Etiket arşivi: Mustafa Aydınlı

TÜREDİ MODEL

TÜREDİ MODEL

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

    Son 15 yılda yeni bir türedi model oluştu. Model kendinden çok emin. Hani bir söz vardır ya “Cahilin cüreti fazla olur..” Doğrusu tanım tam da bu modele uyuyor. Sorgulamayan, yorumlamayan, apolitik, dünyadan habersiz, her şeyi akışına bırakmış, türedi bir model. Türedi kuşak diyemeyeceğim, çünkü her şey zıddı ile birlikte gelir. Tüm yeni kuşaklara söz söylemeye dilim varmıyor. Öylesine pırıl pırıl okuyan, araştıran kendi olanakları ile yeni bir dünya yaratmak isteyen, gençliği görmezlikten gelemeyiz. Yoksa yarınlara umutlarımız tümüyle sönerdi.

     Yaratılan bu yapay, türedi modele ilişkin kimi örnekler verecek olursak;

*Star Televizyonu spikeri soruyor : “Kıbrıs nerede?” Ege Denizinde, Karadeniz’de, hatta Sicilya adalarının oralarda diyenler var. Üstelik bunlardan biri “Ben askerliğimi orada yaptım abi” diyor.

*Alanya Televizyonu spikeri soruyor : “Yerçekimi kanunu Anayasadan kaldırılıyor, ne dersin?” Gençler yanıt veriyor; “Kalkması hayırlı olur, Başkanlık rejimi ile birlikte daha da iyi olur abi. Zaten gereksizdi..” diyorlar.

*Şak Şak Televizyonu spikeri soruyor : “Uzaya köprü yapılıyor, ne düşünüyorsun?” Vatandaş yanıtlıyor, “İyi olur abi, yol medeniyettir. AKP yaparsa en iyisini yapar..” 

*Pendik’de bir kupon arazi var. Ama altından fay hattı geçtiği için konut izni verilmiyor. Vatandaşın dilekçesi üzerine toplanan, Belediye Meclisi fay hattını aldığı kararla öteye kaydırdı. Binalar yapıldı. Şaka değil. Peki, esin kaynağı nedir derseniz? 1939 depreminde yerle bir olan, Erzincan Belediye Meclisinin aldığı karar. Erzincan’da toplu konut inşaatı fay hattı üzerine denk geliyor, belediye meclisi kararı ile fay hattı 5 km öteye kaydırılıyor. Binalar yapılıyor. Gerçi fay hattının bundan haberi yok. (AS: Karar fay hattına tebliğ edilmiş mi?) 

*Uygar insan bir UFO görse ne yapar? Fotoğrafını çeker ve izler. Bizim Uşak’lı yurdum insanı öyle yapmadı. Uşak’ta uzaylı gördüğünü söyleyen yurdum insanı; “Taşı uzaylının alnının çatısına, yapıştırdım abi” dedi; daha da gelmiyorlar. 

*Bunları anladık, Diyanete ayrılan bütçe birkaç Bakanlıktan daha çok! Ülkede dinsel bilginin artması, en azından insanların temel konularda bilgili olması gerekmez mi? Spiker soruyor sokaktaki vatandaşa : “İslam’ın şartı kaç?” Vatandaş yanıtlıyor “Beştir”… “Say” diyor. Vatandaş sayıyor; “Bir, iki, üç, dört, beş..” !!

*Artık iktidarın “Aya dört şeritli yol yapmasına” bile inanacak türedi bir model oluşmuştur.

*Artık ülkede, 2 kez 2 = 4 etmiyor, 3 de olabilir, 5 de…

*Artık ülkede, %beş, % 95’ten daha büyüktür!

İki yıl içinde 552 kütüphaneyi kapatan, Wikipedia’yı yasaklayan, Milli Kütüphanenin kapısına kara kilit vuran bir sistemin, ancak türedi modeli olabilir.

Çok sürmez, türedi modelin, türedi rejimi de olacaktır. Sonra şaşırmayalım.

KARANLIĞIN YARIŞI

KARANLIĞIN YARIŞI

Konuk yazar : 
Mustafa AYDINLI

Ülkemizde; aslında öteden beri süregelen, fakat son günlerde dozu artırılan bir karanlık yarışıdır gidiyor. Kimi gruplar, kurumlar, şeyhler ve hatta önemli mevkideki kişiler karanlığın yarışını körüklemeye ve palazlandırmaya çalışıyorlar. Eskiden bir deterjan reklamı vardı; tüm deterjan firmaları, beyaz yıkadığı reklamını yaparken, bir deterjan firması işin hakkından geldi, “beyazın da beyazı var!”

Türkiye’deki yarış buna benziyor, karanın da karası var. Kısacası bir zifiri karanlığa tam gaz sürükleniyoruz.

Maraş Dondurmacısı kılıklı, Püsküllü Fesli şarlatanın hezeyanları, gündeme damgasını vurmaya devam ediyor. Püsküllü Feslinin Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK için neler dediğine ana başlıkları ile bir bakalım :

* “Keşke Yunan galip gelseydi
* “Hükümete niye şeriatı ilan etmiyorsun diyemezsin. Vakti var…Heykellerinin köpek leşi gibi meydanlarda sürüklendiğini göreceğim inşallah.”
* “10 Kasımda saat dokuzu beş geçe kenefe gidin.”
* “Vallahi de billahi de, Kemal’in düşmanıyım… Mustafa kemal’le zerre muhabbeti olanlar, cenazeme gelmesin.”
* “Ne mecburiyetim var 10 Kasımlarda O’nun için dikelmeye, ne mecburiyetim var, gittiğim her dairede O’nun resmini görmeye?”

gibi sayısız zırvalamanın sahibidir. Püsküllü Fesli.

Aynı zamanda İstiklal Marşı ve Mehmet Akif için de benzeri düzeysizlikleri var. Yine Atatürk’ün Annesi için, iğrenç iftiralarını buraya almayayım…

Normal insan ahlakından yoksun bu kişi, Atatürk’ü sevmek ve fikirlerine inanmak zorunda değil. Bunu anlayabiliriz. Bir ulusun kahramanına, Cumhuriyetin kurucusuna böylesine küfür, iftira, hakareti bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içen, havasını teneffüs eden hangi akıl ve erdem sahibi insan kabul edebilir?

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın resmi giysisi ve makam arabası ile bu kişiyi ziyareti, tüm bunları hoşgörü ile karşıladığı ve bu düşüncelerden yana taraf olduğunu gösterir. Görevi Ülkede barışı, kardeşliği, ulusal değerlere saygıyı, iyi ahlakı, temizliği güzelliği, insanlığı, doğruluğu dürüstlüğü yaymak… olan kişi bunu yaparsa, ülkenin vah haline. O görevde normalde kalamaz. Görüyoruz ki Ali Erbaş ve Püsküllü yalnız değil, Türkiye halkı şimdilik bunları kaydediyor.

Bu ülke tarihinde çok sahte ve düşmanla işbirliği yapan sözde din adamları gördü. Birkaçını sayarsak; Mustafa Kemal Paşa hakkında idam fetvası yayınlayan Şeyhülislam Dürrizade Abdullah; “Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları diye bir çete türemiştir. Dinimizce katli vaciptir” buyurmuştur! Bu fetvasından sonra da Yunanistan’a kaçmıştır. Fetvayı kaleme alan ise; Şeyhülislam Mustafa Sabri. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu ve Anadolu’daki direnişi kırmak için İngilizler tarafından icat edilen İslam Teali Cemiyeti’nin kurucularındandı.

