Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Ezan milli değildir

Örsan K. Öymen

10 Ağustos 2020, Cumhuriyet

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ezanın milli bir unsur olduğu iddiası, muhafazakâr siyasetin yıllardır yaptığı bir propagandadır. Oysa ezan milli, yani ulusal bir şey değildir. Çünkü milli, yani ulusal unsurlar, tüm milleti, tüm ulusu kapsayan şeyler olabilir. Belli bir sınıfın, zümrenin, dinin, mezhebin, etnik kimliğin kültürel özellikleri, milli unsurlar olamaz. Milli olmayan şeylerin milli ilan edilmesi, onların milletin tümüne zorla dayatılması anlamına gelir. Bunun adı faşizmdir.

Ezan, namaza çağrıdır. Namaz da İslam dininin Sünni mezhebindeki bir gelenektir. Bu dinden ve mezhepten olan vatandaşlar, arzu ederlerse, camide namaz kılarlar.

Türkiye’de İslam dininin Sünni mezhebinden olan, ancak camiyi, namazı ve ezanı Müslümanlığın öncelikli unsuru olarak görmeyen, İslamı, Allah’ın varlığının ve Muhammed’in onun elçisi olduğunun kabul edilmesiyle ve Kuran’daki ahlak anlayışıyla ilişkilendiren, onlarca milyon vatandaş bulunmaktadır. Türkiye’deki 80 bini aşkın caminin doluluk oranlarının düşük olmasının nedenlerinden biri de budur.

İslam dininin Alevi mezhebinden olanların ibadet alanı ise cemevleridir, cami değildir. Aleviler namaz kılmazlar, geleneklerinde ezan yoktur. Türkiye’de on milyonu aşkın Alevi vatandaş yaşamaktadır.

Bunun dışında, Türkiye’de dindar olmayan, kendisini ateist, agnostik ve deist olarak tanımlayan beş milyonu aşkın vatandaş bulunmaktadır. Türkiye’de ayrıca on binlerce Hıristiyan ve Musevi vatandaş vardır.
***
Ay yıldızlı bayrak milli bir simgedir. Çünkü dini, mezhebi, etnik kökeni, geleneği, dünya görüşü ne olursa olsun, Türk bayrağı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin bayrağıdır. Bayrak ile ezanı aynı kefeye koymak, millilik kavramını çarpıtmaktır.

Millilik ilkesinin temelinde vatandaşlık kavramı bulunur. Vatandaşlıktan bağımsız olarak millilik bir anlam taşımaz. Bir vatanın paydaşı olan her birey bir vatandaştır. Söz konusu vatanın omurgası da anayasadır. Cami, namaz, ezan, cemevi, kilise, sinagog değildir; din, mezhep, etnik kimlik değildir. Milli olmayı belli bir dine, mezhebe, etnik kimliğe indirgemek bölücülüktür, başkalarını dışlamaktır, başkalarına kendi kültürünü dayatmaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün millilik anlayışının temelinde de vatandaşlık bulunmaktadır.

– Milletin yerine ümmetin,
– laikliğin yerine teokrasinin,
– cumhuriyetin yerine monarşinin konmasıyla,

milli bir bilinç geliştirmek olanaklı değildir. Bunun aksini savunan herkes, farkında olarak veya olmayarak, Türkiye’nin bölünüp parçalanmasını isteyen emperyalizmin işbirlikçilerine dönüşür.
***
Ezan milli bir simge olmadığı gibi, ezanın günümüzdeki biçimi dini bir unsur da değildir. İslam dininin temelini oluşturan Kuran’da namaza çağrıyla ilgili ifadeler vardır, ancak namaza çağrının somut olarak nasıl yapılacağına dair tek bir ayet yoktur. Müzikal bir makam eşliğinde Allah’ın yüce olduğu ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğu ifade edilerek namaza çağrının yapılması, Kuran’dan bağımsız oluşan bir gelenektir.

Megafondan veya hoparlörden ezan sesinin verilmesi ise zaten bu geleneğin oluştuğu yüzyıllarda uygulanan bir şey değildi. Çünkü o yüzyıllarda elektrik, megafon, hoparlör henüz icat edilmemişti. Elektrik pili 19. yüzyılda, megafon ve hoparlör 20. yüzyılda icat edilmiştir. Kuran ise 7. yüzyıla ait bir metindir. Kısacası, megafondan veya hoparlörden ezan sesini yüksek sesle herkese duyurmak yaklaşık 100 yıllık bir alışkanlıktır. Bunun İslam dini ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Çıplak ve doğal sesle ezan okumak, yani namaza çağrıda bulunmak, bu geleneğin ortaya çıktığı yüzyılda anlaşılır bir durumdu. Aynı şey kilise çanları için de geçerlidir. Çünkü o dönemde mekanik saat henüz icat edilmemişti ve insanları ibadet için aynı anda bir araya toplamak için bu gerekliydi. Mekanik saat 14. yüzyılda icat edilmiştir.

İşin özeti; bayrak inerse vatan kalmaz, ama ezanın susması, vatanı da dini de ortadan kaldırmaz.
========================================
Dostlar, 

Biz de kezlerce yazdık, ricacı olduk..

Minarelerin 4 bir yanına konan güçlü hoparlörlerle 100-120 dBA’yı aşan ses şiddetiyle ezan okumanın dinle bağdaşır yanı da, Kur’anda kaynağı da yoktur..
Bu bir tahakküm ve güç gösterisidir Sünni İslamın..
Yaşlılara, hastalara, çocuk – bebeklere, uyku bozukluğu olanlara hatta hayvanlara eziyettir.
İslamiyet inat ve dayatma dini de değildir; hüküm zamanla değişir.
İyi ahlak ve insanları hoş tutma, gönül kırmama önde gelir.
Bu çağrıyı duymak isteyenler cep telefonlarına yükleyebilir ve başkalarının haklarına da saygı duyarak, onları rahatsız etmeden, dayatma yapmadan inançlarının gereklerini yerine getirebilirler..

  • Çoğunluk, başkalarına zulüm yapma hakkı vermez; Sünni İslama da..
  • Uygarlığın gerekleriyle çatışarak İslamiyeti geleceğe taşıma olanağı da yoktur.

Veriler ortadadır, insanlar ve özellikle gençler İslamdan hızla soğumakta ve kopmaktadır. İHL’ler bu yıl çok az tercih almıştır ve türlü zorlamalarla da sonuç alınamamıştır, alınamaz. İslam / Kuran, yoğunlukla akla gönderme yapar ve aklı kullanmayı öğütler.

Erdoğan ve Diyanet‘in giderek büyüyen ve artık katlanılmaz kerteye varan bu soruna, kul hakkı yemekten özellikle kaçınarak, insan haklarına saygılı makul bir çözüm üretmesini istemek en doğal hakkımızdır. En pratik yol, ses şiddetini 55 dBA ile sınırlamaktır. Bu bağlamda Yönetmelikler de vardır..

Sevgi ve saygı ile. 12 Ağustos 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

15 Temmuz tiyatrosu

15 Temmuz tiyatrosu

Örsan K. Öymen
20 Temmuz 2020, Cumhuriyet

15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi bir tiyatro değildi, gerçek bir darbe girişimiydi. Ancak o tarihten sonra 15 Temmuz hakkında AKP iktidarı tarafından halka anlatılanların önemli bir kısmı bir tiyatrodur!

