Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Medya-ticaret-siyaset üçgeni

Medya-ticaret-siyaset üçgeni

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 22.4.19
Medyanın görevi, halkın doğru haber ve bilgi edinmesini sağlamaktır. Medya, patronlarının ticari çıkarlarına hizmet vermekle değil, kamu hizmeti vermekle yükümlüdür. Medya ahlakının ve meslek ilkesinin temelinde bu anlayış yatar.
Ancak Türkiye’deki medya organlarının çoğu, kamu hizmeti vermek yerine, özel ticari çıkarlara hizmet eden araçlara dönüşmüşlerdir. Bu da halkın doğru haber ve bilgi almasını engellemektedir ve demokratik düzene darbe vurmaktadır. Medya organlarının patronları, salt medya işiyle ilgilenmedikleri, başka sektörlerde de ticari faaliyet gösterdikleri ve iki işi ayıramadıkları için, iktidar ile medya arasında karşılıklı çıkar anlaşması oluşturulmuştur. Medyanın iktidarda olan siyasal partinin propagandasını yapması karşılığında, iktidar da medya patronlarına ihale dağıtarak ticari çıkar sağlamaktadır.
Bu aslında basit bir rüşvet anlaşmasını andırmaktadır. İktidar medya organına, kendi propagandasını yapması için adeta rüşvet vermektedir, medya da adeta bu rüşveti kabul etmekte, karşılığında asıl görevini ve sorumluluğunu yerine getirme işini bir yana bırakarak, iktidarın propagandasını yapmaktadır.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hiçbir haber değeri taşımayan konuşmalarının bile TV kanallarında, doğal yayın akışı kesilerek canlı verilmesi; TV  kanallarında AKP’ye yakın adların program sunucusu ve moderatörü olmaları ve AKP’ye yakın yorumcuların tartışma programlarında ağırlıklı olarak yer almaları; gazetelerde AKP’yi destekleyen kişilerin köşe yazarı olmaları; TV ve gazetelerde, TBMM’de temsil edildikleri halde, CHP’nin, İyi Parti’nin ve Halkların Demokratik Partisi’nin açıklamalarına yeterince yer verilmemesinin temel nedeni budur.
A Haber, ATV, TV Net, Yeni Şafak, Sabah, Star, Takvim, Güneş, Akşam gibi AKP iktidarına tümüyle angaje olan medya organlarının yayın stratejisi de NTV, CNN Türk, Habertürk, Kanal D, Show TV, TGRT, Hürriyet, Milliyet, Posta, Vatan gibi AKP iktidarına büyük ölçüde angaje olan medya organlarının yayın stratejisi de ancak böyle anlaşılabilir.
Söz konusu medya organlarının patronlarının ve bu patronların sahibi oldukları holding ve şirketlerin, AKP iktidarı döneminde, hem AKP’li belediyelerden, hem de AKP’nin denetiminde olan bakanlıklardan ve devlet kurumlarından hangi ihaleleri ve işleri aldıkları ve bunlardan ne ölçüde ticari kazanç sağladıkları araştırılıp ortaya çıkartılırsa, Türkiye’de medya özgürlüğünün ve demokrasinin neden ve nasıl darbe aldığı da çok daha iyi anlaşılacaktır.
  • Gerçek şudur ki, kimi patronlar ve holdingler zenginleşecek diye, demokrasi kurban edilmiştir.
Kimi medya organlarının, CHP’nin İstanbul Belediyesi’ni kazanmış olmasını hâlâ içine sindirememesi, seçimin iptal edilmesi için adeta çırpınması, AKP’nin akla, mantığa ve hukuka tümüyle aykırı saçma sapan itirazlarını 24 saat dillendirmeyi sürdürmesi ve YSK üzerinde baskı kurması da bu nedenledir.
Çalık Holding, Kalyon İnşaat, Albayrak Holding, Demirören Holding, Doğuş Holding, Ciner Holding gibi özel sektör kurumları, AKP döneminde hem İstanbul Belediyesinden hem de merkezi hükümetten nasıl ticari çıkar sağlamışlar, bu araştırıldığında, gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Şu andaki en önemli konu, İstanbul’daki yerel seçimle ilgili olarak,
  • YSK’nun, söz konusu medya-ticaret-siyaset üçgeninin bir parçası olup olmayacağıdır.
YSK hukuka göre değil, medya-ticaret-siyaset üçgenindeki kirli ilişkilere göre karar verirse, bu yalnızca YSK’nin değil, Türkiye’deki demokrasinin de bütünüyle bu kirli ilişkilere teslim edilmesi anlamına gelecektir.

Din adına yapılan katliamlar

Din adına yapılan katliamlar

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25.3.19
  • Ahlak dinin tekelinde değildir.
  • Ahlaklı olmak için dine gereksinim yoktur.

Ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. Ancak dinlerin de bir ahlak anlayışı vardır. Dinler de insanlara merhametli olmayı, vicdanlı olmayı, adil olmayı öğütlerler. Ancak nasıl oluyorsa, din adına hareket ettiğini iddia eden bazı odaklar, ahlakı yerle bir ediyorlar, her türlü merhametsizliği, vicdansızlığı ve zulmü gerçekleştiriyorlar, insanları katlediyorlar.

Ortaçağda haçlı seferlerinde yaklaşık 2 milyon insan katledildi.

Yine aynı çağda Avrupa’da, yaklaşık 35 bin kadın, cadı ve büyücü olduğu iddiasıyla yakıldı.

Avrupa’da 1618- 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarında, yaklaşık 7 milyon insan öldürüldü. Ortaçağdan sonra Fransa’daki mezhep savaşlarında yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
1960’lı yıllarda Nijerya iç savaşında yaklaşık 2 milyon insan, 1980’lerde ve 1990’larda Sudan iç savaşında yaklaşık 1.5 milyon insan, 1970’li ve 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşında yaklaşık 200 bin insan öldürüldü. 1980’li yıllarda İran’da yaklaşık 8 bin kişi idam edildi. 2000’li ve 2010’lu yıllarda El Kaide, Taliban, El Nusra, IŞİD gibi terör örgütleri 10 bini aşkın insanı katletti.