Katıksız vatan haini. “Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti kahpedir… kudurmuş haydutlar” diyordu.

“Yunan ordusu halifenin ordusudur, asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara’dadır” diyordu.

O da Yunanistan’a kaçtı. Yunanistan’a “Birlikte özerk hükümet kuralım” teklifi yaptı, Yunan başbakanı Gunaris teklifi inceledi, “Kendi milletini satan, böyle hainlere ihtiyacımız yok” dedi.

Tarihin yinelemesi (tekerrürü) bu olsa gerek…

Bir atasözü ile bitirirsek;

“Katranı kaynatsan olur mu şeker? Cinsini okşadığım cinsine çeker”

 

 

 

 

İLK BEŞYÜZ ÜNİVERSİTE

İLK BEŞYÜZ ÜNİVERSİTE

Konuk yazar
Mustafa AYDINLI    

Sayın Cumhurbaşkanı neden ilk beş yüz üniversite arasında olmadığımızı sorguladı.
Aynı soruyu biz de soruyoruz, “Neden ilk beş yüzde yokuz?

Oysa üniversite sayımız, o denli çok ve hızla artırıldı ki, sayısı 206’ya ulaştı.

Her ilde en az 1 üniversite” yaklaşımı en hafif değerlendirme ile “tuhaf” tır ve
dünyada hiçbir ülkede örneği yok – tur!

Burada oy almaya ve başkaca siyasal rant devşirmeye dönük üniversite
açmak
mı, yoksa nitelikli üniversite yaratmak mı soruları üzerinde düşünülmelidir.

Her şeye karşın, özellikle son yıllarda ilk beş yüze giremesek de, dikkate değer üniversitelerimizin hakkını yemeyelim. Örneğin ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi,
Hacettepe Üniversitesi gibi seçkin üniversitelerimizi unutmamak gerek.

Özel (Vakıf) üniversite olarak Bilkent, Koç ve Sabancı Üniversitelerini de
saymak uygun olur.
****
Başarısızlığın temel kaynaklarını öncelikle üniversite özerkliğinde,
ülkemizde üniversitelerin özerk olmayışında aramak gerekir.

Sayın S. Demirel zamanında şöyle demişti :

Üniversiteler siyasetten uzak olmalı, devletten değil..” ve devam etmişti;
“En büyük hata, siyasetçilerin üniversiteleri yönetmeye kalkması.”

O halde başarısızlığın temellerini öncelikle burada aramak gerek.
****
Başarı için hangi ölçütler temel alınıyor?

  1. Eğitimin niteliği için mezunlar arasında madalya ve Nobel ödülü alıp alınmadığına bakılıyor.
  2. Öğretim kadrolarının niteliği : Akademisyenler arasında madalya ve Nobel ödülü
    alınıp alınmadığına bakılıyor.
  3. Üniversitede 21 araştırma kategorisinde yüksek atıf alan araştırmacı sayısına bakılıyor.
  4. Üniversitenin büyüklüğüne kıyasla akademik başarısı göz önünde bulunduruluyor.
  5. Science ve Nature gibi dergilerde yayınlanan makale sayısına bakılıyor.
  6. Bilimsel atıf alan dergilerde yayınlanan makale sayısı gibi ölçütler dikkate alınmaktadır.
    ****
    Üniversiteler doğası gereği, birer araştırma, bilim, eğitim ve hizmet kurumlarıdır.
    Devlet üniversitelerinde rektör belirlemesi öğretim üyelerinin çoğunluğunun “oy” una göre değil, siyasilerin gözüne girenlere göre yapılıyor.

’Liyakat değil sadakat’ öne çıkarılıyor. Öyle olunca da bilimse özgürlük yerine biat kültürü doğallık kazanıyor, baskın oluyor. Harran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ramazan Taşaltın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “İtaat etmek farzdır” dedi. Rektör Taşaltın, Erdoğan’a karşı çıkmanın ise “Savaştan kaçmak olduğu ve haram sayılacağı” yönünde açıklamalarda bulundu!?

Kimi AKP vekilleri bile bu denli vıcık vıcık yağ kokan yandaşlığa dayanamadı.
AKP Grup Başkanvekili Sayın Naci Bostancı,

“Rektörlük makamında aranan akademik müktesebatla hiçbir ilgisi yoktur.” dedi.

****
Bir başka ölçüt ise bilim insanlarına verilen değerdir. Ülkemizden Kimya bilim dalında ilk Nobel Ödülü alan Tıp Profesörü Sayın Aziz Sancar bile, “Keşke Yunan galip gelseydi” diye zırvalayan, sözde ulema olarak sunulan fesli şarlatan kadar saygınlık göremiyor!?

Oysa Prof. Aziz Sancar, ilk idealist temel değerleri çocukluğunda Köy Enstitülü öğretmenlerinden aldığını vurgularken, NOBEL ödülünü Anıtkabir Müzesine emanet ediyor!.

  • “Ödülün gerçek sahibi, Cumhuriyeti kurarak bana bu yolu açanlardır..
    diyerek büyük bir vefa örneği sergiliyor.

Demek oluyor ki Cumhuriyet, kimi sapkınların “90 yıllık reklam arası” saçmalıkları sırasında bile, dünya çapında bilim insanları yetiştirmiş(!)

Her nasılsa “Profesör” unvanı edinmiş / verilmiş kimi muhterem zevat, halka “Şifa niyetine deve sidiği” ikram ederse, “Ben cahilin ferasetine güveniyorum… Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor” diyebilen Profesör YÖK Denetleme Kuruluna atanarak ödüllendirilirse, TUBİTAK’ın başına hayvanat bahçesi müdürü getirilirse, dünyanın yuvarlak olmadığı zırvasını… öne süren hocalar (!), üniversitelerde ders veriyorsa,
…………………..
Türkiye’den dışarıya büyük bir beyin göçü varsa…

Bırakalım ilk beş yüze üniversitelerimizi sokmayı, şimdiki durumumuzu bile arayabiliriz…

 

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

Cumhuriyet deyince, hemen aklımıza O geliyor; Mustafa Kemal Atatürk!

Ülkemiz için birbirini tamamlayan, ayrı düşünemeyeceğimiz 2 gerçeklik. Bugün uygar ve çağdaş yaşam biçimimizi, yaşam kalitemizi, iyiden güzelden, doğrudan yana her şeyi, Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyuz.

Ülkemiz önce sıcak – eylemli (fiili) düşman işgalinden kurtarılmış, ardından Cumhuriyet ilan edilerek uygar dünyada varolabilme savaşımı verilmiştir. Yaşama tutunabilmek için zorunlu Devrimler peş peşe yaşama geçirilmiştir. Eğitim, ekonomi, sağlık, tarım sanayi, bilim, sanat… alanlarında ciddi gelişmeler sağlanmıştır. Bir bütün olarak Ulusal Kültür canlandırılmaya çalışılmıştır çünkü Mustafa Kemal Paşaya göre;

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Kültürdür!