CHP zaten söz konusu darbe girişiminin bir tiyatro olduğunu söylemiyor, darbe girişimini bir gerçek olarak kabul ediyor, ancak bu sürecin yönetilme biçimini ve sonrasındaki siyasi uygulamaları eleştiriyor; iktidarın, darbe girişimini önceden haber aldığı halde, baskı ortamını artırmak amacıyla darbeyi zamanında önlemediğini ve darbe girişiminin gerçekleşmesine kontrollü bir biçimde izin verdiğini savunuyor. O nedenle, darbe girişiminin tiyatro olup olmadığı tartışmasını bir kenara bırakıp, darbe girişimi sonrasında sergilenen tiyatro gösterisine odaklanmak gerekir.
***
Bu tiyatro gösterisinin 1. perdesinde, 15 Temmuz, “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” ve resmi tatil ilan edildi. Oysa Türkiye’de daha önce de hem askeri darbe girişimleri hem de askeri darbeler gerçekleşmişti, ancak darbelerin mağdurları hiçbir zaman, kendi mağduriyetlerini gündemde tutmak amacıyla, böyle bir gün icat etmek gereği duymamışlardı.

Örneğin 1960, 1971 ve 1980 darbelerinin mağdurları olan Demokrat Parti-Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi-Refah Partisi ve onların liderleri olan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, sonrasında iktidar veya iktidar ortağı oldukları halde, darbe tarihlerini, darbeleri kınamak amacıyla, resmi tatil ilan etmediler.

Zaten etselerdi, darbe enflasyonu yaşanan Türkiye gibi bir ülkede, yılda üç kere darbeleri anmak durumunda kalacaktık. Yani darbeleri anma günleri, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim gibi ulusal bayramlarımızın sayısıyla neredeyse eşitlenmiş olacaktı. Darbe girişimleri de bu anmalara katılsaydı, darbeleri ve darbe girişimlerini anma günlerimiz, ulusal bayramlarımızın sayısını geçecekti!

AKP iktidarı ise geçmişte yaşanan tüm darbeleri ve darbe girişimlerini yok sayarak, kendisini evrenin merkezine koyan megaloman ve narsist bir yaklaşımla, 15 Temmuz’u, “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” günü ilan etti. Böylece Türkiye’deki tüm diğer darbeler ve darbe girşimleri de 15 Temmuz’un gölgesinde kaldı, “milli birlik” unsuru ortadan kalktı, sanki darbe ve darbe girşimlerinin tek mağduru kendileriymiş gibi, kişisel unsur ön plana çıktı, “millilik”, AKP iktidarının desteklenmesi ölçütüne indirgendi!

Oysa, Türkiye’nin tarihindeki tüm darbeleri ve darbe girşimlerini kınamak amacıyla tarafsız ve ortak tek bir gün belirlenseydi, “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” çok daha anlamlı olurdu.

***

15 Temmuz sonrasında ortaya konan tiyatro eserinin 2. perdesinde, darbe girişimi bahane edilerek, sivil dikta yönetimi kurma aşamasına hız verildi. Olağanüstü hal ve baskı koşullarında bir anayasa değişikliğine ve referanduma gidildi; referandumla anayasanın kendisi ihlal edildi; anayasaya aykırı bir referandum yapıldı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve bağımsız yargının bazı yetkileri kısıtlandı; yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığı ortadan kaldırıldı; Hâkimler ve Savcılar Kurulu ile Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir kısmının, yürütme organı, yani hükümet tarafından atanması sağlandı. Böylece yargı hükümetin emrine girdi; TBMM’nin de denetleme ve yasa çıkarma yetkisi (AS: özellikle Bütçe hakkı!) budandı, milletvekilleri sembolik figüranlar haline dönüştürüldü.

FETÖ’nün bombaladığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir darbeyi de AKP vurdu, laik düzenin monarşik yöntemle yıkılması süreci hız kazandı!

Böylece, tiyatronun 2. perdesinde, “Demokrasi ve Milli Birlik” gününün, “millilik” unsuruyla birlikte, “demokrasi” unsuru da tamamıyla ortadan kalktı.

Bu tiyatronun yönetmeni, oyunun adını, “Monarşi, Teokrasi ve AKP Günü” olarak değiştirse, kötü bir oyun ortaya koymuş olsa da daha dürüst ve tutarlı olurdu!

Atatürk ve Ayasofya

Atatürk ve Ayasofya

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 13 Temmuz 2020

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye İş Bankası hisseleri konusundaki vasiyetini yok sayan AKP ve onun Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, fiilen ve hukuken var olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetini var sayarak, Atatürk’ün Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi kararını da yok saymıştır! Bu eylemle, Osmanlı hukukunu referans almanın da yolu açılmıştır!

Cami enflasyonuna rağmen, camilerin dolmadığı bir ortamda, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin, dinle ve ibadet gereksinimiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu karar, bir Atatürk’e meydan okuma, Atatürk’ü yok sayma kararıdır.

Bu kararın ulusal bağımsızlık ve egemenlik ile ilişkilendirilmesi ise Atatürk’e yapılmış büyük bir hakarettir! Aslen Bizans döneminde inşa edilen bir kilise olan, Ortodoks Hıristiyan dünyasının en önemli dini eseri sayılan, Osmanlı döneminde camiye çevrilen, Cumhuriyet döneminde ise Atatürk tarafından bir dünya kültür mirası olarak müzeye çevrilen Ayasofya’yı, ulusal bağımsızlık ve egemenlik ile ilişkilendirmek, ancak akıl tutulmasının veya kötü niyetin bir sonucu olabilir!

Ulusal bağımsızlığın ve egemenliğin lideri olan, emperyalizme karşı mücadelede canını ortaya koyan, bu mücadelenin sonucunda bağımsız bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk, Ayasofya’yı müzeye çevirerek, ulusal bağımsızlığa ve egemenliğe aykırı bir iş mi yapmıştır?!

Türkiye Cumhuriyeti’nde değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşadığını sanan, kendisini de cumhurbaşkanı olarak değil, padişah olarak gören, cihatçı ve fetihçi bir zihniyeti, ulusal bağımsızlık ve egemenlik konusu sanan Erdoğan’dan da başka bir şey beklenmezdi!
***
AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş’un da, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararını eleştiren kesimleri, “içimizdeki Bizanslılar” olarak nitelendirmesi ayrıca büyük bir skandaldır ve Atatürk’e yapılmış bir başka büyük hakarettir! Atatürk, Ayasofya’yı müzeye çevirerek “içimizdeki Bizanslı” mı olmuştur?! Atatürk, Ayasofya’yı kiliseye mi çevirmiştir?!

Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini kendisine rehber edinecek kadar uygar olan Atatürk, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yüzlerce yıllık bir çekişmeye alet olan Ayasofya’yı müze yaparak, bu tartışmaya son vermiştir. Atatürk bu kararıyla, Bizansçıları da Osmanlıcıları da yenilgiye uğratmıştır.