Türkiye’de 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş olaylarında, 1990’lı yıllarda Sivas olaylarında yüzü aşkın insan katledildi. Yine Türkiye’de 1990’lı yıllarda,
– Turan Dursun,
– Muammer Aksoy,
– Bahriye Üçok,
– Ahmet Taner Kışlalı ve
– Uğur Mumcu..

gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler öldürüldü.

Geçen hafta Yeni Zelanda’da yaşanan katliam da bu büyük tablonun bir parçasıdır.

  • İnsanlar yüzlerce yıldır, Hıristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Musevilik adına, Katoliklik adına, Ortodoksluk adına, Protestanlık adına, Sünnilik adına, Şiilik adına birbirlerini katlediyorlar. Oysa Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da insanların canını almanın, bir insanı öldürmenin büyük bir günah olduğu, bunun Tanrı’nın buyruklarına aykırı olduğu, bunu yapanların Tanrı tarafından öte dünyada sonsuz bir acıyla, yani cehennem azabıyla cezalandırılacağı belirtiliyor.

Yaşananlar karşısında sorulması gereken sorular şunlardır:

Din adına bu kadar çok vahşet neden gerçekleştirilmektedir?

Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar, neden din adına dine aykırı hareketler içinde yer almaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden

merhamet,
vicdan,
sevgi ve
adalet

duygusundan yoksun bir biçimde yaşamaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden ahlaklı olmayı bir türlü becerememektedirler?

Bu vahşetlerin sorumlusu dinler midir, yoksa dini kullanan siyasetçiler midir?

Din üzerinden öfke, kin ve nefret duygularını teşvik eden siyasetçilerin ve yöneticilerin bu vahşetlerin ve katliamların yaşanmasındaki rolü nedir? Din adına şiddet ve terör eylemi yapanlar bu cesareti nereden almaktadırlar? Bu eylemleri yapanların esin kaynağı nedir?

Laiklik ilkesinin bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda içselleştirilmediği ve özümsenmediği bir ortamda din ve mezhep adına yapılan katliamlar önlenebilir mi?

Din ve mezhep üzerinden siyaset yapmak, insanların bütünleşmesi yerine, farklı dinlerden, mezheplerden ve dünya görüşlerinden olan insanların kutuplaşmasına ve önünde sonunda bir çatışma kültürünün içinde yer almasına yol açmaz mı?

Bu soruların sorulmadığı ve bu sorulara yanıtların aranmadığı bir ortamda söylenen tüm sözler boş laftan ibarettir. Yöneticiler, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular boş işlerle uğraşacaklarına, biraz da bunlarla uğraşsalar, insanlığa büyük bir katkı yapmış olurlar.
Ama bunu yapabilmek için de akılla birlikte, bir ahlak ve erdem anlayışına, bir vicdan, merhamet ve adalet duygusuna, bir insan sevgisine gereksinim vardır.

Devlet ve bayrak

Devlet ve bayrak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.03.2019
AKP’li Bursa Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta, “Arkadaş hangi caddeye, hangi kültür merkezine bir tane Allah dostu, bir tane padişahın ismini verdin? Nerede bu devlete ve bayrağa savaş açmış, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Nâzım Hikmet gibi, nerede dinle diyanetle problemi olan insan varsa, onların ismini verdin” biçiminde skandal bir açıklama yaptı. AKP’nin yeniden Bursa Belediyesi başkan adayı yaptığı bu şahıs, Nâzım Hikmet’i, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u ve Türkan Saylan’ı devlete ve bayrağa savaş açan insanlar olarak tanımladı!
Bu açıklama aslında, AKP’nin kendi çarpık, dogmatik ve despotik zihniyetinin sonuçlarından birisidir. 1789 Fransız devriminden önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin geçerli olduğu dönemde, Fransa kralı, “ben devletim” ifadesiyle, kendi şahsı ile devleti özdeşleştirmişti. Aynı yaklaşımı Rusya’da Çar, Osmanlı’da Padişah göstermekteydi.
Neo-Osmanlıcı AKP de, devleti ve bayrağı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştirdiği için, devleti ve bayrağı Erdoğan’a indirgediği için, AKP’nin ve Erdoğan’ın yanında olmayan, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı zihniyetini paylaşmayan herkesi, devlet ve bayrak düşmanı olarak ilan etme noktasına gelmiştir.
Bu talancı ve fetihçi zihniyet, devleti babasının çiftliği sanmakta, devleti kendi kişisel tapulu malı gibi görmektedir. Cehalete, dogmatizme ve despotizme devleti yönetme yetkisi verildiğinde olacak olan da budur.
* Devleti yönetmek niteliğinden yoksun kişilerin becerebildiği tek şey, devleti işgal edip talan etmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine meydan okuyanlar, vatandaşlara devlet ve bayrak dersi vermeye kalkıyorlar, bunu yaparken de vicdansızlığı, yalanı ve iftirayı bir bayrak haline getirmekten çekinmiyorlar!
Alinur Aktaş’ın hedef haline getirdiği Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan gibi kişiler, Türkiye’nin onuru, namusu ve şerefi olan insanlardır. Onlar yaşamları boyunca halk için, adalet için, özgürlük için, bağımsızlık için, vatan için mücadele vermiş olan kişilerdir.
Alinur Aktaş’ın hayranlık duyduğu insanlar cehalete ve emperyalizme hizmet ederlerken, Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan, devletin ve bayrağın bağımsızlığı için, bu devlet ve bayrak altında birleşmiş olan halkın aydınlanması ve kalkınması için mücadele veriyorlardı.
Üstelik bu insanlar, mücadelelerinden dolayı büyük bedeller ödediler. Nâzım Hikmet yıllarca hapis yattıktan sonra sürgünde yaşadı, vatandaşlıktan atıldı ve bir daha ülkesine dönemedi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok suikasta uğrayıp öldürüldüler. Türkan Saylan gözaltına alındı, hakkında soruşturma başlatıldı. Öğretim üyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında soruşturma başlatan, kendisi kanserle mücadele ederken evini basıp onu gözaltına alanlar kimlerdi?
AKP destekli İslamcı Fethullah Gülen çetesinin üyeleri, FETÖ’nün savcıları, yargıçları ve polisleri!
Öğretim üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürenler kimlerdi? İslamcı terör örgütleri ve onların devlet içindeki uzantıları!
Nâzım Hikmet’i hapise attıran kimlerdi? Tek parti döneminde CHP’nin içindeki bazı köşeleri kapmış olan sosyalizm düşmanları!
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkartan kimdi? Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes!
Kimler bu devlete ve bayrağa savaş açmış, kimler bu devlet ve bayrak için savaşmış, bunu ancak kişilerin eylemleri, olgular ve tarih belirler!