1. Dünya Paylaşım Savaşından sonra, ülkemiz işgal edilmiş, Emperyalist güçler ülkemizi parça parça bölüşmüştür (30 Ekim 1918, Mondros Ateşkesi). Son Padişah 6. M. Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti işgalci devletlerle işbirliği yapmıştır. Ordunun silahları elinden alınmış, halk ezik, güçsüz, başsız ve perişandır. Anadolu’yu ve Türk halkını tarih sahnesinden silme amaçlı Sevr Anlaşması dayatılmış ve yine Osmanlı Hanedanınca imzalanmıştı (10 Ağustos 1920)..

Tüm bu emperyal kuşatmaları alt ederek önce Kurtuluş Savaşını kazanmak, ardından Kuruluş aşamasında Cumhuriyet ilanı, insanlık tarihinde benzersiz bir atılım ve görkemli bir başarıdır.

Her türlü engele karşın, Emperyalizmin iç ve dış güçlerine karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın dehası ve kurucu iradenin amansız uğraşları sonucu Cumhuriyet idaresi kurulmuştur. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasıyla yeni Türkiye’yi kurtarma ve yeniden kurma girişimi başlatılmış oluyordu. Bu arada, İzmir (15 Mayıs 1919) ve sonra da İstanbul işgal edilmişti (16 Mart 1920). Padişah Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti açıkça ihanet içindeydi. Bu yıkımlar karşısında Türk halkı 7’den 70’e tüm genci-yaşlısıyla, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Ordusunu yoktan varetmiş, kanı ve canıyla Kurtuluş Savaşını kazanmış, Cumhuriyete giden yolları açmıştır.

Emperyalizm ve maşası işgalci Yunan ordusu Büyük Taarruzla İzmir’de denize dökülmüştü  (9 Eylül 1922), eylemli işgal sonlandırılmış, Lozan Barış Anlaşmasıyla uluslararası toplumda tanınma bile sağlanmıştı (24 Temmuz 1923). Ancak bunlarla yetinmemek, ülkenin çağdaşlaşma savaşımını da kazanmak zorunluydu. Lozan görüşmelerinden hemen önce Saltanatın kaldırılması zorunlu olmuştu (1 Kasım 1922). Lozan Anlaşmasının hemen ardından, yalnızca 3 ay sonra Cumhuriyetin ilanı, genç Türkiye Devletinin Batı uygarlığına dönük rotasının kanıtıydı.

Mustafa Kemal Paşa, kafasında tasarladığı çağdaş, uygar, güçlü ve dünyada sözü geçen bir ülke olabilmek için stratejik Cumhuriyet kararını veriyordu. Yasa önerisinin sunulmasından çok kısa süre sonra, dakikalar içinde, TBMM’de “Yaşasın Cumhuriyet” çığlıkları yankılandı 1. Meclisin mütevazi salonunda.

Ne var ki işler bununla da bitmiyordu. Yarınlar için  “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nu çıkarmak, öğretim birliğini oluşturmak, Halifeliği kaldırmak, şapka devriminden, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına, laik Medeni Yasa çıkarılmasına, hukukun çağdaşlaştırılmasına, Arap abecesi (alfabesi) yerine Latin harfleri ile yazılan yeni Türk Abecesinin kabulüne… dek uzanan bir dizi devrimci tasarımı yaşama geçirmek gerekiyordu. Anadolu Rönesansı‘nın 15 yıla sığdırılan görkemli Devrimler dizisini Laikliğin Anayasa’ya konması izledi (10 Nisan 1937) Batı’dan 300 yıl sonra Anadolu Aydınlanması, Atatürk – Türk Devrimleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nde sarsılmaz temellere kavuşturuluyordu.. Osmanlı Aydınlanmaya sırtını dönmüş ve böylelikle kaçınılmaz olarak kendi yıkımını adeta kendisi sağlamıştı.

Mustafa Kemal Paşa;  10. Yıl Söylevinde (29 Ekim 1933);

  • “Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Buradaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürüyüşüne borçluyuz.” demektedir.Yine “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” saptamasını yaparken, Cumhuriyetin bilim, fen temelinde, dogmalardan uzak, erdemli (faziletli) bir rejim olduğunu vurgulamaktadır.. Dahası, açık seçik “Cumhuriyet fazilettir” tanımı yapmaktadır.

Yurtta barış, dünyada barış” özlemi ve kararlılığı ile Dünya barışına da ilkesel katkı vermiştir.
………

Tüm bu nedenlerle çok Cumhuriyeti seviyoruz ve sonsuza dek onurla yaşatmaya kararlıyız.

Hiç unutmamak gerekir ki, bütün insanlar özgür doğarlar (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 1) ancak özgür yaşayamayabilirler. Özgür ve onurlu yaşayabilmek için sürekli ve ciddi bir ulusal (topyekun) uğraş vermek gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti‘nin ilke ve idealleri yolunda yürüdüğümüz sürece, hiç kimse özgürlüğümüze ve ulusal onurumuza dokunamayacak; Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün öngördüğü ve vasiyet ettiği üzere sonsuza dek (ilelebet) yaşayacaktır (payidar kalacaktır)!

 

KAĞITTA OYNANAN OYUN

KAĞITTA  OYNANAN OYUN

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Son günlerde kâğıt fiyatlarında inanılmaz artışlar oluyor. Fiyatlar adeta çıldırmış durumda. Bu durum pek çok Anadolu basınını vurdu. Kimi gazeteler bir süre çıkamaz oldu. Basından okuduğumuza göre, çok sayıda yerel gazete – dergi.. kapanmak zorunda kalacak. Zaten az okuyan bir toplumuz, kitap fiyatlarına gelen – gelecek zamlarla kitap, gazete, dergi almak ve okumak giderek lüks olacak.

Bu sorunun temelindeki yakıcı gerçekleri ne derece araştırıyoruz ve dikkat ediyoruz acaba? Yargı kararları hiçe sayılarak yaşanan skandal boyutunda bir soruna dikkat çekmek istiyorum. 28 Nisan 2012’de Milliyet Gazetesinin “Gece yarısı geçen kritik karar” başlığı ile verdiği haberi aynen aktarmak istiyorum. Aslında Milliyet, malum yandaş gruplara geçti özel imtiyazlarla. Bugün olsa bu skandal haberi zaten okuyamayacaktık, o gün kısmen de olsa basın etiği sorumluluğu ile verilen haberi okuyalım.

“AKP dün gece yarısı çok kritik bir yasayı Meclis’ten geçirdi. Bazı üst kurul başkanlarının görev sürelerini düzenleyen yasa görüşülürken, son dakika verdiği önergeyle tartışılacak bir düzenlemeyi yasalaştırdı. Ekonomiservisi.com‘un haberine göre, yasaya eklenen maddenin özeti şöyle: Özelleştirme ihaleleri konusunda yargının verdiği kararlar bundan böyle yok sayılacak, son sözü Bakanlar Kurulu söyleyecek. Bu yasa bir medya grubunu çok yakından ilgilendiriyor:

13 Mayıs 2003’te yaklaşık 1800 dönümlük arazisi, 185 lojmanı, sosyal tesisleri ve diğer varlıkları ile Balıkesir SEKA Kağıt Fabrikası 1.1 milyon dolara satıldı.Özelleştirme ihalesi öncesinde 51 milyon $ değer biçilen Balıkesir SEKA, ihalede tek teklifi veren Yeni Şafak gazetesinin sahibi Albayraklar’a Özelleştirme Yüksek Kurulunun onayıyla 24 Haziran 2003’te devredildi.”

