Etiket arşivi: Merdan Yanardağ

TELE1 ekranının karartılması haksız ve hukuksuzdur

Emre Kongar
Emre Kongar 
ekongar@cumhuriyet.com.tr

Son Yazısı / Tüm Yazıları
24 Şubat 2023, Cumhuriyet

 

Benim de Merdan Yanardağ ile birlikte “18 Dakika” adlı 45 dakika kadar süren bir yorum programı yaptığım TELE1 televizyon kanalı, Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK kararıyla 22 Şubat Çarşamba günü saat 00.00’dan itibaren (başlayarak) üç gün süreyle karartıldı.
***
Önce olayı anımsayalım:

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu RTÜK, TELE1’de Enver Aysever’in sunduğu “Ayrıntılar” programına konuk olarak katılan TİP Milletvekili Sera Kadıgil’in Diyanet eleştirisi sebebiyle, TELE1’e 3 günlük ekran karartma cezası vermişti.

RTÜK oyçokluğu ile alınan kararın gerekçesini Sera Kadıgil’in Diyanet bu haliyle siyasal İslamcı gereçtir sözleri olarak göstermişti.

Bu karar üzerine TELE1, cezanın iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle yargıya başvurmuş ve Ankara 2. İdare Mahkemesi, oybirliği ile yürütmenin durdurulması kararını vermişti.

RTÜK bu karara karşı bir üst mahkemeye itiraz etmişti.

Ankara Bölge İdari Mahkemesi İdare Mahkemesinin verdiği yürütmeyi durdurma kararını iptal etti ve TELE1’in ekranı karartıldı.
***
Hem RTÜK’ün bu ceza kararı…
Hem de bu cezanın yürütmesini durduran İdare Mahkemesi kararını kaldıran Bölge İdare Mahkemesi kararı…
Anayasasında “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nde mantıksız, haksız ve hukuksuz bir karardır.

Mantıksız bir karardır:

Çünkü, Sera Kadıgil, TELE1 personeli değildir, TELE1’de program yapmamaktadır, TELE1’i temsil etme, TELE1 adına konuşma yetkisine sahip değildir.

Dolayısıyla, sözleri asla TELE1’i bağlamaz.

Özetle, önceden ne diyeceği de bilinmeyen bir konuğun sözleri dolayısıyla TELE1’in cezalandırması, bırakın yasaları, düz mantığa bile aykırıdır.

Hukuksuz bir karardır:

Çünkü, Diyanet İşleri Başkanlığı devletin bir bürokratik kurumudur ve her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı onu eleştirmek hakkına sahiptir.

Üstelik Sera Kadıgil bir milletvekilidir ve görevi zaten iktidarı ve devlet kurumlarını irdelemek, değerlendirmek ve eleştirmektir.

Yani Sera Kadıgil, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı eleştirirken aslında görevini yapmaktadır.

Demokrasiye aykırı bir karardır:

Çünkü Sera Kadıgil bir milletvekilidir, kürsü dokunulmazlığına sahiptir; kürsüde dile getirdiği görüşleri dışarıda da aynıyla dile getirmek hakkına sahiptir.

Üstelik bir siyasal parti üyesidir ve her siyasal parti üyesi gibi iktidarı ve devletin bürokratik kurumlarını eleştirmek, hatta onların kaldırılmasını bile istemek hakkına sahiptir.

Unutulmasın ki bu rejimde, bir siyasal lider, bırakın Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını bile önerebilmiştir.

Hukuk Devleti kavramına, temel hak ve özgürlüklere aykırı bir karardır:

Çünkü sadece (yalnızca) bir devlet kurumunun eleştirilmesi değil, iktidarın bir siyasal eğiliminin, bir yöneliminin ve bunu temsil eden bir kurumun eleştirilmesi de ifade özgürlüğüne girer.

Evrensel hukuk ve demokratik rejim anlayışına da aykırıdır:

Çünkü din ve mezhep inançları üzerinden, tek bir inanç grubuna yönelik olarak tekelci ve istismarcı bir biçimde siyaset yapılması hem Hukuk Devleti’nin hem de Demokratik Rejimin altını oyar.
***
Sevgili okurlarım, özetle RTÜK’ün verdiği ceza ve bu cezanın yürütmesinin durdurulmasının kaldırılması ve TELE1 ekranının karartılması, Anayasa’ya da Demokrasi’ye de Hukuk Devleti’ne de Laikliğe de temel hak ve özgürlüklere de mantığa da aykırıdır.

Cesareti örgütlemek

SİYASET 22.01.2023, BİRGÜN

Siyasal İslamcı AKP’nin ülkeye nasıl el koyduğunu anlamak için, seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişimine de bakmakta büyük yarar var. Bu ülkede ABD ve NATO desteği ve yönlendirmesiyle son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yani insanlar, sosyal/ sınıfsal konumlarından hareketle ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır duruma getirildi. İnsanların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif bir ilişki oluştu.

  • Sırf alnı secde görüyor diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu.

Siyasal tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye başladı. Giderek toplumsallaşan gönüllü bir kulluk yaratıldı. Aklı ve vicdanı özgürleşmemiş veya teslim alınmış kölelerin önüne sandık konulunca, onlar da kaçınılmaz olarak efendilerini seçti. Anımsayalım; AKP iktidara geldikten sonra seçim kampanyalarını genel olarak ekonomik-sınıfsal istemler çevresinde değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik talepler zemininde yürüttü.

YOKSULLUK ve KUTSAL DAVA

İçinden geçtiğimiz büyük ekonomik krize, yoksullaşmanın derinleşmesine, insan onurunu ayaklar altına alan sefalete karşın Erdoğan-AKP iktidarının oy oranı yaklaşık olarak %30 düzeyini koruyor. Bu durum gerçekten büyük bir şaşkınlık yaratıyor. Oysa nedeni basit, iktidarları her zaman tencere-mutfak metaforuyla ifade edilen yoksulluk, ekonomik krizler, yaşam pahalılığı vb. gibi gelişmeler değiştirmiyor. Bazen süreç tersine işler ve daha baskıcı ve faşizan yönetimlerle sonuçlanır. Çünkü, toplumlar krizlere ilerici ve devrimci çözümler üretemez ise, siyasal mücadeleler daha koyu bir gericilikle sonuçlanabilir.

Son 20 yıldır Türkiye’de de siyasal ve toplumsal süreçler böyle işledi. Çünkü, ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP, seçim kampanyasını da din, kutsal dava, milletin değerleri gibi temalar çevresinde yürüttü. Bunun karşısında liberalizmin etkisi altındaki sol ve ilerici güçler ise, ideolojik bir dağınıklık içinde ve bir yenilgi psikolojisiyle yer aldı. Daha çok ekonomik ve sendikal taleplerle sınırlandırılmış bir mücadele çizgisi izledi.

Daha önemlisi, solun bir kesimi, saldırılarını laiklik, cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımları gibi ideolojik ve kültürel alanda geliştiren İslamcı hareketin karşısına değil, yanında yer almak gibi büyük bir siyasi ahmaklık içine düştü. Liberal entelijensiya, bütün muhalefet alanını ve ilerici değerleri çürüttü. Cumhuriyetçileri ve solu pasifize etti.

Sonuç olarak, bugün kurtulmaya çalıştığımız dinci-faşizan cehennemin yollarını döşendi.

CESARETİ TOPLUMSALLAŞTIRMAK

Muhalefet ve sol, mücadelenin ideolojik ve kültürel bir alanda geliştiğini yeterince göremedi. Dolayısıyla, “fakirlik edebiyatı” üzerinden geliştirilen ve ekonomik talepler ekseninde seçim kampanyaları yürüttü. Ne cumhuriyet ne de laiklik etkin bir biçimde savunuldu. Toplumun AKP’ye oy vermeyen % 50’yi aşkın kesiminin aydınlanma değerleri çevresinde birleştirilmesi için etkili hiçbir girişimde bulunulmadı. İdeolojik ve kültürel mücadele alanı boşaltıldı. Toplum kendiliğinden direndi.

Buna karşılık AKP, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin yarattığı kaos (karmaşa) ortamından da yararlanarak toplumu dönüştürme ve sokağı terörize etme siyasetini yükselterek sürdürdü. İktidar olanaklarını kullanarak örgütlediği yasadışı çeteler ve SADAT gibi milis örgütlenmeleri aracılığıyla muhalif toplum kesimlerini tehdit etmeye başladı. Bu tehdit karşısında sürekli geri çekilen, pasifist bir tutum takınan muhalefet anlayışı, topluma güven veremezdi. Bu tutumun bir özgüven yıkımına yol açması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu!