Sartre’ı hatırlatan Erdoğan

Sartre’ı hatırlatan Erdoğan

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25 Şubat 2019

20. yüzyıl Fransız filozofu Jean-Paul Sartre, varoluşun özü öncelediğini, insanın önceden ve dışarıdan belirlenmiş sabit bir özünün bulunmadığını, insanın eylem ve seçimleriyle kendisini oluşturduğunu söylemişti. Sartre, insanın eylem, seçim ve niyetleriyle her zaman bir potansiyel durumda olduğunu, insanın her zaman henüz olmadığı şey olduğunu, insanın bu anlamda özgürlüğe mahkûm olduğunu vurgulamıştı.
Sartre’a göre insan bu nedenle eylemlerinden ve seçimlerinden sorumlu bir varlıktır. İnsanın bunun bilincinde olmaması ve kendisiyle ilgili her şeyi dış nedenlere bağlaması, kendi ontolojik gerçekliğinden kaçması anlamına gelmektedir.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son yıllardaki davranışları, Sartre’ın sözünü ettiği kaçışın tipik bir örneği olarak görülebilir.

  • Erdoğan on yedi yıldır Türkiye’yi yönetmektedir, ancak Türkiye’de yaşanan olumsuzlukların hiçbirisinin sorumluluğunu üstlenmemektedir ve her şeyi dış nedenlere bağlamaktadır.

Erdoğan’ın ülkeyi yönettiği dönemde, Fethullah Gülen’e bağlı kumpas ve iftira çeteleri, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Oda TV”, “Casusluk” adlı sahte yargı süreçleriyle yüzlerce masum askerin, yazarın, gazetecinin, siyasetçinin ve akademisyenin yıllarca hapiste yatmasına neden oldular. Erdoğan, o dönemde kendisini bu sürecin savcısı ilan etti. Ancak söz konusu çete kendisine de kumpas kurunca ve darbe girişiminde bulununca, Erdoğan “Beni de aldatmışlar” diyerek, kendi kendisini “akladı” ve sorumluluğu üzerinden attı.
Erdoğan, 2013 yılında gerçekleşen ve milyonlarca vatandaşın katıldığı “Gezi” eylemlerini kriminal bir olay haline getirip, onu da dış nedenlere bağladı. Son olarak hazırlanan “Gezi” iddianamesi de bu anlayışla ortaya sürüldü. Oysa, “Gezi” eylemleri kriminal bir olay değildi, Anayasanın 34. maddesi gereği, vatandaşın gösteri yapma ve toplanma hakkını kullandığı yasal bir protesto eylemiydi. Bu eylemlerde cam kırma, lastik yakma gibi hareketlerde bulunan göstericilerin oranı İçişleri Bakanlığı’nın kendi verilerine göre binde bir bile değildi. Hükümetin emrindeki polis ise uyguladığı terörle 10’u aşkın vatandaşın ölmesine, binlerce vatandaşın yaralanmasına neden olmuştu. “Gezi” eylemleri, dış güçler tarafından planlanmamıştı,

Erdoğan’ın ülkeyi teokratik despotik bir yolla yönetmesine karşı halkın bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştı.

    • Erdoğan, terör örgütü PKK bağlantılı Suriye’deki PYD / YPG örgütlenmesini de tek başına dış nedenlere bağladı. Oysa Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın devrilmesi için rejim karşıtı silahlı güçlere destek veren ve Suriye’nin iç savaşa sürüklenmesine ve bu ülkenin kuzeyinde bir otorite boşluğunun oluşmasına neden olanlardan birisi kendisiydi.

Erdoğan geçen yıl Türk Lirası’nın ABD Doları ve Euro karşısında keskin bir biçimde değer kaybetmesini de dış nedenlere bağladı. Oysa bu gelişme de, Erdoğan’ın demokrasi, laiklik, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, hukuk devleti, turizm, tarım, sanayi, üretim ekonomisi, ihracat alanlarına vurduğu darbelerin ve bunlara bağlı olarak yarattığı güvensizlik ortamının bir sonucuydu.

Erdoğan son olarak, % 20’yi aşan yıllık enflasyon oranının ve rekor düzeyde artan sebze ve meyve fiyatlarının sorumlusu olarak da “patlıcan terör örgütünü”, CHP milletvekili Özgür Özel’in deyişiyle, “PATÖ”yü gösterdi.

Bakalım vatandaş da 31 Mart yerel seçimlerinde kendi ontolojik gerçekliğinden kaçmaya devam edecek mi, yoksa bu saçmalıklara eylem ve seçimiyle dur diyecek mi?