Çünkü Atatürk cumhuriyetçiydi; Atatürk, halkın egemenliğine dayanan bir devlet kurmuştu; Atatürk, Bizanslılar ve Osmanlılar gibi, bir kralın, bir patriğin, bir padişahın, bir halifenin, bir ailenin egemenliğine dayanan, halk düşmanı, teokratik, monarşik ve feodal bir imparatorluk kurmanın peşinde değildi!

AKP, 21. yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir “Bizanslı” avına çıkacaksa, bunu kendi içinde yapmalıdır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, yapısal olarak, Bizans İmparatorluğu’ nun bir uzantısıdır. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu’nun Müslüman versiyonudur. AKP’deki ve MHP’deki neo-Osmanlıcılar, içimizdeki “Bizanslılardır”!
***
Bütün bunlarla birlikte, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararıyla ilgili olarak tepki veren ABD’nin, Rusya’nın, Yunanistan’ın ve Avrupa Birliği ülkelerinin yaptıkları açıklamaların hiçbir anlamı ve kıymeti yoktur. Çünkü, Türkiye’yi ortaçağa geri göndermek ve sömürgeleştirmek amacıyla, Atatürk’ün Türkiye’deki siyaset sahnesinden silinmesi için yıllarca en büyük çabayı sarf edenler, İslamcı siyaseti ve onun temsilcisi AKP’yi yıllarca destekleyenler, yine onlardır!

Yazar Orhan Pamuk’un ve benzerlerinin yaptıkları açıklamalar da boş laftan ibarettir. Yıllarca Atatürk ile uğraşacaklarına, dinci, mezhepçi, etnik kimlikçi akımlarla flört edeceklerine, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ve onun devrimlerine sahip çıksalardı, bugünleri yaşamazdık!

Türkiye Cumhuriyeti anayasasını yerle bir ederek Türkiye’de sivil darbe yapan; yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığını ortadan kaldıran; düşünce, ifade, yayın ve örgütlenme özgürlüğünü bertaraf eden; siyaseti, bürokrasiyi, eğitimi dinselleştirerek laiklik ilkesini fiilen yok eden AKP’nin, 15 Temmuz’da FETÖ darbe girişimini lanetlemesinin de bir anlamı kalmadı.

Çünkü FETÖ’nün darbeyle amaçladığı hemen hemen her şeyi, AKP iktidarı zaten gerçekleştirmektedir!

Sağanak halde faşizm

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 15.6.2020

Sağanak halde faşizm

AKP hükümetinin faşizm uygulamaları, sağanak halde toplumun üzerine yağmaya, halkı bunaltmaya devam ediyor. OdaTV’nin erişime kapatılmasından ve OdaTV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan’ın, OdaTV Haber Müdürü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu’nun, OdaTV muhabiri Hülya Kılınç’ın, Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel’in, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik’in ve Yazıişleri Müdürü Aydın Keser’in tutuklanmalarından sonra, şimdi de OdaTV yazarı Müyesser Yıldız ve TELE 1 kanalı sunucusu İsmail Dükel gözaltına alındılar ve tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildiler.

Bu da yetmiyormuş gibi, CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’nun, HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven’in ve HDP Diyarbakır Milletvekili Musa Farisoğulları’nın, tutuklanmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki dokunulmazlıkları kaldırıldı.

AKP, TBMM’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini yerle bir etmeye, “Egemenlik kayıtsız şartsız padişahındır” zihniyetini adım adım yürürlüğe koymaya, monarşik ve teokratik düzeni yeniden kurmaya, bir yandan halkın seçtiği siyasetçileri devre dışı bırakmaya, bir yandan da halkın haber ve bilgi alma hakkını gasp ederek anayasal düzeni ortadan kaldırmaya devam etmektedir.
***
OdaTV, bugüne kadar dinci Fethullah Gülen çetesine karşı en büyük mücadeleyi vermiş yayın organlarından birisidir. Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Müyesser Yıldız, araştırmacı gazetecilik alanında en başarılı çalışmaları yapan kişiler arasında yer alırlar. Söz konusu üç gazeteci de, AKP’nin ve Fethullah Gülen örgütünün bir kumpası sonucunda hapiste yattılar. Ancak onlar, hapisten çıktıktan sonra da bu mücadelelerini sürdürdüler, AKP’nin güdümüne girmediler, gazetecilik ahlakını ve vatanseverlik duygularını, hapishanenin dışında kalabilmek için satmadılar. Onlara uygulanan baskılar aslında, AKP’nin Fethullah Gülen çetesine karşı gerçek, yeterli ve samimi bir mücadele vermediğinin kanıtıdır! AKP, dokuz yıl sonra OdaTV’ye bir darbe daha vurarak kendisini deşifre etmiştir, kendi bindiği dalı kesmiştir.
***
Faşizm, medya ve siyaset alanındaki uygulamalarını sürdürürken, din alanını da ihmal etmeyerek, fetihçi bir zihniyetle, İstanbul’daki Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi girişimlerini de başlattı. Osmanlılar, o dönemde bir Bizans kenti olan İstanbul’u ele geçirdikten sonra, aslen bir kilise olan Ayasofya’yı camiye çevirmiş, Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise Ayasofya, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, bir dünya kültür mirası olarak müzeye dönüştürülmüştür. Böylece Atatürk, hem Ayasofya’nın yeniden kilise olmasını isteyen Ortodoks dinci kesimleri, hem de Ayasofya’nın cami yapılmasını takıntı haline getiren neo-Osmanlıcı İslamcı kesimleri boşa çıkarmıştı.

Ne kadar çok cami açarsa o kadar iyi Müslüman olunacağını sanan AKP, mevcut camilerde bile doluluk oranları oldukça düşükken, ayrıca Ayasofya’nın tam karşısında koskoca Sultan Ahmet Camisi dururken, bu konuyu gündeme getirerek, hem ulusal hem de uluslararası boyutta bir provokasyon yapmıştır.

İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında, Türkiye’nin en büyük turizm gelirlerinden birini sağlayan Ayasofya Müzesi’nin ortadan kaldırılmasının neden olacağı ekonomik kaybı ve yurtdışından gelecek tepkileri bile göze alan AKP, neo-Osmanlıcı köktendinci takıntılarını tatmin etmek için, Türkiye’yi felakete sürüklemeye devam etmektedir.

Birileri, müzeye dönüştürülmüş olan eski bir camiyi kiliseye çevirse, Müslümanlar nasıl haklı bir tepki verirlerse, Ortodoks Hıristiyanlar için de tarihsel manevi değeri yüksek olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, tepkiyle karşılanacaktır. Bu bağlamda, nüfusunun çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan olan Rusya, Ukrayna, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldovya, Belarus, Gürcistan gibi ülkelerle sorunların yaşanacağı, o ülke halklarında Türkiye’ye yönelik olumsuz duyguların oluşacağı bellidir.

  • AKP’nin amacı, Atatürk ne yaptıysa, onun tersini yapmaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti, Atatürk’e ve onun “yurtta barış, dünyada barış” ilkesine sahip çıkmalıdır.

