayın Cumhurbaşkanının KKTC’yi ziyaret etme kararını şiddetle kınamışlar ve ülkemize yaptırım uygulanmasını istemişlerdir.

Kısa bir süre önce Amerika’da bazı ünlü şahsiyetlerin girişimiyle başlatılan Türkiye Demokrasi Projesi isimli bir örgütlenmenin amacının da Türkiye’ye baskı yaparak hedeflerine ulaşmak olduğu daha ilk açıklamalarından anlaşılıyor.

Bu projenin katılımcılarından biri olan Başkanın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Bulton’un evvelce Türkiye hakkında söylediği katı ve eleştirisel sözler hafızalardadır. Diğer bir katılımcı David Philips’in , “Türk Ermeni Yakınlaştırma Komitesi” (TARC) başkanıyken izlediği tutum bizim açımızdan rahatsızlık yaratmış ve komitenin bazı Türk üyelerinin istifasına yol açmıştı. Daha sonra PKK sorununun çözümü için başlattığı başka bir girişimde

  • Türkiye’nin PKK’yla mücadeleden vaz geçip yeni bir anayasa hazırlayarak ve bu anayasada Türk kelimesine yer vermeyerek çözüm araması…

yolundaki önerileri de tepkiyle karşılanmıştı.

Öyle anlaşılıyor ki, Afganistan’da Türk askerlerinin görevlendirilmesi, taşıdığı büyük risk bir yana, ülkemizin çıkarlarına da hizmet etmeyecek, aleyhimizdeki husumet odaklarının etkisiz kılınmasını sağlayamayacaktır. Bu nedenle konunun Meclis’te başta askerlerimizin can güvenliği olmak üzere, bütün bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmesi bence uygun olacaktır.

*David Philips’in bu konuda hazırladığı raporlar için bkz. Onur Öymen, Uçurumun Kenarında Dış Politika, Remzi Kitabevi, s. 110

TERÖR DEVLETİ

Suay Karaman

Elli yılı aşkın süredir devam eden Filistin ile İsrail arasındaki çatışmada, her iki taraftan on binlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüz binlerce insanın yaralandığı, yaklaşık bir milyon insanın da evlerinden ve yurtlarından sürüldüğü bilinmektedir. Ramazan ayıyla birlikte İsrail polisi Kudüs’teki Şam Kapısı’nda akşamları iftar düzenlenmesini engellemek için bariyerler yerleştirmişti. Filistinliler bu durumu protesto ediyor ve İsrail polisi ile çatışıyordu. 7 Mayıs Cuma akşamı İsrail, işgal altındaki Doğu Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi. Camide namaz kılanlara ses bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Gazze ve diğer kentlere de sıçrayan olaylar halen devam etmektedir. İsrail’in havadan ve karadan vurmaya devam ettiği Gazze Şeridi‘nde tablo giderek ağırlaşmaktadır.

Arap ve Yahudi grupların sert çatışmalarında birçok ölüm ve yaralanma olayı meydana gelmiştir. Geceleri sürekli iki tarafın ateşlediği roketlerin kıvılcımlarıyla İsrail ve Filistin semaları aydınlanmaktadır. Bu durumda iç savaş uyarısı yapan İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin, “Sokaklarımızda savaş patlak verdi. Çoğunluk gördüklerine inanamıyor ve şok yaşadığı için hiçbir şey söyleyemiyor” dedi.

14 Mayıs 1948 tarihinde kurulan İsrail, kurulduğundan beri sürekli Araplarla savaşmış ve her savaştan topraklarını büyüterek çıkmıştır. ABD’nin stratejik müttefiki olan hatta Ortadoğu’ daki jandarması kabul edilen İsrail’in, sürekli yeni yerleşim birimleri kurup, Filistin halkını sürmesine ve katletmesine, ABD destek olmaktadır. Çünkü emperyalizm, siyonizmin işbirlikçisidir, destekçisidir.

Son iki yılda dört seçim gören İsrail’de iç siyaset hayli karışık bir durumdadır. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları ile gündeme gelen Başbakan Binyamin Netanyahu, bu saldırılarla kendi durumunu unutturarak, iktidarda kalabilmek için yeni ve kanlı bir oyunun peşindedir. Açıkça bir terör devleti görünümündeki İsrail, bu yaptıkları nedeniyle tüm dünyada öfke yaratmıştır ve gelen tepkilere karşın saldırılarına devam etmektedir. Ama İsrail’e yaptırım uygulamak söz konusu değildir çünkü arkasında ABD ve Batının desteği bulunmaktadır.

Türkiye’de, siyasi iktidarın desteğiyle Filistinlilerin yaşadıkları karşısında Ankara, İstanbul, Adana, Kayseri başta olmak üzere bazı kentlerde mitingler düzenlendi. Küresel salgın nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde “tekbir” getirerek sokaklara dökülen tarikat artıklarının organizasyonu ilginçtir. Bunlar bir araya toplanırken güvenlik güçleri ne yapmıştır, hatta nerededir gibi sorular da yanıtsızdır. İstanbul’da binlerce kişi Türk ve Filistin bayraklarıyla Beşiktaş’taki İsrail Başkonsolosluğu önünde sloganlar atarak İsrail’e tepkilerini gösterdi. Vatan Caddesi’nde bir araya gelen vatandaşlar, Türk ve Filistin bayrakları asılı araçlarıyla konvoy yaparak İsrail’i protesto etti. “Kahrolsun İsrail” diye sloganlar atılarak, İsrail’in kahrolmadığı bilinmesine karşılık, sadece kendi bindirilmiş kıtaları alanlara çıktı. Ama bu bindirilmiş kıtalar Uygur Türklerine yapılanlara tepki vermedi. Bu bindirilmiş kıtaların, Yunanistan’ın işgal ettiği Ege adalarımız konusunda hiçbir tepki ve eylemi olmadığı gibi söylemi bile yoktur.

  • Siyasi iktidarın ülkemizin sorunlarını unutturmak için Filistin konusunda, küresel salgına karşın bindirilmiş kıtalarını sokaklara döktüğü anlaşılmaktadır.

12 Mayıs Çarşamba günü Suudi Arabistan ziyareti sonrasında Dışişleri Bakanının yaptığı açıklama şöyledir:

  • “Hep böyle kınıyoruz ama ümmet adım atmamızı bekliyor. Artık bu tür saldırıların durması gerekiyor. Elbette uluslararası hukuk çerçevesinde Filistinlilerin haklarını korumamız lazım.“

Ümmet sözcüğü ile ne anlatılmak istenmektedir; hangi ümmet nasıl bir adım atmamızı bekliyor? Müslüman Kardeşler mi, Taliban mı, Hizbullah mı, IŞİD mi, HAMAS mı? İsrail’e karşı ümmeti göreve çağırma girişimleri boşunadır, sonuç vermeyeceği bellidir. Ümmet değil ama Türk Milleti bu sorunu barış ile çözmelidir. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi her zaman geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde büyük bir insanlık dramı haline gelen Filistin sorunu, iki devletli şekilde çözülmelidir. Ancak ne yazık ki İsrail’in saldırgan tutumuna karşı şimdilik kısa vadede bir çözüm görünmemektedir.

Ülkemizin ovalarını, barajlarını İsrail’e peş keş çekerseniz, tohumlarınızı İsrail’den alırsanız, savaş uçaklarının teknolojik sistemleri İsrail tarafından yapılırsa, özelleştirme adı altında birçok şirketinizi İsrail’e satarsanız, İsrail ile ticari ilişkileriniz büyük boyutlara ulaşmışken İsrail’e karşı yalnızca kınama yaparsınız. Bu yüzden İsrail ile ilişkilerinizi donduramazsınız, büyükelçinizi çekemezsiniz çünkü elinizi vermişsiniz, kolunuz onlarda. Üstelik Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2004 tarihinde Yahudi Üstün Cesaret Madalyası aldığı düşünülünce, İsrail’e salt içi boş kınamalar yapılacağı bilinmelidir. İsrail’in yoğun saldırıları karşısında, 14 Mayıs Cuma günü Mescid-i Aksa’da toplanan kalabalığın “Biz buradayız, sen neredesin Erdoğan” sloganı atarak, protesto gösterilerinde bulunduğu da gözlerden kaçmamıştır. 

Azim ve Karar, 17 Mayıs 2021

Bu şekilde girersek tuzağa düşeriz

Bu şekilde girersek tuzağa düşeriz

Türker Ertürk
Odatv.com, 09.10.2019

Geçen Pazartesi günü (7 Ekim 2019) ABD Başkanı Trump, sosyal medya hesabı üzerinden Türkiye’yi tehdit etti ve “Sınırların aşılması durumunda Türkiye’nin ekonomisini yok edeceğim dedi. Halbuki Trump, Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Suriye’nin kuzeyindeki harekât için yeşil ışık yakmıştı. Gerçekte bu yeşil ışık, Trump’ın derin devleti arkasına almaya yönelik bir iç politika manevrasıydı. Çünkü ABD derin devletinin bunu kabul etmeyeceği biliniyordu.

