Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

‘Ali Bey kafası’

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 08 Eylül 2021

Sabahları KRT TV’de, Yön Radyo ile de aynı anda yayımlanan MEDYAterapi isimli güncel bir haber programı yapıyorum. Rast geldiyseniz, hem haber hem de yorum içeren, yaklaşık iki saatlik program. Programın akışı içinde, gazeteleri ve köşe yazarlarından alıntılar okuduğumuz bölümler, bir de “TV ve sosyal medyadan seçmeler” köşesi var.

Genç ve başarılı editörüm Eren Çaylan’la birlikte, her sabah bu bölüm için “rutin haber trafiği içinde görülen” ya da “kıyıda köşede kalmış” ilginç ve kimi zaman eğlenceli – mizahi görüntülere de yer veriyoruz. O görüntü ve haberleri seçerken kimi zaman önümüze düşen bir haberin gerçek mi, kurgu mu, mizah mı, asparagas mı, birilerinin toplumla dalga geçmek üzere “bestelediği” bir malzeme mi veya “kurgu – montaj – fotoşop ürünü” mü olduğuna karar veremiyoruz. Eren, birkaç kaynaktan titiz şekilde araştırıp “Evet Abi. Doğruymuş, kullanalım bunu” dedikten sonra yayın akışına koyabiliyoruz.

AKP iktidarında, öyle bir dönemden geçiyoruz ki geçmişte olmadığı kadar çok sayıda “Yok artık! Bu kadarı da gerçek olamaz” dedirten şeyler oluyor. Ama maalesef, oluyor bunlar.

Mesela, geçen gün Sayın Cumhurbaşkanı’nın, şu minik yavrunun kafasına “tok tok tok” diye, parmak orta boğumunu “kapı tokmağı” gibi kullanarak hırsla, sanki cezalandırırcasına vurması olayı.

O gün, o temel atma ya da kurdele kesme törenini canlı yayında görmediğim için, yemin ediyorum bir tür kurgu sandım. İnternette, sosyal medyada yüzlerce kaynakta görünce ancak inandım bunun gerçekliğine.

Mesela, AKP’nin “renkli” isimlerinden, grup başkanvekili Sayın Özlem Zengin’in, bir grup gencin, internette yayımlandıktan sonra bir tür “aparma, aşırma, intihal” ürünü olduğu anlaşılan bestesini, Cumhurbaşkanı’na dinletip “aferin” alma çabası. Çalıntı bestenin üzerine yazılan sözlerin abukluğu. Cumhurbaşkanı’nın da telefonla “Sizleri en kalbi duygularla selamlıyorum” diye onları kutlaması…

İnsan kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Yetişkin insanlar böyle durumlara nasıl düşebiliyorlar? Bunları nasıl yapabiliyorlar? Gerçekten kurgu mu diye tereddüt etmedim değil…

Mesela, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Sayın Adil Karaismailoğlu’nun, durup dururken çıkıp da “Bundan böyle metroların girişlerindeki tabelalarda M harfi değil U harfi olacak” deyivermesi. Nasıl yani? Niye yani? Niçin yani? Pardon yani? Nereden esti yani? Siz? Hayırdır yani!

Mesela, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bürokratı olduğunu unutup Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel hükümlerine aykırı bir konuşmayı, olağanüstü bir pişkinlikle yapabilmesi.

Mesela şu sözleri edebilmesi:

“Hani ‘inanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın.’ Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.”

Bu nasıl bir kafadır? Bu nasıl bir “insanların aklı, zekâsı ve mantığı ile alay edebilme” cüretidir?

Eğer devlet ve ülke bu hale geldiyse, yani devleti ve ülkeyi yönetme, yönlendirme durumunda olan insanlar gerçekten bu denli “Gerçek ile sanal arası gidip gelen” eylem ve söylemlere imza atmaya başladılarsa, bu nasıl bir olağanüstü talihsizliktir milletimiz için?

Ali Bey’e bakar mısınız?

Diyor ki, “Ben laiklik maiklik tanımam. Bana kalkıp da dini inancı ve ibadeti adalete, siyasete, ticarete bulaştırmayın diyenle mücadele ederim.”

E, o zaman da şu cevabı hak ediyor, “Ali Bey Kafası”

Bu ülkenin temel harcını karanların kullandığı en önemli hammadde “Laikliktir” Ali Bey.

Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Neredeyse doğduğunuz andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini yıkmaya yeminli olduğu anlaşılan bir zihniyetin ürünü olarak, bundan rahatsız olabilirsiniz. Laiklik ve demokrasinin bu topraklarda arızalı, yamuk yumuk da olsa hayatlarını düşe kalka idame ettirmesine tepkili ve bir tür “hınç ve kin” içinde olabilirsiniz.

Ama bu kafanızın, bu mücadelenizin ve bu kavganızın başarılı olmayacağını size garanti edebilirim.

Vazgeçin bu sevdadan.

Ya da isterseniz, vazgeçmeyin de görün.

Bunu bir meydan okuma olarak alın.

Sizlere bu Cumhuriyetin temellerine, kolonlarına ve kirişlerine dinamit koyma ve patlatma şansını tanımayacağız.

Elbette ki yukarıda aktardığım sözleri bir vatandaş olarak söyleme, yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bizlere bıraktığı mirasa meydan okuma özgürlüğünü size tanıyoruz. Her ne kadar sizler, farklı düşüncelerin dillendirilmesine hatta akıldan bile geçirilmesine tahammülsüz bir zihniyetin temsilcileri olsanız da bu sizin en doğal hakkınızdır.

Ama “sade bir vatandaş” olarak hakkınızdır. Özel ortamınızda istediğiniz gibi küfredin Cumhuriyete ve anayasaya ve ATATÜRK ilke ve inkılaplarına.

Ama bunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergileri ile maaşını alan bir bürokrat olarak, resmi bir şahsiyet olarak yaparsanız, orada “Dur” derler adama.

Dur. Ve bir adım daha atma!.

Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık.

Bu ülkeyi emperyalist çizmesinden arındırırken Anadolu toprağına akıtılan kanla kazanılmış bir ayrıcalıktır “Cumhuriyet Rejimi”.

Yıktırmaya niyetimiz yok.

Bunu öyle “erkler arasındaki ilişkileri yeniden düzenlediğiniz hileli dandik referandumlarla” filan da yapamayacağınızı bildiğinizden, tiz perdeden ötüyorsunuz ama.

Aklınızı başınıza devşirin.

O kadar da “uzun boylu” değil.

İlk sandıkta zaten “yüksek sesle” alacaksınız cevabı.

Hodri meydan!

30 Ağustos ve Neo-Osmanlıcılık

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde 19 Mayıs 1919’da emperyalist işgal güçlerine karşı başlayan Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı, 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanmıştır. Yaklaşık üç yıl süren bu mücadelenin ve savaşın sonucunda on binlerce vatansever yaşamını yitirmiştir, gelecek kuşaklar için canını feda etmiştir.

Türkiye’nin vatanseverleri ve gerçek vatandaşları geçen hafta bu ulusal bayramı coşkuyla kutladılar. Kâğıt üzerinde vatandaş olan, aslında bu vatanın paydaşı olmayan vatan hainleri ise yine bu bayramı kutlamadılar veya bu bayramı isteksiz bir biçimde zoraki olarak ve göstermelik biçimde “kutladılar”, böylesine önemli bir günde Mustafa Kemal Atatürk’ü anmadılar ve yok saydılar!

Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz, Fransız ve Yunan işgal güçleriyle işbirliği yapan vatan hainlerinin 21. yüzyıldaki uzantıları her zamanki gibi yine sahneye çıktılar. Emperyalizmin dincilikle, ümmetçilikle, gericilikle, yobazlıkla nasıl iç içe geçmiş olduğu tarih önünde bir kez daha kanıtlandı.

Ulus bilinci yerine ümmet bilincine, vatan ve vatandaşlık bilinci yerine padişaha kulluk etme bilincine sahip olan bir aylaklar ve şuursuzlar güruhundan da başka bir şey beklenmezdi. Bunlar Neo-Osmanlıcı zihniyetin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
***
Neo-Osmanlıcılık vatana ihanettir.

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmadan önce, bu coğrafyada var olan “devletin” adı “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye” idi. Başka bir deyişle Osmanoğulları ailesinin adını taşıyan bir “devlet” vardı. Bu “devleti” yöneten padişah, gücünü halktan değil, ailesinden alıyordu, padişahlık babadan oğula geçiyordu. “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye”, günümüzdeki aile şirketlerinin imparatorluğa bürünmüş haliydi.

Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nda günümüzde tanımlandığı biçimiyle bir devlet kavramından söz edilemez. Çünkü halkın egemen olduğu demokratik düzenlerde devlet, halkı temsil eden ve halk için var olan bir yapılanmadır. Devlet bir kişi için veya bir aile için var olan bir araç ve yönetim aygıtı olamaz. Olursa onun adı devlet olmaz. Halktan bağımsız bir sözde devlet, devlet değildir.

Bunun da ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu monarşik, feodal, teokratik bir yapılanmaydı. Yetkilerin büyük çoğunluğu padişahta toplanmıştı, yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı yoktu; düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğü yoktu; laiklik yoktu; kadın hakları yoktu; halkın eğitim seviyesi geriydi; herkesin mülkiyet hakkı yoktu.

  • Cumhuriyet, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimidir.

Osmanlı’da, bir cumhuriyette var olması gereken özelliklerin hiçbiri yoktu. 19. yüzyılda gecikmeli olarak bazı sınırlı reform çabaları gerçekleşmiş olsa da bunların hepsi yetersiz kalmıştı.

  • Osmanlı İmparatorluğu ayrıca emperyalist bir yapılanmaydı,

Avrupa’daki emperyalist ülkelerden, krallıklardan, imparatorluklardan hiçbir farkı yoktu. Osmanlı İmparatorluğu, fetih adı altında başka ülkelerin, krallıkların, imparatorlukların topraklarını işgal eden, buradaki ganimeti paylaşan ve buradaki halkları “vergi” adı altında haraca bağlayan, yayılmacı ve baskıcı bir yapılanmaydı.
***
Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi tarihsel koşulları içinde değerlendirilmesinde ve Osmanlı döneminde ortaya çıkan kültürel mirasın olumlu yönlerine sahip çıkılmasında bir sorun yoktur. Ancak bu, Neo-Osmanlıcılık’tan farklı bir şeydir.

  • Neo-Osmanlıcılık, Osmanlı’daki siyasal ve sosyal yapılanmayı 21. yüzyılda yaşatmayı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedeflemektedir.
  • Neo-Osmanlıcılık bu nedenle vatana ihanettir.

19 Mayıs 1919, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olması nedeniyle; 30 Ağustos 1922, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması nedeniyle; 23 Nisan 1920, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ve egemenliğin padişahtan alınıp halka devredilmesi nedeniyle; 29 Ekim 1923, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması nedeniyle, ulusal bayram olarak kutlanır ve anılır.

Neo-Osmanlıcılar bu ulusal bayramların tamamına karşıdırlar, çünkü onlar bu tarihlerde elde edilen haklara ve bu bayramlarda temsil edilen değerlere karşıdırlar.

Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına karşıdırlar!

Lozan’ı Savunmayan, Sevr’e Bile Muhtaç Olur…

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Sevr utanç belgesinin üzerinden tam 101 yıl geçti. 10 Ağustos 1920 tarihinde Osmanlı Devletine kolayca kabul ettirilen bu utanç belgesi, 2 yıl sonra “İstiklali Tam” şiarıyla silaha sarılan Kuvayı Milliyecilerin süngüsüyle yırtıldı. Anlaşma 3. yılına bile ulaşamadan 24 Temmuz 1923’te Lozan’da tarihin çöplüğüne gömüldü.

Tarihin çöplüğüne gömüldü gömülmesine de; Sevr, işgalci emperyalistlerin aklından hiç çıkmadı. Elbette Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe Hitabını” özümseyen devrimciler de Batılıların Sevr özlemlerini hep dikkate aldılar. NATO toplantılarında “yanlışlıkla” Türk subaylarının önüne Sevr örneğindeki gibi bölünmüş Türkiye haritaları kondu. Ülkemizin çimento fabrikalarını ele geçiren Fransız şirketi dağıttığı ajandalara Sevr haritaları koydu. (AS: BOP haritası!) İnternet sitelerine egemen olan markalar yayınladıkları haritalarda Anadolu’yu “Kürdistan, Ermenistan, Pontus” gibi parçalara ayırırken de uyanmayanlar oldu. Bu konuda Sevr uyarıları yapan devrimcileri “Paranoyak” olmakla suçladıkları yetmezmiş gibi, Silivri zindanına gönderdiler. Ülkenin birlik ve bağımsızlığını temsil etmesi gereken kişi, Yunanistan ziyaretinde Lozan’ı tartışmaya açtı!!??

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Lozan Antlaşmasının 97. yıldönümünde sanki Türkiye’yi, İstanbul’u şimdi kendileri kurtarmış gibi, Ayasofya törenleri düzenleyip ellerinde kılıçla Atatürk’e “lanet” yağdırdılar. “Keşke Yunan galip gelseydi”, “Lozan yenilgidir” diyenleri 10 Kasım günü tören kılığıyla ziyaret edip tabutuna yapışanlardan da başka bir şey beklenmezdi.

Ulusal bağımsızlığımızı ve çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyetimizi borçlu olduğumuz büyük Atatürk’e ve Lozan’a saldıranlar unutmasınlar:

  • Bugün Lozan’ı ve onun kahramanlarını savunmayanlar, yarın, Sevr haritasına bile muhtaç olur.

Atatürk’e saldıran “Fesli Kadir” ve onun müritleri görmez ama, tarihin tozlu sayfalarını biraz karıştıranlar işgalci emperyalistlerin Türk ulusu için tasarladıklarını apaçık yazıp söylemişlerdir.

“Güneş Batmayan İmparatorluk” olarak tanımlanan İngiliz emperyalizminin en uzun süre başbakanlığını yapan “büyük yaşlı adam” sıfatlı William Ewart Goldstone (1809-98) şöyle diyordu:

  • “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir.
  • Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.
  • Türklerin yaptıkları kötülükler yalnız bir şekilde ortadan kaldırılabilir:
  • Kendileri yok olmakla…”

Lozan Antlaşması görüşmelerini İngiltere Dışişleri Bakanı sıfatı ile yürüten Lord Curzon gelecek için Türkiye’yi şu sözlerle tehdit etmişti: (AS: Baş Delege İsmet Paşa bu tehditleri reddetmişti!)