AKP’nin toplumda yarattığı korku ve umutsuzluk iklimi, muhalefet güçlerinin bu siyasal atmosferi değiştirme konusundaki beceriksizliği ve –hadi korkaklık demeyelim– tereddütleriyle (çekinceleriyle) birleşince, gerici hareketin kendisini olduğundan daha güçlü gösterdiği bir tablo oluştu. Ülkede, eğer Mahir Çayan’ın geliştirdiği özgün kavramla ifade edersek, bir tür “suni denge” ortamı oluştu. Korku ve kötülük giderek yayıldı, örgütlendi ve toplumsallaştı.

Çetelerin kol gezdiği, düzenin mafyalaştığı, yasaların askıya alındığı, kuralsızlığın hüküm sürdüğü, adalete inancın kalmadığı bir ülke ortaya çıktı. Liberallerin paha biçilmez desteğiyle (!)  gelişen bir umut krizi, yenilmişlik duygusu ve korku atmosferi bütün toplumu içine aldı. Eski çürüyor, ama yeni olan doğamıyordu. Dönem canavarların zamanıydı.

UMUT KRİZİNİ AŞMAK

İşte bu dönemin artık sonuna gelindi. Cumhuriyeti imha eden İslamcı hareket, yerine yeni bir rejim ve düzen kuramadı. Buna görgüsü, bilgisi, birikimi, insan kaynakları, geleneği, ideolojik donanımı, müktesabatı (birikimi) yetmedi. AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler değişti.

Tabloyu kabaca şöyle özetleyebiliriz :

Yalnızca geniş halk kesimleri, emekçiler, sol ve cumhuriyetçiler için değil, hemen her kesimde “bu kadar yeter” duygusu yerleşmeye başladı. Büyük sermaye ve Batılı güç merkezleri için de durum pek farklı değil. Belli ki, Batı ve sermaye bütün kirli işlerini gördürdüğü ve artık işine yaramayan, dahası kendileri için bir istikrarsızlık kaynağı oluşturan İslamcı iktidar ile daha çok gitmek istemiyor. Ancak, sermayenin ve Batı’nın iktidara taşıdığı İslamcılar da ele geçirdikleri gücü bırakmak niyetinde değil. Çünkü, rejim değişikliğini tamamlamak ve geleceklerini güvencelemek istiyorlar. Bugün yaşanan şiddetli siyasal gerilimin temelinde bu durum yatıyor.

İslamcı hareket, düşük yoğunluklu da olsa bir dinci-faşist ya da faşizan rejimin kuruluş sürecini tamamlamak istiyor. Bu amaçla iktidarı yitirmemek için her şeyi yapacağı anlaşılıyor. Bu bağlamda, 2023 seçimleri ülkenin yazgısının yeniden belirleneceği kritik bir eşik özelliği kazanıyor.

Sonuç olarak                    :

  • Seçimlere doğru giderken yapılması gereken şey;
  • Topluma güven vermek ve AKP iktidarının yıkılabileceğini göstermektir.
  • Umut krizini aşmaktır.

Bu amaçla, “ideolojik saflığı” korumak gibi bir kaygıyla hareket etmek yerine, dönemin maddesine ve ruhuna uygun bir mücadele çizgisi geliştirmektir.

İyiliği ve cesareti örgütleyip toplumsallaştırmaktır.

Yakın ve vahim (ürkünç) tehlikeyi yenilgiye uğratacak bir siyasal taktik izlemektir.

Küçük hesapları bir yana bırakarak, İslamcı-faşist cephenin karşısına, “tek aday” diye kodlanan ve yaşam içinde geliştirilecek bir “halk ittifakı” ile çıkmayı başarmaktır.

Türkiye’nin tarihsel dönemeci!

authorMERDAN YANARDAĞ

SİYASET 01.01.2023 BİRGÜN

Önce durumu somut olarak tespit edelim; Türkiye artık eski deyimle seçim “sath-ı mailine” girdi. Bu deyim, “eğik düzlem” anlamına gelir ve artık durdurulması ya da geri çevrilmesi mümkün olmayan bir süreci anlatmak için kullanılır. Dolayısıyla, bütün toplumu ve ülkeyi sarsacak bir olay (doğal afet vb.) veya ağır sonuçlar yaratacak bir siyasal gelişme (topyekûn savaş gibi) olmadığı sürece, 2023 seçimlerini engellemek/iptal etmek mümkün değildir.

Tarihsel ve siyasal bakımdan bütün iç ve dış iktidar dinamiklerini yitiren, sadece türdeş olmayan kimi toplum kesimlerinin ideolojik motivasyonlu (İslamcılık-muhafazakârlık) desteğine dayanan bir iktidar ile karşı karşıyayız. Sınıfsal bakımdan ise yeni gelişen bazı sermaye çevrelerinin çıkar ittifakını yöneten Erdoğan-AKP kliğinin, tek meşruiyet kaynağı seçimlerdir. Bu nedenle, siyasal İslamcı iktidarın bu seçimlerden kaçması, kendisinin tek meşruiyet kaynağını da imha etmesi anlamına gelecektir. Bu durumda ülkeyi yönetmesi imkânsızdır.

Bu seçimde ikilem basit, gerilim ise çok yüksek… Çünkü hem iktidar hem de muhalefet çevreleri bu seçimlere tarihsel bir anlam yüklüyor. Toplumun kaderinin yeniden belirleneceği, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında nasıl bir yol izleneceğinin yeniden tayin edileceği bir seçime gidildiği görüşü ağırlık kazanıyor. Bu değerlendirmenin pek de yanlış olduğu söylenemez.

O halde duruma biraz daha yakından bakalım.

TARİHSEL HESAPLAŞMA

Toplum; Cumhuriyet ile en yüksek noktasına ulaştığı 200 yıllık aydınlanma ve modernleşme rotasını ya yeniden kuracak ya da Emevi yobazlığına teslim olarak kıytırık bir Ortadoğu ülkesi haline gelecektir. Diğer bir ifade (Başka bir anlatım) ile Türkiye ya modern dünyanın bir parçası olacak ya da İslam dünyasının hala aşamadığı ortaçağın karanlığına sürüklenecektir. İkilem basitçe budur. Giderek şiddetlenen ve bütün toplumu saran gerilimin kaynağı da aynı ikilemde yatmaktadır.

Türkiye, geçen yüz yılda yarım bıraktığı bir hesaplaşmayı tamamlamak zorundadır. Dinci gericilikle hesaplaşmasını bitirememiş, dinciliğin eleştirisini tamamlayamamış hiçbir toplumun gerçek anlamda modernleşmesi ve aydınlanması, -bu anlamda, burjuva karakterli bir demokratikleşmeyi gerçekleştirmesi bile- mümkün değildir.

İhanete uğrayan Cumhuriyet, iktidarına son verdiği güçlerle önce uzlaşmış sonra da teslim olmuştur. Cumhuriyeti cami avlusunda terk edenler, kaderlerini de cemaatin insafına bırakmıştır. Batının kendi değerlerine ihaneti ise, bu süreci tamamlayan bir işlev görmüştür. Bir ülkenin, gericilikle tarihsel hesaplaşma defterini kapatmadan, o yükle yoluna devam etmesi imkânsızdır. Dolayısıyla; eğer

  • Türkiye dinci gericiliği aşamaz ise,
    hibrit bir rejime ve topluma sürüklenerek en iyi olasılıkla Pakistanlaşacaktır.

HATA YAPMA LÜKSÜ YOK!

Bu nedenle, -eğer tarih ertelenmez ya da öne alınmazsa- önümüzdeki 6 ay içinde yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri, yukarıda da altı çizildiği gibi, her hangi bir siyasal yarış olmanın çok ötesinde bir anlam kazandı. İslamcı faşizan iktidar, özellikle AKP liderliği bu durumun bilincinde görünüyor. O nedenle bütün gücüyle Cumhuriyetin tasfiyesini tamamlamaya, düşük yoğunluklu da olsa bir İslami rejim kurma hedefine ulaşmak için çalışıyor.

Bu amaçla, ne yasa ne hukuk tanıyor. Dahası, elinde tuttuğu devletin bütün olanaklarını kullanıyor.

Siyasal sahtekârlık, hile, baskı, adli ve polisiye güçleri kullanmak gibi her yöntemi meşru sayan bir tutum izliyor. Sonuç olarak önümüzde, siyasal ve toplumsal bakımından sert, çatışmalı ve ülkenin canını yakabilecek bir süreç bulunuyor.

  • Ancak, eğer gereği yapılır ve doğru bir siyasal mücadele hattı kurulabilirse,
    bütün rezervlerini tüketen, siyasal ve ideolojik bir iflas yaşayan İslamcı hareketin
    başarı şansı bulunmuyor
    .