“Bursa 2. İdare Mahkemesi 28 Temmuz 2003´te, satılmasında kamu yararı ve özelleştirmenin amacına uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı ve sonra da iptal kararı verdi. Karar temyiz edildi ve başka yargı organları Balıkesir SEKA’nın iadesi için 5 karar daha aldı. Ancak o tarihten bu yana yani tam 9 yıldır Balıkesir SEKA, Albayraklar’dan geri alınamıyor.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Balıkesir SEKA’yı geri alamamasının nedeni ise Albayraklar’ın açtığı 700 bin liralık tazminat davası. Bu dava nedeniyle SEKA’nın kapısına kilit vurulmuş durumda. Kısacası, Devlet kendi malını 9 yıldır çalıştıramıyor. Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Ticaret A.Ş., kendisine devredilen tüm taşınır – taşınmaz mallar ile irtifak ve kullanım hakları üzerine ihtiyati tedbir koydurmuştu.

Gece yarısı Meclis’ten geçen yasaya göre özelleştirme uygulamalarına yönelik açılan davalarda, ihaleyi kazanan yatırımcıya devrin ardından iptal kararı verilmesi nedeniyle oluşacak fiili imkânsızlık karşısında geri dönülemeyecek bir yapının ortaya çıkması halinde Bakanlar Kurulu, yargı kararını uygulamayabilecek. “

Sayın muhalefet milletvekilleri Mecliste şekerleme yaparken gece yarısı kararları ile ve yargı kararları hiçe sayılarak devletin malı kimlere peş keş çekiliyor, ibret için görelim.

“Yeni yasayla birlikte 9 yıldır kapısı kilitli bulunan ve Danıştay’ın iptal kararına karşın 9 yıldır devlete iade edilmeyen Balıkesir SEKA, Bakanlar Kurulu kararıyla Albayraklar’a devredilebilecek.

AKP Grup Başkan Vekili Nurettin Canikli’nin dün Meclis’te “Özelleştirilen yere yatırım yapıldıktan sonra onun devlet tarafından geri alınması mümkün değil.” sözleri, Balıkesir SEKA konusunda hükümetin Albayraklar lehine karar vereceği beklentisini güçlendirdi. Böylece Albayraklar 51 milyon $ değer biçilen ancak 1,1 milyon dolara aldıkları kâğıt fabrikası sayesinde rakipleri karşısında büyük bir avantaj elde etmiş olacak.

Kâğıt fiyatları neredeyse %300 artarak 3’e katlanırken önce bu durumu sorgulamayan toplumun hiçbir şey söyleme hakkı olmadığını sanıyorum.
=============================================
Dostlar,

Değerli dostumuz eğitimci – yazar Sayın. Mustafa AYDINLI, son derece yakıcı bir konuyu işliyor yukarıdaki yazısında. Geçtiğimiz günlerde bu soruna ilişkin yazılar yayınladık sitemizde.

Sn. Prof. Erinç Yeldan’ın makalesinin altında biz de kapsamlı katkılar koyduk.. Bu yazımızın okunmasını, yayılmasını dileriz..

Hatta manşette hala tuttuğumuz bir çığlığımız var :

Anayasa md. 138/son :

“Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”

Yapılanlar son derece net ve açık bir ANAYASAYI İHLAL SUÇUDUR.

Bu suç işlenerek TÜRKİYE YAĞMA VE TALAN EDİLMEKTEDİR!

  • Bugün 2/3’ü özel sektöre ve bankalara ait 467 milyar $ dış borç, AKP politikaları sayesinde küpünü dolduran küçük bir azınlığın borcudur.

– Sendikal örgütlenmenin engellendiği, 
– onbinlerce kamu emekçisinin ihraç edildiği, 
– grevlerin yasaklandığı, 
– kamu emekçilerinin yandaş konfederasyonla birlikte yoksulluğa ve yoksunluğa mahkum edildiği, 
– hak aramanın bastırıldığı…

bir ortamda elde edilen yüksek kâr oranlarını halkla paylaşmayanlar, bugün zararlarını ve borçlarını halkın sırtına yıkmakta. “Nimete” kimseyi ortak etmeyen %1’lik bir kesim, külfeti nüfusun %99’unun üzerine yıkmaya çalışmakta. Krizi yaratanlar fırsattan istifade İşsizlik Fonunu yağmalamanın, kıdem tazminatına el uzatmanın ve zorunlu BES adı altında emekçinin cebinden finans tekellerini beslemenin yolunu aramaktalar.

…….
Bunlar son derece ağır suçlardır ve gün olur bu mazlum halk uyanır, ayağa kalkar ve beka refleksi ile kadim tokadını atarak, sorumlularından hesabını meşru direnme – savunma – isyan etme hakkı bağlamında hukuk katında sorar..

Kalmaz kimsenin yanına.. Tüm haramilere bir kez daha duyurulur!

Sevgi ve saygı ile. 27 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

EĞİTİMDE DİBE VURDUK

EĞİTİMDE DİBE VURDUK

Konuk yazar
Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
19 Eylül 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

2018-19 Yeni Öğretim yılı başladı. Öncelikle tüm öğretmen ve öğrencilerimize başarılar diliyoruz. Fakat gerçekte eğitimde başarının neresindeyiz? Son yıllarda eğitimin içine düştüğü – düşürüldüğü derin  çıkmaz ve nedenleri nelerdir?

Eğitimde mekânsal sorunların yanında, yönetsel sorunlar, hatta “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” insanlar yetiştirme hedefini dışlayıp “dindar ve kindar” kuşaklar yetiştirme çabalarının bugün bizi getirdiği nokta; 137 ülkenin eğitim niteliğine göre sıralandığı listede 99’uncu sırada yer almak olmuştur. Pakistan ve Endonezya’nın gerisinde kaldığımız bu listede Türkiye’nin eğitimde nitelik (kalite) notu 7 üzerinden 3.1’dir.

Evet, Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF), “Eğitim Kalitesi 2018” başlığıyla yayımladığı listede 99’uncu sırada yer alıyor. Ülkelerin, eğitim sistemi kalitesine göre sıralandığı bu raporda Katar, Malezya, Endonezya, İran ve Pakistan gibi ülkeler Türkiye’nin önünde. Listenin başında İsviçre geliyor. Yemen ise en son sırada yer alıyor. Yemen’den önde olmaya isterseniz sevinebiliriz.

WEF’in 137 ülkenin eğitim sistemini puanlandığı, “Eğitim Kalitesi 2018” raporunda Türkiye, yalnızca 38 ülkenin önüne geçebiliyor. Eğitim sistemi kalitesinde 137 ülke arasında 101’inci sırada yer alıyor. 2017 yılına göre 2018 yılında iki basamak yükseldiğimiz halde, Mozambik, Nikaragua, Tanzanya, Etiyopya ve Kamboçya’nın bulunduğu yüzdelik dilimden kurtulamıyoruz

Dünya Ekonomik Forumu’nun 134 ülkenin ilköğretimde okullaşma ilişkin verilerine göre Türkiye %94.1’lik oranla ancak 82’inci sıraya yerleşebiliyor. Bu durumda Burundi, Azerbaycan ve Peru ile aynı sırada yer alabiliyoruz

Singapur, toplam bütçe giderinin %30’una yakınını eğitime ayırıyor. Dünyada ikinciliğe yerleşiyor. 3. ve 4. sırada ise, Finlandiya ve Hollanda var. Sanırım anlaşılıyor; toprakları Konya ilimiz büyüklüğündeki Hollanda’nın tarım ürünleri dışsatımında (ihracatta) bizi neden 5’e katladığı! Hollanda yılda 90 milyar $, Türkiye 17 milyar $ tarımsal ürün dışsatımı yapıyor.