19 Mayıs’tan 23 Nisan’a

19 Mayıs’tan 23 Nisan’a

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 18.5.20
19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Sevr Antlaşması”na, işgal güçlerine ve emperyalizme karşı verdiği bağımsızlık savaşının başlangıcını temsil eden bir tarihtir. Atatürk, 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru ile işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya doğru yola çıkmış, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varmış ve buradan Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas’a geçerek Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemiştir.
Emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı olan Kurtuluş Savaşı iki cephede verilmiştir: Birincisi İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı, ikincisi de Osmanlı yönetimine karşı verilmiştir. Osmanlı Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen Atatürk hakkındaki ölüm fermanını ve idam kararını onaylamış, Atatürk’e, devlete karşı gelen isyancı ve eşkıya muamelesi yapmıştır.

Tarih, Osmanlı hükümetinin ve onu temsil eden Padişah Vahdettin’in vatan haini olduğunu, Atatürk’ün ise vatansever olduğunu kanıtlamıştır. Zaman, devlete sahip çıkıyormuş gibi görünüp devlete ihanet edenleri, devlete karşı geliyormuş gibi görünüp devlete sahip çıkanları ortaya çıkarmıştır!

Ancak bunun da ötesinde, Atatürk’ün İstanbul’daki Osmanlı hükümetine karşı verdiği mücadele, sadece vatan topraklarının işgaliyle bağlantılı bir konu değildi. Atatürk, cephede verdiği savaşı kazanması durumunda, nasıl bir devletin ve vatanın kurulacağına dair altyapıyı da bu savaş sırasında ortaya koymuştur. Kurtuluş Savaşı, sadece bir coğrafya parçası için verilmiş bir mücadele değildir.

  • Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet için, yani demokrasi için, yani halk egemenliği için verilmiş bir mücadeledir.

***
Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi günümüzde sık sık kullanılır. Oysa cumhuriyet ve demokrasi etimolojik özünde eşanlamlı sözcüklerdir. Bu bağlamda, “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi, “cumhuriyeti cumhuriyet ile taçlandırmak” anlamına gelmektedir ki bu da totolojik bir ifadedir. Cumhuriyet de demokrasi de halk egemenliğine dayalı yönetim biçimi anlamına gelmektedir. Birisi Arapçadır, diğeri Yunancadır. Arapçadaki “cumhur” ve Yunancadaki “demos”, halk anlamına gelmektedir.

Ancak günümüzde, adı cumhuriyet olduğu halde, fiilen cumhuriyet olmayan, yani halk egemenliğine dayanmayan o kadar çok devlet vardır ki, o nedenle “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi sık sık kullanılır hale gelmiştir. Oysa, “kâğıt üzerinde cumhuriyet olan devletleri, fiilen de cumhuriyet haline getirmek” veya “demokrasiyi fiilen uygulamak” ifadeleri daha yerinde olacaktır.

Atatürk, 9 Eylül 1923’te kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin ana ilkelerinden birisi olan Halkçılık kavramına, Kurtuluş Savaşı sırasındaki konuşmalarında ve yazışmalarında çok sık vurgu yaptığı gibi, halkın egemenliğini sağlamak amacıyla, 23 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurmuştur. Atatürk böylece, bir yandan aldığı kararları halkın egemenliğine dayandırmıştır, bir yandan da cephedeki savaşı kazanması durumunda kuracağı devletin ve vatanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısından nasıl ayrılacağının ilk önemli işaretini vermiştir. Bu aynı zamanda, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasının, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin kurulmasının ve 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasının yolunu açmıştır.

  • Padişahın egemenliğine dayalı monarşinin ve halifenin egemenliğine dayalı teokrasinin yerine, halkın egemenliğine dayalı cumhuriyet yönetimine doğru çok büyük bir adım atılmıştır.

***

Geçen ay 23 Nisan’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yılını kutladık.

– Atatürk’ün adını ülkenin her yerinden silen,
– Atatürk’ün resmi vasiyetini çiğneyen,
– TBMM’de ettiği yemine sadık kalmayan,
– Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ifade edilen demokratik, laik, sosyal hukuk devletini ortadan kaldıran,
– TBMM’nin yetkilerini kısıtlayan,
– ülkeyi padişah gibi yöneten
Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan,

kuruluşunun 100. yılında TBMM’ye de gelmedi!

19 Mayıs 1919’dan günümüze kadar yaşanan 101 yıllık deneyime rağmen Erdoğan’ın, 29 Ekim 2023’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını kutlayacağına inanmak, çok geniş bir hayal gücü gerektirir.

Dinci-mezhepçi bataklık

Dinci-mezhepçi bataklık

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 05.10.19
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Emperyalizm cahil ülkeleri kolayca sömürür. Eğitim düzeyi yüksek, bilim, felsefe, sanat, demokrasi ve laiklik alanlarında gelişmiş, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamış olan bir ülkeyi, emperyalizm sömürge haline getiremez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizme karşı mücadeleyi, yalnızca cephede verilecek bir mücadele gibi görmemiştir. Bir ülkenin emperyalizme karşı direnebilmesi için, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayıp cehaletten kurtulmasının zorunlu bir önkoşul olduğunu kavramıştır.

Bu nedenle, Türkiye’yi ortaçağ karanlığına ve cehalete geri sürükleyen AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada, BM Güvenlik Konseyi üyelerini hedef alarak, bir kez daha, “dünya 5’en büyüktür” demesinin hiçbir anlamı yoktur. “Dünya beşten büyüktür” demekle emperyalizme karşı bir mücadelenin verilemeyeceğini tarih kanıtlamıştır.

Erdoğan’ın yaptığı konuşmada İsrail’i hedef alarak Filistin sorununa odaklanmasının da hiçbir değeri yoktur. Dünyadaki tek uluslararası sorun Filistin sorunu olmadığı gibi, yeryüzünde adalete aykırı bir dış politika izleyen tek yönetim de İsrail yönetimi değildir. Dünyada, Asya, Afrika, Amerika kıtalarında onlarca ülkede, hem ulusal hem de uluslararası bağlamda, birçok zulüm uygulanmaktadır. Bunları görmezlikten gelerek, dünyadaki adalet sorununu tek başına İsrail-Filistin sorununa odaklanarak anlatmak, içtenlikli olarak adalete inanan bir kişinin yapacağı bir iş değildir. Ayrıca, kendi ülkesinde adaleti sağlayamayan birisinin, uluslararası bir arenada küresel adaletten söz etmesinin, hiçbir inandırıcılığı yoktur.

Erdoğan’ı iç politikada ve dış politikada yönlendiren bakış açısı neyse, Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada yönlendiren de o olmuştur. Bu bakış açısı da dinci-mezhepçi, İslamcı-Sünnici bakış açısından başka bir şey değildir.

  • Türkiye’yi iç politikada ortaçağ karanlığına sürükleyen bakış açısı bu dinci-mezhepçi bakış açısı olmuştur.

Eğitimin dincileştirilmesi, bilimsel ve laik eğitim sisteminin çökmesi, siyasetin ve devlet işlerinin dinselleşmesi, laiklik ilkesinin büyük bir darbe yemesi, bilim, felsefe ve sanat alanlarında Türkiye’nin dünyadaki en geri ülkeler arasında yer alması, demokrasi konusunda Türkiye’nin dikta rejimiyle yönetilen ülkelerle aynı kategoriye girmesi, bu dinci-mezhepçi bakış açısının bir sonucudur.