Büyük bedeller ödense de, toplumun Arap-Selefi yobazlığına teslim olması imkânsız görünüyor. Ancak, bu ifadenin şartlı bir cümle olduğunu da unutmamak gerekiyor. Eğer gereği yapılırsa…

SİYASAL VE TARİHSEL ÖMÜR

Siyasal ömrünü tamamlayan Erdoğan-AKP iktidarı, tarihsel ömrünü uzatmaya çalışıyor. Ne yazık ki, bunu son 7 yıldır başardığı da ortada. İslamcı iktidar gücünü önemli ölçüde, devlet aygıtını elinde tutmaktan, muhalefetin dağınıklığı ve programsızlığından alıyordu. Muhalefetin ulusa önderlik etmek konusundaki kapasite eksikliği, İslamcı iktidarın en büyük güç kaynağını oluşturuyordu. Bu boşluğun belli ölçülerde doldurulduğu bir dönemden geçiyoruz. Fark budur.

Çıkış, seçimlere bir “devrim” anlamı yüklemeden, AKP-MHP bloku karşısında gerçek bir seçenek oluşturmaktan geçiyor. CHP öncülüğünde oluşturulan Millet İttifakı / Altılı Masa böyle bir seçeneği oluşturacak mümkün ve en büyük güç gibi görünüyor. Bu ittifak, tam olarak cumhuriyetçi, halkçı, aydınlanmacı, kamucu, laik ve yurtsever bir seçenek olmasa da kazanmaya en yakın seçenek olma özelliğini de taşıyor. HDP’nin merkezinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı ile Sosyalist Güç Birliği de Altılı Masa ile hem eleştirel bir ilişki hem de koordineli bir tutum izlemelidir. Altılı Masa ya da Millet İttifakı’nın en önemli eksiği soldur. Dolayısıyla bu ittifakı bir sol eleştiri altında tutmak, hem gerekli hem de tarihsel bir görevdir.

Eğer, önümüzdeki seçimler toplumun kaderini yeniden belirleyecek bir öneme sahipse, hile yapılmasına, halkın iradesinin çalınmasına asla izin verilmemelidir. Bu olasılık yüksektir. Ama seçimlerde hile yapmak yasalar önünde hala suçtur. Bu unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu olasılığa karşı, yani ülkeyi kaosa sürüklemeyi bile göze alan bir güçle, gerekirse aynı şekilde mücadele etmeye hazır olunmalıdır.

GERİCİ-FAŞİZAN BLOK YENİLEBİLİR!

Çok açık ki, Erdoğan ve kadrosu iktidarı kaybetmekten fena halde korkuyor. Bu nedenle kolay kolay pes etmeyecektir. Çünkü ağır bir hesap sorma dalgasıyla karşılaşma olasılığı çok yüksektir. Dolayısıyla, Erdoğan-AKP iktidarı, geleceğini güvenceye alacak bu seçimi kazanmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaktır.

  • AKP’nin yolun sonuna geldiği, dirense bile bu sondan kaçamayacağı açıktır.

Erdoğan ve partisinin tarihsel ömrünü uzatacak tek şey; muhalefetin ahmakça hataları, toplumcu güçlerin tarihsel süreci doğru okuyamamaktan kaynaklanacak yanlış siyasetleri ve beceriksizlikleri olacaktır.

İslamo-faşist yükselişin sert bir kırılmaya uğratılmasının toplumsal, tarihsel ve siyasal koşullarının büyük ölçüde oluştuğunu söyleyebiliriz. Henüz kurulu düzenin sınırları dışına çıkmaya hazır olmasalar da, geniş toplum kesimlerinin tepkilerini seçim sandıklarına yansıtacakları öngörülebilir.

Yapılacak iş, seçim güvenliği için daha çok çalışmak,
sandıklara ve halkın iradesine etkili bir şekilde sahip çıkmaktır.

Özellikle seçim gecesi olası bir hile ya da sahtekârlık girişimine anında ve etkili bir şekilde karşı koymak, eğer sokaktan gelecek bir saldırı söz konusu olursa, sahada da yanıt vermeyi göze almaktır.

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

Madencinin kaderi!

authorMERDAN YANARDAĞ 

GÜNCEL16.10.2022, BİRGÜN

Erdoğan, Bartın – Amasra kömür madenlerinde yaşanan faciaya “kader” diyor. İnanç merkezli bilgi anlayışını kamusal yaşamın ve devlet işlerinin eksenine yerleştirmeye çalışan AKP iktidarı, tam anlamıyla bir Ortaçağ anlayışını temsil ediyor. Israrla vurguladığım gibi, zaten bu nedenle AKP muhafazakar değil, siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanları dini esaslara göre yönetmek isteyen islamcı bir parti oluyor.

Madencinin kaderi!Bartın ili Amasra ilçesinde bir kamu kuruluşu olan Türkiye Kömür İşletmeleri’ne (TKİ) bağlı maden ocağının 300-350 metre derinliğinde bu hafta sonu (14 Ekim akşamı) meydana gelen grizu patlamasında -bu yazının kaleme alındığı saat itibarıyla- tam 41 madenciyi, dünyanın en ağır işlerinden birinde çalışan emekçi kardeşlerimizi kaybettik. İşte, yukarıda ifade edilen inanç merkezli bir bilgi anlayışı, yani akıl ve bilimin esas alınmasını reddeden anlayışın sahibi olan iktidar, olan bitene yine “kader” dedi. Üstelik 2019 tarihli bir Sayıştay raporunda, açıkça patlama riskine işaret edildiği ve önlem alınması istendiği halde.

Erdoğan, daha önce de bu işin (madenciliğin) doğasında kazaların ve ölümün olduğunu söylemişti. Dolayısıyla olup bitenler, takdiri ilahiydi, doğal karşılanmalıydı.

Amasra kömür işletmelerinin önünde madenci eşleri feryat ederken, çocuklar şaşkın ve korku dolu bakışlarıyla olan biteni anlamaya çalışırken, olay yerine gelen iktidar yetkililerinin arasında Diyanet İşleri Başkanı da vardı. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “kader planlaması” eksenli konuşmasını yaptıktan sonra, sözü doğal olarak dua etmesi için Ali Erbaş’a verdi. Oysa, artık ne çıkarılacak kömür ne de Ali Erbaş’ın edeceği dua babalarını kaybeden madenci çocuklarının yüreklerini ısıtabilirdi.

Yeni düzenin temeline din, siyasal erkin merkezine de Diyanet yerleştirilmeye çalışılıyordu. Erdoğan’ın konuşması, yaklaşık 300 yıllık bir aydınlanma ve modernleşme tarihine, mücadelesine ve birikimine sahip büyük bir ülkenin, nasıl bir rotaya sokulmak istendiğinin ifadesi gibiydi.

  • “Şu anda bizim mevcut ocaklarımızın içinde Amasra Kömür İşletmeleri bizim en ileri imkanlara sahip olan ocak olmasına rağmen, birileri bununla tabii dalgasını geçebilir, ama biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için bunun ne dünü ne bugünü ne de yarını olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunları da bilmemiz lazım. Maden kazalarını inşallah tarihe gömmek için elimizden gelen gayreti göstermenin içindeyiz.” (R. Tayyip Erdoğan, Bartın Amasra, 15 Ekim 2022).

İnanılır gibi değil, ama AKP lideri tam olarak böyle söyledi. Bu yaklaşım devleti, akıl ve bilimden koparan, İslam dünyasının Geç Ortaçağı’na iade eden tutumun tipik bir örneğiydi. Erdoğan, “Biz kader planlamasına inanmış insanlarız” derken, kendi inancının toplum ve devlet yönetiminde de esas olacağını varsayıyordu. Tedbir almasına alacağız, ama bu yaşadıklarınız, doğaldır diyordu.

İnsanlar, Erdoğan-AKP iktidarının aldığı kararların arkasında hep bir mantık, rasyonel bir gerekçe aradı. Özellikle eğitimli kesimler, beyaz yakalılar “Bu kadarı da olmaz” diye düşünüyor ve mutlaka Erdoğan iktidarının attığı adımların arkasında bir hesap olabileceğini varsayıyor. Özellikle AKP iktidarının “inşa dönemi” dediği, ve “liberallerle yollarını ayıracağını” ilan ettiği 2015 sonrasında bu şaşkınlık daha da arttı.