  • “Şimdi hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsunuz, ama bu konuları unutmuyorum, hepsini cebime koyuyorum. İleride, harap ülkenizi imar etmek, perişan ekonominizi düzeltmek için para aradığınız zaman bize geleceksiniz ve ben o zaman, sakladığım bütün bu istekleri cebimden çıkarıp önünüze sereceğim.”
    Aynı Lord Curzon, İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden 4 gün sonra 20 Mart 1920 günü şunları söyleyecekti:
  • “Türkler için askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ne var ki İngilizler buna bile karşıdır.”

Emperyalizmin bu ezeli hedefini çok iyi kavrayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sevr andlaşması imzalanmadan çok önce, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapmışlar, gelecekte CHP adını alacak olan Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyetini kurduktan sonra Ankara’ya gelerek 23 Nisan 1920 günü Ulusal Kurtuluş Savaşını yönetecek olan Büyük Millet Meclisi’ni açmışlardı. Bugün Atatürk’e lanet yağdıranların dedeleri ise, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için idam fermanları çıkartarak işgalcilerle el ele isyanlar çıkartıyorlardı. “Keşke Yunan kazansaydı” sözü kaynağını o günlerden almaktadır.
(AS: 1. Meclis Sevr’i tanımdı ve imzalayanları  vatan haini ilan etti!)

Türkleri Asya steplerine sürmeye kalkanlar, önce Küçük Asya’dan, sonra Asya kıtasından sürülüp Britanya adasının bir bölümüne sıkıştılar. Ne yaparlarsa yapsınlar, Sevr tarihin çöplüğündedir ve imzalayanlara inat, devrimciler için bir gün bile geçerli olmamıştır. Sevr rüyaları görenlere inat, kanımızın son damlasına dek Lozan’ı savunacağız.

Bize Lozan’ı kazandıranlara elinde kılıçla “lanet” yağdıranlara yüz yıllar öncesinden Pir Sultan Abdal’ın şu dizelerinden esinlenerek yanıt veriyoruz:

Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.

Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız Şeytan-ı lain
Kaçıncı ölmem bu hain
ATATÜRK ölür… Dirilir…
================================================
Dostlar,

Çok değerli yazısı için saygın dostumuz Lütfü Kırayoğlu‘na çok teşekkür ederiz öncelikle.

SEVR ANDLAŞMASININ 101. YILI

10 Ağustos 1920’de, son Osmanlı Padişahı hain – alçak ve soysuzlaşmış (bu 3 sözcük Mustafa Kemal Paşa tarafından SÖYLEV / NUTUK’un ilk sayfasında aynen kullanılmıştır!) 6. M. Vahdettin’in sadrazamı (Başbakanı) Tevfik Paşa tarafından Fransa’da onaylanmıştır Osmanlı’nın ölüm fermanı. Vahdettin, bu lanetli Anlaşmayı Saltanat Şurası’nda madde madde onaylatarak, sözde sorumluluktan kaçmak istemiştir.

Aşağıdaki harita SEVR’i apaçık özetlemektedir. Uzun söze gerek yoktur.
Anadolu’da Türklere bırakılan yer kırmızı boyalı ve 286 bin km2’dir. Lozan sonrası sağlanan Misak-ı Milli (Ulusal Ant) sınırlarımızın 1/3’ü kadardır ve oraların da gerek görülürse işgal edilebileceği Sevr Antlaşmasında öngörülmüştür.

Sevr Anlaşması gerçekte sıradan bir yenilgi – barış anlaşması değil, Büyük ATATÜRK‘ün SÖYLEV‘inde (NUTUK) pek yerinde vurguladığı üzere,

  • .. SEVR gerçekte, Batılı emperyalistlerce yüzyıllardan beri hazırlanagelmekte olan, Türk Ulusunu tarihten silme (apaçık SOYKIRIM!) planıdır!

Dolayısıyla, Sevr Anlaşmasını tanımadığını, yırtıp çöpe attığını ve imzalayan Padişah taifesini  de lanetlediğini açıklayan TBMM; Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa önderlik ve öncülüğünde başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşımız (İstiklal Harbi)  ile salt bize Misak-ı Milli sınırları ile tanımlı, Lozan Barış Antlaşması ile onaylı / tapulu yurdu kazandırmakla kalmamış, SOYKIRIMA UĞRATILMAMIZI, TARİHTEN SİLİNMEMİZİ de engelleyerek varlığını sürdürme – yaşama hakkı sağlamıştır.

Günümüzde Atatürk düşmanlığı takıntısı ile hasta insanlarımız, Sevr kalsa idi bugün belki de doğmamış olacaklardı. Başına gelecekleri, iktidar olacakları bir yurt – ülke de bulamayacaklardı.

  • Saltanat artıklarının soyları akıllarını başlarına devşirmeli ve ihaneti bırakıp sadakat ve vefayı anımsamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Milli İrade Engellenemez

hikmet sami türk ile ilgili görsel sonucuProf. Dr. Hikmet Sami TÜRK
Eski Adalet Bakanı
Cumhuriyet
, 19 Temmuz 2021

İktidar değişikliğine karar verecek olan halkın verdiği oylarda ifadesini bulan milli iradedir. Dolayısıyla iktidarı yeni bir partiye veya partilere “teslim” edecek olan halktır. O zaman geldiğinde hiç kimse, hiçbir güç, milli iradenin gerçekleşmesini engelleyemez.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta (8 Temmuz 2021) AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidara geldiklerinde Cumhurbaşkanlığına ait 13 uçağı ve lüks arabaları satacaklarına ilişkin sözlerine cevap verirken siyasi nezaketle bağdaşmayan küçümseyici bir ifadeyle “İstikametini kaybetmiş avara kasnak gibi dolaşanlara bu memleketi teslim edemeyiz” dedi.(1) Bu sözler, AKP örgütüne 2023 TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak için şimdiden çalışmaya başlama talimatının gerekçesi olmak dışında bir anlam taşıyabilir mi?

FETRET DÖNEMİ

Türkiye devleti, 98 yıllık bir cumhuriyettir. Üç kez askeri darbe veya müdahalelerle kesintiye uğrasa da 76 yıldan beri çok partili demokratik rejimi yürütmeye çalışıyor.

Halk yönetimi demek olan cumhuriyet ve halk iktidarı demek olan demokrasi, halkın belirli aralarla yaptığı seçimlerle ortaya çıkan milli iradenin yaptığı tercihlerle işlerlik kazanır. Bu seçimlerle halk, hangi parti veya partilerin iktidar, hangilerinin muhalefet olarak görev yapacağını, bu görevlerin yasama ve yürütme organlarında kimler tarafından yerine getirileceğini belirler.

Halen 2017 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle yürürlüğe konulan ve başka hiçbir demokratik ülkede benzeri bulunmayan, erkler arası denge ve denetim mekanizmalarından yoksun bir alaturka başkanlık sisteminin uygulandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu bir fetret dönemidir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırdıkları bu sistemin kaldırılması ve yeniden parlamenter sisteme dönüş için gerekli anayasa değişikliğini yapacak bir parlamento aritmetiğinin ortaya çıkması, önümüzdeki seçimlerden beklenen en önemli sonuçtur.

DEMOKRASİYE İNANÇSIZLIK

Çok şükür, henüz seçimlerle gelecek yeni iktidarın önceki iktidar tarafından belirlendiği, bu anlamda memleketin yeni iktidara “teslim” edildiği bir döneme gelmedik. Aslında iktidar değişikliğine karar verecek olan, halkın verdiği oylarda ifadesini bulan milli iradedir. Dolayısıyla iktidarı yeni bir partiye veya partilere “teslim” edecek olan halktır. O zaman geldiğinde hiç kimse, hiçbir güç, milli iradenin gerçekleşmesini engelleyemez. Serbest seçimlerde ifadesini bulan demokratik yarış, kazanmak kadar kaybetmesini de bilmeyi gerektirir. Ülkeyi yalnız kendilerinin yönetebileceğini düşünmek, demokratik rejime inançsızlık ifadesidir.