Trump, aynı şeyi geçen sene (Aralık 2018) de denemiş, Suriye’nin kuzeyinden ABD askerlerini çekmeye kalkmış, yer yerinden oynamış, Savunma Bakanı James Mattis tepki olarak istifa etmiş ve Trump geri adım atmak zorunda kalmıştı. Şimdi de çok tepki geldi. Daha önceden Güney Carolina Valiliği ve ABD’nin Birleşmiş Milletler eski Daimî Temsilciliğini yapan Nikki Haley, Trump’ın Suriye’nin kuzeyinden asker çekmesini sert bir dille eleştirdi ve Türkiye dostumuz değil, Suriyeli Kürtleri desteklemeliyiz, onları ölüme terk etmek büyük hata olur.” dedi.

TRUMP’ın BOYUNU AŞAR

ABD Dışişleri eski Bakanı Hillary Clinton“Trump Türkiye’nin otoriter liderinden yana tavır alarak, Suriye’deki Kürt müttefiklerimize ve Amerikan çıkarlarına ihanet ediyor” açıklamasını yaptı. Daha geçen hafta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey “Washington SDF’yi (Suriye Demokratik Güçleri) desteklemeye devam edecek” açıklamasını yapmıştı. SDF denen, esasında PYD’nin Türkiye’yi kandırmak için konan diğer adıydı. Buradan anlayacağımız üzere; ABD’nin Suriye’de Kürtleri destekleme politikasından vazgeçmesi mümkün değil. Bu, Trump’ın boyunu aşar! O da bunu bildiğinden, hemen Türkiye’yi tehdit ederek içeriye “Sorun yok” demek istedi.

Trump bu tehditle; “Benim tanıdığım limitler içinde, kendi iç politika ihtiyaçların için operasyon yapabilirsin. Dışına çıkar da müttefikim olan PYD’ye zarar verirsen, daha önce papaz krizinde yaptığım gibi ekonomini perişan ederim” demek istedi. Mesaj piyasalar tarafından hemen alındı ve Türk LirasıAmerikan Dolarına karşı hemen düşüşe geçti. Bakın Trump’ın sosyal medya mesajı nelere kadir oluyor! Burada temel sorun; iktidarın 17 yıldır hiçbir sınırlama olmadan yönettiği ekonomimizin bu denli kolay manipüle (AS: manuple) edilir duruma getirilmiş olmasıdır.

“DEMOKRASİ GETİRECEĞİZ” GİZLİ AMACI ÖRTMEK İÇİNDİ

ABD’nin Suriye politikasında hala bir değişiklik yok. Mart 2011’de, Türkiye’nin de içinde olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Suriye bacağı kapsamında bu ülkede vekâlet savaşı başlatıldı. “Demokrasi, Esad halkını eziyor, diktatör Esad, insan hak ve özgürlükleri” söylemleri, tümüyle gizli amaçlarını örtmek için palavraydı. Hem de ne palavra!

  • Amaç; Suriye’yi bölüp parçalamak ve Kürt Devleti’nin Suriye parçasını inşa etmekti.

Düşünebiliyor musunuz; demokrasi ve insan hakları açısından 22 Arap ülkesi içinde en iyi durumda olan Suriye’ye, bu konularda en kepaze durumda olan Suudi Arabistan ile demokrasi getirilmeye çalışıldığını!

RUSYA TOPA GİRİNCE ABD PLANINI REVİZE ETTİ

ABD 2015’ten sonra, Rusya’nın Suriye’de topa girmesinin ardından yaşanan gelişmeler nedeniyle, Suriye’yi parçalama hedefini kuzeyde aynen Irak’ta olduğu gibi güçlü bir Kürt otonom yapının bulunacağı federatif bir Suriye olarak değiştirdi. Yani ABDBOP’un Suriye bacağının realizasyonunu bir miktar revize etti ve zaman olarak öteledi. Tabii ki nihai hedefi değişmedi. Görünen o ki -daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi-

  • Suriye konusunda Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği, ABD’nin yapmak istedikleri ile taban tabana çelişiyor.

Yapılması gereken; 

  • Suriye merkezi hükümeti başta olmak üzere, bölge güçleri ile işbirliği yapmaktır.
  • Ama iktidar en başından beri hep yanlış işlerin içinde oldu ve hala da doğruya gelmiş değil.

Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın uzantısı bir yapının egemen olmasının ülkemizin çıkarları ve güvenliği ile çelişmekte olduğunu artık iktidar da söylüyor. Bunu engellemenin yolu ise Suriye ile işbirliğinden geçmekte. Ama iktidar başka şeyler peşinde olduğundan, Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği için adeta şart olan Suriye ile işbirliğine yanaşmıyor.

  • Egemen bir ülkenin topraklarına kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları atıyor ve fakülteler kuruyor.
  • Bunlar, doğru işler değil! İleride başımızı çok ağrıtacak.

KİMSE YANIMIZDA OLMAZ

ABD, Türkiye’yi ikili seçeneğe mahkûm ediyor. Birincisi; oyalama taktiği ile Suriye için kurguladığı mevcut durumu kabule zorlamak ki, şimdiye dek bunu başarı ile götürdüler. İkincisi ise; kışkırtarak, gel gel yaparak ve tuzak kurarak Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyine sokup, ağzına kadar bataklığa girmesini sağlamak. Türkiye’nin bütün dünyayı karşısına alarak Suriye’ye girmesi çok yanlış olur ve uluslararası hukuk açısından meşruiyeti de olmaz. Kimse yanımızda da olmaz.

Sovyetler Birliği, 1979’da Afganistan hükümetinin daveti üzerine bu ülkeye girdi. Burada 9 yıl savaştıktan sonra 1988’de, 15 bin insanını yitirerek geri çekildi. Sovyetler Birliği bu süre içinde Afganistan’da, gerçekte ABD’nin verdiği olanaklarla donatılmış vekilleriyle savaştı.

KIZIL ORDU’NUN DURUMUNA DÜŞERİZ

Yenilmez denilen Kızıl Ordu yenildi, arkasından Sovyetler Birliği çöktü ve dağıldı. Çünkü Kızıl Ordu’ya karşı savaşan, uzaktan bakıldığında ve Moskova’dan değerlendirildiğinde çapulcu gibi gözüken bu Afgan savaşçıların, radikal İslami örgütlerin ve Taliban’ın arkasında ABD’nin sınırsız desteği, lojistiği ve teknolojik olanakları vardı.

  • Tüm dünyayı karşımıza alarak Suriye’ye girersek; başımıza çok ama çok büyük bela alırız ve işin içinden çıkamayız.

Karşımızda yalnızca yaklaşık 80 bin kişilik PYD kuvvetleri olmayacak.

Aynen Afganistan örneğinde olduğu gibi olacak. Rusya’nın desteği bile şartlı ve sınırlı.

  • Burada yapmamız gereken; Suriye ile anlaşmak ve Suriye ile beraber hareket etmektir.

Küresel emperyalist dayatmaya karşı ancak bölgesel dayanışma içinde direnebilirizABD’nin Suriye’ye ve bölgeye yönelik planını ancak bu şekilde değiştirebiliriz.

  • Mücadeleler hamasetle değil, akılla kazanılır.

Suriye konusunda bugüne dek akılsızca işler yaptık, umarım bundan sonra aklımızı başımıza devşiririz.

Din adına yapılan katliamlar

Din adına yapılan katliamlar

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25.3.19
  • Ahlak dinin tekelinde değildir.
  • Ahlaklı olmak için dine gereksinim yoktur.

Ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. Ancak dinlerin de bir ahlak anlayışı vardır. Dinler de insanlara merhametli olmayı, vicdanlı olmayı, adil olmayı öğütlerler. Ancak nasıl oluyorsa, din adına hareket ettiğini iddia eden bazı odaklar, ahlakı yerle bir ediyorlar, her türlü merhametsizliği, vicdansızlığı ve zulmü gerçekleştiriyorlar, insanları katlediyorlar.

Ortaçağda haçlı seferlerinde yaklaşık 2 milyon insan katledildi.

Yine aynı çağda Avrupa’da, yaklaşık 35 bin kadın, cadı ve büyücü olduğu iddiasıyla yakıldı.