UNICEF’in, “Çocuklar ve Eğitim Sistemi” başlığıyla yayınladığı raporda, Türkiye’de eğitim sistemi sorunları da ele alınıyor. Raporda, “Başta kız çocukları olmak üzere kimi çocuklar yoksulluk veya dışarıda çalışma ile evdeki sorumluluklar gibi nedenlerle okullarını terk ettiklerinden ya da okula düzenli devam edemediklerinden, ilköğretimde %100 kapsam ve cinsiyet (gender) eşitliğini sağlamaya yönelik çabaların sürmesi gerekmektedir.” denilen raporda devamla; “Eğitimde, PISA testleriyle, ulusal sınav sistemiyle veya akademisyenlerin bu alandaki değerlendirmeleriyle alınan sonuçlar genellikle doyurucu  edici olmaktan uzaktır.” değerlendirmesine yer veriliyor

Mevcut yönetim 4+4+4 sistemi ile eğitimde “kendine göre” yeni (!) kuşaklar yaratmaya çalışıyor. Edebiyat, bilim, güzel sanatlar, sanat, spor, felsefe dersleri ortadan kaldırılıyor ya da çok azaltılıyor. Karma eğitimi sonlandırma çabaları ise, bizi Cumhuriyetin kuruluşu ile hedeflenen “Muassır medeniyetleri yakalama’’ doğrultusundan, Mozambik, Nikaragua, Tanzanya, Etiyopya ve Kamboçya ile aynı karede yer alma düzeyine indirgemiştir.

  • Eğitimde dibe vurmuş durumdayız.

Ancak Erdoğan, hala, eğitimde tarihsel değişiklikler yapacaklarını duyurabilmektedir! Müfredat (eğitim- öğretim programları) zaten içerik olarak çağ dışı, nitelik olarak ise Türkiye’yi utandırıcı durumda iken..
==============================
Dostlar,

Saygıdeğer Eğitimci – Yazar dostumuz Mustafa Aydınlı, emekli bir eğitimci olarak, 2018-19 eğitim – öğretim yılının başında adeta içini dökerek ülkemize yol göstermekte. Uluslararası raporlara dayalı olarak düşüncelerini kanıtlara bağlamakta. Kendisine teşekkür ederken, siyasal iktidarın “ar-tık” kör kör gözüm parmağına inadını bir yana bırakması gerekiyor.

16 yıldır tek başına iktidar ile ülkemizin hemen hemen tüm yaşam alanlarında ciddi yıkımlara yol açan irrasyonel politikalara son verilmesi gerekiyor ar-tık!

Sona gelindi İslamcı ideolojik takıntılarla.

Türkiye’nin mutlaka ve hızla;

– Laik (seküler)
– Akla ve bilime / bilimsel akılcılığa dayalı
– Karma; kız ve erkek öğrenciler birlikte, aynı sınıfta, hatta aynı sırada!
– Uygulamalı: üretim için eğitim, eğitim içinde üretime dayalı
– Sorgulamacı – bilimsel kuşkucu – ezberci değil sorun çözücü
– Küresel sistemde rekabet gücü sağlayan – özgüven veren
– Ulusal değerlerine bağlı ve saygılı ama evrensel değerleri de kazandıran

– Kamusal, ücretsiz ve fırsat eşitliği sağlayan…….

bir Milli Eğitim Sistemine geçmesi gerekmektedir
Bu gereksinim, belki de en başta gelen sorunsalıdır Ülkemizin..

Erdoğan‘ın bu gün “..bizde kriz miriz yok..” sözleri dehşet vericidir birçok bakımdan!
Yaşamın somut – acı gerçekliğinden bunca kopulmuş olabilir mi, ciddi ruh sağlığı sorunudur;
Ya da ne adına bunca ağır – temelsiz – akıl dışı bir çarpıtma yapılabilir??

Biri 40 katır ise öbür 40 satırdır ve Türkiye bu çok hazin – trajik tabloyu hiç mi hiç hak etmiyor.

Sevgi ve saygı ile. 19 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

YÖNETİMDE KADININ ROLÜ VE ÖNEMİ

YÖNETİMDE KADININ ROLÜ VE ÖNEMİ

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI

Geçmişten bugüne, ilkel toplumu bir yana bırakırsak, insanlık evriminin geçirdiği köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum düzenlerinde kadının yönetimdeki yeri ve önemi tartışma konusu olmuştur. İlkel toplumda kadın tek başına belirleyici ve etkin güçtür. Kadın haklarının ilk zamanlarda çok daha önemli olduğunu görüyoruz. Şuradan anlıyoruz ki; ilk zamanlarda tüm ilahlar eril değil dişil, tanrıça! Üretim ilişkilerinin değişimi ve ilkel toplumun bağrında yetişen köleci toplumla birlikte kadının toplumdaki rolü ve önemi de değişmiştir.

Fransız Devrimine dek kadınlar aleyhine gelişim süreci devam etmiş, 1789 Devrimi de kadına değişim, iyileştirme konusunda tam olarak bekleneni verememiştir. Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte kadına seçme – seçilme hakkını verirken, Avrupa’dan, dahası dünyanın pek çok ülkesinden daha ileri bir tutum sergiledik. Bu gelişmişliğin Ortadoğu ve Arap ülkeleri ile kıyaslanması bile söz konusu olamaz. Bu Devrimin adı kuşku yok, Mustafa Kemal mucizesidir. Ne yazık ki günümüzde bu hakları korumaktan bile yoksunuz.

1921 yılında kadın ve erkek öğretmenleri bir kongrede bir araya getiren Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver hakkında bir gensoru önergesi veriliyor ve uzun tartışmalardan sonra Tanrıöver istifa etmek zorunda kalıyor. 23 Kasım 1922’de kadınların milletvekilleri seçilmeleri hakkında verilen değişiklik üzerine Meclis’te tartışma çıkıyor, Mustafa Kemal “Türk kadınını mesaimizde müşterek kılmak, hayatımızı onunla yürütmek, Türk kadınını ilmi, içtimai hayatta erkeğe ortak, yardımcı yapmak lazımdır.” diyor.

Türkiye’de her ne denli sayıları az olsa da, dünya çapında yapılan araştırmalarda, kadın yöneticiyle çalışan kurumların daha yüksek başarım (performans) sergilediklerini görmekteyiz.

Araştırmalar sonucunda, yönetiminde kadın yönetici bulunduran kurumların kazanımları şöyle sıralanıyor : Büyük bir kurum olmanın işareti sayılıyor; çalışanlar, daha çok çaba (efor), daha iyi verim (performans) sergiliyor. Etkin bir önderlik oluşuyor. Müşteri hoşnutluğunda (memnuniyetinde) artış sağlanıyor. Kadınların erkeklere göre daha güçlü duygudaşlık (empati) kurma yeteneği, sorunları daha kısa sürede çözme olanağı sağlıyor.

KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Gülden Türktan’a göre kadınlar, iş dünyasında başarılı olmalarını şu özelliklerine borçlu :

*Takım (ekip) çalışmasına yatkınlık
*Duygusal zekâ (EQ)
*Duygudaşlık (Empati) yeteneği
*Çok yönlü düşünme olanağı.
*İletişim yeteneği

Erkek yöneticiler daha çok sonuç odaklı çalışırken, kadın yöneticilerin süreç odaklı oldukları değerlendirilirken, kadın ve erkek yöneticiler karşılaştırıldığında kadınların daha çok ayrıntı üzerinde durduklarını anlamak güç değildir.

Öte yandan Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mahmut Özdevecioğlu (şimdi Profesör), “Erkeklerin otoriter tarzlarına karşın, kadınların insan odaklı ve destekleyici yönetim tarzları ön plana çıkıyor.’’ değerlendirmesini yapmaktadır (2004). (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/kadin-yoneticiler-daha-basarili-248802)

Kadınların yerel yönetimlerde yönetsel konumda bulunmaları ise yerel demokrasinin gerçekleştirilmesi, halkın yaşam alanlarına ilişkin sorunlarının belirlenmesi, çözüm seçenekleri üretilmesi ve uygulamaya konması ile yakından ilgilidir. Yerel yaşamda karşılaşılan sorunların ve gereksinimlerin birçoğu kadın ve aile yaşamını da ilgilendiriyor. Bu sorunların ve gereksinmelerin saptanması ve çözümünde kadınların da yoğun olarak yer alması gerekir. Ancak kadınların yerel yönetimlerde temsili yetersizdir.

Kadınların genel ve yerel yönetimde etkin konumlarda toplumsal cinsiyet (gender) eşitliği ve fırsat eşitliği bağlamında yer alması, toplumsal gelişme ve uygarlık açısından yadsınamayacak bir gerekliliktir. Unutulmasın, Anayasanın 10. maddesi yasalar önünde herkesin eşit olduğuna vurgu yapmakla birlikte her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Dahası, 41 ve 50. maddelerde, hakkaniyet temelli toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamada pozitif ayrımcılık bile öngörmektedir.

Türkiye uluslararası hukuk bağlamında taraf olduğu (Anayasa md. 90) CEDAW Sözleşmesi (Committee on the Elimination of Discrimination Against Women) olarak bilinen “Kadına karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi” ile de kendisini bağlamıştır.

KRİZ, NEDEN VE SONUÇ

KRİZ, NEDEN VE SONUÇ

 

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

 

Şu günlerde ABD  karşıtı eylemler, protestolar son hızıyla sürüyor. Sözümüz ABD’ye  karşı duruşa değil, geç kalındığınadır. ABD’ye karşı olmak haksızlığa, sömürüye, zulme karşı olmaktır.

Biz ne zaman ABD ile bir pazarlığa, ortaklığa girdiysek hep zararlı çıktık. Hep arkamızdan vurdular.

Çok sayıda örnek arasından sanırım birkaçı yeterli olur.

ABD, 1974 Kıbrıs çıkarmamızın ardından silah ambargosu uygularken haksızdı.

Ülkemizde 1971’de haşhaş ekimini yasaklatırken de.

Askeri tatbikatta Muavenet gemimizi vururken ve 5 denizcimizi şehit ederken de.

4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta 11 askerimizin başına çuval geçirdiğinde de.

6. Filoyu Türk İstanbul Boğazı’na gönderirken de haksızdı…

6. Filoyu karşı devrimci gençler göğsünü açıp yürürken, kışkırtılan sağcı muhafazakâr gençlik taşla sopayla, devrimci gençlere saldırmışlar, 2 devrimci gencimizi ateş ederek öldürmüşlerdi!

Hatta yetmemiş, Dolmabahçe’ye demirlemiş 6. Filo’ya ait bir gemiyi kıble yaparak namaz kılmışlardı. Böylesine bir Amerikancılığa, Amerikan askerleri bile şaşırmıştı.

Ceplerinde bol Dolarlarla, İzmir kıyılarına çıkmış, Türk kadınları ile tanışmaya hevesli Amerikan askerlerine karşı, genelev kadınları genelevi kapatarak, Amerikan askerlerini içeri almamış, protesto etmiş, dünyada eşi benzeri görülmedik yurtsever bir tutum sergilemişti.  Sağcı gençlik ise, kıble yaptıkları 6. Filo gemisine karşı namaz kılmakla meşguldü.

ABD emperyalisttir. Emperyalizm evrendeki tüm kötülüklerin anasıdır. Ona karşı olmak için yurdunu sevmek yetmez. Emperyalizme karşı olmak geçici yaz yağmuru gibi bir heves değil, sistemli ve sürekli bir savaşım olmalıdır.

Bu savaşımın ülkemizde yakın geçmişte somut örnekleri vardır. ABD’nin  haşhaş ekim yasağı isteğini Ecevit hükümetinin tanımaması, 1974 Kıbrıs çıkarmamıza ikincil ABD silah ambargosuna karşılık İncirlik üssünün ABD kullanımına kapatılması ve Savunma Sanayisini, MİLGEM projesini kurup geliştirerek TSK’nın özyeterliğini artırmak…. gibi.

ABD dün neyse, bugün de odur, yarın da o olacaktır. Emperyalist politikalar sürdürüldükçe, Rahip A. Brunson olayı gibi nice benzerleri, Türkiye gibi tam bağımsızlığını yitirmiş, pek çok yumuşak karnı olan (örn. aşırı borç!) ülkelerde rahatlıkla silaha dönüştürülebilecek ve ciddi istikrarsızlıklar yaratılabilecektir.

Mustafa Kemal Paşa, ”.. bizi mahvetmek isteyen emperyalizm” ve ”..bizi yutmak isteyen kapitalizm” ile savaşımı ”meslek edinmiş insanlar” olduklarını kaydetmişti.

Dolayısıyla, 2 kadim düşmanla boş zamanlarda, tatillerde, Cumartesi-Pazar günleri savaşılmaz. Güncel deyimiyle 7/24 ve asıl işimizin yanı sıra bu savaşımı 2. bir meslek edinerek başarılı olunabilir. Üstelik, Büyük Atatürk‘ün bu sözlerinden günümüze emperyalizm ve kapitalizm sömürü – bölme – yok etme araçlarını Küreselleşme = Yeni emperyalizm çağında çoook daha geliştirmiş ve çeşitlendirmiş iken..

 

ÇÖZÜM DEMOKRASİ

ÇÖZÜM DEMOKRASİ

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI

Ülkede yaşanan ekonomik kriz, şaşırtmadı.
Aylar öncesinden ekonomistler bunun sinyallerini veriyordu.
Seçimlerin erkene alınması bu gerçeği daha net ortaya koydu.

Anadolu’da bir söz vardır. ”Kız hamileyse, düğün tarihi erkene alınır.” Karnı şişen ekonominin, kriz doğuracağı belliydi, beklendiği gibi oldu. Tek fark, doğum, seçim sonrasına kaldı.

İktidarın on altı yıldır, profesyonelce uyguladığı bir politika  var :

  • ”İyi yaparsa kendinden, kötü olursa dış güçler..” veya bir günah keçisi buluyorlar.

Her ne olursa olsun, ekonomi, freni patlamış kamyon gibi bayır aşağı gidiyor.