Soyadını 1921’de Batı Cephesi komutanı olarak kazandığı I ve II. İnönü zaferlerinden alan, Cumhuriyet döneminde başvekil / başbakan olarak 10 hükümet kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra en uzun süre cumhurbaşkanlığı yapan İsmet İnönü’nün, genel başkanı olduğu CHP’nin kaybettiği, Atatürk’ün 2. başvekili Celâl Bayar ve arkadaşlarının kurduğu DP’nin “ak devrim” niteliğinde bir seçimle iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimi için “En büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” dediğini hatırlamakta yarar var.(2)

Çünkü o gün, kendisinin cumhurbaşkanı olarak beş yıl önce 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı töreninde yaptığı konuşma(3) ile Türkiye’de geçiş işaretini verdiği çok partili demokratik rejim kazanmıştı. Örnek alınacak davranış budur.
__________________________
(1) “Erdoğan ‘uçak saltanatı’na sahip çıktı”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2021, s.5.
(2) Şerafettin Turan, İsmet İnönü: Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s.305.
(3) Haz. İlhan Turan, İsmet İnönü: Konuşma, Demeç, Makale ve Söyleşiler 1944-1950, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 2003, s. 30-32.

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 47. Yıldönümü

Emekli Amiral Özbey Orduevi'nde yaşadıklarını anlattıMustafa Özbey
Emekli Amiral

(AS: Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır.)

 

Değerli Dostlar Merhaba,

Tam 47 yıl önce bugün, Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir dönem başladı.
Mustafa Kemal Atatürk‘ün Vatan’a kattığı Hatay’dan sonra, Türkiye’nin emperyalizme karşı ilk başkaldırısı Kıbrıs Barış Harekâtı’dır.

Devam etmekte olan Deniz Kurdu tatbikatında 15 Temmuz 1974 günü aldığımız bir mesajda, Nikos Sampson isimli birinin Makarios’a darbe yaptığı bilgisi geldi.
Bir süre sonra bu durumun bireysel bir olay olmayıp, Yunanistan’daki askerî cuntanın planlı operasyonu olduğu bildirildi.
Ardından, Deniz Kurdu Tatbikatı iptal edilip, birliklere harekât planındaki sefer görev yerlerine intikal ve harp yükü yükleme emri verildi.
O tarihte ben, genç bir üsteğmen ve Komodor Dz. Kurmay Albay Necmettin Keski’nin harekât subayı olarak TCG İstanbul Muhribinde görev yapıyordum.
Biz hazırlıklarımızı yaparken, Başbakan Ecevit, diğer garantör ülke Birleşik Krallık Başbakanına, ortak operasyon önerisi ile Londra’ya gitti.
Beklendiği üzere bu öneri geri çevrildi.
Ecevit döndükten hemen sonra harekât günü olarak 20 Temmuz belirlendi.

1963 yılında Rumların başladığı katliam uçaklarımızın uçuşu ile durdurulabilmiş, ancak meşhur (AS: ünlü) Johnson mektubu ile tanışmıştık.
TSK bu mektuptan sonra, NATO planlamasına paralel olarak bunun dışındaki olasılıklar için de askerî harekât planları ve buna uygun kuvvet yapılanmasına başlandı.
Bu bağlamda, Amfibi Alay ve Çıkarma Filosu kuruluşu (Mersin) sayılabilir.

15 Temmuz 1974 Sampson darbesi ile 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekâtı arasındaki beş gün; askerî harekât türleri içinde en zor ve karmaşık olan Amfibi harekât, Havadan atma/indirme müşterek harekatı planlamak ve uygulamak için inanılmaz derecede kısa bir süredir.
O tarihin hem yaz tatili, hem de TSK büyük atanma dönemi olduğu hatırlandığında zorluk katsayısının daha da büyük olduğu takdir edilecektir.
Tüm bu zorluklara rağmen (AS: karşın) harekât büyük bir başarı ile iki aşamalı olarak gerçekleşmiş ve KKTC’nin bilinen sınırları oluşmuştur.

Aradan geçen zaman içinde askerî harekâttaki başarı, neden siyasi başarı ile taçlanmamıştır sorusunu sormadan sağlıklı bir sonuca ulaşamayacağımızı düşünüyorum.
Burada ilk öne çıkan unsur, Kıbrıs’a olası bir harekatın siyasi hedefinin, askerî hedefler kadar somut konulmamış olmasıdır diye değerlendiriyorum.
Ecevit, harekât sonrası yaptığı İlk açıklamada siyasi hedefi, “Adadaki soydaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlamak” olarak açıklamıştır.
Bunun yeterli bir siyasi hedef olduğunu söylemek pek mümkün olmayacak.
Aradan geçen zaman içinde siyasilerin hedef konusundaki kararsızlıklarının yüksek maliyetini hep beraber gözlemledik.
KKTC’nin kuruluşunun harekattan tam sekiz yıl sonra (1983) olması, siyasi kararsızlığın çarpıcı bir örneğidir.
Benzer şekilde Annan Planı’na “Yes be annem” denmesi için AKP iktidarının Liboş gazeteciler ve Karen Fogg isimli AB Büyükelçisi ile kampanya yapması siyasi hedef ile ilgili tutarsızlığa diğer bir örnektir.
Annan ihanet planına Türk tarafı ‘evet’ deyip, Rum tarafın ‘hayır’ demesine rağmen, Rumların AB’ne hem de tüm adayı temsilen tam üye yapılmış olmasına karşın, toplumlar arası görüşmelere devam etme hatasını sürdürmek, siyasi hedef ile ilgili çok önemli bir hata değil midir?
Crans Montana’da (2017), Türkiye’nin Adada sembolik asker bulundurması ve Garantörlüğün sulandırılmasına bile evet diyebilen bir Türkiye olmasına nasıl bir yorum getireceğiz?
Saldırgana karşı savaşı kazanmış bir ülke olarak çok ciddi miktarda tazminat talep etmemiz gerekirken, yerlerinden uzaklaşmış Rumlara tazminat ödemeyi kabul etmeyi nasıl açıklayacağız? Daha da önemlisi, bir zamanlar Adanın tamamı Türk vatanı iken, “barış için toprak tavizi” ilkesini benimsemiş olmamızı nasıl yorumlayacağız?
Taviz vere vere, toplumlar arası görüşmelerle öyle bir noktaya gelindi ki; âdeta deniz tükendi.

2018 Haziran ayında Türkiye ilk defa Adada en uygun çözümün 2 eşit egemen devletin varlığı ilkesi olması gerektiğini resmen söyler hâle geldi.
Çok geç kalmış doğru ilke bu iken, gecikmenin maliyeti çok büyük olmuştur.

Bu gün, Kıbrıs Barış harekâtının 47nci yıldönümünü anarken bu paylaşımı yapıp sizlerle dertleşmek istedim.
Mavi Vatan kavramının gündeme gelmesi ile Akdeniz ve Kıbrıs’ın Türkiye için yaşamsal önemi artık daha iyi anlaşılmıştır.
Bir şey daha anlaşılmıştır ki o da; Emperyalizminin değişmez siyasi hedefinin, “Türkiye’siz Akdeniz ve Türk’süz Kıbrıs” olduğu gerçeğidir.