Oysa iktidarın attığı bazı adımların, aldığı bazı kararların, ortaya koyduğu kimi yaklaşımların arkasında akılcı bir neden yoktu. Yani yukarıdaki soruya verilecek yanıt, basitçe ‘hayır’ olacaktı. Çünkü, ne ilk bakışta ne de son çözümlemede, iktidara yön veren temel siyasetlerin akılcı bir gerekçesi bulunmuyordu. Sadece doğa olayları da değil, toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeler ve olaylar karşısındaki yaklaşımın da rasyonel bir gerekçesini aramak saçmaydı. Tıpkı, ülke ekonomisinin yıkıcı bir krize savrulmasını tetikleyen faiz indirme kararlarıyla ilgili tartışmalarda oldu gibi.. Erdoğan, “Bu konuda Nass (Kuran’ın hükmü) ortada. Nass ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor. Olaya buradan bakacağız ve ona göre de adımımızı atacağız.” dediğinde de, olayın arkasında akılcı bir gerekçe arayanlar şaşırmıştı. Yoktu çünkü..

Teolojik literatürü dikkate almayan bir perspektiften bakıldığı sürece, AKP iktidarının bazı kritik adımlarını anlamak mümkün değildir. İslamcıların siyaset tarzı olan “takiyye” anlayışının laik dünya ve sol tarafından bugüne kadar yeterince dikkate alanmamasının bedeli, ne yazık ki ağır olmuştur.

İslam dünyası, bin yıldır tanrı/ inanç merkezli bilgi anlayışını benimseyen, akıl yerine nakli, yani tanrı kelamı olan kutsal sözü, vahiyi esas alan, bunun dışındaki her arayışı kâfirlik sayarak reddeden bir çizgi üzerinde ilerliyor. Egemen islam yorumu günümüz dünyasında budur. Siyasal islamcılığın temelini oluşturan anlayış da aynıdır. Bu olgu dikkate alınmadan, islamcı hareket ve iktidarların izlediği siyasetleri tam olarak kavramak mümkün değildir.

  • Müslüman dünya hâlâ kendisine özgü karanlık bir Ortaçağın içinden geçiyor.

Bu bir geç ortaçağdır. Bu dünyanın tek istisnası, bütün kusurlarına karşın Cumhuriyet Türkiye’siydi. İslamcı hareket onu da büyük ölçüde imha etti.

Bu bağlamda, 2023’te ülke, iş cinayetlerine kurban edilen emekçilerin başına gelenlerin “kader” mi, yoksa akıldan / bilimden kopuşun ve kâr hırsının bir sonucu mu olduğuna karar verecek. Türkiye’deki bölünme ve mücadele safları işte bu kadar nettir.

Neden laiklik mücadelesi?

GÜNCEL18.09.2022, BİRGÜN

Deyim uygunsa, bir “kader” seçimine doğru giden Türkiye, tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini içererek geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına iade edilecek. Başka bir anlatımla, ya karşı devrim saldırısı yenilgiye uğratılacak ya da toplum İslam dünyasının uzayan Ortaçağı’na teslim olarak sonu belirsiz karanlık bir yola girecek. Önümüzdeki 2023 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinin tarihsel ve siyasal anlamı budur.

Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiye’de gerçek anlamda siyaset yapmak ve ülkenin kaderinde rol oynamak mümkün değildir. Bugün iki güç, iki çizgi arasında bir tarihsel hesaplaşma mücadelesi sürüyor. Bu çatışma ekseninin belirleyici ve anahtar kavramı laikliktir. Demokratikleşmenin de emek mücadelesinin de önkoşulu ve üzerinde yükseleceği zemin laikliktir. Hem de “özgürlükçü laiklik” gibi, bu kavramı sulandıran liberal öneklere itibar etmeyen bir laiklik mücadelesi olmalıdır.

Sol ve ilerici güçler bakımından geniş toplum kesimleriyle buluşmanın, kitleselleşmenin ve gerçek anlamda bir siyasal güç olmanın yolu da bu gerçeği kavramaktan, yani laiklik mücadelesinin önemini, tarihsel anlamını anlamaktan geçiyor. Çünkü bu mücadele, sosyalist solu, toplumsal muhalefet alanının en büyük gücü olan Cumhuriyetçilerle ya da Cumhuriyetçi solla buluşturacak tek yoldur. Sosyalizmi yeniden ayakları bu ülkeye basan bir ideolojik-siyasal güç yapacak anlayış da budur.

Neden laiklik mücadelesi?SOL Parti, ‘Devrimci Demokratik Cumhuriyet’ mitinglerinde laiklik vurgusu yapmıştı. (Fotoğraf: BirGün)
***
Laiklik için amasız, fakatsız ve sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almayan sol, sosyalist, devrimci, halkçı, demokratik hiçbir hareketin etkili olma, ciddiye alınacak bir güç haline gelme şansı yoktur. Çünkü günümüzde sınıfsal mücadele eksenini laiklik, yani emekçilerin aklının ve vicdanının özgürleştirilmesi için verilen kavga oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle (başka bir anlatımla), bugün sınıf mücadelesi, ideolojik-kültürel bir dolayım üzerinden yürümektedir. İslamcı hareketin 20 yıldır bu alanda etkinlik kurarak mevzi kazandığı unutulmamalıdır.

Özellikle CHP yönetiminin, “aman bizi din düşmanı sanmasınlar” yaklaşımı ve Cumhuriyet’in değerlerini ve kazanımlarını savunmak konusundaki tereddüdünün (çekincesinin) bedeli ağır oldu. Osmanlıcılık karşısında, Cumhuriyet sahipsiz kaldı. Daha önemlisi, “vesayet rejimini yıkmak” için İslamcılarla siyasal ittifak oluşturan liberallerin ve Kürt hareketinin laiklik mücadelesini önemsizleştiren tutumunun, dinci-faşizan bir totaliter rejim kurulmasına büyük katkısı oldu. Liberallerin, “dinsel kısıtlama ya da yasakları bile birer demokratik hak” olarak görme tutumunu da bu bahiste unutmamak gerekli.

Dolayısıyla, ideolojik mücadele alanı ihmal edilir, laiklik kavgası ortada bırakılırsa, geniş anlamda kapitalizme, daha somut ve politik bir alan tanımıyla İslamcı-faşizan iktidara karşı mücadelenin gerçek anlamda yürütülmesi mümkün değildir. Olacak şey basit bir iktidar/hükümet değişikliğinden ibaret kalacaktır. Eğitimden kültüre, üniversitelerden hukuk düzenine kadar bütün gerici ve anti-demokratik düzenleme ve kurumsallaşmanın yerinde kalacağı bir iktidar değişikliğinin orta ve uzun vadede hiçbir anlamı olmayacaktır.
***
Sanılanın aksine, laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da Kemalist bir saplantı değil, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, emek ve sosyalizm kavgasının da üzerinde yükseleceği bir zemin, dahası olmazsa olmaz bir ön koşuldur. Laiklik, çağımızda burjuvazinin terk ettiği bir değer ve özgürlük alanıdır. Sermayenin iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın ideolojisine iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir. Laiklik öncelikle halk için, emekçiler için gereklidir.

Bu konuda gerici ve liberal ideolojik hegemonyanın bir ölçüde devam ettiği açık. Bu hegemonya kırılmadan ve sol kendi tarihsel referanslarına dönmeden kıytırık bir güç olma düzeyini hiçbir zaman aşamayacak, ülkeden ve toplumdan iyice kopacaktır. Bu liberal zihin kirlenmesinin maliyeti, sola ve toplumcu güçlere, tahmin edilenden çok daha ağır oldu. Bu nedenle sol ve sosyalist hareket önüne, ardına hiçbir kayıt düşmeden sert ve karalı bir laiklikten yana olduğunu ilan etmelidir.

Laiklik mücadelesinin önemini bu tarihsel kavşakta vurgulamamın nedeni açık; AKP iktidarının yenilgiye uğratılması için kurulacak fiili ya da resmi geniş cephenin hatırına, “ama şemdi zamanı değil” diyerek, laikliğin savunulması ve yeniden kurulması görevinin savsaklanma tehlikesi büyük. Bir restorasyon iktidarının en güçlü seçenek olduğu bir siyasal süreçte, bu tutum, gerici-faşizan iktidarın elde ettiği bütün kazanımların korunması anlamına gelecektir. Dolayısıyla, bu tutumun bedeli ağır olacak, neredeyse ülke bütünüyle kaybedilecektir.
***
Marx, 1845’te “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” makalesinde, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır” diyor ve “Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır” diye devam ediyor. Yani Marx, kapitalizmin eleştirisini, kendi teorik sistemini kurabilmenin ön koşulunu bile dinin eleştirisinin tamamlanmasına bağlıyor. Dinin eleştirisi tamamlanmadan kapitalizmin eleştirisine geçilemeyeceğini söylüyor.