Sokrates ve felsefe

Sokrates ve felsefe

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.02.2019
Antik Yunan filozofu Sokrates, insanlığın entelektüel tarihini en çok etkileyen kişilerden birisidir. Sokrates sadece diyalog yöntemiyle felsefe yapmayı tercih ederek herhangi bir eser yazmadığı için, onun düşünceleri ağırlıklı olarak öğrencisi Platon’un metinlerinde aktarıldığı kadarıyla günümüze ulaşmıştır.
M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşayan ve Atina kent devletinin bir üyesi olan Sokrates, kentini yönetenlerle birlikte, retorikçilere, yani söylemlerini güzel konuşma ve hitabet sanatı üzerine inşa edenlere karşı mücadele vermiştir.
Çünkü Sokrates’e göre, gerçeğe ulaşmak için, mitos’tan logos’a, yani söylenceden akıl yürütmeye geçmek gerekiyordu. Oysa güzel konuşma ve hitabet yeteneği ile en büyük yalanlar ve yanlışlar, doğru ve gerçek gibi ortaya konabilir, insanlar yanlışın doğru, doğrunun yanlış olduğuna dair ikna edilebilirler. Sokrates’e göre retorikte önemli olan gerçeği kavramak ve bilmek değildir, önemli olan insanları ikna etmektir. Oysa bir kişinin bir konuda ikna olması ve bir şeye inanması, o inancın doğru olduğu anlamına gelmez. Bir şeye inanıyor olmak, o inancın doğruluğunun güvencesi ve gerekçesi olamaz.
Sokrates bu nedenle retorikçilerle filozofları keskin bir biçimde ayırmıştır. Çünkü felsefe bilgelik sevgisidir, filozof da bilgeliği seven ve bilge olmak için çalışan kişidir. Bilge olmak için de gerçeğin bilgisine ulaşmak doğrultusunda mücadele vermek gereklidir. Bu da ancak akıl yürütme ile olanaklıdır.
Sokrates, sorgulanmamış ve irdelenmemiş bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini söylemiştir. Bu nedenle yaşamı boyunca ahlak, erdem, adalet, siyaset, devlet, gerçeklik, bilgi, varlık gibi konularda sorgulayıcı ve analitik düşünceler geliştirmiştir.
Sokrates ahlakı alışkanlıklara, törelere ve geleneklere indirgememiş, ahlakı erdemli olmakla ilişkilendirmiştir. Alışkanlıklara, törelere ve geleneklere göre yaşamak kolaydır, erdemli olmak ise zordur. Yaşamın amacının iyi bir ruhu taşımak olduğunu söyleyen Sokrates, iyi bir ruhu taşımak için erdemli olmanın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Sokrates adalet, cesaret, dostluk gibi değerleri de temel erdemler olarak ortaya koymuştur.
Sokrates, erdemli olabilmek için de akıl yürütmenin zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Analitik bir zihine sahip olan Sokrates, erdemleri kavramadan erdemli olunamayacağını düşünüyordu. Erdemleri kavramak da onların anlamını, onların tanımını, onların özünü kavramak demekti. Dolayısıyla adaleti adalet yapan şeyin, cesareti cesaret yapan şeyin, dostluğu dostluk yapan şeyin ortaya çıkartılıp kavranmasıyla bu erdemlere sahip olunarak yaşanabilirdi. Bu anlamda teori ve pratik bir bütünün iki parçasıdır.
Sokrates’e göre felsefe sadece teorik bir şey olmadığı gibi, sadece pratik bir şey de değildir. Filozof sadece belli başlı eylemlerde ve seçimlerde bulunup, bunların akıl yürütmelerinden ve gerekçelendirmelerinden kaçan kişi olamayacağı gibi, sadece akıl yürütmelerle ve gerekçelendirmelerle uğraşıp bunlardan kopuk yaşayan, düşünceleriyle eylemleri arasında tutarsızlık yaşayan kişi de değildir.
Sokrates bu bağlamda, adalet adını verdiği erdeme o kadar büyük önem vermiştir ki, adalete aykırı eylemlerde bulunan bir kişi olmaktansa, adaletsizliğin mağduru olmanın daha iyi olacağını bile söylemiştir. Çünkü adaletsizliğin mağduru olan kişi acı çeker, ama adalete aykırı eylemde bulunan kişinin karakteri yozlaşır. Adalete aykırı eylemde bulunan kişi iyi bir ruhu taşıyamaz.
Sokrates tüm bu nedenlerden dolayı M.Ö. 399 yılında, Atina kent senatosu tarafından, gençlerin zihinlerini bulandırmak ve tanrılara karşı gelmek suçlamasıyla ölüme mahkûm edilmiştir.
İşte bunlardan dolayıdır ki, Türkiye’nin en çok gereksinim duyduğu şey felsefedir.

Venezüella’nın anlamı

Venezüella’nın anlamı

Örsan K. Öymen
31.01.2019, Cumhuriyet

1776 yılı uygarlık tarihi açısından önemli bir yıldır. 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika’da Philadelphia kentinde imzalanan Bağımsızlık Bildirgesi ile Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasında oluşturduğu koloniler, Britanya Krallığı’ndan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin temeli atıldı.

Ancak Thomas JeffersonBenjamin FranklinThomas Paine ve George Washington gibi devrimcilerin öncülük ettiği bu hareket bir bağımsızlık ilanından ibaret değildi. Bu hareket, yeni kurulan bağımsız devletin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin, Britanya Krallığı’nın siyasal yapısından farklı olacağını da ana hatlarıyla ilan etmişti.

Söz konusu yeni yapıya göre ABD’de, Britanya Krallığı’ndan farklı olarak, monarşik, teokratik ve feodal bir yapının olmaması öngörülmüştü. Yetkileri tek elde toplayan despotik bir kralın ve kraliçenin yerine; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi bağlamında hareket eden bir devlet başkanı; yürütmeyi etki altına alan bir kilise yerine dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmediği ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı laik bir düzen; toprak mülkiyetinin devletin ve toprak ağalarının tekelinde olduğu bir düzen yerine, tüm vatandaşların doğal mülkiyet hakkının olduğu bir yapı öngörülmüştü.

Bu devrimlerin temelinde, 17. yüzyılda yaşamış olan John Locke ve 18. yüzyılda yaşamış olan David HumeAdam SmithCharles-Louis Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların ve düşünürlerin kuramları yatmaktadır.

  • 1776 Amerikan devrimi, monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkan ilk büyük devrimdir.

Bu devrimin Avrupa’daki ilk yansıması da Amerika’dan 13 yıl sonra, 1789 yılında Fransa’da yaşanmıştır. Genel sanının aksine monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılma süreci ilk kez 1789 Fransız devrimiyle değil, 1776 Amerikan devrimiyle birlikte başlamıştır. Ancak 1789 Fransız devrimi de Amerikan devrimini tamamlamış ve önce Avrupa’da, sonra da dünyanın diğer bölgelerinde büyük bir etki yaratmıştır.

18. yüzyılda, bir yandan aydınlanma ideallerinin üzerine inşa edilen, bir yandan da Britanya Krallığı’nın sömürgeci yapısına bir tepki olarak kurulan ABD, 20. ve 21. yüzyılda kendi sömürgelerini kurmanın peşine düşmüştür.