Dış politikada, Avrupa Birliği üyeliği umudunun tükenmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’da yalnızlaşması, Suriye, İsrail ve Mısır gibi ülkelerle diplomatik ilişkilerin ortadan kalkması, büyük ölçüde, bu dinci-mezhepçi bakış açısının ve teokratik monarşik hayallerin bir sonucudur.
Suudi Arabistan, Bahreyn, Sudan, Somali, Malezya gibi ülkelerde demokrasi mi var? Yok. O zaman Erdoğan neden bu ülkelerde var olan düzeni ve bu ülke devletlerinin kendi vatandaşlarına uyguladığı zulümleri Birleşmiş Milletler’de gündeme getirmiyor da, İsrail, Suriye ve Mısır yönetimlerini hedef alıyor? ABD’nin Irak’ta yaklaşık bir milyon insanı katletmesine ses çıkarmayan “Büyük Ortadoğu Projesi” eşbaşkanı Erdoğan, neden Suriye yönetiminin sorumlu olduğu katliamları bozuk plak gibi tekrarlayıp duruyor ve Esad yönetimiyle diyalog kurmayı reddediyor?

İsrail’i Musevilerin yerine Müslüman Araplar, Mısır’ı ve Suriye’yi “İhvan el Müslimin” olarak da anılan “Müslüman Kardeşler” adlı İslamcı köktendinci örgüt yönetseydi ve bu yönetimler de kendi halkına veya başka halklara zulüm uygulasaydı, Erdoğan bu yönetimleri de eleştirir miydi?

Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’deki konuşmasını “tarihi konuşma” diye pazarlayan medyadaki AKP işportacılarının ve amigolarının zavallı şuursuzlukları ve yalancılığa dayalı propagandaları da, yine AKP’nin Türkiye’de yarattığı cehaletin ürününden başka bir şey değildir.

Bu cehaletle, Türkiye emperyalizme karşı mücadele vermek bir yana, dünyada alay konusu olmaktan öteye geçemez.
============================================
Dostlar,

Buradan sana kemik de düşmez..
Yeryüzünde Hangi Devlet Bakanının Ağzına Yakışır?

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bolu’da partisinin toplantısında ağzını bozdu!
Erdoğan, “Yüzde 50 seçilme yeterliliği yeni sistemin omurgasıdır ve bu iş bitmiştir. Seçilme oranını %40’a düşürme gibi bir çabamız yok” dedi. “CHP bundan kendine bir şey çıkarmaya çalışıyor” iddiasında bulunan Erdoğan,

“Bundan sana bir şey çıkmaz. Buradan sana kemik de düşmez” sözlerini kullandı.

CHP’nin eski Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefete yönelik “Buradan sana kemik de düşmez” sözlerine yanıt verdi :

  • İnce, Muhalefete “buradan size kemik düşmez” diyen birinden Cumhurbaşkanı olur mu? Aklı, fikri, dili kemikte olan birisi milletin birliğini, bütünlüğünü temsil edebilir mi?

****
Bu sözleri CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Erdoğan’a söyleseydi ne yapardı AKP = Erdoğan acaba? Herhalde en az 100 bin TL tutarında giderim (tazminat) davası açar, savcılığa da ceza soruşturması – kovuşturması için suç duyurusunda bulunurdu.

  • TCK md. 299 balyoz gibi kullanılmakta!

Demokles’in kılıcı gibi sallamakta Erdoğan bu maddeyi, yandaşlaştırdığı yargı eliyle.
Binlerce yurttaşa, kendisine / Cumhurbaşkanına hakaret savı ile dava açmış durumda.
Yüzlerce yurttaş da hapis – para cezalarına çarptırıldı..

Erdoğan, militan bir parti başkanı gibi davranmakta; asla milletin genelinin Cumhurbaşkanı gibi değil!

Fakat kendi sözlerinin 40’ta 1’ine bile dayancı (tahammülü) yok..
Bu tablonun sürdürülebilirliği artık kalmamıştır.
Erdoğan, geçelim metal yorgunluğunu, “aşırı” yorgundur, neredeyse sürmenaj eşiğindedir. Bolu konuşmasında “AK Parti” yerine “Refah Partisi” demiş ve eski genelkurmay başkanı, şimdinin MSB Akar’ın oturduğu yerden birkaç kez “AK Parti”, “AK Parti” diye bağırması üzerine gafını düzeltmiştir. Benzer ve daha ağır örnekler çok sayıdadır.
Bunca ağır yorgunlukla, olağanüstü sorunları olan Türkiye nasıl yönetilebilecektir??
****
Görülen o ki; AKP’nin ülkemizi içine sürüklediği, Dinci-mezhepçi bataklık, yukarıdaki değerli makalenin yazarı Sn. Öymen’in betimlediğinden çok daha ötededir..

AKP’nin yarattığı dinci – mezheğçi bataklık çook derinleşmiş, AKP = Erdoğan ve yerli – yabancı tüm müttefiklerin kendisini asla kurtaramayacağı müthiş bir yutma gücü kazanmıştır.

Üstelik çooook da kötü kokuludur..

Hangi “normal” ülkede bir Cumhurbaşkanı Anamuhalefet partisi için “Buradan sana kemik de düşmez” diyebilir ki?! Ülkeyi kutuplaştırmaktan hala yarar umma neyin nesidir, nasıl bir illettir?

– En son 2008 küresel krizinde %14’lere varan işsizlik oranı Haziran 2019’da da görümüşken
– Ekonomi son aylarda istihdam yaratma kapasitesini yitirmişken
– Gençler ya işsiz ya atıl iken
– Kalite temelli işsizlik yani mesleğini yapamama yapısal sorun durumuna gelmişken.
– Son bir yılda istihdamdaki kayıp 800 bin, işsizlikteki artış 938 bin ve işgücü piyasasına küsüp ayrılanların sayısı da 663 bine erişmişken
– Bütçe açığı 82 milyardan 125 milyar TL’ye yükseltilmişken (TCMB’ndan 80 milyar TL’ye yakın ihtiyat akçesi ve banka kârının da bütçeye aktarılmasına karşın!)
– 117,3 milyar TL (bütçenin 1/8’i)  Devlet borçlarının faizi için ödenecek iken (bu tutar 2018 için 71,6 milyar TL idi),
– 82 milyon + 5 milyon sığınmacı için Sağlık Bakanlığı bütçesi 48,5 milyar TL; kamu borcu faizi bunun 2,5 katı iken
– AKP iktidarında 17 yılda dış borçlar için 163 milyar $ ödenmişken…
– İç ve dış politikada Türkiye her açıdan tıkanmış iken
– Klasik iktisat kuramında enflasyon faizleri yükseltirken AKP = Erdoğan hala bunun tersini ısrarla Bolu konuşmasında da savunur ve hatta klasik kuramı reddederken
– …..
Sinirler bu denli geriliyor “doğal olarak” (!)

Başta Erdoğan, tüm AKP kadroları olağanüstü metal  yorgunudur.
En etkili çaresi ise erken seçimle yönetimi yeni kadrolara bırakmaktır.