Dinin eleştirisinin tamamlanması, Almanya’nın ya da Almanların dinsiz olması anlamına gelmiyor. Sadece dinin kamusal alandan (devletten, siyasetten, eğitimden, gündelik ve toplumsal hayattan, bilim kurumlarından) çekilmesi ve özel alanda bırakılması ve orada özgürleştirilmesi demek oluyor. Bu laiklikten başka şey değildir. Sosyalist ideoloji ve siyaset de Batı demokrasileri de bu eleştirinin tamamlanmasının, yani dinin özel alana çekilmesinin üzerine kuruluyor. Bu gerçeği; liberallerin, işçici (uvriyerist) solun, “mazluma dini sorulmaz” şeklindeki muhteşem bir ifadeden “Laiklik önemsizdir” sonucunu çıkaran saf sosyalistin, ekonomizme savrulan kaba sosyalistlerin ve liberal solun aklından hiç çıkarmaması gerekiyor.

Sonuç olarak;

  • Laiklik yeniden kazanılamadan demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesi kazanılamaz.

Laiklik mücadelesi, bütün diğer siyasal ve toplumsal kavga ve talep alanlarını kesen ortak eksendir. Amasız, fakatsız ve ön kayıtsız bir laiklik mücadelesi, solu yeniden büyük güç yapacaktır. Söylemeye gerek yok ama yine de belirtelim; elbette burada kastedilen şey, diğer ekonomik ve demokratik mücadele alanlarını terk edip, siyasal ve entelektüel faaliyeti adeta dar bir teolojik alana hapsetmek değildir.

Merdan Yanardağ: Gerçekler tehdit ve baskıyla değiştirilemez

Gazeteci Merdan Yanardağ:

Gerçekler tehdit ve baskıyla değiştirilemez

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın,

“Tabii bunların üzerine gitmemiz lazım”

ifadeleriyle kendisini hedef aldığı gazeteci Merdan Yanardağ, konuya ilişkin açıklama yaptı.

18 Eylül 2022, Cumhuriyet
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Gazeteci Merdan Yanardağ: Gerçekler tehdit ve baskıyla değiştirilemezGazeteci Merdan Yanardağ, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın kendisini hedef alan sözlerine ilişkin açıklama yaptı. Yanardağ,

  • “Gerçekler tehdit ve baskıyla değiştirilemez.” dedi.

Erdoğan, Özbekistan’da düzenlenen 22. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısının ardından dönüş yolunda gazetecilerin sorularını yanıtladı.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile Yanardağ’ı, Osmanlı üzerinden yaptıkları değerlendirmeler nedeniyle hedef alan Erdoğan,

  • Tabii bunların üzerine gitmemiz lazım. Yani bu meydan o kadar boş değil. Bunu bilmeleri gerekecek. Ecdadımıza eğer layık olacaksak bunlara hukuk çerçevesinde gereğini yapmamız lazım.” dedi.

Yanardağ, Twitter hesabından açıklamalarda bulundu. “Osmanlı bir milletin değil, bir ailenin adıdır” diyen Yanardağ, şunları söyledi:

  • Osmanlı bütün milletin, Türk ulusunun ecdadı yerine konulamaz. Hakaret yok, bilimsel tarih tartışması var. Bu konuda Atatürk‘ün sözleri ve TBMM’nin Vahdettin hakkındaki kararları açıktır. Gerçekler tehdit ve baskıyla değiştirilemez.

“MUSTAFA KEMAL’İ Mİ YARGILAYACAKSINIZ?”

Yanardağ açıklamasına şöyle devam etti:

1- M. Kemal Atatürk, Nutuk‘da şöyle diyor:

  • “Osmanoğulları, Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına zorla el koymuşlardı (vaziülyed olmuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek… “

2- Atatürk, Nutuk‘da şöyle diyor:

  • “… hakimiyet ve saltanatını isyan ederek bilfiil eline almış bulunuyor. Mevzubahis olan, millette hakimiyet ve saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meseslesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikatti ifadeden ibarettir.”

3- Mustafa Kemal Atatürk, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’i ve Damat Ferit iktidarını ise çok ağır bir dille, kanıtlarını ortaya koyarak eleştiriyor. Ona “hain” ve “sefil” diyor.

  • Mustafa Kemal’i mi yargılayacaksınız?

============================================

Dostlar,

Değerli Gazeteci-Yazar Dr. Merdan YANARDAĞ bu olayda da haklıdır.
AKP’li CB RTE, tabanına dönük ilkesiz politika yapmaktadır.
Öncelikle hoşgörülü, Anayasa md.103 uyarınca ettiği yemin gereği “tarafsız” olmalıdır.
En önemlisi de herkese hakaret eden, aşağılayan, dışlayan… ağır sözler etmemelidir.
Bu tutum, dokunulmazlık zırhı takınarak bir devlet başkanına asla yakışmaz.
Bilimsel tarihsel gerçeklikler karşısında saygılı olmalıdır.
Bu davranışlar halkı daha da kutuplaştırmakta ve ülkede barış iklimini bozmaktadır.

  • Hedef gösteren sözleri nedeniyle M. Yanardağ’a bir zarar gelirse, Erdoğan bundan sorumludur.

Merdan Yanardağ yalnız ve sahipsiz değildir.
O, bu ülkenin yetiştirdiği seçkin bir yurtsever, aydın ve donanımlı bir mücadele adamıdır.
Kendisinin ve büyük emeklerle yarattığı TELE1’in doğallıkla yanındayız.

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

Gezi davası kararlarının anlamı!

authorMERDAN YANARDAĞ

Gezi davası kararlarının anlamı!

Bu nedenle önce AKP iktidarının yaşadığı Gezi paranoyasının nedenlerine ve niçin hukuku/ mahkemeleri bu kadar hoyrat şekilde zorladığına bakalım.

1- Daha önce (geçen yıl) yine BirGün gazetesinde yazdığım, “Gezi/Haziran Direnişinden Siyaset Dersleri” başlıklı yazılarımda da belirttiğim gibi; Gezi Direnişi, belli bir siyasal önderlik ve programdan yoksun da olsa, gerici/İslamcı bir iktidara yönelik olarak toplumsal bir refleks şeklinde gerçekleşen, Cumhuriyet tarihinin en büyük kitlesel isyanıydı. AKP iktidarının bütün tarih ve toplum hipotezlerini çürüten ve çökerten bir anlam taşıyordu.

2- Gezi/Haziran Direnişi, siyasal bakımdan yenilse bile, ahlaki ve felsefi anlamda “zafer” kazandı. Topluma kurtuluşun yolunu gösterdi, Sadece gerici-faşizan bloku değil, liberal tezleri de dağıttı. İslamcı bir iktidar eliyle “vesayet rejimi” yıkılarak ülkenin demokratikleştirileceği ve özgürlükçü bir gelecek kurulabileceği şeklindeki liberal ve muhafazakâr/İslamcı palavra çöktü.

3- Bu nedenle, Gezi’nin anlamını belki de en iyi kavrayan AKP liderliği oldu. Çünkü ideolojik, siyasal ve toplumsal bakımdan iktidarı bir daha geri alamamak üzere kaybedeceğini, toplumsal başkaldırının yıkıcı niteliğini gördü.

4- Gezi, yenildiği için, daha gerici ve baskıcı karakter kazanan bir iktidarla sonuçlansa da, bütün büyük toplumsal isyanlar gibi kalıcı izler ve sonuçlar bıraktı. Bu nedenle iktidar, toplum nezdinde sürekli olarak Gezi Direnişi’nin aslında bir “terör” eylemi olduğunu, “halkın inançlarına, yani dinine bir saldırı” niteliğini taşıdığını ve dış kaynaklı bir kalkışma anlamını taşıdığını ileri sürdü. Bunu sürekli tekrarlayarak, genel kabule dönüştürmeye ve direnişi itibarsızlaştırmaya çalıştı. Yapamadı.

5- Hiç kuşku yok ki, Gezi isyanının diğer bütün özelliklerini şu ya da bu düzeyde belirleyen yanı; tarihsel kazanımlarını tehdit altında gören milyonların laiklik ve yeni bir aydınlanma istemiyle ayağa kalktığı büyük ve yaygın bir halk hareketi olmasıydı. Başkaldırıya karakterini veren olgu, toplumun seküler hakları için eyleme geçmesiydi. Eylemler sırasında Türk bayrağının bir direniş sancağına dönüşmesinin nedeni de buydu. Bayrak, hem eylemlerin meşruiyet alanını genişletiyor hem de daha da kitleselleşmesini sağlıyordu. Kitle hareketinin bu özelliği, AKP iktidarı için “siyasi ölüm” demekti.