Neden? Çünkü ABD, aydınlanma devrimlerini bir adım daha ileriye götüremedi, 19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx ile Avrupa’da gelişen sosyalist ve diğer sol akımları kendi içine taşıyamadı. Avrupa, belli bir ölçüde de olsa, Fransız devriminin üzerine sosyalist veya sosyal demokrat bir örgütlenme oluştururken, ABD yerinde saydı, kendisini geliştiremedi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yönetimleri bu nedenle de darbe ve/veya işgal yoluyla Guatemala, Küba, Şili, Nikaragua, El Salvador, Vietnam, Irak, Suriye gibi birçok ülkeye müdahalede bulundu. Son yıllarda benzer bir senaryo Venezüella için hazırlanmış durumda.
Venezüella eski Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ülkesinde sosyalist politikaları uygulamaya başlamasından itibaren Venezüella ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde Guatemala’da, Küba’da, Şili’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, El Salvador’da sosyalist hareketlere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin bir benzeri, şimdi Venezüella için devreye girdi. ABD, Chavez’in politikalarını sürdürmeye çalışan Nicolas Maduro’yu devirmek için kukla siyasetçi Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanıdığını ilan etti.

Büyük resim dikkate alındığında, Maduro’nun ekonomi ve hukuk alanlarındaki yönetim beceriksizlikleri bir ayrıntı olarak kalmaktadır. İşin özü şudur:

  • Kapitalizm emperyalizmi, emperyalizm de kapitalizmi beslemektedir. 

O nedenle Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi liderlerin kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmeden Venezüella’ya sahip çıkmalarının da hiçbir anlamı yoktur.

TAHY: Türk-Arap Hava Yolları

 TAHY: Türk-Arap Hava Yolları

Örsan K. ÖYMEN
Cumhuriyet, 24 Ocak 2019

Bir ülkenin havayolu salt bir hava taşıma kurumu değildir. Bir ülkenin havayolu, o ülkenin yurtdışındaki ve dünyadaki temsilciliği gibidir. Lufthansa Almanya’yı, British Airways Britanya’yı, Air France Fransa’yı dünyada temsil eden kurumlardır. 
Türk Hava Yolları da dünyada Türkiye’yi temsil eder. Ancak ne yazık ki, Türkiye’deki birçok kurum gibi, THY de Türkiye’yi temsil edeceği yerde, iktidarda olan AKP hükümetini ve AKP’nin hayranlık duyduğu Arap kültürünü temsil eder hale geldi.
Örneğin THY’nin bir uçağına bindiğinizde, Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birisi olan Sözcü gazetesini ve Türkiye’nin en köklü gazetesi olan Cumhuriyet gazetesini bulamazsınız. Çünkü bu gazeteler THY’de yasaklıdır ve ambargoludur! Çünkü iktidara göre THY, devletin ve milletin kurumu değil, AKP’lilerin kurumudur. Fetihçi ve talancı bir zihniyetle bu kurum da diğer kurumlar gibi işgal edilmiştir! 
Dünyanın hangi demokratik ülkesine ait bir havayolunda, iktidara muhalefet eden bir gazete yasaklı ve ambargoludur?! Küçük bir ayrıntı gibi görünen bu olgu aslında, büyük bir sorunun küçük bir yansımasından başka bir şey değildir. Faşist ve despotik ruhlu bir yönetim, kendisine muhalif olan, kendisini eleştiren, kendisi gibi düşünmeyen bir gazeteyi yasaklar!

  • Kendisine yöneltilen eleştirilerden korkan ve onları baskı altında tutan bir yönetim,
    ancak faşizmin geçerli olduğu bir ülkede var olabilir.

Bugün uçakta gazete yasaklayan bir zihniyet, yarın gazete büfelerinde de gazete yasaklar! 
Küçük gibi görünen ama büyük bir sorunun yansıması olan bir başka ayrıntıya değinecek olursak, THY’nin 444 ile başlayan müşteri hizmetleri hattı arandığında, arayanların karşısına uzun bir süredir, Türkçe ve İngilizce anonstan sonra Arapça anons çıkmaktadır! Arapçaya yapılan pozitif ayrımcılık ve torpil hangi gerekçeyle uygulanmaktadır? Türkiye’nin resmi dili Türkçedir. İngilizce de artık küresel ortak iletişim dili olmuştur. İngilizce olmadan dünyada iş yapmak olanağı kalmamıştır. Pekiyi Arapça hangi gerekçeyle THY’nin içine sızmıştır? İngilizce dışında yaygın olan başka dünya dilleri de kullanılacaksa, Arapça ile birlikte Fransızca, Almanca, İspanyolca, Çince, Rusça gibi diller neden kullanılmamaktadır? Bu Arap hayranlığı ve Arap taklitçiliği nereden kaynaklanmaktadır? 
Pekiyi, THY uçaklarının Türkiye’de indikleri havalimanlarındaki manzara nedir? Atatürk Havalimanı’nın devre dışı bırakılması süreci başlamıştır, havalimanlarında Türkçe ve İngilizce ile birlikte Arapça tabelalar asılmıştır, yer hizmetlerinde başörtülü görevlilerin, pasaport kontrolünde başörtülü polislerin sayısı artırılmıştır. Bu sistematik bir çalışmadır ve iddia edildiği gibi başörtülü vatandaşların devlet kurumlarında çalışma hakkıyla ilgili bir konu değildir. Siyasetin, devlette kadrolaşmanın ve eğitimin dinselleşmesine paralel olarak, hem yurtiçine hem de yurtdışına verilmek istenen mesaj şudur:

  • Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devletidir. 

Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1876 Osmanlı anayasasından kalan ve devletin dininin İslam olduğunu ifade eden maddeyi 1928 yılında anayasadan çıkartmıştır.

  • Çünkü laiklik ilkesinin geçerli olduğu bir ülkede devletin dini olmaz;
    vatandaşın, kendi özgür iradesine göre dini olur veya dini olmaz. 

İslam dinini başörtüsüne, oruca, namaza, içki içmemeye, domuz eti yememeye indirgeyerek kendi dinini bile anlamayan bir kafa yapısı, anayasayı da anlamamaktadır!