Avrupa’da 1618- 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarında, yaklaşık 7 milyon insan öldürüldü. Ortaçağdan sonra Fransa’daki mezhep savaşlarında yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
1960’lı yıllarda Nijerya iç savaşında yaklaşık 2 milyon insan, 1980’lerde ve 1990’larda Sudan iç savaşında yaklaşık 1.5 milyon insan, 1970’li ve 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşında yaklaşık 200 bin insan öldürüldü. 1980’li yıllarda İran’da yaklaşık 8 bin kişi idam edildi. 2000’li ve 2010’lu yıllarda El Kaide, Taliban, El Nusra, IŞİD gibi terör örgütleri 10 bini aşkın insanı katletti.

Türkiye’de 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş olaylarında, 1990’lı yıllarda Sivas olaylarında yüzü aşkın insan katledildi. Yine Türkiye’de 1990’lı yıllarda,
– Turan Dursun,
– Muammer Aksoy,
– Bahriye Üçok,
– Ahmet Taner Kışlalı ve
– Uğur Mumcu..

gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler öldürüldü.

Geçen hafta Yeni Zelanda’da yaşanan katliam da bu büyük tablonun bir parçasıdır.

  • İnsanlar yüzlerce yıldır, Hıristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Musevilik adına, Katoliklik adına, Ortodoksluk adına, Protestanlık adına, Sünnilik adına, Şiilik adına birbirlerini katlediyorlar. Oysa Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da insanların canını almanın, bir insanı öldürmenin büyük bir günah olduğu, bunun Tanrı’nın buyruklarına aykırı olduğu, bunu yapanların Tanrı tarafından öte dünyada sonsuz bir acıyla, yani cehennem azabıyla cezalandırılacağı belirtiliyor.

Yaşananlar karşısında sorulması gereken sorular şunlardır:

Din adına bu kadar çok vahşet neden gerçekleştirilmektedir?

Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar, neden din adına dine aykırı hareketler içinde yer almaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden

merhamet,
vicdan,
sevgi ve
adalet

duygusundan yoksun bir biçimde yaşamaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden ahlaklı olmayı bir türlü becerememektedirler?

Bu vahşetlerin sorumlusu dinler midir, yoksa dini kullanan siyasetçiler midir?

Din üzerinden öfke, kin ve nefret duygularını teşvik eden siyasetçilerin ve yöneticilerin bu vahşetlerin ve katliamların yaşanmasındaki rolü nedir? Din adına şiddet ve terör eylemi yapanlar bu cesareti nereden almaktadırlar? Bu eylemleri yapanların esin kaynağı nedir?

Laiklik ilkesinin bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda içselleştirilmediği ve özümsenmediği bir ortamda din ve mezhep adına yapılan katliamlar önlenebilir mi?

Din ve mezhep üzerinden siyaset yapmak, insanların bütünleşmesi yerine, farklı dinlerden, mezheplerden ve dünya görüşlerinden olan insanların kutuplaşmasına ve önünde sonunda bir çatışma kültürünün içinde yer almasına yol açmaz mı?

Bu soruların sorulmadığı ve bu sorulara yanıtların aranmadığı bir ortamda söylenen tüm sözler boş laftan ibarettir. Yöneticiler, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular boş işlerle uğraşacaklarına, biraz da bunlarla uğraşsalar, insanlığa büyük bir katkı yapmış olurlar.
Ama bunu yapabilmek için de akılla birlikte, bir ahlak ve erdem anlayışına, bir vicdan, merhamet ve adalet duygusuna, bir insan sevgisine gereksinim vardır.

KUBİLAY vuruldu; ayağa kalkıp yürüdü..

KUBİLAY vuruldu; ayağa kalkıp yürüdü..

Saygı Öztürk
Saygı ÖZTÜRK
SÖZCÜ, 23.12.15

Genelkurmay’ın 26 Aralık 1930 tarihli raporunda Asteğmen Kubilay’ın adım adım ölüme gidişi yer aldı: Kubilay, bir anda yere düştü. Vurulmuştu… Derhal ayağa kalktı, camiye doğru yürürken avluda yığıldı kaldı. Mürteciler yanına gelip katletti

FOTO: SÖZCÜ Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay şehit edildiğinde henüz 24 yaşındaydı…

As­teğ­men Ku­bi­lay, de­mok­ra­si ve la­ik­lik şe­hi­di.
Bir kıs­mı ‘giz­li­’ ka­yıt­lı 85 yıl ön­ce­ki res­mi bel­ge­le­ri in­ce­le­di­ği­miz­de ola­yı da­ha iyi an­lı­yo­ruz. Der­viş Meh­met ta­ra­fın­dan es­ra­ra alış­tı­rı­lan gö­zü dön­müş gru­bun üze­ri­ne ilk gi­den ve
Der­vi­ş’­in ya­ka­sı­na ya­pı­şan As­teğ­men Ku­bi­lay, res­mi bel­ge­ler­de ge­çen ifa­deye gö­re
“ko­yun gi­bi­” ke­sil­di. Va­li Ka­zım Bey, ma­ki­ne­nin ba­şın­da­dır. İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı­’nın
“Me­ne­men Ola­yı­” ile il­gi­li yö­nelt­ti­ği so­ru­la­rı ce­vap­lan­dı­rı­yor. Dün kal­dı­ğı­mız yer­den
‘Me­ne­men Ra­po­ru­’nu oku­ma­ya de­vam edi­yo­ruz:

YAKASINA YAPIŞIP BAĞIRDI

“Ku­bi­lay Bey müf­re­ze­si sa­at 08.30’da olay ye­ri­ne ge­li­yor. As­ker­le­ri­ne man­ga ko­lu ni­za­mın­da sün­gü tak­tı­ra­rak tel­graf­ha­ne ya­kı­nın­da bı­ra­kı­yor. Ken­di­si mür­te­ci­le­rin ya­nı­na gi­di­yor.
Meh­di Meh­me­t’­in ya­ka­sı­na ya­pı­şa­rak çe­ki­yor ve yap­tık­la­rı ha­re­ke­tin yan­lış­lı­ğı­nı an­la­tı­yor.
Bun­lar­la uğ­ra­şır­ken ye­re dü­şü­yor. Mür­te­ci­ler­den bi­rinin kur­şunuy­la ya­ra­la­nı­yor.
Fa­kat der­hal aya­ğa kal­ka­rak ca­mi­ye doğ­ru gi­der­ken ya­ra­nın te­si­riy­le av­lu­da dü­şü­yor.
Kah­ra­man Ku­bi­lay Be­y’­in ya­ra­lan­dı­ğı­nı gö­ren müf­re­ze­de­ki as­ker­ler hiç­bir ala­ka gös­ter­mek­si­zin olay ye­ri­ni terk edip da­ğı­lı­yor­lar. Bun­dan do­la­yı­dır ki ko­mu­tan­la­rı­nın uğ­ra­dı­ğı fe­ci vah­şet ve akı­bet­ten bi­le ha­ber­dar ola­mı­yor­lar.

FOTO: SÖZCÜ Ge­ne­ral Mus­ta­fa Muğ­la­lı baş­kan­lı­ğın­da ku­ru­lan as­ke­ri mah­ke­me­de 2 bin 200 sa­nık yar­gı­lan­dı. Derviş Mehmet’in aralarında bulunduğu 29 ki­şi Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­di­ği yer­de asıl­dı.

MUSALLA TAŞINA VURDULAR

5-10 da­ki­ka son­ra ya­ra­lı­nın ca­mi av­lu­sun­da ol­du­ğu­nu uzak­tan gö­ren Meh­di Meh­me­t’­le
Şam­dan Meh­met, yan­la­rın­da­ki bir bı­çak­la ve pek fe­ci bir su­ret­te ba­şı­nı ke­si­yor­lar.
Ke­si­len ba­şı av­lu­da­ki mu­sal­la ta­şı­na vu­ra­rak sil­ke­le­dik­ten son­ra Be­le­di­ye Mey­da­nı­’na ge­ti­rip bay­rak di­re­ği­ne ta­kı­yor­lar. Mey­dan­da­ki elek­trik di­re­ği­ne bir ku­şak­la bağ­la­nan bay­ra­ğın di­re­ği kı­rıl­mak is­ti­da­dı­nı gös­te­rin­ce mür­te­ci­le­rin istemi üze­ri­ne Yan­ya­lı Ar­na­vut Ka­mil,
70-80 met­re uzak­lık­ta­ki dük­ka­nın­dan ip ge­ti­ri­yor ve bay­rak so­pa­sı­nı elek­trik di­re­ği­ne bağ­lı­yor. Mür­te­ci­ler, ke­si­len ba­şın et­ra­fın­da do­la­şa­rak hal­kın ka­tı­lı­mı­nı ar­tır­ma­ya ça­lı­şır­ken,
ikin­ci saf­ha­nın müf­re­ze­le­ri ge­li­yor.