Ayrıca, öfke patlamaları ve dürtü denetimi için psikiyatrik yardım almakta büyük yarar vardır.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Hekim, Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ekrem İmamoğlu’na kurulan kumpas

Ekrem İmamoğlu’na kurulan kumpas

Örsan K. Öymen

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” RecepTayyip Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, İstanbul’un tarihinde en yüksek oyla seçilen belediye başkanlarından birisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı Ekremİmamoğlu’nu baskı altında tutmaya devam ediyorlar.

31 Mart’taki (2019) İstanbul belediye seçimini hukuka ve yasalara aykırı bir biçimde iptal ettirdikleri yetmiyormuş gibi, yinelenen seçimde açık ara farkla kazanan ve halkın büyük desteğini alan Ekrem İmamoğlu’na hâlâ meydan okuyorlar. Halkın oyunu ve milletin iradesini yok sayan bu faşist dikta zihniyeti aslında, Ekrem İmamoğlu üzerinden halka yönelik bir tehdit ve baskı uygulamaktadır.

Büyükşehir belediye başkanlarını Ankara’ya davet eden Erdoğan, medyanın önünde, Ekrem İmamoğlu’nu geçmiş uygulamaları sorgulamaması ve belediyedeki kadroları olduğu gibi koruması konusunda uyarmıştır. Erdoğan, toplantının medyaya kapalı bölümünde, bu konudaki kişisel görüşlerini açıklamış olsaydı, bu kendisi açısından belli bir ölçüde anlaşılabilirdi. Ancak bir kişiyi hem makamına davet edip hem de medyanın önünde eleştirip şov yapması, büyük bir kabalık olmuştur.

Seçilen bir belediye başkanının, geçmiş dönemlerdeki olası yolsuzlukları, usulsüzlükleri, israfları ve belediyecilik hizmetiyle uyuşmayan uygulamaları sorgulaması kadar doğal bir şey olamaz. Bunların sorgulanması, halkın kendisine verdiği yetkinin ve belediyede temiz bir geleceğin inşa edilebilmesinin bir gereğidir.

Seçilmiş bir belediye başkanının, kendi kadrolarıyla çalışmayı istemesi kadar doğal bir şey de olamaz. Sonuçta belediye hizmeti bir ekip işidir. Belediye başkanı ve belediyedeki ilgili müdürlükler ve daireler, uyum içinde çalışabilecekleri kendi kadrolarını kuramazlarsa, halka da hizmet veremezler.

Bu bağlamda, eski dönemde belediyede müdürlük ve daire başkanlığı yapmış olanların, belediyeyi AKP il başkanlığına dönüştürüp AKP amigoluğu yapanların, hukuka ve yasaya aykırı bir biçimde iptal edilen 31 Mart seçiminin ardından, bir sonraki seçim gerçekleşmeden işe alınanların ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesindeki demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkesine aykırı faaliyetlerde bulunanların ve belediyedeki yetkileri bu faaliyetler için kullananların işine veya görevine son verilmesi ölçüsünde doğal ve doğru bir şey olamaz.
Hem belediyede hem de merkezi hükümette iktidar olduğunda on binlerce çalışanın işine son verip devletin kadrolarını, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesine karşı faaliyette bulunanlarla dolduran AKP’nin, bu konuda söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. AKP bu konuda CHP’ye de, Ekrem İmamoğlu’na da hiçbir ders veremez. İşten çıkarmalarda, yukarıda belirtilen kapsama girmeyen az sayıda istisna uygulama varsa, bunlar da araştırılır ve yine belediye tarafından düzeltilir.

Bahçeli’nin de önceki gün yaptığı açıklamada, Ekrem İmamoğlu’nu hedef alarak

  • Yenikapı’yaotomobil sergisi açacak kadar çıldıran kırık sandalyelilernereye varmak istemektedir? Türk milletinekafa tutmanın akıbeti kafanın kopmasıdır,terör örgütünü bekleyen son da budur. CHP yönetimide terör örgütüyle ortaklığından bir an öncevazgeçmelidirbiçiminde ifadeler kullanması, Bahçeli’nin düzeyini ve çapını bir kez daha ortaya koymuştur. Bahçeli, bununla da yetinmeyip CHP’yi “emperyalizmin gece bekçisi” ve “Türkiyedüşmanlarının kule nöbetçisi” ilan etmiştir!

Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeynden uzaklaştırarak emperyalizme en büyük desteği veren AKP’nin yedek lastiği olan Bahçeli, CHP’ye emperyalizm dersi verecek son kişidir!

1970’lerde CIA destekli Kontr-Gerilla’nın taşeronluğunu üstlenerek emperyalizme en büyük desteği veren MHP, CHP’ye emperyalizm dersi veremez!

Emperyalizmin 7/24 bekçiliğini yapan MHP’nin ve Bahçeli’nin bu konularda söyleyecek hiçbir sözü olamaz!

Kırık sandalye işine gelince, onlarca belediye başkanı içinde yalnızca Ekrem İmamoğlu’nun sandalyesinin kırılmasını bir rastlantı ile açıklamak oldukça zordur!
======================================

Dostlar,

“Kırık sandalye“ sorununu biz de sitemizin manşetinde irdelemiştik :

İstanbul BŞBB İmamoğlu’na sarayda kırık sandalye verilmesi ağır bir politik skandaldır ve asla rastlantısal değildir.

Huylu huyundan vazgeçmiyor.. İmamoğlu’na son derece banal bir yöntemle özel ileti (mesaj) veriliyor; “seni her an indirebilirim!“

İmamoğlu’nun partili CB Erdoğan’ın “israfa yol açtınız“ sözleri kurgunun tamamlayıcısı ya da bilerek – bilmeyerek deşifre edilmesidir.

Bereket İmamoğlu düzeysizsenaryoyu algılamış ve “2. kez sandalyeye oturunca daha sağlam oturduğunu“ söyleyerek taşı gediğine koymuştur.

AKP = Erdoğan çoook zordadır ve çoooook güç yitirmiştir. AKP’den resmi kayıtlara göre (Yargıtay C. Başsavcılığı) 60 bini aşkın istifa gerçekleşmiştir.
Barış akademisyenleri yargıda aklanmaktadır..
Cumhuriyet çalışanları Yargıtay’da aklanmıştır.
Ekonomide fırtına dindirilememektedir; borçlar, bütçe açığı ve resmen %13’ü aşan işsizlik ülkeyi bunaltmaktadır. İnsanlar parasızlıktan kendini yakmakta, intihar etmektedir.
Çocuk tecavüzleri, kadın cinayetleri, artan can – mal güvensizliği, Çorlu faciası,
AKP kadrolaşması….. bu iktidarın ülkemize – halkımıza dayatmasıdır.
Dış politika çıkmazdadır.
……………….
AKP = Erdoğan’ın her cephede çatışma sürdürecek gücü yoktur. Oyları düşmektedir hızla. Bu bakımdan, ön alarak “uzlaşmacı“ rolü oynamakta, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemektedir.

Bu tür narsisitik politik kişiliklerin değişmeyen / değiştirilemeyen iç yapılarını aşağıdaki karikatür ustalıkla sergilemektedir (Z. Temuçin, Cumhuriyet 12.9.19).

AKP = Erdoğan’ın durdurulamayan, durdurulamayacak olan çöküşüdür izlediğimiz. 2023’e kalmaz kanımızca. Tüm topal ördek iktidarları gibi.. Muhalefetin ustalığına ve halka önderliğine bağlı.. Elbette, hemen her alanda nal toplayan iktidar blokunun kaçınılmaz hatalarına da..