Türkiye, bu siyaset üstü jeopolitik gerçeğin farkına vardığında, artık oyuna gelmeyeceğimize inanmak istiyorum…

Şehit ve gazilerimize minnet duygularımı iletiyorum…
=====================================
Dostlar,

Sayın E. Amiral Mustafa Özbey, bu değerli yazıyı bizim de üyesi olduğumuz BOĞAZİÇİ AYDINLAR TOPLULUĞU what’s up ileti kümesinde (gurubunda) paylaştılar. Kendilerinin incelikli (nazik) izinleriyle sitemizde yayınlamaktayız. Teşekkür ederiz hem yazdıkları hem de paylaştıkları için.
***
E. Amiral Özbey, Montrö Sözleşmesi‘ne sorumsuzca dokunulmaması için uyarıda bulunan 104 yurtsever amiral içindedir. 75 yaşında gözaltına alınıp, salgın ortamında günlerce uzatılan ifade sonrası salıverildiğinde, gece saat 02:15’te  Ankara’daki Merkez Orduevine gittiğinde, içeri alınmamıştır! Henüz yargılamaya ya da disiplin soruşturmasına dayandırılan kesinleşmiş bir hüküm / yaptırım yok iken, yaşamlarını verdikleri TSK’nın Orduevine alınmama buyruğu hangi hukuka – adalete – vicdana – etiğe ve TSK geleneğine – değerbilirliğine bağlanabilecektir?
Tarih, bu karar ve uygulamacıları yazacaktır kuşku yok. Çocuklarının yüzüne bakabilecekler mi?
Bu bağlamda Sn. E. Amiral Mustafa Özbey’in paylaştığı tarihsel tweet iletisi aşağıdadır :
***
Mustafa Özbey
@MMOZBEY
Duruşma bittikten sonra 0215 gibi Merkez OE’ne geldim. Giriş yasağı konduğunu öğrendim. Eşim ve eşyalarımın OE odasında olduğunu söyledim. , “Eşim ve eşyalarımı aldıktan sonra OE’ni derhal terk etmemizi” söylediler. Eşimi ve eşyalarımızı alıp yola çıktık Durum bundan ibarettir.
ÖS 1:23 · 13 Nis 2021Twitter for Android
1.331           Retweet 279                Alıntı Tweetler   7.259
****
Biz de, bir kez daha tarihe not düşmek üzere bu tweet iletisini burada paylaşıyoruz.

Sb. Özbey Amiralimize ve 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatında verdiğimiz şehitlere, merhum ve yaşayan gazilerimize 47. yılda ölçüsüz minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Dönemin Hükümet Başkanı Başbakan merhum B. Ecevit‘i ve Başbakan Yrd. merhum N. Erbakan‘ı da saygı ve şükran ile anıyoruz.
***

  • Türkiye, Ada’daki yaşamsal stratejik – tarihsel çıkarlarında en küçük yanılgıya düşmemelidir.
    Bu konu siyaset üstü ULUSAL GÜVENLİK sorunudur.
  • Gelip geçici siyasal kadroların (iktidarların) giderimi (telafisi) olanaksız hata yapmalarına Devletimizim kurumları izin vermemelidir, vermeyecektir.

Küresel emperyalizmi ise, başta AB olmak üzere, Kıbrıs adasında yaşanan insanlık dışı Rum vahşeti – soykırım amaçlı silahlı darbe girişimi karşısında sergilediği geleneksel kaypak ve ikiyüzlü tutumu – politikası (örn. Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, kendi AB hukukunu çiğneyerek, üstelik tüm Ada’nın temsilcisi olarak AB’ye tam üye kabulü!) yüzünden bir kez daha teşhir ederek tarih sahnesine bırakıyoruz.

Büyük ATATÜRK‘ün kritik uyarısı ile bağlamak istiyoruz :

  • “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için önemlidir.” (1937 Antalya)

    Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Yerim destanınızı!

Yeliz KORAY

1.Dünya Savaşı
4 yıl sürdü
Tekrar ediyorum 4 yıl
Yani 16 mevsim,
208 hafta,
bin 460 gün…
Kafkas, Kanal, Filistin-Suriye, Çanakkale, Hicaz-Yemen,
Makedonya, Galiçya, Romanya Cepheleri açıldı.
İtilaf Devletlerinin 42 milyon askerine karşı 2 milyon 850 bin kadardık.
Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış’ı Rus ordusundan almak için savaştık.
90 bin asker DONARAK ÖLDÜ.
Dok-san-bin asker…
Lojistik destek gelememişti çünkü.
Zaten açlardı, üşüyerek, uykuya dalarak öldüler.
Kimi anasını, kimi sevdiğini hayal ederek uykuya daldı.
Bir daha uyanmadılar…
Çanakkale Cephesi…
Zafer kazanıldı ama bedeli 500 bin insanın ölümü oldu.
253 bini asker, gerisi sivildi.
Tarihçiler, hastalıktan ölenlerin bu sayının iki katı olduğunu söyler.
Bir de o dönem üç lisenin mezun veremediğini.
Galatasaray, Konya ve İzmir Liseleri…
Çünkü elleri silah tutuyordu, çocuklardı, dönmeyi düşünmemişlerdi…

Dönemediler, tarihe “meçhul çocuk asker” olarak geçtiler.
Çoğunun ismi de mezarı da yok, Çanakkale’de yatıyorlar!
Kurtuluş Savaşı..

Doğu Cephesi’nde Ermenilerle
Güney Cephesi’nde Fransızlarla savaştık.
Doğu Anadolu tamamen (AS: tümüyle) kurtarıldı, TBMM resmen tanındı.
Maraş, Urfa, Adana ve Sakarya’da zafer kazandık.
Fransızları yurttan TEMİZLEDİK.

Şehirlerimize; Gazi, Kahraman, Şanlı isimleri (AS: sıfatları) verdik.
Batı Cephesi daha kanlıydı.
1. ve 2. İnönü, Kütahya-Eskişehir, Sakarya Savaşı yaşandı.
Sakarya Savaşı, tarihe en çok subayın şehit olduğu savaş olarak girdi.
İtalyanlar Muğla ve Antalya’dan çekildi.
Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Taarruzu BAŞLATTI!.
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra
“İlk hedefiniz Akdeniz, ileri!” dedi.
Yunan ordusu İzmir’e kadar kovalandı, İzmir düşman işgalinden KURTARILDI!
Batı Anadolu düşmandan tamamen (AS: tümden) TEMİZLENDİ.
Konferanslar, Kongreler, Ateşkesler, Anlaşmalar…
Kurtuluş Savaşı da 4 yıl sürdü.
16 mevsim,
208 hafta,
bin 460 gün…
Binlerce şehit verdik.
O binlercenin yine iki katından fazlası bulaşıcı hastalıktan öldü.
YILLARDIR PKK’YA VERİLEN ŞEHİTLERİ SAYMIYORUM BİLE…

Ve 15 Temmuz…
1 gün bile sürmedi.
Tekrar ediyorum 24 saat bile değildi; 15 saat sürdü!
Limana yanaşan düşman gemilerinden değil,
sağ olsun Erdoğan’ın ‘eniştesi’nden öğrendik.
Ama hazırlıksız değildik.
Lojistik destek tamdı mesela.
Nedense 4 farklı noktada bekletilen uçaklar-helikopterler,
3G bağlantıları, televizyonlar, radyolar…
Düşman bu kez ne İngiliz, ne Fransız, ne de Almandı…
Bir zamanlar yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen,
istedikleri her şey verilen “muhterem hoca efendileri”ydi.
Amaç devleti ele geçirmekti ama nedense birkaç tankla darbe yapmaya çıkmışlardı.