Türkiye, 21. yüzyılda ortaçağı yaşayan Arabistan coğrafyasının uydusu olmak yolunda uçuşa geçmiştir!

Ama havada seyir halinde olan bu uçağın yakıtı da tükenmek üzeredir.
Bu durumda yalnızca iki seçenek vardır: Ya acil iniş yapmak ya da yere çakılmak!

Eğitimin durumu

Eğitimin durumu

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 14.01.19
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Eğitim, insanın fiilen var olan durumunu korumayı değil, insanın potansiyelini ortaya çıkartmayı, insanın kendisini geliştirmesini amaçlayan bir alandır. Eğitimin geri kaldığı bir ülkede, toplumsal bir ilerlemenin ve gelişmenin gerçekleşmesi de olanaksızdır. 
Türkiye’de eğitimin sorunları o kadar çoktur ki ve bu sorunlar yıllar içinde o kadar birikmiştir ki, bunları ayrıntılı bir biçimde ortaya koyabilmek için 30 ciltlik bir ansiklopedi yazılsa, bu eser eğitimin sorunlarını aktarmak için yine yetersiz kalır. 
Yine de ana maddeler halinde eğitimin sorunlarından bazıları az ve öz bir biçimde şu şekilde ortaya konabilir: 
1) Eğitimin İmam Hatip okulları, Kuran kursları, İlahiyat fakülteleri, “4+4+4” modeli ve zorunlu din dersi üzerinden dinselleşmesi, doğa bilimi, sosyal bilim, matematik, felsefe, sanat ve dil alanındaki eğitimin yaygın bir biçimde gelişmesine darbe vurmuştur. 
2) Pedagoji, yani eğitim bilimi, ülkede en fazla ihmal edilen alanlardan birisi haline gelmiştir. Eğitimin bilimi yapılmadan nitelikli bir eğitim modeli oluşturmak olanaklı değildir. Üniversitelerde eğitim bilimleri fakültelerinin niceliği de niteliği de yeterli değildir.
3) Ülkede ilköğretim ve lise için öğretmen yetiştirmek konusunda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Nitelikli öğretmenlerin sayısı giderek azalmaktadır. Öğretmen yetiştiren öğretmen okullarının geçmişte kapatılması da nitelikli öğretmen yetişmesini engellemiştir. Öğretmenlerin çoğunluğu, hem alanlarıyla ilgili bilgi eksikliğine, hem de dersi ve konuları anlatma yöntemleri konusunda eksikliklere sahiptirler. 
4) İlköğretim ve lise ders kitapları ve metinleri analitik, sistematik, anlaşılır ve sade bir biçimde yazılmamıştır, kavramaya yönelik değil ezberlemeye yönelik yazılmıştır. Bu kitaplarda ve metinlerde birçok karmaşık anlatım tarzı, tutarsızlık ve bilgi hatası bulunmaktadır. Kitapların ve metinlerin birçoğu alanında yetkin kişiler tarafından yazılmamıştır. 
5) İlköğretim ve lise bağlamında devlet okulları nitelik kaybına uğramıştır ve nitelikli eğitim, sayıları sınırlı olan ve paralı olan bazı özel okullara havale edilmiştir. Bu nedenle gelir düzeyi düşük ve orta seviyede olan toplum kesimi nitelikli eğitim hakkından yararlanamamaktadır. Bu kesim Türkiye’nin büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. 
6) Analitik, sorgulayıcı ve yaratıcı düşünceyi teşvik eden felsefe dersi lisede sadece iki yıl zorunlu ders olarak okutulmaktadır ve bu ders kavramaya değil ezberlemeye yönelik verilmektedir. Öte yanda dogmatizmi teşvik eden din dersi ilköğretimden itibaren her yıl zorunlu ders olarak verilmektedir
7) Teknolojinin gelişmesi eğitimin gelişmesine yol açacağına, eğitimin gerilemesine yol açmıştır. Teknolojinin bir araç olmaktan çıkıp bir amaca dönüşmesi ve öğrencilerdeki teknoloji bağımlılığı, öğrencilerin okuma, yazma, anlama, sorgulama, tartışma, araştırma ve yaratıcı düşünme potansiyeline darbe vurmuştur.
8) Üniversitelerin birçoğunda, matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, felsefe, antropoloji, tarih, siyaset bilimi gibi temel bilimler ihmal edilmektedir ve desteklenmemektedir; üniversitelerin birçoğu “arz-talep” yaklaşımıyla meslek yüksekokullarına dönüşmektedir. 
9) 12 Eylül askeri darbesiyle iktidara gelen yönetimin kurduğu Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) üniversitelerin özerkliğini ortadan kaldırmıştır, eğitimin merkezi bir odaktan standart bir şablon altına alınmasına ve üniversitelerin hükümetlerin kontrolü altına girmesine yol açmıştır

  • Türkiye, eğitim alanında bu nedenlerden ötürü dünyanın en geri kalmış ülkelerinden birisi konumuna düşmüştür.
  • Bunun da ötesinde, eğitim sorunu çözülmediği içindir ki;
  • Türkiye’de ekonomi sorunu da, demokrasi sorunu da, laiklik sorunu da, kültür sorunu da, sanat sorunu da, bilim sorunu da çözülememektedir.

=======================================
Dostlar,

Felsefe profesörü Sayın Örsan K. Öymen birbirinden önemli ve nitelikli yazılar yazmakta. Hiçbir yazısını kaçırmamalı, paylaşıp okumalı ve üzerinde düşünerek – tartışarak çözümler üretmeliyiz.