BEK­Çİ Sİ­LA­HI­NI ATEŞ­LE­Dİ

Yüz­ba­şı Bah­ri Be­y’­in ku­man­da­sın­da bu­lu­nan müf­re­ze olay ye­ri­ne gel­di. Hal­kın da­ğıl­ma­sı için ih­tar­la­rı yap­tık­tan son­ra ateş aç­mış­lar­dır. Bi­lin­di­ği gi­bi te­pe­len­miş ve bun­lar dağ­la­ra
kaç­mış­lar­dır. Bu sı­ra­da ha­pis­ha­ne ya­nın­da si­lah­sız ola­rak bu­lu­nan ve Ku­bi­lay Be­y’­in şe­ha­de­ti­ni gö­ren Kır Bek­çi­si Ha­san Ça­vuş 5 da­ki­ka me­sa­fe­de­ki Ahi Hı­zır Ma­hal­le­si­’n­de­ki evi­ne ko­şa­rak ora­dan si­la­hı­nı alır ve ye­ti­şe­rek as­ker­le­rin ate­şi­ne ka­tı­lır. Mür­te­ci­le­rin ate­şi so­nu­cu ölü­yor.
İkin­ci bek­çi de Na­lın­cı Ali us­ta­nın dük­ka­nı­nın önün­de şe­hit dü­şer.

KA­FA­LA­RI ve RUH­LA­RI DU­MAN­LAN­MIŞ

Ay­lar­dan be­ri po­li­ti­ka ce­re­yan­la­rıy­la çok tah­rik edil­miş ve bir bölüm ga­ze­te­le­rin za­li­mce
saf­sa­ta­la­rı da olay­la­rın çık­ma­sın­da et­ki­li ol­muş­tur. Bun­dan do­la­yı­dır ki ka­fa­la­rı ve ruh­la­rı
ta­as­su­bun ya­man ate­şiy­le du­man­laş­mış mür­te­ci, es­rar­keş ta­ri­kat­çı­lar ola­yın ba­şın­dan be­ri
en­di­şe­siz­di­ler. Ge­rek mey­dan­da ve ge­rek­se ka­sa­ba­nın için­de per­va­sız­ca ha­re­ket et­ti­ler.
Ba­şar­ma­la­rı durumunda as­ke­rin de ken­di­le­ri­ne si­lah at­ma­ya­ca­ğı ve hal­kın ken­di­le­ri­ne ka­tı­la­ca­ğı hak­kın­da ümit­le­ri­ni bes­li­yor­lar­dı. Gös­te­ri­le­re 300 ki­şi ka­tıl­mış, bun­la­rın bir bölümü ola­yı
sey­re­der­ken, kimileri ise yar­dım­cı ol­muş­tur.

VAHŞET BU DE­RE­CE­Yİ BUL­MAZ­DI

Yüz­ba­şı Fah­ri Efen­di yal­nız üç bü­yük si­lah ta­şı­yan şa­ki­le­ri ilk an­dan be­ri gör­müş­tü. On­lar açık­ta ken­di­le­ri du­var ar­ka­sın­da ve pu­su­da idi. Jan­dar­ma ya­zı­cı­sı Ali Efen­di ken­di deyimiy­le bu durumu fii­len ha­zır­la­mış­tı. Fa­kat ya­pı­la­cak bir tes­lim ih­ta­rı bir yay­lım ate­şi hal­kı da­ğıt­mak ve biz­zat halk ta­ra­fın­dan bun­la­rın bağ­lat­tı­rıl­ma­sı müm­kün­dü. Asteğmen Ku­bi­lay Be­y’­in düş­man­la te­ma­sı­nı gö­rür gör­mez or­ta­ya atı­lır bun­la­rı ya­ka­lar­dı. Ça­tış­sa bi­le fa­ci­a böy­le vah­şet de­re­ce­si­ni bul­maz­dı.”

O dö­nem­de “Er­ka­nı Har­p” adı­nı ta­şı­yan Ge­nel­kur­may Baş­kan­lı­ğı­’nın, 26 Ara­lık 1930 ta­rih ve 6747 nu­ma­ra­lı tez­ke­re­sin­de Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edi­li­şi şu cüm­le­ler­le an­la­tı­lı­yor:

  • “Ken­di­si­ne meh­di sü­sü ve­ren ki­şi ar­ka­sın­dan ko­şup za­bi­ti tu­tu­yor ve ca­mi­nin bi­nek ta­şı ta­ra­fı­na doğ­ru sü­rük­le­ye­rek ve be­lin­den bı­ça­ğı­nı çe­ke­rek bi­nek ta­şı üs­tün­de za­bi­tin ba­şı­nı bir ko­yun gi­bi ke­si­yor. Ba­şı, elin­de ta­şı­dı­ğı bay­ra­ğın ucu­na ta­kıp ta­şı­yor ve yi­ne nut­ku­na baş­lı­yor.
    Ku­bi­la­y’­ın bo­ğa­zı ke­si­lir­ken aha­li bu ha­li al­kış­lar­la kar­şı­lı­yor.

YOLA CEPHANESİZ ÇIKMIŞLAR

Bu durum kar­şı­sın­da 10 adım ka­dar ge­ri­de bu­lu­nan bö­lük, baş­la­rın­da­ki ça­vuş­la­rın kan­sız­lı­ğı
yü­zün­den hiç­bir ha­re­ket ve can­lı­lık gös­ter­mi­yor ve al­çak­ça­sı­na fi­rar edi­yor. 4 as­ker­le hü­kü­met ko­na­ğı içi­ne gi­ren Jan­dar­ma ku­man­da­nı da bu duruma ka­dın gi­bi se­yir­ci ka­lı­yor. Te­le­fon­la
kuv­vet ta­lep eden Jan­dar­ma ko­mu­ta­nı ve bu kuv­ve­tin ne için, ne mak­sat­la ve ne gi­bi bir va­zi­fe kar­şı­sın­da ta­lep edil­di­ği hak­kın­da ala­y­ı bil­gi­len­dir­me­miş­tir. Jan­dar­ma ku­man­da­nı­nın nok­san
ola­rak ver­di­ği bil­gi yü­zün­den, alay­ca gön­de­ri­len ilk bö­lük cep­ha­ne­siz ola­rak yo­la çı­ka­rıl­mış­tır.”

KES­TİK­LE­Rİ YER­DE ASIL­DI­LAR

Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­me­sin­den son­ra Der­viş Meh­met ve iki ada­mı öl­dü­rül­dü. Me­ne­men,
Ba­lı­ke­sir ve Ma­ni­sa­’da sı­kı­yö­ne­tim ilan edil­di. Ge­ne­ral Mus­ta­fa Muğ­la­lı baş­kan­lı­ğın­da ku­ru­lan as­ke­ri mah­ke­me­de 2 bin 200 sa­nık yar­gı­lan­dı. 29 ki­şi Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­di­ği yer­de asıl­dı.

Ata­türk eli­ni ma­sa­ya vur­du ‘Suç­lu­la­rı he­men bu­lu­n!’ de­di

Ata­türk, Edir­ne Be­le­di­ye Mec­lis sa­lo­nun­da top­lan­tı ya­par­ken Me­ne­me­n’­de ya­şa­nan olay­la­rı
öğ­re­ni­yor. Emek­li öğ­ret­men Ay­han Tun­ca­’nın “Mus­ta­fa Ke­mal Ata­türk Edir­ne­’de”
ki­ta­bın­da, ora­da ya­şa­nan­la­rı şöy­le açık­lı­yor:

“O gün Edir­ne Be­le­di­ye Mec­lis Sa­lo­nu’n­da tat­lı bir soh­bet var­dı. İçiş­le­ri Ba­ka­nı Şük­rü Ka­ya, eniş­te­si olan Va­li Emin Bey ile il­gi­li bir şa­ka yap­mak için ağ­zı­nı aç­mış­tı ki, bir su­bay elin­de
tel­graf­la içe­ri­ye gir­di ve Ata­tür­k’­e uzat­tı. Ata­türk tel­gra­fı al­dı, oku­du; ama yüz hat­la­rı de­ğiş­miş, ren­gi sa­rar­mış­tı. Sa­lon­da tüm ne­fes­ler tu­tul­muş­tu. Ata­türk bir­den eli­ni ma­sa­ya vur­du,
aya­ğa kalk­tı ve hid­det­le:

  • ‘Ar­ka­daş­lar! Me­ne­me­n’­de mür­te­ci Nak­şi­ben­di­ler, be­nim Ku­bi­lay ad­lı su­ba­yı­mı kat­let­miş­ler.
    Şe­hit et­miş­ler. Ba­şı­nı, göv­de­sin­den ayır­mış­lar. Suç­lu­lar he­men bu­lun­sun,
    Me­ne­men ha­ri­ta­dan si­lin­si­n’ di­yor.Şükrü Ka­ya­’nın Ga­zi­’yi sa­kin­leş­tir­mek için çok uğ­raş­tı­ğı söy­le­nir.”23 Ara­lık 1930 ta­ri­hin­de Alay Baş­he­ki­mi Yüz­ba­şı H. Su­at, Me­ne­men Hü­kü­met Ta­bi­bi 43. Alay Dok­to­ru Ne­ca­ti Be­y’­in dü­zen­le­di­ği ölüm ra­po­run­da şun­lar ya­zı­yor:

    “Ku­bi­lay Efen­di, çı­kan ar­be­de­de asi­ler­den her­han­gi bi­ri­si ta­ra­fın­dan vu­rul­muş­tur.
    Sağ kol­tuk al­tın­dan vu­ru­lan Ku­bi­lay Efen­di 30 met­re ile­ri­sin­de­ki ca­mi­ye kaç­mış­tır.
    Ora­da başı bo­ynundan ay­rıl­mış­tır.”