HDP’nin kriminalize edilmesi politikasına dikkat!
(Bkz. “Kürt sorunu devam ettikçe gerillaya katılım da olacak, çatışma da olacak, savaş da olacak..” mı acaba??)

Millet İttifakını dağıtma hedefli AKP politikaları. HDP, PKK ile ilişkisini kesin olarak kesip bu oyunu bozmalı!

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​ Ankara Üniv. Tıp Fak.
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Seçilen ve atanan

Seçilen ve atanan

Örsan K. Öymen
26.8.19, Cumhuriyet
Demokrasi halk yönetimi anlamına gelir. Demokraside halk, kendi seçtiği temsilcileri vasıtasıyla, yönetimde egemen olur. Bu nedenle demokrasiye halk egemenliği de denir. Bu bağlamda demokrasi, halkın egemen olmadığı monarşi, oligarşi, teokrasi gibi sistemlerden keskin bir biçimde ayrılır. Monarşi tek kişinin egemenliğidir, oligarşi belli sınıfların egemenliğidir, teokrasi de “Tanrı”nın egemenliğidir.
Ancak halk egemenliğinin gerçekleşmesi için belli koşulların sağlanması gerekmektedir. Bu koşullar şunlardır:
1) Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem.
2) Yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı, yürütmenin emrinde olmayan bağımsız yasama ve bağımsız yargı.
3) Düşünce, ifade, basın, yayın ve örgütlenme özgürlüğü.
4) Laiklik; yani devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarının dinden arındırılması, dinin bu alanlara müdahale etmemesi ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanması.
5) Ekonomik ve sosyal adalet.
6) Vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum.
Söz konusu koşulların yalnızca birisi veya birkaçı değil, tümü sağlanırsa, demokrasiden ve halk egemenliğinden söz edilebilir.
Türkiye’de günümüzde bu koşulların hiçbiri geçerli değildir.
Dolayısıyla Türkiye’de bir halk egemenliğinden ve demokrasiden söz etmek kesinlikle olanaklı değildir. 

Türkiye’de yukarıdaki koşulların tümünün sağlandığı bir dönem de hiçbir zaman var olmamıştır. Örneğin ekonomik ve sosyal adalet ile vatandaşlık bilincine sahip eğitimli bir toplum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bu yönde mücadelenin verildiği dönemler olmuştur, ancak bu mücadele başarıyla sonuçlanmamıştır. Ancak yine de, 1961-1971 ve 1972-1980 yıllarının, bu koşulların en üst düzeyde sağlandığı dönemler olduğu söylenebilir.

Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem;
yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı;
düşünce, ifade, basın, yayın, örgütlenme özgürlüğü
ve laiklik koşulları

bu dönemlerde büyük ölçüde yürürlükteydi. Ancak bunların kısa bir dönemde sağlanmış olması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için yeterli olmadı. Olamazdı da, çünkü demokrasi yarı zamanlı bir meslek veya hobi değildir. Demokrasi ciddi bir şeydir ve gerçekleşmesi için büyük emek ister.

  • Demokrasi feodal zihniyetli tembel siyaset ağalarının ve devleti kendi çıkarları için işgal ve talan edenlerin işi değildir.
  • Günümüzde, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda olduğu dönemde, demokrasinin söz konusu altı önkoşulunun hiçbiri kalmamıştır.
  • Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivil iktidar dönemlerinde bir ilktir.
  • Türkiye Cumhuriyeti Anayasası fiilen ortadan kaldırılmıştır. 

Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin elinde yalnzca çok partili serbest seçim kalmıştı, ancak o da büyük darbe yemiştir. Güneydoğu Anadolu’da seçilmiş belediye başkanlarının daha önce de görevden alınıp yerine kayyım atanması; AKP’li seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp yerine belediye meclisinden kişilerin atanması; 31 Mart İstanbul belediye seçiminin yasaya ve hukuka aykırı bir biçimde iptal edilmesi ve son olarak, geçen hafta, ortada bir suç ögesi bulunduğuna ilişkin kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanması, halkın verdiği oyların yok hükmünde sayılması, Türkiye’nin içine sürüklendiği büyük felaketin göstergeleri arasındadır.

  • 12 Eylül askeri darbesinin bile başaramadığını, AKP-MHP iktidarı başarmıştır.

Emperyalizm Türkiye’ye demokrasiyi çok görmüştür ve Türkiye’yi Ortadoğu’nun geri kalmış ülkeleriyle aynı kategoriye sokmaktadır.

  • Bir sonraki aşama, Türkiye’nin iç savaşa sürüklenip parçalanmasıdır.
  • Türkiye’de yürütülen operasyonun nihai amacı, dinci-laik, Sünni-Alevi ve Türk-Kürt arasında bir çatışma ortamı yaratmaktır.
  • Bunu da, seçilmiş gibi görünüp, aslında atanan AKP-MHP iktidarı yürütmektedir.
  • AKP’yi, MHP’yi, Erdoğan’ı ve Devlet Bahçeli’yi kimin atadığı ise gayet açıktır! Kenan Evren’i kim atadıysa, onları da aynı güç atamıştır!

Kürtlere kurulan tuzak

Kürtlere kurulan tuzak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet,
3 Haziran 2019

 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes dini, mezhebi, dünya görüşü ve etnik kökeni ne olursa olsun, anayasa ve yasalar önünde eşit haklara sahiptir. Demokraside esas olan vatandaşlık bağlamında ortak bir toplumsal yaşamı sürmektir; din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölünmek değildir.

Ancak bu durum, belli etnik kimliklerin baskı altında tutulup asimile edilmesine de yol açmamalıdır. Üniter yapıyı koruyarak ve PKK gibi ayrılıkçı terör örgütlerine karşı durarak, belli etnik kimliklerin asimilasyona uğraması önlenebilir.

Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yönelik yapılması gereken de budur. Ancak bu doğrultudaki söylemler ve eylemler içtenlikli olmalıdır. Oysa Kürt kökenli vatandaşlar, uzun yıllar baskı altında tutuldukları gibi, baskı ortamından kısmen kurtulduktan sonra da, siyasiler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır.

1990’lı yıllara kadar Kürt kimliği yok sayılmış, Kürt kökenli vatandaşların kültürlerini geliştirmeleri engellenmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin ve lideri Erdal İnönü’nün öncülüğünde, Kürtlerin asimilasyonuna son verilmesi doğrultusunda önemli adımlar atılmıştır. Doğru Yol Partisi’nin lideri ve eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de bu açılımlara destek vermiş, Kürt gerçekliğinin tanınması gerektiğini açık bir biçimde ilan etmiştir.
Ancak terör örgütü PKK’nin bu açılımlara karşın terör eylemlerini sürdürmesi ve emperyalizmin Türkiye’deki tetikçisi işlevini görmesi, ayrıca HEP, DEP, HADEP, HDP gibi siyasal partilerin içindeki kimi odakların terör örgütü PKK’ye karşı tavır alamaması, Kürt kökenli vatandaşların hakları konusunda bazı adımların atılmasını ve siyasi mücadele verilmesini zorlaştırmıştır.