Tez zamanda önlem almaz, kötü gidişi durduramazsak, bir kara deliğe savrulacağımızı söylemek, kıyamet tellallığı değildir. Yanılmış olmayı diliyorum.

Döviz yükseliyor, döviz yükseliyor diyoruz da, ”paramızın değeri düşüyor’‘, demeye dilimiz varmıyor. Gerçek budur, paramız %50’ye yakın değer yitirmiştir.

  • Türkiye’de %40 dolayında devalüasyon yapılmıştır!

Türk halkı yarı yarıya yoksullaştırılmıştır!

Ne yazık ki, krizi yaratanlar faturayı ödemeyecek.
Çalışanlar ve yoksul halk kesimine cereme yüklenecek.

Gerçekleri halktan gizleyerek çözüm üretilemez.
İktisatçı Sayın Prof. Korkut Boratav’ın uyarısı ile bu gidişin ”varacağı nokta faşizmdir

Ülkemizde rejim değiştirilmiş, ”Tek adam” otokratik dönemine girilmiştir.

Meclis işlevsizleştirilmiştir.

Unutmayalım ki, toplumun en az %50’si bu sivil darbeye karşıdır.

İçinde yaşadığımız çağda, bu durum sürdürülebilir değildir.

16 yıldır ülkeyi ağır yıkıma sürükleyenlerden çözüm beklemek, yanlışın yinelenmesidir.

Cumhuriyetin 80 yıllık alın teri tüm birikimlerin satılmasına karşın, bu kez kriz teğet filan geçmeyecek, delecek ve koçbaşı kayaya toslayacağa benziyor.

Her şeye karşın çözüm vardır.

Çözüm;

  • Demokrasi, hukuk devleti, insan hakları,  barış dilini ülkede yaşama geçirmektir.

Bayramınızın kutlu ve mutlu olması dileğiyle.

CHP KONGRESİNDE İNCE ŞOV ve DEVAMI..

CHP KONGRESİNDE İNCE ŞOV ve DEVAMI..
-GEÇ KALMIŞ BİR YAZI MI ACABA?-

Konuk yazar : 
Mustafa AYDINLI
11.08.2018, Çorlu

CHP’nin 36. Olağan Kurultayını izledik (3-4 Şubat 2018). Aslında kurultay tartışmaları aylar öncesinden başlamıştı. Birçok TV kanalında açık oturumlar, tartışmalar, yorumların ardı arkası kesilmiyordu. CHP açısından bu boyutta tartışılıyor olmanın yadırganacak bir yanı olamaz. Ne var ki izleyenler bilir, tartışmaların hemen hemen % 90’ı CHP’yi yerden yere vuruyor, Parti içindeki muhaliflere çağrı yapıyor. CHP’ye inananları nasıl dumura uğratırız çabası içindeler. Bununla bitiyor mu? Hayır! Kongre sürecinde ve sonrasında da aynı koro devam ediyor. Sanırsınız CHP iktidar partisi ve ülkede kötü giden her şeyin sorumlusu bu parti. Hiç iyi giden bir şeyde katkısı yok!? Ne garip, yandaşlaş(tırıl)mış medya CHP’ye eleştirisinin, % 10’unu iktidar partisine yöneltse, ülkede sorun kalmayacak neredeyse!.

Tüm bunlar bir yana, izlediğim kongreyi ve kongre sürecinde olup bitenleri,  gözlemlerimi 6 ay sonra serinkanlılıkla aktarmak ve günümüze bağlamak istiyorum:

İyi hazırlanmış, çok emek verilmiş ve yoğun ilginin olduğu coşkulu, güzel bir kongreydi. 10 400 kişilik Ankara Spor Salonu hınca hınç dolu, bir o kadar insan da salon dışında, içeride ayakta duracak yer bile yok. Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu söz aldı ve gündemi değerlendiren bir konuşma yaptı. Ağırbaşlı, vakur, konusuna egemen, güven veren, asil bir görüntü sergiledi. Liderliği de, güvenilirliği de, sorunlara egemenliği ve gelişmeleri irdelemesi, tam bir devlet adamı ciddiyetinde, güven veren, yol gösteren, ilkeleri olan, ufuk açan..  bir konuşmaydı kesinlikle. Hak ettiği coşkulu alkışı da salondan aldı.

Sonra Sayın Muharrem İnce söz aldı. İnce her ne denli Partide özgürlük ve adalet yok dese de, beş dakikalık bütçe üzerine konuşmak üzere söz aldı, ama Örgütün ve rakiplerinin hoşgörüsüyle tam 70 dakika konuştu. Daha doğrusu bana göre tam bir görsel şov yaptı.  Sayın İnce’nin konuşmasında ilkesel bir program göremedik, yalnızca “Ben başaracağım.., bir de beni deneyin..” falan, filan. Güvencesi ne başarı vaadinin? Sözü döndürüp dolaştırıp,   “..ben daha çok bağırıyorum..” demeye getirdi. Ses tonunu giderek yükselterek, tam bir görüntülü şova dönüştürdü. Görselliğe dikkat çekmek için, pehlivanvari ceket çıkartıp atmalar.. vs.. Oysa yakınındaki bir genç ceketi almak için elini uzatıyor ama O, dikkat çekmek için artistik pozlarla ceketini yere atıyor… Sonra gömleğinin kollarını geri kıvırmalar.. güreş tutacak sanki.

Sayın İnce öğretmenlikten gelen ders anlatım becerisi ile görselliği öne alıyor ama bu gösteriyi (şovu) sınıfta yapsa, öğrenciler sanırım gülmekten yere yıkılırdı. Oysa sayın İnce, AKP’nin ferasetine güvendiği cahillere hitap etmiyor; eğitimden, politik bilinçten payını almış CHP kitlesi karşısında. Tümüyle tribünlere oynadı. Kongreyi bir şova, sirke dönüştürdü. Salonun bir ucundan öbür başına artistik yürüyüşler, sahne sanatçısı benzeriydi. Elindeki mikrofon ve ses sistemi nefes alışverişini salonun her köşesine eksiksiz duyuruyor. Fizik hocası olarak bunu kendisi de biliyor kuşkusuz ancak politik şov böyle gerektiriyordu (!)

Sayın İnce’ye göre Kılıçdaroğlu Alevilerin hakkını savunamıyormuş. “Ben daha iyi savunurum..” demeye getiriyor. Peki, nasıl olacak o iş? Açıkça mezhepler üzerine ince ince dikkat çekiyor. Güldürmeyin adamı Sayın İnce, bu halk o devri çoktan geçti, gülünç söylemlerle uğraşmayın. O sizin dediğinizi AKP genel başkanı her gün yapıyor zaten. Aslı varken sezin teziniz silik kalıyor.

Kongrede Sn. Kılıçdaroğlu salonla birlikte Türkiye’ye hitap etti, milyonları hedef aldı. Sn. İnce ise salt salona (delegelere!) hitap etti.. Kılıçdaroğlu AKP ve iktidara yüklendi, İnce’nin ise tek derdi Kılıçdaroğlu idi.