    ==========================================

    Dostlar,

    İşte böyle hazin bir öykü…
    Araştırmacı gazetecilik geleneğine bağlı, SÖZCÜ yazarı sayın Saygı Öztürk‘ün
    bu çabası ve hizmeti için kendisine teşekkür borçluyuz..

    Hiç bir şey eyleme geçen cehaletten daha korkunç değildir..”

    İrtica da cehaletin acı ürünlerinden değil mi?
    İrtica paranoyamız mı depreşti, yakıcı gerçek karşısında feryat mı ediyoruz?
    Çığlığımız duyuluyor mu?
    İşte IŞİD faciası..
    Taliban, El Nusra, El Kaide..
    İSLAMOFOBİ boşuna ve yersiz mi; yoksa çığlık çığlığa SOS mi?

    Kur’an bunları dışlıyor mu, kesin buyrukları mı var??

    • “Tarih kralların, generallerin çiftliği değil, ulusların tarlasıdır.
      Her ulus geçmişte bu tarlaya ne ektiyse, onu biçer.” demişti Voltaire.

      Enis Behiç Koryürek ise;

    • “Kolay gelmedi bu günler,
      Toprağa çelenk oldu şehitler..” diye yazmıştı

      Artık yetmez mi?
      Hıristiyan dünyası nerdeyse 500 yıldır insan yakma vb. vahşeti terketti.
      Kiliseyi ve İncil’i insanların vicdanına bıraktı.
      Yaşamı ise akla ve bilime dayalı genel – evrensel kurallar yönetmeliydi.
      İnsanlar LAİK oldular 100 yıldan uzun süren çok kanlı mezhep savaşlarından sonra.
      Devleti ve toplumsal yaşamı, hukuk düzenini… SEKÜLER kıldılar.
      Dinde reform yaptılar.. Aydınlanma Devrimi‘ni yaşadılar..Aklı inançtan özgürleştirdiler, bilimi de dinden..

      Egemenliğin kaynağını göklerden (!) yeryüzüne indirdiler.

      Sonra da Sanayi Devrimi, bilimsel keşifler dönemi açıldı bu sayede.
      Veeee. günümüzde Dünyaya egemenler..

      DİNCİLİK (Din değil!) batağından çıkamayan İslam dünyası sömürge oldu!

      Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu laik – seküler düzenin demokrasi ve insan hakları için
      hava gibi, su gibi vazgeçilmez olduğu??

      Türkiye’de dinci – laiklik karşıtı – sekülarizm düşmanı – fanatik şeriatçı kesimlere özellikle hükümetler eliyle “oy” beklentisiyle ölçüsüz ödün verilirse İRTİCA hep aynı şeyi yapar :

    • İNSANLARI VAHŞETLE ÖLDÜRÜR YAKAR..
      Canilikte sınır tanımaz..Ne yazık ki bu ilkel vahşet insanın doğasında var.
      Bu yüzden, çok sıkı önlemler bu vahşetin bastırılması – engellenmesi,
      uzun erimde genetik olarak sönümlendirilmesi hedef olmalıdır.Kubilay vahşeti tipik, çok öğretici ve ders verici bir örnektir.

      İslam tarihinde en can alıcı örnek KERBELA katliamıdır.
      Muhammet peygamberin torunları, gözbebeği EHLİBEYTİ, Irak çöllerinde
      Yezit tarafından aç ve susuz bırakılarak çoluk – çocuk 72 kişi görülmemiş bir vahşetle
      şehit edilmişlerdir..

      1400 yıla yakın zaman geçmesine karşın aradan, toplumsal bellek ve vicdanda oluşan
      çok ağır zedelenme hala aşılamamıştır ve “travma sonrası stres bozukluğu” (PTSD)
      sosyal psikolojik olarak hala süregelmekte, yoğunlukla yaşanmaktadır.

      Maraş (1978; 500’ü aşkın ölü) ve Çorum katliamları (1980; 100’ü aşkın kurban),
      Sivas Madımak kırımı (1993; 35 insan otelde canlı canlı yakıldı!),
      Gazi Mahallesi kırımı (1995; 19 kurban)…

      Hepsi de Alevi yurttaşlara dönük vahşet.. Postmodern Kerbela örnekleri..
      Bunlar asla olmamalı!

      En temel hak YAŞAM HAKKIDIR ve Devletin 1 numaralı görevi budur!

    • Bu amaçla laiklik ve seküler devlet düzeninden asla ve zerrece ödün verilemez!
      Tüm yurttaşlar bu üstün evrensel çağdaş değerlerle eğitilmeli ve içselleştirmeleri sağlanmalıdır. Yoksa Türkiye, dinci AKP iktidarında yeni Alevi kırımlarına sahne olabilir.
      Son 10 Ekim 2015 Ankara kırımı (103 ölüm!), dinci IŞİD ürünü olarak çook tazedir.Etnik ayrım da öyle.. Bakar mısınız PKK’nın Kürt kardeşlerimiz yaptığı eziyete?
      Sözde “Kürt halkı” için “özgürlük savaşı” (!) veriyorlar öyle mi??

      Sevgi ve saygı ile.
      24 Aralık 2015, Ankara

      Dr. Ahmet SALTIK
      www.ahmetsaltik.net
      profsaltik@gmail.com

      Önceki bölüm :
      http://ahmetsaltik.net/2015/12/23/menemen-ayaklanmasinin-tarihi-belgelerindeki-sir/

Kabil’de bizi ABD vurdu!


Emekli Kurmay Albay Haydar Ateş:

Kabil’de bizi ABD vurdu!

Kabil'de_bizi_ABD_vurdu

Afganistan’ın eski Türk komutanı,
Kabil saldırısını Aydınlık’a değerlendirdi:

1. ABD araçları oradan geçmez
2. Taliban içindeki taşeron kuvvetler kullanılmış
3. Amaç Türkiye’yi savaşın içine çekmek

Mustafa Kaya
AYDINLIK
Haber portalı, 01.03.2015
http://www.aydinlikgazete.com/turkiye/emekli-kurmay-albay-haydar-ates-kabil-de-bizi-abd-vurdu-h63973.html

TALİBAN Afganistan’da ilk kez Türk askerini hedef aldı. Önceki günkü bombalı intihar saldırısında bir Türk askeri şehit oldu. Saldırı sonrası açıklama yapan Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahit, saldırıyı üstlendiklerini belirtti, ancak hedeflerinin Türk askeri olmadığını öne sürdü.

Saldırının zamanlaması ve oluş biçimi çok ciddi soruları da beraberinde getirdi. Türk askerine yönelik saldırı tam da ABD’nin Afganistan’dan tümüyle çekilme sürecine denk geldi.
Bu süreçte ABD, Türk askerinin Afganistan’da muharip görevlere katılması konusundaki ısrarını en üst düzeye çıkardı. IŞİD’e karşı mücadele gerekçesiyle Irak ve Suriye’de Türkiye’yi ateşe sürme girişimlerini yoğunlaştıran ABD’nin Afganistan’da da
Taliban üzerinden örtülü operasyonlara başvurduğu açık.

Akıllara gelen tüm bu soruların yanıtlarını bölgeyi en iyi bilen Türk komutanlardan biri olan Emekli Kurmay Albay Haydar Ateş verdi. Ateş, 2006 yılında Afganistan Türk Görev Kuvveti kurulduğunda Türk Birliği’nin ilk komutanıydı. Ayrıca Türkiye, Fransa ve İtalya’nın lider konumda olduğu NATO ISAF Kabil Bölge Komutanlığı’nın da ilk Türk komutanı. Ateş’in
son görevi ise Afganistan Türk Temsil Heyeti Başkanlığı’ydı. Ateş Afganistan’da görev yaptığı süre içerisinde ABD kuvvetlerinin Afganistan’ı nasıl karıştırdığını ve Türk askerini de bu sürece dahil etmek için neler yaptığını en üst düzeydeki tanıklıklarıyla bire bir yaşadı. Bir askerimizin şehit olduğu saldırı ile ilgili sıcak bilgiye dayalı açıklamaları ise önümüze konulan Afganistan resmini tümüyle değiştirebilecek nitelikte.