Her şeyden habersiz masum erlerle, polisi ve vatandaşı karşı karşıya getirdiler.
Kardeşi kardeşe kırdırdılar!
Kurtuluş yine bizimkilerden; FETÖ’nun kumpas kurduğu Kemalist askerlerden geldi.
Ve milletin direnişiyle birlikte darbe püskürtüldü.
Sonuç 248 şehit, yüzlerce yaralı…
*
Kısaca…
Evladını beşikte bırakan Nene Hatunlar
Kocasını toprağa verip cepheye koşan Kara Fatmalar…
Çocuk, yaşlı, kadın demeden..
Atamızın önderliğinde bizlere
19 Mayıs’ı,
23 Nisan’ı,
30 Ağustos’u,
29 Ekim’i bıraktılar!
Amma…geriye Sarıkamış’ta ölenler için ‘halay’ çektiğimiz anmalar…
“Yağmur yağıyor çocuklar üşümesin” diye yasaklanan 23 Nisan’lar…
Her sene hastalık bahanesiyle iptal edilen 19 Mayıs’lar
ve güvenlik gerekçesiyle yasaklanan 30 Ağustos’lar kaldı!
*
Velhasıl
“Elin tokadını yemeyen kendi tokadını yumruk sanırmış!”
Tarihe altın harflerle yazılan onca zafer,
binlerce şehit ve ders alınacak yüzlerce hikaye (AS: öykü) kalmışken…;
Darbenin araştırılmasını istemediğiniz Meclis önergeleri,
Muhterem hoca efendinizi değil de masum askeri karşınıza alarak bastırdığınız afişler,
Bir türlü TEMİZLEYEMEDİĞİNİZ,
KOVALAYAMADIĞINIZ ve
Düşmandan KURTARAMADIĞINIZ vatan varken
Size de hiçbir güvenlik gerekçesi göstermeden 1 hafta bayram yapmak komik gelmiyor mu?
Gelmiyorsa yukarıdaki satırları tekrar okuyun beyler, bayanlar…
Destan 3G ile yazılmaz.

Aşı karşıtlığı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 05 Temmuz 2021
Olguyla kurguyu ayırabilmek, insan zihninin en önemli potansiyel özelliklerinden birisidir. Ne yazık ki insanların tamamı bu potansiyeli kullanamamaktadır, olguyu kurgu, kurguyu olgu sanabilmektedir.

Bunun en büyük nedeni, bilimsel ve felsefi düşüncenin eksikliğidir. Bilimsel düşüncenin ve epistemolojik temellerin zayıf olduğu bir ortamda, kurgular insanların doğruluk ve gerçeklik ile olan bağlarını kopartır. Bu aynı zamanda birçok ahlaki soruna da yol açar.

Tarih boyunca insanların çoğunluğu, kurgulara dayalı söylencelerin, hurafelerin ve safsataların kölesi olmuşlardır. İnsanlar bu nedenden dolayı da adil bir toplumsal düzen kurmakta zorlanmışlardır. Dinler de bu kurguları yaygınlaştıran ve etkinleştiren en önemli unsurlardan birisi olmuştur.
***
İnsanın olguyla kurguyu ayırmasını zorlaştıran bir başka unsur da bilim ile sahte bilim arasındaki ayrımı yapamıyor olmasıdır. Örneğin birçok insan hâlâ, astrolojinin bir bilim olduğu sanısıyla yaşamaktadır. Oysa bilim olan astronomidir, astroloji değildir. Astroloji bilim olduğu iddiasıyla ortaya çıkan bir sahte bilimdir.

“En gerçek kılavuz bilimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden ilerlediğini öne süren medya organlarında bile astroloji geniş bir yer alırken, insanların olguyla kurguyu ayırmalarını beklemek saflık olur.

Son yıllarda ortaya çıkan komplo “teorileri” de insanların kurguların kurbanı olmalarına dair en çarpıcı örneklerden birisi olduğu gibi, insanların olguyla kurguyu ayırma yetilerini kaybetmelerine neden olan unsurlardan birisidir.

Dünyayı birtakım gizli, gizemli, ezoterik odakların ve ailelerin yönettiği, Nazilerin Musevilere yönelik soykırım uygulamadığı, dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağının Siyonizm olduğu, insanların bedenlerine beyinlerini kontrol etmek için çiplerin yerleştirildiği, insanların zihinlerini ele geçirmek için kimyasalların salındığı, uzaylıların insan görüntüsünde dünyayı ziyaret ettiği, dünyanın düz olduğu gibi kurgular ve sanılar, bunlara dair örnekler olarak sayılabilir.

Postmodernizm ve post-doğruluk olarak bilinen şarlatanlık da bu sürecin oluşmasında önemli bir etkendir. Nesnel doğruların ve gerçeklerin bilinmesinin olanaksız olduğunu, her şeyin göreli algılardan oluştuğunu savunan bu akımlar, bilimin ve felsefenin önündeki en önemli engellerden birisini oluşturmuştur.
***
İnsan elbette her şeyi bilemez. Bilim ve felsefe de her şeyi açıklayamaz. Ancak insanın her şeyi bilemeyeceği görüşü, hiçbir şeyi bilemeyeceği görüşünden farklıdır. Kuşku, bilinebilir olanla bilinemez olanı ayırmamızı sağladığı ölçüde yararlı bir yoldur. Kuşkunun sınırlarının bilincinde olmamak, salt epistemolojik bir sorun yaratmaz, aynı zamanda varoluşsal bir tehdit oluşturur.

İnsanın bir şeye inanması, o inancın doğru olduğu ve o inancın gerçeklikte bir karşılığının olduğu anlamına gelmez. İnancın kendisi, doğruluğun ve gerçekliğin gerekçesi ve güvencesi olamaz. Bir şeyin doğruluğunun ve gerçekliğinin anlaşılması için, akla ve deneyime dayalı kavramsal ve kuramsal araştırmaların yapılması gerekir.
***

  • Dünyada ve Türkiye’de bazı kesimlerin Covid-19 aşısına karşı çıkmalarının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Bilimsel kuramlar empirik bulgulara ve tümevarımsal çıkarımlara dayandıkları için, matematikte olduğu gibi “a priori” bir zorunluluk ve kesinlik içermeseler de başka bir bilimsel kuram tarafından yanlışlanmadıkları sürece, temellendirilmiş sayılırlar.

  • Bilimin karşısına dinle, hurafeyle, safsatayla, komplo “teorisiyle”, postmodernizmle, paranoyayla çıkılmaz.

Covid-19 aşısının insanı Covid-19 virüsünün yol açtığı hastalıklardan ve ölümlerden yüksek bir oranda koruduğu, sadece aşının üretim sürecindeki deneyler sırasında değil, aşının onaylanması sonrasında yüzlerce milyon insan üzerindeki uygulamasıyla da ortaya çıkmıştır.