Biz de benzer sorunları tıp eğitimcisi olarak gözlüyoruz.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Türkçe ve İngilizce eğitim veriyor. Bu fakültede 15. yılımız bitmek üzere. Ülkemizin en parlak 2-3 bin öğrencisi arasından binde 1’lik dilime girerek geliyorlar. Ancak her geçen yıl öğrencilerin güdülenmelerinde (motivasyonlarında) düşme gözlüyoruz. Çerçevesini Sn.Öymen’in çizdiği bir eğitimden gelmekteler. Daha ilk yıldan kafasını “hasta ve tedavi” kavramlarıyla adeta zehirliyoruz. Okuma ödevi verilmesi, derste sunulanlar dışında kaynak okunması ve onlardan da sınavda sorumlu olmaya şiddetle karşı çıkıyorlar. Geribildirimlerinde “anlatılmayan yerden soru soruldu..” yakınması belirgin ve çok rahatsız edici. 6 yıllık zorlu Fakülte eğitimi bitince uzmanlık eğitimine hazırlanmak var.. Bir başka yarış ve çile. Çalışma koşulları çok ağır ve mesleksel doyum sağlamaktan giderek uzaklaşmakta.

Hekime yönelik şiddet daha şimdiden bezdirmiş durumda. Malpraktis korkusundan mahkemelerde sürünmek istemedikleri için en az riskli tıp dallarını tercih öne çıkıyor.

Oysa bu kavramların tam tersi düşünsel etkinliğin tam da merkezinde olmalı :

  • Sağlam insan ve sağlığı koruma..

Bu yıl 2018-19 ders yılında 15 bine yakın tıp öğrencisi alındı. Yüze yakın tıp fakültesi ile İngiltere’yi 2’ye katlıyoruz. Hekim enflasyonu artık ufkun ötesinde değili görme alanında. Küresel sermaye hekim emeğini ucuzlatma ve niteliksizleştererek güçsüzleştirme peşinde. Bu politik tercihin – dayatmanın ülkemiz – insanlık adına faturası çok ağır hatta dönüşümsüz olabilir.

Prof. Öymen’i hem kutluyor hem de çok değerli birikimini Cumhuriyet Gazetemiz üzerinden bizlerle paylaştığı için kendisine teşekkür ediyoruz.

Ülkemize, bir felsefe bilimcisi olarak yüreklilikle yol göstermeyi sürdürmesini diliyoruz.

Ülkemizin içine sokulduğu çok yönlü cenderenin rastlantı olduğunu düşünmüyoruz.

Yıkımın başlıca sorumlu AKP iktidarının 16 yılı aşan dinci takıntıları ve yetersizliğidir.
Çözüm de buradan başlamalı.. AKP’nin uslanacağı, durup – duracağı yok..

Halkımız gereğini demokratik yöntemlerle yapmak zorunda; tarihin diyalektiği çözümünü de barındırır ve üretir, üretecek.. Aydın sorumluluğu ile yığınlara neler olup bittiğini aktarmaya devam.. Sabırla, inatla..

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

IŞİD zihniyetinin dokunulmazlığı

IŞİD zihniyetinin dokunulmazlığı

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 10.01.2019

AKP iktidarı, ABD’ye ve Avrupa Birliği’ne her fırsatta verdiği mesajda, terör örgütü IŞİD’e karşı mücadele verdiğini hatırlatır. Paris’teki “Charlie Hebdo” terör eylemlerine kadar IŞİD’in Türkiye’de örgütlenmesi konusunda edilgen kalan, ancak Paris olaylarından sonra ABD’den ve Avrupa Birliği’nden gelen baskılar üzerine IŞİD’e karşı harekete geçen AKP iktidarı gerçekten de, hem Türkiye içinde, hem de sınır ötesi operasyonlarda, IŞİD’e karşı mücadele vermiştir. 
Ancak aynı AKP, dinci terör örgütü IŞİD üyesi olmadığı halde, IŞİD zihniyetini paylaşan kişilere karşı yurt içinde edilgen kalmaya devam etmektedir. Bunun en son örneği, Siirt Müftüsü Ahmet Altıok’un, Oda TV’ye yönelik akıl almaz açıklamaları karşısında, iktidarın, savcıların ve hâkimlerin sessizliğini korumasıdır. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hedef gösterdiği muhalif sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve siyasetçiler için anında harekete geçen emir kulu savcılar, terörü ve şiddeti teşvik eden ve Oda TV’yi tehdit eden Ahmet Altıok’un açıklamaları karşısında üç maymunu oynamaya devam etmektedir! 
Oda TV’de yayımlanan bir yazıda Müslümanların peygamber olarak kabul ettiği Muhammet’e karşı hakaret edildiğini iddia eden Ahmet Altıok adlı zat, köktendinci Hizbullah adlı örgütün yayın organına yaptığı bir açıklamada, “Charlie Hebdo” dergisine yapılan terör saldırısını örnek gösterip “yanlarına kâr kalmadı” demiş, Oda TV’ye de, “ölmeden önce tövbe etsinler” çağrısında bulunmuştu! 
Bu skandal açıklama karşısında, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, savcılar, emniyet ve hâkimler harekete geçmediği gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı da harekete geçmemiştir. Bu konuda harekete geçmeyen tüm kurum ve kişiler, bu suça ortak olmaya devam etmektedirler! 
Bu bir sürpriz mi? Aslında değil.

  • Çünkü İslamcı siyasetin, İslamcılığın, köktendinciliğin, laiklik karşıtı hareketlerin ruhunda faşizm, despotizm, tahammülsüzlük, hoşgörüsüzlük, kin, nefret ve şiddet vardır.

Bunu geçmişte de gördük, bugün de görmeye devam ediyoruz. Bunların fıtratı böyle! 
İslamcılar geçmişte, din adına uygulanan hangi terör ve şiddet eylemine karşı doğru dürüst ve etkin bir tepki verdiler ki buna tepki versinler?! 

  • Sivas’ta Madımak Otel’inde gerici yobazların gerçekleştirdiği katliama ses çıkarttılar mı?

Bırakın ses çıkartmayı, olaylardan önce katledilen sanatçıları hedef gösterdiler, olaylardan sonra da canını zor kurtaran Aziz Nesin’i suçlu ilan ettiler, bir de utanmadan, bu davada yargılanan sanıkların avukatlığını üstlendiler! Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın sağ kollarından birisi olan Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan’ın, 33 kişiyi yakarak katledenlerin avukatlığını yapması tarihe kara bir leke olarak geçti. 