Sayın İnce’ye şu soruyu soruyoruz : 447 oy aldınız, bunu nasıl başardıysanız, gerekli güveni verip çalışasaydınız, 847 oy da alabilirdiniz. Kimse sizin ve delegelerin elini tutmadı. Neden sonuca razı ve saygılı olmuyor, partiyi ve değerli genel başkanını kırıp döküyorsunuz? AKP bile CHP’ye sizin verdiğiniz zararın yarısını veremezdi. Genel başkanınızı yuhalatmayı bile başardınız, o asil insan Kılıçdaroğlu, bu halinizi acı bir tebessümle izledi. Hatta ortamı germemek için yanıt bile vermedi. Evet “yuh” seslerini susturdunuz ama kapalı kapılar ardında parti liderine o hakaretin yapılabileceği cesaretini vermiş olmalısınız ki, kötü yakalandınız. Açığa düştünüz Muharrem bey… Bu taktiğiniz, sizin partili yoldaşlarınızı gerçekte sevemediğinizi ancak her şeyi kişisel çıkarınıza dönük tasarladığınızı kanıtlıyor. Politik ikbaliniz adına neleri neleri göze alabileceğinizi ibretle sergiliyor.

Çok dikkatle ve yakından izledim; salonun sağına – solunda 25’şer kişi ayakta, merdivenlere yerleştirilmiş, toplamda saymaca elli kişi. Bunlar açıkça amigoluk yapıyor. Amigoluk diyoruz çünkü genel başkanını yuhalatan – yuhalayan bir kitleye ne denebilir ki? Amigoların koro halinde ses dalgası mikrofona ulaşıyor ve güçlenerek tüm salonda yankılanıyor. Yandaş medya da bu sahneyi evire çevire, büyük başarınız olarak sunuyor. Yuhalatma kurgularınıza karşın Kılıçdaroğlu’nu destekleyen kesimlerin gençlerinden tık çıkmaması, her şeye karşın oradaki topluluğa ve parti disiplinine saygı sorumluluğudur.

Ayrıca 49 imza olayı.. Neymiş efendim, O, lütuf istemezmiş. Vermeseniz adaletsizlik deniyor, verince lütuf istemiyor Beyefendi.. Peki nasıl olacak? İnce’ye göre şov olsun da, şamata olsun da.. nasıl olursa olsun. Derdi, kendince salonda psikolojik üstünlüğe ele geçirmek. Doğru söylediği şeyler yok mu? Elbette var. Bu düşünceler doğallıkla alınır ve parti yararına kullanılır. Kırıp dökmeden yapılan eleştiriye de saygı duyulur. Ne var ki, son çözümlemede çıkan sonucu, üzüm yemekten çok bağcıyı dövme niyetini üzülerek gözledik..

Sayın İnce’yi önceleri, kimi söylemleri nedeni ile sever ve sayardık. Üzülerek ifade edelim ki, bu kurultayda değindiğimiz olumlu yargılarımızdan iz bırakmadınız. Ayrıca ülkeyi yönetme birikiminiz yok, ilkeleriniz yok, ürettiğiniz yeni bir söylem – politika önermesi yok. Idı dıdı, vıdı vıdı..  Ülke ajitasyonla, bağırıp çağırarak yönetilmez. Şovla, sirk oyunculuğu ile hiç olmaz. Bütünsel bir program ve uyumlu – yetenekli kadrolar vazgeçilmezdir. Bunlar yok?

Doğrusu burnumuza pis kokular geliyor. Bu Parti neler neler görmedi ki. Genel sekreterliğine dek yükselenleri AKP’de Bakan olarak bile gördük. Kılıçdaroğlu’na güveniyoruz, birikimleri ve ilkeleri var. İdealleri var, deneyimli ve  kritik olaylar karşısındaki güven veren duruşu test edildi. İktidarın 4 koldan saldırısı boşuna değil. Silaha, yumruğa varan saldırılar boşuna değil. Artvin’de az kalsın kim vurduya kurban edilecekti! AKP = Erdoğan için kanıta dayalı söyledikleri için bile, “sayın yargımız” tarafından 1 milyon TL’ye varan maddi tazminata mahkum edildi. AKP iktidarının DP’den devşirme İçişleri Bakanı, hiç sıkılmadan “Şimdi seni zıplatayım mı Kılıçdaroğlu?!” diyebildi ve yeniden Bakan yapıldı.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Sputnik’te yayınlanan (27.7.18) şu demeci çok uyarıcı :

  • “..Mümkün değil çünkü işler bildiğiniz gibi değil, çok büyük bir kumpas var. Muharrem İnce’yi partinin başına getirmek isteyen derin devlet!
    Ben buna asla müsaade etmeyeceğim.”

CHP salt bir lider partisi değil, kadro ve program partisidir. Başarı da başarısızlık da tüm kadroların ve programın sorumluluğundadır. “Ben CHP’liyim” diyen herkes, -öne alınmazsa- 2019 yerel seçim hesaplaşmasına, kafasının arkasındaki tüm planları bir yana bırakıp, ülkenin kurtuluşu için bütün gücüyle enerjisini CHP’yi yerel yönetimlerde güçlenerek iktidar yapmaya yöneltmelidir. Ülkesine ve insanlığa karşı her partili yurtseverin öncelikli görevidir, borcudur bu çaba.

Türkiye son günlerde muazzam bir ekonomik çöküş yaşıyor ve siz, Partinizin kurumsal açıklamasını yapmasından beklemeden, 10 Ağustos 2018 günü, doğrudan Cumhurbaşkanına dönük ilginç bir söylemle, “tavsiye yerine istirhamla”, sözde ülke adına özveride bulunup alttan alarak 4 maddelik öneriler sundunuz. Partinizde hiçbir yönetsel ve temsil yetkiniz yokken ve milletvekili bile değilken. 16 yıl vekillik yapan birisinin, Parti geleneklerine, disiplinine ve siyaset etiğine sığmayan böylesi bir davranışı bile gündemde kalma adına sergileyebildiniz.. Bu gün de (11 Ağustos 2018) CHP, İstanbul’da bir basın toplantısı ile, tüm ağırbaşlılığı ile 13 maddelik bir program sundu. Sizin önerilerinize ve Partinin kurumsal önerilerine bakıldığında ne denli cılız – içeriksiz önermeleriniz oldu, dönüp bakar mısınız? Keşke kişisel hırs – ihtirasınız ile yetenek ve birikimlerinizi dengeleyebilseniz.

Bu yazıyı yazmak istemezdik, Kurultayın üzerinden 6 ay geçti ancak Sn. İnce’nin kişisel ve sekter, üstelik CHP’nin kurumsal kimliğine zarar veren sorumsuz davranışlarının sürmesi nedeniyle kamuoyuyla paylaşmak istedik. Önceleri, kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren, kendisinden 15 yaş daha büyük ağabeyi konumunda olan Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na “vefasızlık etmeyeceğini, edemeyeceğini” kamuoyu önünde açıklayan Sayın İnce’yi yönlendiren (manüple eden) kimler ve hangi güçler acaba?

Ülke bir yangının içinde, tek sorumlu AKP= Erdoğan, CHP 13 maddelik akılcı – bilimsel bir politika demeti sunuyor; ancak Erdoğan her zamanki gibi Kılıçdaroğlu’na, dikkat, CHP’ye değil Sn. Kılıçdaroğlu’na olmadık biçimde yüklenerek “..avcunu yalarsın..” diyebiliyor. Hemen ardından AKP sözcüsü Ünal devamla, yine CHP’ye değil Kılıçdaroğlu’na olmadık biçimde saldırıyor. Siz de açık – örtük benzer tutum ve davranış içindesiniz. Niçin ve zamanı mı?