  • Aşı karşıtlığı epistemolojik bir sorun olduğu gibi, aşı olmayarak başkalarının ve toplumun sağlığını tehlikeye atmak, ahlaki bir sorundur.
  • Aşı olmak ahlaki bir sorumluluktur.
  • Ahlaklı olmak için de akıllı olmak gerekir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 30 Haziran 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

HANTAL

MSB Akar şirketleştirilme çalışması yapılan MKEK ile ilgili, ”… mevcut yapısıyla, hantal yapısıyla gerekli gelişmeleri sağlaması, ilerlemeyi sağlaması, ileri teknolojiyi kullanması pek mümkün değil.

Devlet gücünü yok etmede başka gerekçe bulunamadı …

DOMUZ

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un kardeşi Oktay Selçuk’un yönetim kurulunda olduğu şirket, son iki yılda başta özel okullar olmak üzere birçok kamu kurumuna 25 milyon 678 bin 159 TL’lik satış yapmış.

Devletin malı deniz, yiyen domuz…

EŞEK

Sabah yazarı Engin Ardıç, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği demokrasi şenliğini eleştiren yazısında, “Bizi eşek yerine koyma Ekrem” yazdı.

Tutkusu…

BİZANSLI

ATV’nin “Kuruluş Osman” dizisinin sezon finalinde, Mustafa Kemal Atatürk‘ün Çanakkale Savaşı’na damga vuran “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” sözü, Osmanlı’ya karşı savaşan Bizanslı komutana söyletildi:

“Ben size düşünmeyi değil ölmeyi emrediyorum!”

İçimizdeki Bizanslılar…

SIĞ

AKP’nin Meclise sunduğu Türkiye Kalkınma Bankası (TKM)’nın yapısal değişikliği yasa teklifi geçene dek, birileri bankanın 4.5 milyon hissesini alıp 13 gün sonra 12 katına sattı.

Banka Genel Md. H. Öztop söz konusu hisselerin çok sığ olduğunu (%0.92) söyledi.

Sığ yanıt…

KADI

RTE’nin saray ekibinden Korkmaz Karaca, SBK ile arkadaşmış. Arabasını kullanmış, otelinde kalmış, şirketine sık sık gitmiş.

RTE’nin dava arkadaşı Binali Yıldırım SBK’nın otelinde kalmış. (olmasa şaşardım)

RTE de SBK’nın patronları ile her Türkiye’ye gelişte görüşmüş.

Anayı belleyen kadı…

YALAN/YANLIŞ

RTE, İngiltere’de Covid-19 aşısının 100 Sterline yapıldığını söylemişti.

Orada yaşayan Dr. Turhan Çömez, ücretsiz olduğunu açıkladı.

Bayrak inmeyecek, ezan dinmeyecek!..

NAMAZ

DİB Erbaş, şehirlerarası otobüslerin molalarını namaz vaktine göre ayarlamalarını istedi.

O kolay, şimdi uzaya giderken namaz nasıl kılınacak ona çalışmalıyız…

 CUMHUR

İzmir BŞB’nin depremde hasar gören binaları onarmak için bulduğu kredi, RTE onaylamadığı için alınamıyor.

AKP’nin cumhurbaşkanı Gavur İzmir’e yatırım yapılmasına izin mi vereydi!..

İNAT

Halkın çoğu Kanal İstanbul’un rant projesi olduğunu söylüyor ve yapılmasına karşı.

“İnadına yapacağız!” diyenin inadı kime?..

AKIL

AYM Başkanı Zühtü Arslan, “Aklını başkasına verenden hakim olmaz” diyerek güzel bir çıkış yaptı.

Partili cumhurbaşkanı ile çay toplamak aklına sahip olmak mıdır?..

BAŞ

Sahte ürün ticaretinde dünyada 3. sıradayız.

Balık baştan kokmuş…

YAA

Muhalefetin iktidara geldiklerinde Kanal İstanbul için para ödemeyeceğini açıklaması üzerine RTE, “Devlette devamlılık esastır. Bunlar devlet adamlığını bilmiyor yaa” dedi.

  1. İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldıranı bir yakalasa ne yapar?
  2. Devlet adamı olmanın ilk koşulu beğenmediklerine karşı konuşurken “Yaa” demektir. Kişiyi saygınlaştırır…

SORUYORUM                              :

  1. 128 milyar Dolar nerede?
  2. Sarıklı amiralin soruşturması kaç yıl sürecek?
  3. Ruhsar Pekcan ve diğer Bakanların devlete mal satması neden araştırılmıyor?
  4. Sedat Peker’in iddiaları neden araştırılmıyor? Suçlananlar neden sessiz kalıyor?

ALTMIŞSEKİZ’İN DEVRİMCİ KÜLTÜRÜ VE DENİZLER…

Mustafa Hüsnü Bozkurt kimdir? - Yeni Akit

ADD Genel Başkan adayı
Dr. Hüsnü Bozkurt
ve arkadaşları

Yine bir 6 Mayıs’tayız. Yine yüreğimizde derin ve hiç bitmeyecek bir sızı. Yine boğazımızda bir demir yumruk…

Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve
Hüseyin İnan’ın

idamlarının üzerinden tam 49 yıl geçmiş.

Biz onlara kısaca “Denizler” diyoruz. Denizler sadece bu üç kahraman gençten ibaret değil. 12 Mart faşist darbesi sürecinde katledilen, işkence gören, hapislerde çürüyen, geleceği karartılan yüzbinlerce genç. Onlar artık yetmişli yaşlarını sürse de yürekleri halâ gümbür gümbür….

Altmışsekiz Devrimci hareketi deyince aklımıza Denizler, Denizler deyince de Bindokuzyüzaltmışsekizin devrimci ruhu ve kültürü geliyor. Bizim için Altmışsekiz yalnızca boykotlar, üniversite işgalleri değil. Gecekondu yıkımlarında yıkıma uğrayan yoksul halkın yardımına koşan, grevdeki, direnişteki işçilerin yanında yer alan, toprak işgalleri yapan topraksız köylünün yanında, tütün üreticisinin mitinginde, geçit vermez Zap suyuna köprü yapılırken, özel okullara karşı yürüyüşte, Samsun’dan Ankara’ya en önde Türk Bayrağı ile bağımsızlık yürüyüşünde ve zihnimizden hiç silinmeyecek “TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE” sloganı ile devrimci bir kültür…

Akşam yiyecek yemeği olmasa bile elinden kitap düşmeyen, bir tartışmada adı geçen kitabı okumadığının farkına vardığında bunu bir eksiklik olarak görüp utanç duyan, Sinematek’te devrimci filmler getirip izledikten sonra tartışan, Beethoven’i de, Şekspir’i de Nazım’ı da, Yahya Kemal’i de, Garcia Lorca’yı da, Brecht’i de bilen, Aşık Mahzuni Şerif’i de, Aşık İhsani’yi de, Müzeyyen Senar’ı da Mercedes Sosa’yı da, Joan Baez’i de dinleyen, saz çalıp türküler söyleyen, gerektiğinde öfkelenip gerektiğinde ağız dolusu kahkahalar atan ve korkmadan gülümseyerek idam sehpasına yürüyen bir kuşak Altmışsekizliler

Cebindeki son parasını arkadaşlarıyla paylaşan, yoksul öğrenci yurdunda ya da evindeki tencerenin dibini birlikte sıyıran, kazağını, gömleğini, postalını, parkasını hatta iç çamaşırını gönül rahatlığı ile paylaşan, değil şimdiki gibi cep telefonu, güçlükle bulunan ankesörlü telefonda dakikalarca çevir sesi bekleyerek ulaştığı arkadaşlarının zor durumda olduğunu öğrenince yardımına koşan, pilli radyosuyla Vietnam savaşındaki son durumu izleyip, yüreği Bolivya dağlarında çarpışan Che ile atan bir kültür. Arkadaşını satmak şöyle dursun, onlardan en küçük bir şeyi gizlemeyi ayıp sayan, aldıkları öğrenci kredisinden artırdıkları üç kuruşu ailelerine gönderen bir yiğit kuşak….