6- Burjuvazinin cumhuriyetçi kanatlarının da şu ya da bu düzeyde, ama daha çok örtük şekilde eyleme sempati duyduklarını göstermeleri ya da hissettirmelerinin anlamı da bu seküler özelliğiydi. Batıcı Türk sermayesi, bütün kirli işlerini gördürdüğü İslamcı iktidarı artık istemiyor, ama iktidardan da alamıyordu.

7- Gezi Direnişi’ne herhangi bir örgüt dolayımı olmadan katılan milyonlar, ona laik olduğu kadar bir emekçi karakteri de veriyordu. Merkez sol ve sağ cumhuriyetçilerden sosyalistlere, her renk ve meşrepten demokratlar ile anarşistlere kadar uzanan bütün muhalif ve ilerici güçleri içine aldığı için, toplumun merkezini de sarsmıştı. Korkutucu olan bu özelliğiydi

8- Gezi/Haziran isyanı dinci-faşizan AKP iktidarı ve İslamcı hareketin, liberallerin paha biçilmez desteğiyle kurduğu entelektüel hegemonyayı parçaladı. İktidara toplumsal meşruiyet üreten gerici-liberal blokun bütün tarihsel-siyasal tezleri büyük bir gürültüyle çöktü. Liberal çevreler, aşağıdan gelen bu büyük öfke patlaması karşısında şaşkına döndü. Onun aydınlanmacı, laik ve emekçi karakteri karşısında ne yapacaklarını bilemez hale geldi. Kadere bakın ki, Osman Kavala da bu liberal ve sol liberal çevrelere yakındı. Ancak, hakkını teslim etmek gerekiyor; Kavala ‘Yetmez ama evet’çi değildi, 12 Eylül referandumunda “Hayır” oyu vermişti.

9- Gözleri “milliyetçi” taleplerinden başka şeyi görmeyen Kürt hareketi, Gezi’ye destek vermedi. Tam tersine iktidarla yürüttükleri “Çözüm sürecini” her şeyin önüne koydular. Kürt hareketi, sonradan özeleştiri yapsa da, bu tutumla, köklü bir perspektif değişimi olmadan hiçbir zaman bir Türkiye hareketi haline gelemeyeceklerini gördü.

10- Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarıyla muhalefeti sindiren ve devleti bütünüyle ele geçirmeye çalışan İslamcılar, bir güç sarhoşluğu içindeydi. Küstahlaşmış ve insanların yaşam tarzlarına müdahale etmeye, dolayısıyla laikliği bütünüyle tasfiyeye yönelmişlerdi. İslamcı iktidar odakları sinsi ve kıyıcı bir saldırganlık içindeydi. Gezi Direnişi bu ikiyüzlülüğe son verdi.

KARARLARIN ANLAMI BÜYÜK KORKUDUR

Gezi Direnişi hakkında yukarıdaki kısa, ama yoğunlaşmış değerlendirmeden sonra, verilen hükümlerin anlamını da birkaç madde halinde irdelemekte yarar var.

1- Öncelikle belirtilmelidir ki, kararlar bütünüyle siyasal iktidarın beklentileri doğrultusunda verilmiş, hukuk dışı hükümlerdir. Hoyrat ve kıyıcıdır. Osman Kavala kurban seçilmiştir. Dahası vahşi bir gerici-faşist saldırı altındadır. Kurban seçilmesinin nedeni, Gezi Direnişi’nin, İslami iktidarı yıkmaya yönelik dış destekli bir eylem olduğu, üzerinden en kolay şekilde iddia edebilecekleri bir profile sahip olmasıdır. Başkaca hiçbir nedeni yoktur. Yargılamanın anlamsız ve vahşi bir intikam davası gibi görünmesinin nedeni budur.

2- AKP için, Gezi Direnişi’ni, dış destekli, Batı’nın güdümünde, yerli ve milli bir iktidara karşı eylem olarak mahkûm etmek ve bunu kayda geçirmek önem taşıyor. Çünkü Gezi eylemleriyle meşruiyeti temeli sarsılan, ittifakları dağılan, İslamcı ve muhafazakâr çevreler dışında rıza üretme zemini kalmayan AKP iktidarının, yeniden bir meşruiyet alanı / havzası yaratması gerekiyor. Bunun yolu, bir kalkışma gerekçesi yaratarak Gezi Direnişi’ni kirletmekten geçiyor.

3- Verilen kararların, insana “bu kadar da olmaz” dedirtecek türden ağır olmasının bir nedeni de, verdikleri kararlara kendilerinin inanmamasıdır. Bu nedenle, bir “şok” hamlesi yaparak, toplumda “acaba” duygusu yaratmak istediler. Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’in, “Bir yalan ne kadar büyükse o kadar inandırıcı olur” ilkesinden hareket edildiği anlaşılmaktadır.

4- Türkiye, olağan koşullarda yaklaşık bir yıl sonra seçimlere gidecektir. Bu seçimler hem AKP-MHP bloku hem de demokrasi güçleri için yaşamsal bir önem taşıyor. İslamcı-faşizan ittifak mutlak şekilde seçimleri almak, demokratik muhalefet ise, iktidar blokunu yenilgiye uğratmak zorunda. Dolayısıyla, iktidar seçimler öncesinde toplum üzerinde baskıyı artırmak, korku iklimini yaymak istiyor.

5- Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Gezi davasında verilen kararlar büyük bir korkuya da işaret ediyor. Hile, pusu, sahtekârlık, kumpas, yağma, talan, yasadışı servet transferleri, örtülü darbe, yasaları ve Anayasa’yı çiğnemek gibi çoğu suç olan yöntemlerle rejimi değiştirmeye çalışan İslamcı hareket, iktidarı kaybetmekten ve hesap sorulmasından çok korkuyor. Bu nedenle topluma gözdağı vererek, benzer bir isyanın ya da eylemin bir daha yaşanmasını önlemeye çalışıyor.

Sancak’ın sözleri gerçeğin itirafıdır!

authorMERDAN YANARDAĞ

Türkiye’nin son 20 yılında en çok büyüyen sermaye gruplarından birinin patronu olan, eski Aydınlıkçı, AKP Üyesi Ethem Sancak’ın, Marmara Üniversitesi’nde 31 Mart Perşembe günü katıldığı bir söyleşideki sözleri ortalığı karıştırdı. Nasıl karıştırmasın? Sancak’ın sözleri, tam bir itiraf niteliğindeydi. Sancak,

  • “AKP’yi iktidara ABD getirdi, ne var bunda, biz de vesayet rejimine karşı mücadele ettik” diyordu.

Aslında Sancak’ın bu sözlerinin bizim açımızdan yeni bir tarafı yok. Ancak, Erdoğan’a çok yakın olan AKP üyesi bir işinsanı tarafından, gerçeğin bu açıklıkla itiraf edilmesi önemliydi. Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarının önde gelen sözcülerinin, sıkıştıkları her aşamada sorumlu olarak” dış güçleri” gösterdiği, muhalefet partileri ve Gezi direnişi de dahil, neredeyse muhalif her toplumsal eylemi “dış güçlere” bağladığı bir dönemde söylenmişti.

İslamcı partinin pilot kabininden birinin, “Bizi Amerika iktidara getirdi” demesi, kaçınılmaz olarak parti içinde de bir karışıklık yaratacaktı. Nitekim öyle de oldu. Ethem Sancak, AKP İstanbul İl Yönetimi tarafından, kesin ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Bu kararın, Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dışında gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu gelişme üzerine, önce sözlerinin çarpıtıldığı ileri süren Ethem Sancak, ses kayıtları ortaya çıkınca önceki gün (1 Nisan) AKP’den istifa ettiğini açıkladı.

Daha önce katıldığı bir programda, Tayyip Erdoğan ile ilişkisini Tebrizli Şems ile Mevlana arasındaki dostluğa benzeterek, “Demek ki iki erkek arasında da aşk olabiliyormuş” diyen Sancak, AKP’den istifa ederken, “Erdoğan’a bağlılığını koruyacağını” da ilan ediyordu. Nasıl etmesin ki, daha birkaç yıl önce, yine trans/aşkın vaziyette olduğu bir sırada, Erdoğan için ailesini bile feda edeceğini söyleyen kendisiydi.

YANDAŞ MEDYANIN SANCAĞI!