TALİBAN’IN BİR BÖLÜMÜ ABD’YE HİZMET EDİYOR

– Taliban belki ABD araçlarını hedeflemiş olabilir veya böyle bir plan yapmıştır.
Ancak Taliban’ın yapısı içinde farklı bir durum da var. Taliban ikiye ayrılmış durumda.
Bir bölümü ABD’ye hizmet ediyor. Muhtemelen bu saldırı ABD araçları için de planlanmış olsa, ABD kendi elemanları vasıtasıyla bu saldırıyı öğrenmiştir. Sonra o noktaya gidecek şahsın kan bedelini karşılayarak o bombayı Türk araçları için yönlendirmiş olabilir.

ABD ARAÇLARI O YOLU KULLANMAZ

– Çünkü ABD araçları o yolu neredeyse hiç kullanmazlar. Saldırı ile ABD bir taşla iki kuş vurma hedefinde. Bir yandan Türk halkını ve askerini Taliban’a karşı kışkırtıp silah kullanmaya zorlayarak kendi operasyonlarına ortak etme; aynı zamanda da Afgan halkını Türklere karşı kışkırtma şansı yakalama çabasında. Kanaatimce bu eylem bilerek Türk birliğine yöneltilmiştir. Üzerinde Türk bayrağı olan ve Türk Büyükelçiliği önünde duran araçlara hiçbir Afganlı yanlışlıkla saldırmaz.

AFGANİSTAN’DA BU İŞİN PAZARI VAR

– Afganistan’da yalnızca saldırı yapmanın bedeli 10 bin ABD Doları. İntihar saldırısının
bedeli ise 25 bin $. Bu para, o kişi ölünce ailesine ödeniyor. Yani bu alanda bir pazar oluşmuş durumda… İnsan yaşamının çok değeri olmadığı için aşiret reisi veya aile, bir kişiye bu görevi verip parayı alır.

ABD, Türk askerini hedef yapma peşindeydi.

Bu süreçte, Türkiye tarafından yazılı olarak koalisyon harekatına katılım konusunda yazılı bir deklarasyon olmadığı için, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Türk Komutanı olarak beni çok sıkıştırmaya çalıştıklarını söyleyebilirim. Türk Birliği’nin durumu sadece Genelkurmay Başkanı tarafından bir basın organına verilen beyanatla belirlenmişti. ABD bu nedenle sık sık bazı ABD’li askeri personelin “keşif” amaçlı olarak Türk askeri üniformasıyla ve Türk devriye araçlarına binerek devriyelere katılması konusunda ısrarlı teklifler yapmıştı. Örneğin İngiltere sözde keşif ve gözetleme için bazı İngiliz devriyelerinin Türk birliğinin konumlandığı Doğan Kampı’ndaki nöbet ve gözetleme kulelerinden yararlanması önerilerini getirmişti. Bunların gizli amacının, Türk üniforması altında devriye esnasında bilerek yapılacak büyük bir provakasyonla Afgan halkı nezdinde Türk birliğini çok zor durumda bırakmak veya Türk kampındaki kulelerden çevredeki halka ateş ederek büyük bir infial ve düşmanlık yaratmak olabileceğini değerlendirerek öneriyi reddettim. Hatta ABD özel birliklerinin Kabil bölgesinde operasyon yapmasını, tam bir terörist gibi davranan ABD’nin Blackwater isimli sözde güvenlik şirketinin elemanlarının cyaya gezmesini bile yasakladım.

Bu süreçteki tavrım ve yaklaşımım nedeniyle birçok olumsuz etkiye de maruz kaldım ve hatta Türk komutan olarak ABD Büyükelçiliği’ne yazılı nota vererek ulusal çıkarlarımızı ve saygınlığımızı korumaya çalıştım.

AYNI SENARYO SURİYE’DE DE DEVREDE

– ABD hedefine ulaşmak için her yolu deneyen bir ülkedir. Nasıl ABD El Kaide’yi kurup Afganistan’ı ve kimi ülkeleri biçimlendirmeye ve terör yoluyla hedeflerine ulaşmaya çalıştıysa, aynı yolla IŞİD’i de ABD ve İsrail birlikte kurmuştur. BOP (Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında Suriye ve Irak’taki hedeflerine bu yolla ulaşmayı hedeflemiştir.
IŞİD’e Suriye’de verilen görev, kargaşanın boyutunu büyüterek PKK’nın bu bölgede uzantısını daha da güçlendirmektir. Böylece Esad’ın karşısına güçlü bir Kürt yapılanması ortaya koymaktır. Şimdi IŞİD Suriye’de hükümet güçleri ile PKK arasında tampon görevi yürütmektedir.

IŞİD’e Irak’ta verilen görev ise Musul ve Kerkük bölgesindeki Irak Merkezi Hükümeti’nin gücünü zayıflatmak ve onu bölgeden uzaklaştırmak,
Barzani’nin Kerkük’te daha da güçlenmesini ve tam denetimini sağlamaktır.
ABD’nin hedefi bu bölgeye peşmerge ve askeri güçlerle saldırarak Musul’u sözde IŞİD’den geri alıp Barzani’ye teslim etmektir.

==============================

Dostlar,

Yurtsever ve ufuklu komutan, dostumuz Sn. E. Kurmay Alb. Haydar Ateş‘i,
Afganistan Türk Birliği komutanı iken sergilediği yetkin (dirayetli) yönetimi için
kutlamak isteriz.
Bu vesile ile yaptığı açıklama da önümüzü açan gerçeklerdir, teşekkür ederiz..

Türkiye, sözde stratejik (yoksa trajik mi?) müttefikinin bu arkadan vuran bilmem kaçıncı operasyonunu adamakıllı değerlendirmeli ve politikalarını gözden geçirmelidir.
(Muavenet savaş gemimizi de bilerek / gözdağı için vurup batırmadılar mı??)

Türkiye, “Ayı ile girdiği çuval” dan (yerleşik bir politik benzetmedir..)
çooook geç de olsa çıkmaya çabalamalıdır.
Ve de dış politikasında olup bitenleri NATO / ABD gözlüğü ile izlemekten vazgeçmelidir..
O NATO ki, kontrgerillası ile – gladyosu ile ülkemizde nice kanlı olayların kurucusu, cinayetlerin eli kanlı maşasıdır…

Ne hazindir ki, Türkiye Cumhuriyeti kendi ülkesinde kendi yurttaşlarının öldürülmesine
engel olamamakta, işleyeni gerçekte belli sözde “faili meçhul” cinayetler aydınlatıl(a)mamaktadır.

Ne uğrunadır bu sefil dış politika??

Türkiye, Bağımsız ve onurlu bir dış politika izlemelidir.
Türkiye, Küreselleşen emperyalist güçlerin maşası olmaktan çıkmalıdır.
Tam da tersine bölgesinde barış ve istikrarın güvencesi olmalıdır.
Komşu ülkelere ABD’nin koçbaşı olarak vekaleten saldıran bir taşeron ülke olmak,
Atatürk’ün Türkiye’sine asla yakışmamaktadır.
Unutulmasın ki, koçbaşı sürüyü mezbahaya taşıdıktan sonra kesim sırası kendsine gelmektedir.

Ve aklımıza düşmesini engelleyemediğimiz bir soru :

E. Kurmay Albay Haydar Ateş neden general ol(a)madı ??

Sevgi ve saygı ile,
01.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Yeni Yıla Girerken Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

Dostlar;

Sayın Hüseyin Akbulut keman sanatçıcı ve Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmş bir kültür – sanat üst düzey yöneticisi, kıdemli bir T.C. yurttaşıdır. Bu sitede daha önce, hepsi de birbirinden öğretici ve düşündürücü 4 yazısına ve bir de kitap yanıtımına yer vermiştik.. (Daha fazlasını aşağıdaki kitapta bulabilirsiniz..)

Turkiye'nin_Kultur_ve_Sanat_Siyaseti

 

 

 

 

 

Aşağıdaki yazı da öyle..
Bir sanat – kültür adamının, aydın bir Cumhuriyet yurttaşının deyim yerinde ize feryadıdır, çığlığıdır.

Sn. Akbulut, tüm Türkiye’yi uyarmak istemektedir, alarm çanları çalmaktadır.