Buna karşın Kürt kökenli vatandaşlar, dil, yayın, eğitim alanında belli hakları elde etmişlerdir, ancak bu süreçten sonra siyasi partiler, Kürt kökenli vatandaşları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Örneğin, AKP ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan, kendi iktidarını korumak için “Kürt açılımı” adı altında bir süreç yürütmüş, ancak bu sürecin kendi iktidarını korumaya yaramadığını anladığında 180 derece dönüş yaparak, Kürt düşmanlığını ve şovenist ırkçı bir anlayışı siyaset haline getirmiş olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin güdümüne girmiştir.

31 Mart belediye seçimlerinde AKP’nin İstanbul’u kaybetmesi ve Erdoğan’ın bu seçimi hukuka ve yasalara aykırı bir biçimde iptal ettirerek CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını gasp etmesi sonrasında, Erdoğan ve AKP, 23 Haziran’da yenilenecek seçimde İstanbul’daki Kürt kökenli seçmenleri yanına çekmek için düğmeye basmıştır.

Kendi iktidarı dışında hiçbir şeyi umursamayan Erdoğan, yeni bir operasyonu devreye sokmuştur.

Bunun ilk aşaması, Öcalan’ın yıllar sonra ilk defa avukatlarıyla görüştürülmesi olmuştur. Bazı duyumlara göre AKP, HDP tabanının İstanbul seçimlerini boykot etmesi çağrısı yapması konusunda Öcalan’ı ikna etmeye çalışmaktadır ve bu konuda Öcalan’ın hapishane koşullarının düzeltilmesiyle bağlantılı kimi pazarlıklar yürütmektedir.

HDP’nin eski lideri Selahattin Demirtaş’ı ve birçok HDP milletvekilini hapishaneye gönderen, HDP’li seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerine kayyım atayan, terör örgütü PKK’ye karşı operasyon yaparken yüzlerce sivil Kürt kökenli vatandaşın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına neden olan AKP-MHP ortaklığı, şu anda Kürt kökenli vatandaşları bir kez daha kandırmak için seferberlik başlatmış durumdadır.

İstanbul’a “mitili atacağını” söyleyip sonra İstanbul’da ortadan kaybolan MHP lideri Devlet Bahçeli de bu kurnaz kumpasın baş aktörlerinden birisi durumuna gelmiştir.

Ancak, AKP’li ve MHP’li kurnaz uyanıkların, İstanbul’daki ticari çıkar ve rant uğruna, Kürt kökenli vatandaşları aldatmaları ve kandırmaları olanaklı olmayacaktır.

  • 23 Haziran’da, Kürtler, kurtların tuzağına düşmeyecektir.

Erdoğan vesayeti

Erdoğan vesayeti

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 13.5.19

Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul’daki belediye seçimlerini iptal etmesi bir kez daha şu gerçekle yüzleşmemizi sağlamıştır:

  • Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan vesayeti sona ermedikçe, ülkede demokratik bir düzenin kurulması olanaksızdır.

Erdoğan’ın baskısıyla YSK’nin İstanbul seçimlerini anayasaya ve hukuka aykırı bir biçimde iptal etmesi, tarihe kara bir leke olarak geçecektir.

  • Daha önce askeri darbe dönemlerinde rafa kalkan demokrasi, şu anda sivil bir siyasetçi tarafından, bizzat Erdoğan tarafından rafa kaldırılmıştır.

Erdoğan’ın ve AKP’nin sivil darbe gerçekleştirme sürecinin son aşaması, İstanbul’daki belediye seçiminin iptal edilmesi olmuştur.
Erdoğan ve AKP, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2., 6., 7., 8., 9., 11., 14., 24., 25., 26., 28., 34., 138. ve 148. maddelerini daha önce kezlerce ihlal etmiştir ve ihlal etmeye de devam etmektedir.

  • Türkiye’de laiklik ortadan kalkmıştır; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ortadan kalkmıştır; düşünce, ifade, basın, yayın, örgütlenme özgürlüğü büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.

Türkiye’de demokrasinin temel unsurlarından geriye sadece çok partili serbest seçimler kalmıştı. Şimdi Erdoğan ve AKP, YSK üzerinden, onu da ortadan kaldırmıştır!

  • Seçimle iktidara gelmiş olsa da, demokratik ve anayasal düzeni ortadan kaldıran, sivil darbe yapan bir yönetici ve iktidar, siyaset bilimine ve hukuka göre, meşruiyetini kaybetmiş sayılır.

Erdoğan ve AKP iktidarı da bu bağlamda meşruiyetini kaybetmiştir.

  • AKP, Türkiye’deki demokratik düzeni ortadan kaldıran bir örgütlenmeye, Erdoğan da bu örgütlenmenin lideri konumuna düşmüştür.
  • Erdoğan’ı bir Cumhurbaşkanı, AKP’yi de bir siyasi parti olarak görme olanağı kalmamıştır.
  • Türkiye Cumhuriyeti devleti, demokrasi karşıtı güç odaklarının işgali altındadır.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, seçimin bir çete tarafından iptal edildiğini söylemesi, dikkatle incelenmesi ve araştırılması gereken bir konudur. “Her şey güzel olacak” söyleminin unutturamayacağı son derece ciddi ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız.

  • YSK’nin aldığı bu utanç verici ahlaksız ve hukuksuz kararla birlikte, Türkiye’de geçmişte yapılan bazı seçimlerle birlikte, bundan sonra yapılacak seçimler de tartışma konusu haline gelmiştir.

Geçmişte de, sandık kurulu başkanlığı için kamu görevlisinin bulunamaması durumunda özel kurumlardan kişiler sandık kurulu başkanı olarak görevlendirildiğine göre,

  • Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı “seçildiği” seçim de tartışmalı hale gelmiştir.

Bundan sonra yapılacak olan seçimlerde de, sandık kurulu başkanlarından bazılarının kamu görevlisi olmaması gerekçesiyle, seçimler iptal edilebilecektir, YSK’nin 6 Mayıs 2019 tarihinde aldığı skandal karar, emsal oluşturacaktır!

YSK, sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmadığı sandıklarda, sonuca etki edecek bir usulsüzlüğün, hilenin, oylara müdahalenin, yanlış sayımın gerçekleştiğini kanıtlamış mıdır? Hayır! Bu sandıklarda seçim sonucuna ve iki adayın arasındaki farka etki eden bir durum var mıdır? Hayır! Hatta söz konusu sandıklarda AKP’nin oyu CHP’nin oyundan daha fazla çıkmıştır. Buna rağmen YSK, Erdoğan’dan ve onun aracılarından gelen baskıyla seçimi iptal etmiştir, bu iptal kararına da, “bazı sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmaması” gibi bir kılıf uydurmuştur!

Cumhurbaşkanı” baskısıyla seçim iptali Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa yaşanmıştır. Bu utanç verici karar dünya siyaset tarihi literatüründe de şimdiden yerini almıştır. Sadece demokrasi ve hukuk değil, ahlak ve erdem de, 6 Mayıs 2019 tarihinde katledilmiştir.

Türkiye’yi bu hale getirenler ve sivil darbeyle dikta rejimi kuranlar, elbette bir gün yargı önünde bunun hesabını vereceklerdir!