Ethem Sancak, Erdoğan ile ilişki kurduktan sonra yandaş medya gruplarını fonlayan işinsanlarından biriydi. İçinde Star, Akşam ve Güneş gazeteleri ile Kanal 24, Sky-Turk 360 ve Show gibi televizyon kanallarının, radyo ve bir dizi derginin bulunduğu Türk Medya Grubu’nun patronuydu. İktidar tarafından yerli tank üretmesi için BMC gibi önemli bir sanayi kuruluşu verilen, yerli otomobil için kurulan konsorsiyuma alınan, Tank Palet Fabrikası’na ortak edilen Ethem Sancak, AKP’den ayrılsa bile Erdoğan’dan kopması pek mümkün değildi.

Ethem Sancak’ın Aydınlık hareketiyle ilişkileri de ilginçti. İlişkileri 1960’lı yılların sonlarına dayanıyordu. Aydınlık çevresinden AKP iktidarından önce kopan Sancak, Erdoğan’a çok yakın konumdayken, eski eşi de Doğu Perinçek’in Ergenekon davasındaki avukatlarından biriydi. Perinçek liderliğindeki İşçi/ Vatan Partisi’nin, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin bastırılmasından sonra AKP iktidarına destek vermeye başlamasıyla, eski dostlar arasındaki ilişki de yeniden kurulmuştu. Sancak, Perinçek’in Rusya seyahatine eşlik ederken, Vatan Partisi’nin ilişkileri üzerinden Çin ile ticari bağlar da kuruyordu. Sancak, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne de Vatan Partisi’ne yakın bir öğrenci kulübü tarafından davet edilmişti.

Aslında Sancak’ın sözleri, benim ilk baskısı 2007 yılında yapılan ve Eylül 2016 tarihinde ise hayli genişlettiğim, “Bir ABD Projesi Olarak AKP” adlı kitabımda ortaya koyduğum gerçeği, bir kez aha doğuruluyordu. Daha önce de AKP’nin kuruluşuna katılan kimi siyasetçi ve yazarlardan benzer itiraflar, hatta somut tanıklıklar gelmişti. Bunları kitabımda ayrıntılı olarak değerlendirmiştim.*

ÇARPICI BAŞKA TANIKLIKLAR DA VAR

Benim söz konusu kitapta AKP’nin kuruluşuna ve iktidara taşınmasına ilişkin ortaya attığım görüşler, kitabın çıkmasından birkaç yıl sonra, tanınmış bazı İslamcı yazarların “içerden” tanıklığıyla da doğrulanacaktı. Türkiye’nin önde gelen İslamcı yazarlarından Ali Bulaç –ki 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra tutuklandı- AKP yanlısı Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak ve AKP kurucuları arasında yer alan, daha sonra Merkez Partisi’ni kuran Prof. Dr. Abdurrahim Karslı,

  • “AKP’nin bir ABD projesi olarak kurulduğunu” söyleyecek ve yazacaklardı.

Ali Bulaç, 22 Aralık 2014’te dönemin Zaman gazetesinde şaşırtıcı bir yazı kaleme almıştı. Şaşırtıcıydı çünkü, AKP’nin kuruluş şifrelerini açığa vuran beklenmedik bir itiraf niteliğindeydi. Bulaç, “AK Parti bir proje miydi?” başlıklı yazısında, bu partinin nasıl kurulduğuna ilişkin yaptığı tanıklıklardan ayrıntılar veriyordu. Bulaç, Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı’nın, bir televizyon kanalına verdiği röportajda, kendisine ve Abdurrahman Dilipak’a atfen söylediği, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğu” şeklindeki sözlerini doğruluyordu. Ali Bulaç’ın tarihi belge niteliğindeki o yazısının ilgili bölümü –biraz uzun olacak ama önemli- şöyleydi:

“Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, ‘+1 TV’ye verdiği röportajda, Abdurrahman Dilipak’ın, ‘AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini’, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu 3 şeyi talep ettiğini söyledi:

1. Biz sizi iktidara taşıyalım.
2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim.
3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.

AK Parti’den istenenler de şunlardı                                :

a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.
b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesini destekleyeceksiniz.
c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.

Bu konuyu yazmamın iki sebebi var: İlki, Sayın Karslı beni de şahit gösteriyor. Konu sosyal medyada yer aldıktan sonra doğru olup olmadığını soran onlarca e-mail aldım. Yine yazmayacaktım, ama Dilipak, Rota Haber’den Ünal Tanık’a konuşulanları teyit edince yazmaya karar verdim. İkincisi, AK Parti hükümetinin neden Batı’yla bozuştuğunu anlamak için artık bunları yazmak lazım. Evet, o toplantıda ben de vardım, 40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler olsa da- anlattı. Mesele şu:

1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” (…) Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin bazı değişiklikler ile AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu!”

AHLAKSIZ TEKLİFE ‘EVET’ DİYENLER!

İşte böyle… Ama bitmedi, Ali Bulaç, projenin önce Necmettin Erbakan’a getirildiğini, ancak onun kabul etmediğini de anlatıyor. Böylece, AKP’yi kuran “Yeni Oluşumcular”ın neden ayrıldığı da ortaya çıkıyor.

  • AKP, emperyalizmle işbirliği yaparak iktidara gelebileceklerini gören İslamcıların partisidir.

Ali Bulaç bunu şöyle anlatıyor:

“Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti. Erbakan hoca, vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir. (…)

“M. Ali Bulut’un yazdığına göre o dönemde bu proje rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na da teklif edilmiş. Yazıcıoğlu, Erdoğan’a: ‘Kardeşim zaman ve hadiseler bana öğretti ki, Amerika’nın desteğindeki bir siyasette millete hizmet edilemiyor. Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika hep kendine hizmet ettirir.’ Tayyip Bey de ona, Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani olurlarsa dirsek vurur, gideriz. deyince rahmetli, ‘Amerika dirsek vurulacak bir güç değil’ diyerek, teklifi nazikçe reddetmiş.

“Sistemin onayını al, imkânlarını kullan, sonra “Ben yokum” deyip diklen! Arkasından Saddam’ın Batı adına İran’la savaştıktan sonra Kuveyt’i işgal etmesini andırırcasına Suriye “Bizim iç meselemizdir, birkaç hafta sonra Beni Ümeyye Camii’nde namaz kılacağız’ diye silahla rejim devirme arzularını açığa vur. Bu ilk günden yanlıştı. Bugün faturası hepimize kesiliyor!” (Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 2014)

Ali Bulaç’ın itiraf niteliğindeki yazısından sonra, Abdurrahman Dilipak da söz konusu toplantılara katıldığını ve ilk projeyi kendisinin hazırladığını, bir televizyon programında açıklayacak, kimi küçük düzeltmeler yaparak Bulaç ve Karslı’yı doğrulayacaktı.

Söz konusu kitabımın Eylül 2016 ve sonrasında yapılan baskılarında, yukarıda değindiğim tanıklıklara da ayrıntılı şekilde yer verdim. Bu itirafların ve kitabın söz konusu baskısının üzerinden 8 yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, -ki hala yeni baskıları yapılıyor- kimse tarafından yalanlamadı. Daha ilginç bir şey oldu; Suriye Enformasyon Bakanlığı, Mart 2017’de bu kitabımı Arapçaya çevirerek bir yayınevi aracılığıyla Şam ve Beyrut’ta eş zamanlı olarak yayınladı. Bu çeviri için izin alınmadı, sadece çevirmen bana bilgi verdi. Bu kitabın Arapçaya çevrilmesi manidardı.

* (Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi Olarak AKP / Operasyon Partisi, 17 Baskı, Kırmızı Kedi Yayınları, 2021, İstanbul.)

Laiklik kavgası sınıf mücadelesidir!

authorMERDAN YANARDAĞ

İslamcıların ve bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi laiklik bir orta sınıf fantezisi ve yaşam tarzı değildir. Tersine işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahiptir. Siyasallaşan dinin eleştirisi yapılmadan sınıf mücadelesi yürütülemez.

İktidar açıkça yürürlükteki anayasayı – sahte/mühürsüz oyların geçerli sayıldığı bir referandumla, 16 Nisan 2017’de kendi yaptıkları anayasayı- bile çiğniyor.

Çünkü mevcut anayasaya göre bile adli yıl açılışları, hukuk düzenlemeleri, yasalar, yargılamalar dini kurallara göre yapılmaz. Kurumlar, dini kurallara göre yönetilmez. Ancak, ortada fiili bir durum ve fiili rejim var. Eski rejimi nasıl sinsi şekilde, cinlik yaparak, hile ve takiyye yoluyla yıktılarsa, aynı yöntemle yeni bir rejim kurmaya çalışıyorlar.