Biz de apaçık uyaralım               :

  • AKP, bilerek ve isteyerek Cumhuriyetin sanat – kültür temelini çöketmek stemektedir!
  • Çünkü kurmak istediği Anadolu Federe İslam Devleti için gereksinim duyduğu “mürit” tir; Cumhuriyetin sanat – kültür -bilim kurumlarının yetiştirdiği aydın yurttaş değil!

Bu bağlamda AKP’nin Cumhuriyet’e, başlattığı tehlikeli satrançta “Şah” dediği bile savlanabilir.

Bu bağlamda AKP iktidarını bu tehlikeli oyundan geri çekilmeye ve

“Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) nı hemen geri çekmeye çağırıyoruz.

AKP’nin bunu kendiliğinden yapacağını umacak denli saf da değiliz.

Tolumsal direnişi bu hatta da örmek zorundayız..

Sayın Akbulut bu savaşımı ile bize kadim Melih Cevdet Anday’ın “Uyuyamayacaksın..” şiirini çağrıştırdı..

Uyuyamayaksin_Melih_Cevdet_Anday

Sayın Akbulut “uyumuyor”, “Uyuyamıyor..”

Bir sis çanı gibi gecenin karanlığında

Sade, vakur, metin, dirneç ve onurla “çalıyor”..

Ya Türkiye??

Sevgi ve saygı ile.
02.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Yeni Yıla Girerken
Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

portresi
Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Yeni bir yıla girerken kültür ve sanat alanımızı irdeleyen bir yazıyı iki, üç sayfalık bir makaleye sığdırmak kolay değildir. Çünkü söz konusu bu alan yaşantımızın tümüdür, ürettiğimiz her şeydir.

Buna, bir de ülkenin içinden geçtiği ve her şeyin tersine çevrildiği bugünkü süreci eklersek durumun zorluğu daha da anlaşılır.

Ancak biz yine de düşüncemizi özetle ve belli spotlarla aktaralım. Kuşkusuz bunu yaparken de öncelikle yaşamsal değerdeki alanın önemini veCcumhuriyetin gerçekleştirdiği “devrimi” ortaya koyarak, sonunda da günümüzdeki yıkımı aktaralım.

Başlık “kültür ve sanat” olunca, konu daha da önem kazanıyor. Kültür; sanıldığı gibi yaşantımızı dekore eden, günlük haftalık işlerimizden sonra gereksinim duyup başvuracağımız bir nesne (obje) de değildir, insan ve toplum için merkezi bir alandır.

  • Kültür; biz nasıl bir insan olacağız,
    nasıl bir ülke olacağız, nasıl bir toplum inşa edeceğiz sorunudur.

Konunun öbür önemli yanı, kültürün ulusal kimliğin ve birliğin oluşumunda başta gelen etmen olduğu geçeğidir. Her toplum sahip olduğu kültür değerleriyle kimlik kazanır ve ancak bu ortak değerler paylaşılınca toplumsal birlik sağlanabilir. Şimdi yaşandığı gibi Cumhuriyet kültürümüze yönelik bu saldırılarla ortak kültürümüz ortadan kaldırılarak toplumun kimliği ve birliği yok edilince, konunun yaşamsal değeri daha da açıklıkla
gün yüzüne çıktı.

Cumhuriyet, bu gerçeklerle kültür – sanat alanına olağanüstü bir duyarlılıkla yaklaşmış, alana olağanüstü önem vermiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda yeni bir toplum
inşa ederken de, işe her şeyden de önce kültür – sanat atılımıyla başlanmıştır.

  • Cumhuriyet bu yönüyle büyük bir “kültür devrimi” gerçekleştirmiştir. 

Yeni bir toplum inşa etmekten söz etmişken, kültür tarihimizin öbür toplumların tarihlerine benzemeyen niteliğinden söz etmek gerekiyor.

Özgün ve katmanlı bir kültüre sahibiz.

Uzun bir tarihsel yürüyüşümüz vardır. Bu yürüyüş aşamalarında yarattığımız ve etkilendiğimiz sayısız kültürler vardır. Orta Asya’da yarattığımız kültürler ve orada etkilendiğimiz Çin ve Hint kültürleri, İslam dini ile aldığımız İslam kültürü ile etkilendiğimiz Arap, Fars kültürleri, Anadolu’ya yerleşirken karşımızda bulduğumuz
yerel Anadolu kültürleri ile Avrupa diye adlandırdığımız Batı kültürü…

Bu uzun tarihsel yürüyüşümüz ve katmanlı kültürümüz gerçeğiyle de öz yitmiştir.
Bu nedenle, Cumhuriyetin kuruluşundaki kültür anlayışı; yitirilen “özü arayış”, “
öz”den yola çıkarak “çağdaşlaşmayı” öngören bir kültür anlayışı olmuştur.

Cumhuriyet; Arap Abecesi yerine yeni Türk Abecesini alırken, Türk Dili’ni Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtararak arı Türk Diline yönelirken, dini – inancı hurafelerden, Arap ve Acem kültüründen kurtarmak için Kuran’ın Türkçe tercümesini yaptırırken,
Türk Tarihi üzerindeki çalışmalarıyla da sürekli bir biçimde yitirilen özü aramış,
öze ve kaynağa dönmeyi amaçlamıştır.

Bu kültür anlayışında; özellikle vurgulamak istediğim 4 ana başlık bulunmaktadır :

1. Bunlardan birincisi ‘öz’ü arayış ve ‘öz”e dönüş’ anlayışıdır.

2. İkincisi; özden yola çıkarak “çağdaşlaşma, çağın üzerine çıkma” anlayışıdır. Bu kavram uygarlığın gelişimine kayıtsız kalmayı değil, ona katılmayı, ondan feyiz almayı ve onu geliştirerek, çağdaşlaşarak ilerlemeyi tarif etmektedir.

3. Üçüncüsü; kültür- sanat alanında “kurumlaşmaya” olağanüstü önem verme yaklaşımıdır.

4. Dördüncüsü ise bu kurumlaşmayı; üniversitenin kurulması, demiryollarının inşası, demir – çelik sanayisinin kurulması, sanatın kurumsallaşması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi vb. anlayışı ile birlikte gerçekleştirmeye çalışan
“bütüncül bakış” anlayışıdır.

Cumhuriyet; kuruluş tarihi 1923’ten başlayarak kültür ve sanat alanında hızlı ve yoğun bir kurumlaşmaya sahne olmuştur.

Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu,
Musiki Muallim Mektebi,
Üniversite,
Konservatuar,
Halkevleri,
Köy Enstitüleri,
Devlet Tiyatroları,
Devlet Operası,
Devlet Balesi,
Senfoni Orkestrası…

gibi kültür – sanat alanındaki hızlı ve yoğun kurumlaşma atılımı, bu anlayışın
ve Cumhuriyetin kültür temeli üzerinde yükseldiğinin en belirgin ölçütüdür.

  • Atılımlar içinde; kültürün yaratıcı çalışmalar bütünü “sanat”a verilen değer
    dikkat çekicidir.

Kuruluşundan 6 ay sonra Ankara’ya getirilerek yüce makama bağlanan bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası saltanattan alınan tek kurumdur
(Mızıkayı Hümayun)..

  • Musiki Muallim Mektebi Cumhuriyetin 1924’te kurduğu ilk yüksek okuldur. 

Yaratıcı, icracı sanatçı yetiştirmede yetersiz kalınınca 1934’te Milli Musiki ve
Temsil Akademisine yöneliş, İlk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan yetersizlik üzerine 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşu ve Konservatuvar kaynağından tiyatronun, operanın, balenin doğuşu sanata verilen değerin örnekleridir.

  • Cumhuriyeti kuranlar;
    sanatı toplumsal değişmenin,
    gelişmenin ve ilerlemenin vazgeçilmez etmeni olarak düşündüler.

Bu kültür anlayışıyla ve kurumlaşmayla da “uluslaşmanın” ve “laik – çağdaş toplumu yaratmanın” yolu açılmıştır. Laikliğe yol açan bu Aydınlanma anlayışı 1937’de
Anayasa’ya girse de, çok daha önce 1926 yılında yürürlüğe konan ve yaşamı doğumdan ölüme dek miras hukukunu da düzenlediği için ölüm sonrasını da düzenleyen
Yurttaşlık Yasası”nda (AS: Meceller  yerine Türk Kanun-u Medenisi,
4 Ekim 1926) tanımını bulmuştur.

Konuya o denli önem verilmiştir ki, Atatürk 9 Mart 1935’te partinin dördüncü kurultayında yaptığı konuşmada, gerçekleştirilen kültür devrimini, cumhuriyetin
“varlık nedeni” görüyor:

  • “Geçen kurultaydan bugüne başardığımız işler; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çehresini kesin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır. Yeni harfleri,
    ulusal tarihi, öz dili, güzel sanatlar, bilim; müzik ve teknik kurumlarıyla kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk sosyetesi bu son yılların eseridir. Türk Ulusu, ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslar arasında tanınır.”
    diyordu.