Bu kuşağın devrimci kültürü öylesine etkin oldu ki, kendilerinden çok sonra doğan kuşaklar bile bu devrimci kültürü sürdürmeyi bir onur saydılar. Dahası Altmışsekiz devrimci mücadelesinin yanından bile geçmemiş olanlar, daha sonraki kuşakları kandırabilmek için “ben Paris’teyken” diye başlayan yazılarında şarap markası muhabbetinin yanında 1968 eylemlerinde Fransız polisine kaldırım taşı fırlattıklarını anlatarak Altmışsekizliliği sermaye edindiler.

Ülkemizdeki Altmışsekiz devrimci hareketi başlangıç tarihi olarak dünyadaki 1968 hareketi olarak eş zamanlı olsa bile, talepleri (AS: istemleri) ve hedefleri çok farklı idi. Yurtdışındakilerin talepleri arasında üniversite reformu da vardı, Ama onlar cinsel özgürlük, kız – erkek karma öğrenci yurtları, uyuşturucu serbestliği gibi taleplerde de bulunuyorlardı. Oysa bizim Altmışsekizlilerimizin yüreği yoksullarla birlikte Bağımsız Türkiye ideali için atıyor bu ideal yalnızca sözde kalmayıp,

  • ABD 6. Filosunun erlerini Dolmabahçe rıhtımında denize döküyordu.

Yurtdışındaki 1968 hareketinin talepleri, bizim gibi ülkelerin sömürüsünden gelen payları “isyancılarla” paylaşarak bastırıldı. Pek çoğu konformizmin batağında boğuldu. Az gelişmiş ülkelerdeki mücadeleyi desteklemenin yerini, bu ülkeleri aşağılamak, yönetmek düşüncesi aldı. 1968 hareketini Avrupa’daki en ünlü ismi olan Daniel Con Bendit’in ülkemiz ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili sözleri, tam da sömürge valisi sözleridir. 1968 hareketi için utanç kaynağıdır.

İçinden dönekler, işbirlikçiler, yandaş ve yalakalar çıksa da Altmışsekizlilik, yurtsever Türk gençliğine yol göstermeye devam edecek.

  • Altmışsekizin Devrimci Kültürü yaşayacak.

Tıpkı 49 yıl önce idam sehpasına

  • “Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye”

diyerek korkmadan yürüyen

Deniz gezmiş,
Yusuf Aslan,
Hüseyin İnan’ın

yaşamaya devam ettiği gibi…

6 Mayıs 1972 günü aramızdan çekilip alınan “Üç Fidan’ı” 49 yıl sonra saygıyla anıyoruz.

KORKU KÜLTÜRÜ İLE NEREYE DEK??

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Korku kültürünün temelinde, legal – resmi devlet gücünü elinde bulunduranların ya da illegal – çete, mafya ya da terörist güç odaklarının sahip oldukları propaganda, iletişim cebir ve şiddet araçlarını kötüye kullanarak, belli bir toplumsal kümeyi ya da toplumun bütününü sorgusuz ve koşulsuz söz konusu güç odaklarına boyun eğdirme, biat ya da itaat ettirmeye zorlama vardır.

Korku kültürü, cahil ve yoksul toplumlarda daha etkili olarak kullanılabilme özelliğine sahiptir.

Korku kültürünü yaymanın en kalıcı ve en etkili olanı, otoriter ve totaliter fiili iktidar olan siyasal güç odaklarının devlet eliyle oluşturdukları yaygın korku iklimidir. Çünkü çete – mafya – terörist örgütler vb. illegal örgütlerle mücadele devletin, resmî devlet güçlerinin görevidir. Çünkü onlar ancak devlet gücü ile yok edilebilirler.

  • Ancak, doğrudan siyasal iktidarların, anayasal sınırları aşarak ya da elindeki yasal yetkileri kötüye kullanarak toplumu baskıyla sindirmeye çalışmaları insanları çaresiz bırakır.

Korku kültürünün varlığı ve yaygınlığı insanların özgür istencini baskılar.

Herkes, özellikle de cahil ve yoksullar, kişiliksiz, kuşkucu, yalancı ve ikiyüzlü olmaya, hiç kimseye güvenmemeye başlar. Herkes attığı her adımda, yaptığı her işte, konuştuğu her sözde ve yazdığı her yazıda varolan siyasal iktidarların gazabına uğrayabilme kuşkusu oluşturur. Bu tür toplumlarda bireyler kendileri ve ailelerinin iş, gelir ve çalışma düzeni ve geleceği hakkında kötümserlik psikolojisine kapılabilirler.

Genelde siyasal iktidarların toplumları baskılayarak korku kültürü yaratma isteklerinin iki ana nedeni vardır :

1- Eğer siyasal iktidarların icraatları anayasal düzen; hukuk ve adalet sınırları dışına taşmaya başlar, yolsuzluk, rüşvet, haksızlık ve kayırmacılık yaygınlaşırsa bu icraatları gizlemek, konuşulup öğrenilmesini engellemek için korku kültürünü üretme ve yayma yolunu tercih edebilirler.

2- Eğer siyasal iktidarlar, kendi iktidarlarının geleceği konusunda kuşkuya düşer ve geleceklerini güvence içinde görmezlerse o zaman da muhalefeti, basını, iletişim araçlarını ve halkı baskılama ve korku kültürünü yayma yoluna gidebilirler.

Sonuç olarak; korku kültürü yaratma isteği siyasal iktidarların kendi iktidarlarını ne pahasına olursa olsun koruma, hukuksuzluk, adaletsizlik ve yolsuzluklarını gizleme; ayrıca geleceklerini güvencede görememe gibi nedenlerden doğar.

Ayrıca ırkçılık ve dincilik gibi klasik popülizm araçları da korku kültürüne eşlik eder. Bu yanlış siyasal adımlar adalete, hukuka, temel insan haklarına ve demokrasiye zarar verir. Başka bir deyimle, siyasal iktidarların iktidar ve istikbal endişeleri toplumların gereksinimlerini ikinci plana atar.

Kısacası korku kültürü siyasal iktidarların kendi geleceklerinden korkarak toplumu baskılama ve korkutma gereksinimlerinin bir türev ürünüdür.

  • Korku kültürü, toplumu, insanları iki yüzlülüğe ve kötümserliğe sürükler. Özgür düşünce ve özgür iradeyi baskılar.

Ulusal kimliğimizin temel simgesi olan İstiklal Marşımız “KORKMA!” diye kükrüyor.
Mustafa Kemal Atatürk, Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” demiş ve ayrıca “Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller” özgür bir toplum ve birey düşlemişti…
Şimdi ise “Eller gider Mersin’e, biz gideriz tersine” rotasına girer gibi olduk.

Ancak kötümser olmaya da gerek yok. Halk seçim sandıklarında gerekli rota düzeltmesini mutlaka yapacaktır. Yeter ki seçme, seçilme, seçim, sandık ve oy sayım güvenliğine yasa dışı müdahaleler olmasın. Halkın özgür ve demokratik tercihlerine, yani ulusal istence (iradeye) saygı gösterilsin. (04 Mayıs 2021)