İslamcılar, hukukçu-öğretim üyesi-yazar Muammer Aksoy’un, siyaset bilimci-öğretim üyesi-yazar Ahmet Taner Kışlalı’nın, ilahiyatçı öğretim üyesi-siyasetçi Bahriye Üçok’un, emekli müftü-araştırmacı-yazar Turan Dursun’un, gazeteci- yazar Çetin Emeç’in, gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun İslamcı terör örgütleri tarafından öldürülmesi karşısında doğru dürüst ve etkin bir ses çıkarttılar mı? Usul yerini bulsun diye göstermelik ve zorlama kınama mesajlarının ötesine geçebildiler mi? 
Bırakın bu katliamlara karşı doğru dürüst ve etkin bir ses çıkartmayı, katledilenleri gazetelerinde ve siyasi demeçlerinde yıllarca hedef haline getirenler zaten İslamcılardı! 

  • Laikliği ve Atatürk devrimlerini savunanların can güvenliğinin bile olmadığı bir ülkede, onlar türban mağduriyeti konusunda ülkeyi ayağa kaldırma mesaisi yapıyorlardı!

En büyük mağduriyetleri yok sayarak, mikro mağduriyetler üzerinden makro boyutta zulüm senaryoları tasarlıyorlardı! 
Bugün yaşananlar da hâlâ, o tasarladıkları zulüm senaryosunun devamıdır!

Doğu taklitçiliği

Doğu taklitçiliği

Örsan K. Öymen
Cumuriyet
, 07.01.2019
Yılbaşı gecesi İstanbul’da Taksim Meydanı’nda Arapların kitleler halinde yılbaşı kutlaması yapması birçok kesim tarafından tepkiyle karşılandı. Kimisi Türkiye’de Türklerin yerini Arapların almasına tepkiliydi, kimisi Suriye rejimini devirmek için silahlı mücadele veren ÖSO adlı İslamcı örgütün bayrağıyla gösteri yapanlara tepkiliydi, kimisi de bu grubun üyelerinin cephede savaşmak yerine yılbaşını kutlamasına tepkiliydi.
Suriye’deki rejimi devirmek için mücadele veren ve AKP hükümeti tarafından desteklenen, ancak Rusya ve Suriye dahil birçok dünya devleti tarafından terör örgütü olarak görülen ÖSO’nun Taksim Meydanı’nda bayrak açması elbette rahatsızlık vericidir. ÖSO’nun cephede savaşmak yerine Taksim’de yılbaşını kutlaması da AKP’nin ve ÖSO’nun kendi paradigması açısından bir çelişkidir.
Ancak asıl trajik olan şey, Türkiye’nin en büyük kentinin en büyük ve en merkezi meydanının artık Türklere ait olmaktan çıkmış olmasıdır. Yılbaşı kutlamasındaki manzara bunu yalnızca bize yeniden anımsatan tikel bir durumdur. Yılbaşı kutlamasından bağımsız olarak, Taksim, Harbiye ve İstiklal Caddesi bölgesi zaten yıllardır Arap topraklarının bir parçası görüntüsü vermektedir.

1990’lı yıllarda, kültür, sanat ve gece yaşamı bağlamında New York, Londra, Paris ve Berlin gibi dünya kentleriyle yarışan bu bölge, son yıllarda Riyad, Mekke, İskenderiye ve İslamabad havasına bürünmüştür. Sadece Avrupalı turistler değil, İstanbul’un eğitim seviyesi yüksek kesimi de bu bölgeden büyük ölçüde çekilmiştir. Onun yerini Arap turistler ve çoğu Arap ülkelerinden olan göçmenler almıştır.

Dükkânlar, kafeler, barlar, gece kulüpleri artık yalnızca Türkçe değil Arapça tabelalar da kullanmaktadır. İstiklal Caddesi, Taksim ve Harbiye kara çarşaflı, türbanlı, eşofmanlı Araplarla dolup taşmaktadır. Bölgedeki otellerde artık Avrupa’dan ziyaretçiler değil, Arap ülkelerinden ziyaretçiler konaklamaktadır.

Benzer bir durum Trabzon için de geçerlidir. Arabistan kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve tarihiyle, kültürüyle Anadolu’nun en köklü kentlerinden birisi olan Trabzon, özellikle yaz aylarında Arap turistlerin akınına uğramaktadır. Araplar buradan mülk de satın almaya başlamışlar ve burada kalıcı olduklarını göstermişlerdir. Trabzon’un yeşil yaylalarında renkli kıyafetleriyle dolaşan Karadeniz kızlarının ve kadınlarının yerini, kara çarşaflı Arap kadınlar almıştır; kızlı erkekli birlikte horon oynayan Karadenizlilerin yerini, karısının üç adım önünde yürüyen Arap erkekleri ve kocasının üç adım arkasında yürüyen kara çarşaflı Arap kadınları almıştır.

  • Araplar parasıyla Anadolu kültürünü satın almıştır.

Bunların hiçbirisi tesadüf değildir, aksine,

  • Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık hedefinden sistematik bir biçimde kopma stratejisinin bir sonucudur.

Bu stratejinin mimarı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’dir. Erdoğan’ın ve AKP’nin hocası da Necmettin Erbakan’dır. “Milli Görüş” adı altında Türk halkına büyük bir yalanla sunulan şey aslında “Arap Görüş”tür.

Anadolu halk kültüründe hiçbir yeri olmayan kara çarşaf ve türban bu şekilde halka dayatılmıştır.

İmam hatip okullarında İslam dini, Anadolu halk ozanları ve düşünürleri üzerinden anlaşılacağına, Arap “din âlimleri” üzerinden bu şekilde dayatılmıştır. Bu okullarda bu nedenle İslam dini Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Bedrettin üzerinden değil, hadisler üzerinden anlatılmıştır.

  • İmam hatip okulları Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleridir.

Şu anda Türkiye’de bulunan

  • Arap turistler ve göçmenler, Anadolu kültürünün Arap kültürü tarafından asimile edilmesi ve Anadolu’nun Araplaşması projesinin uygulanmasını kolaylaştıracak takviye kuvvetlerdir. 

Bunların hepsi Doğu taklitçiliğinin sonuçlarıdır!

Taklit edilen şeyin de, bilim, felsefe, sanat ve demokrasi bağlamında ileri uygarlık düzeyini içermediği kesindir!