Kısa zamanda Ankara’da yoğunlaşarak süren bu kültür – sanat hareketi,
ilerleyen zamanla ne ne yazık ki aynı hızla sürdürülemedi ve giderek bir karşı harekete dönüştürüldü. Aslında kültür başkenti Ankara’da başlatılan bu hareket,
yeniden inşa edilen Türkiye’ye örnek olmak üzere gerçekleştirilmekteydi.

Türkiye, bugün 5–6 il merkeziyle sınırlı bir kültür – sanat yaşamına mahkûm edilmiştir.

İlçelerimizi, köylerimizi biryana bırakalım, geride kalan yaşamdan kopartılmış 70’i aşkın il merkezimiz bile çağdaş kültür – sanat yapılanmasından yoksundur.
Oysa Cumhuriyet; kasabalarda bile kültürel çalışmaları içinde barındıran
4710 Halkevi ve Halkodası açmıştı.

  • 90 yıl sonra, 2014 yılına girerken, büyük emeklerle yaratılan kültür – sanat yaşantımızın yok edildiği bir süreci yaşıyoruz.

– Cumhuriyete ve kurucularına yöneltilen akıl almaz saldırılar,
– Uulusal bayramlara getirilen utanç verici yasaklar,
– Her gün karalanan ve unutturulmaya, yok edilmeye çalışılan tarihimiz,
– Siyasallaştırılan din ve inanç sistemi ve
– 4+4+4 gerici medrese eğitimiyle, dine ve etnik yapıya dayalı bir Ortadoğu devleti, bir Ortaçağ toplumu yaratılmak istenmektedir.

Kuşkusuz bu saldırıdan sanat alanı da payını almaktadır.

Yaşanan bu süreci, “Tturizm”e eklenen “Kültür Bakanlığı” anlayışıyla, yıkılmasına
karar verilen Atatürk Kültür Merkezi örnekleriyle, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”na yapılan utanç verici saldırıyla, yayınlanmamış kitabı toplayan iktidarın sanat anlayışı örnekleriyle çoğaltabiliriz.

Günümüzün iktidarı, hazırladığı Türkiye Sanat Kurumu “TÜSAK” yasa tasarısıyla ülkenin sanat varlığını; tiyatroyu, operayı, baleyi, orkestrayı, geleneksel koroları,
güzel sanatları kapatabilme eylemine dek vardırmıştır.

  • Cumhuriyeti yıkmak için onun üstünde yükseldiği kültürü ve sanatı
    ortadan kaldırılmaktadır.

Bu yıkımla ulusal ortak tarihimiz, dil birliğimiz, ortak inanç sistemimiz, bizi çağa taşıyan bilim ve sanatımız yok edilerek; kimliğimiz, birliğimiz ve geleceğimiz yok edilmektedir.

Yaşanan süreci birkaç örnekle ortaya koyalım:

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işbaşına geldikten sonra, bu alanda kurumsal anlamda attığı ilk köklü adım, Kültür Bakanlığı’nı kapatıp, bu alanı turizme eklemek olmuştur.

Bağımsız Kültür Bakanlığının kapatılması tam anlamıyla bir darbedir.

Doğu ve Batı olarak adlandırılan tüm kültürlerin kesiştiği bu coğrafyada,
dünyanın en zengin ve katmanlı kültürüne sahibiz. Bu gerçeklikle dünyada
Kültür Bakanlığı’nı özenle ve önemle yapılandıracak birkaç ülke varsa,
bunlardan birincisinin Türkiye olması gerekirken, kültür ve sanatı ortadan kaldırmak için bu alan kapatılmıştır.

Kültür ve sanat alanını turizm ile birleştirmek ise büyük yanlıştır.

Çünkü kültür de, turizm de yürütmede bağdaşmaz iki alandır.
Birisi sanat, öbürü ticarettir. Birisi duygu ve düşünce dünyamızdır; öbürü maddedir, paradır. Birisi korumacılıktır, öbüründe ise korunacak yere bile tesis yapmaktır.

Bu nedenlerle bağdaşmaz iki alandır. Bu işleyişle Bakanlık, kültür ve sanatı
görev alanından çıkartmıştır.

Bu dönemde kültür – sanata indirilen darbenin başka bir örneği,
İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) yıkma kararı ve bu alanda yaşanan faciadır:

Atatürk Kültür Merkezi (AKM); 1 Haziran 2008 tarihinde kapatılmıştır.
Kapatma kararı ile birlikte AKM’ de görev yapan tüm sanat kurumları; sanatçıları ve çalışanları ile birlikte adeta sokağa bırakılmıştır. Dahası, Türkiye’nin en büyük kentinin ana arterinde sergilenen kültür sanat etkinliklerini izleyen, her yıl yaklaşık bir milyon insan kültür- sanat yaşamından uzaklaştırılmıştır.

Tam da bu dönemde, Türkiye’nin kültür sanat alanı daha da büyük bir yıkıma sahne oldu ve sıra Ankara’daki AKM’ yi yok etmeye geldi!

Yıkım; TBMM’ye sunulan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanuna” sıkıştırılan bir iki madde eliyle gerçekleştirilmektedir.

AKP’nin çıkarttığı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu” ile ülkenin tüm alanları, kültür ve tabiat varlıkları ile yasanın gerekçesiyle hiçbir ilgisi yokken Ankara Atatürk Kültür Merkezi alanı da temizlenerek Şehircilik Bakanlığı’na,
TOKİ’ye ve Büyükşehir Belediyesi’ne sunulmaktadır.

2013 yılının Mayıs ayı ortalarında icra sanatları bağlamında, günümüze dek eşi görülmemiş bir yasal düzenleme daha ortaya çıktı. Müzik ve sahne sanatları alanında bugüne dek yarattığımız tüm sanat varlığımızı ortadan kaldıracak bu yeni yasa taslağı,

  • “Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) başlığını taşıyor.

Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarısı (TÜSAK); sanat alanı bağlamında, Cumhuriyet tarihimiz süresince gündeme getirilebilen en korkunç, en ağır bir düzenlemedir.

Gündeme getirilebilmesi bile cesaret isteyen bir tasfiye tasarısıdır.
Tiyatroyu, orkestrayı, operayı, baleyi, koroları, güzel sanatları ortadan kaldıran tasarı yasalaşırsa, olay

  • “Cumhuriyetin Kültür ve Sanat Devrimi”ni ortadan kaldırmak,
    Cumhuriyet öncesine dönmek anlamındadır.

Olay, yakın zamanda Afganistan’da yaşanan çağdışı anlayışı ve bu anlayışı anımsattı. Dünya kültür mirası antik anıtları bombalarla, toplarla yıkan Taliban iktidardan indirilince, radyolarda ilk kez müzik yayını başlamıştı. Bilindiği gibi, Taliban ülkede müzik yayınını da yasaklamıştı. Çünkü müzik Dünyalı yapar, insan yapar.

Kültür – sanat alanındaki bu yıkımı, bir de kamunun bu yaşamsal alana ayırdığı bütçe verileriyle, dünya ve Türkiye örnekleriyle ortaya koyarsak, alana verilen değer ve
kültürel yıkım daha da anlaşılır:

2011 yılında Almanya’nın kültür hizmetlerine ayırdığı bütçe 8,3 milyar Euro, Fransa’nın 12 milyar, İtalya’nın 6,7 milyar, İspanya’nın 5,1 milyar, İngiltere’nin 8,8 milyar Euro dur. Bu rakamlar; Almanya’nın kültür harcamaları için kişi başına 101 Euro, Fransa’nın 197 Euro, İtalya’nın 112 Euro, İspanya’nın 119 Euro, İngiltere’nin 143 Euro kamu kaynağı harcama ayırdığını ortaya koyuyor.

Türkiye’de durum nasıldır? 2012 yılının Kültür ve Turizm adındaki 2 bakanlığın bütçesi
1 510 066 000 TL, yani yaklaşık 690 milyon Euro’dur. Kısaca Türkiye kültür ve turizm gibi iki alan için kişi başına yalnızca 9 Euro’dan da az kaynak ayırıyor.
Yıkımı anlamak için başka bir örnek gerekir mi?

2014’e girerken Türkiye siyasetinde ortaya çıkan geçek gün gibi ortadadır.
Kültür ve sanat alanına yapılan saldırılarla, hazırlanan yasa tasarıları ve tasfiyeyi öngören düzenlemelerle, günümüzün siyasal iktidarı cumhuriyet kültürünü yok ederek;
kültürsüz ve sanatsız bir Türkiye yaratmak, çağdaş Cumhuriyeti ortadan kaldırmak istemektedir.