Anayasasız, liderin ve kendisine mutlak bir itaatle bağlı olan ekibinin siyasal ve felsefi tercihlerine göre yönetilen dinci-faşizan bir rejim var artık. Diğer bir ifade ile ‘neo-patrimonyal sultanizm’ diye tanımlayabileceğimiz, Ortaçağ değerler dünyasına da yaslanan dinci totaliter bir düzen bu.

Yeni adili yılın açılışının yanı sıra Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi subay ve astsubay mezuniyet töreninin de dualarla yapılması, artık yeni bir rejimin yürürlükte olduğunun göstergesidir. İletişim Başkanı Fahrettun Altun’un Mustafa Kemal’in, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda/açılışında dua ederken çekilen fotoğraflıyla, Erdoğan’ın Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile adli yıl açılışında dua ederken çekilen fotoğraflarını yan yana koyarak, İngilizce, “Nasıl başladıysak, öyle devam ediyoruz” mesajını sosyal medyada paylaşması ve sabitlemesi, simgesel olarak yeni bir döneme girildiğinin de ilanıdır.

Ancak devletin dinselleştirilmesine dayanak yapılmak istenen 23 Nisan 1920’de Meclis’in kuruluş/açılış töreninin dualarla yapılmasına ilişkin fotoğrafın tarihsel bağlamı çok başkadır. O Meclis’i kuranlar Sultana, Hilafete ve emperyalizme karşı savaştılar. O Meclis, 1922’de saltanatı, 1924’te hilafeti, 1928’de de anayasadan “devletin dini İslam’dır” ifadesini kaldırdı. Daha önemlisi, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ederek, yönetme iradesini, kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayanlardan alarak millete verdi.

Diğer taraftan, ilk fotoğrafta duayı okuyan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi, Halife Sultan Vahdettin ve Şeyh-ül İslam Sabri Efendi’nin İngiliz uçakları tarafından Kuva-ı Milliye siperlerine atılan fetva ve fermanlarına karşı fetva veren, işbirlikçilere karşı sıkı bir ideolojik mücadele yürüten, kurtuluş ve kuruluş mücadelesine katılan bir yurtseverdir. Diyanet İşleri Başkanlığının ilk ve kurucu başkanıdır. Dolayısıyla adli yıl açılışında dua eden ve Ayasofya’da ulusal kurtuluş mücadelesini verenlerin liderine lanet okuyan Ali Erbaş ile hiçbir ortak yanı yoktur.

İDEOLOJİK-KÜLTÜREL MÜCADELE

Türkiye’de son 70 yıldır izlenen sistematik dinselleştirme; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici kazanımlarının adım adım tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. AKP iktidarı bu sürecin hem hızlandırıcısı hem de sonucudur.

Bu süreç içinde, özellikle 12 Eylül 1980 Darbesi ve 1990 sonrasında yaşanan küresel gericileşme dalgasıyla (liberal demokratlık, piyasacılık, post-moderncilik) insanların sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişki koparıldı. İnsanlar, sınıfsal konumlarından hareketle, akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla davranmaya başladı. Tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu.

Örneğin; AKP neredeyse bütün seçim kampanyalarını ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik zeminin üzerinden yürüttü. Bu olgu gözden hep kaçtı. Özellikle solcuların gözünden… İslamcılar saldırılarını laiklik, Cumhuriyet ve Aydınlanmanın kazanımlarına yöneltti. Cumhuriyet’e karşı Osmanlılığı savundu. Böyle olması da sürecin doğasına son derece uygundu. Çünkü ortada esas olarak bir rejim tartışması ve çatışması vardı. Bu nedenle AKP, kampanyalarını din, milletin değerleri gibi ideolojik-kültürel temalar etrafında yürüttü.

Durum böyle olunca, ne Cumhuriyetin kazanımları ne de laiklik etkin bir şekilde savunuldu. Toplumun AKP’ye karşı olan %50’yi aşkın kesiminin, ilerici değerler etrafında birleştirilmesi için ciddi bir girişim de geliştirilemedi.

GÜNCEL SINIFSAL ÇATIŞMA EKSENİ

Türkiye tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini koruyup içererek bu tarihsel krizi aşıp geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına iade edilecek. İkilem budur!

Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiye’de gerçek anlamda siyaset yapmak artık mümkün değildir. Solun geniş toplum kesimleriyle buluşmasının, kitleselleşmesinin ve gerçek anlamda bir güç olmasının yolu da bu gerçeği kavramaktan geçiyor. Bu çatışma ekseninin anahtar kavramı laikliktir.

Laiklik için amasız, fakatsız ve önüne-arkasına sıfatlar eklemeden, yani sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almadan bu topraklarda artık ne solculuk ne de devrimcilik yapılabilir. Çünkü bugün, sınıf mücadelenin eksenini de laiklik karşısında alınacak tutum belirliyor. Çünkü laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da bir Kemalist saplantı değil, sınıf mücadelesinin de demokratikleşmenin de eşitlik kavgasının da üzerinde yükseleceği asıl zemini oluşturan, “olmazsa olmaz” kertesinde bir ön koşuldur.

Laiklik, çağımızda sermaye sınıfının terk ettiği bir ilke, kurum ve değerdir. Burjuvazinin, iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın değerler dünyasına şu veya bu düzeyde iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir.

BÜTÜN ELEŞTİRİLERİN BAŞLANGICI

Bilinir, bir tarih ve siyaset dersidir; kendi devrimini yarım bırakanlar, kendi mezar kazıcılarını hazırlar. Cumhuriyet devrimini gerçekleştirenler bunu yaptı. Cumhuriyet’in kurucu ve taşıyıcı unsurlarının bir bölümü, yıktıkları Ortaçağ düzeninin değerleri ve güçleriyle uzlaştı. Sırf sol korkusu nedeniyle -özellikle NATO’ya girişle birlikte- kendi devrimlerine ihanet ederek, adeta kendi kendilerini zehirlediler.

Cumhuriyet’in solunu tasfiye edenler, ülkenin bütün dengelerini yitirmesine yol açtı. Dengesini koruyamayan ve ileriye gidemeyen Cumhuriyet sağa yatarak geriye savruldu ve yıkıldı. Yaşadıklarımızın dramatik özeti bundan ibarettir.

Dinin eleştirisini tamamlayamayan toplumlar, sistemik düzlemde güncel ve tarihsel hiçbir eleştiriye de gerçek anlamda başlayamıyor.

Karl Marx, daha 1845 yılında, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” adlı kitabında*, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır” diyor. Diğer bir anlatımla dinin, toplumsal / kamusal alandan çekildiği, siyasal yaşamın dışına çıkarılarak özel alana iade edildiğini, kamusal yaşamın dinden arındığını belirtir. Marx daha sonra, “Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır” diye, çok önemli, bizim bugün yaşadığımız neredeyse bütün sorunların temelini de açıklayan dahice bir tespit yapar.

Evet, dinin eleştirisinin tamamlanması çağımızda bütün eleştirilerin başlangıcıdır. Marx, kapitalizme yönelik bütün itirazlarını ve eleştirilerini bu saptama üzerine kurar. Belirttiğim gibi, Marksist laiklik anlayışının da temelini oluşturan bu saptama yaşamsal öneme sahiptir. Dahası, bugünün dünyası ve Türkiye’si için de çok önemli, kritik ve yoğunlaştırılmış bir devrimci çözümlemedir. Çünkü Marx, dinin eleştirisini tamamlamadan kapitalizmin eleştirisini başlayamazsınız demektedir. (K. Marx, Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 2009, syf.191 vd.)

Bu nedenle Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümü, yoksulların çoğunluğu işte yıllardır cellatlarına, kendilerini iliklerine kadar sömüren efendilerine oy veriyor. AKP yoksulların sosyo-ekonomik konumuyla seçmen davranışı arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Anlı secdeye değiyor diye bu partiye oy veren milyonlarca yoksul var. Çünkü Türkiye’de dinin eleştirisi tamamlanamadı. Aydınlanma atılımı yarım kaldı. Burjuvazi kendi devrimine ihanet ederek, Cumhuriyet’i cami avlusunda terk etti.

O nedenle İslamcıların ve bazı alık liberallerin ileri sürdüğü gibi, laiklik bir orta sınıf fantezisi, seçkinlere ait bir kavram ve yaşam tarzı değil, halk için, emekçiler için, işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahip bir ilke ve kamusal düzendir.

Dolayısıyla bugün laiklik eksenli bir ideolojik ve kültürel mücadeleyi yükseltmeden, laikliği yeniden kazanmadan ya da Marx’ın ifadesiyle dinin eleştirisini tamamlamadan gerçek anlamda bir sınıf mücadelesi yürütmek de imkansızdır.