Etiket arşivi: islamcı hareket

İslamcıların Batıyla dansı-2: Hukuksuzluğa boyun eğmeyiz

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ

Savcılık benimle ilgili iddianameyi beklenmedik bir hızla hazırlamış. İşin magazini olan tarafını öne çıkararak “suç” üretmeye çalışmış. Bu kumpası da bozacağız. Hukuksuzluğa ve zorbalığa boyun eğmeyeceğiz.

Siyaset 17.07.2023, BİRGÜN 
İslamcıların batıyla dansı-2: Hukuksuzluğa boyun eğmeyiz

Erdoğan-AKP iktidarının daha önceki Batı karşıtı söyleminin tamamen mizansen (tümüyle kurgu) olduğunu ileri sürmek doğru olmayacaktır. İslamcı hareket, kendisini iktidara getiren ve bölgedeki bütün kirli işlerini gördüren Batılı emperyalist güçlerle itişiyordu; çünkü yeterince güçlendiğine ve devleti ele geçirdiğine inanıyor -özellikle 15-20 Temmuz darbe sürecinden sonra- böylece kendi şeriatçı programını hayata geçirmeye yöneliyordu. Bu amaçla Rusya’ya yaslanarak Batı’dan gelen baskıları karşılamaya ve dengelemeye çalışıyordu.

AKP, iktidara geldiği 2003-2004 yıllarında henüz çok zayıf olduğu için, bu açığı Batı’ya ve AB’ye yaslayarak kapatmaya çalışıyordu. Batı’ya sahte bir “demokratikleşme” retoriğiyle dayanan Erdoğan, böylece içeride iktidar alanını genişletmek istiyordu. Bunda başarılı da oldu.

İktidar kudretindeki açığı Batı’ya dayanarak kapatan Erdoğan, adım adım büyük cumhuriyetçi, laik ve bu anlamda sol muhalefet dalgasını kırdı. Erdoğan, Batı’nın sopasıyla iç siyaset alanını yeniden düzenledi. Anımsanacağı gibi cumhurbaşkanlığında Ahmet Necdet Sezer vardı. Yüksek yargı, üniversiteler ve başta TSK olmak üzere özerk kuruluşlar yerinde duruyordu. Ülke Cumhuriyet Mitingleri ile sarsılıyordu. AKP iktidarı bu yükselen demokratik ve seküler muhalefeti Batı’nın desteğiyle tasfiye etti. Amacına ulaşınca da AB hedefi rafa kaldırıldı. “Laikçi teyzeler” haklı çıkmıştı.

Erdoğan’ın Vilnius Zirvesi’nde İsveç’in NATO üyeliği konusundaki veto yetkisini yine aynı amaçlı kullandığı anlaşılıyor; çünkü AKP iktidarı en zayıf ve kırılgan olduğu dönemlerden birini yaşıyor. Öyle ki ancak radikal İslamcı (hatta terörist olduğu belirtilen) örgütlerin desteğiyle; o da adil olmayan koşullarda hile, iftira ve kara propagandayla alınan bir seçim söz konusu. Üstelik “kıl payıyla” denilebilecek küçük bir farkla alınan bir iktidar söz konusu.

  • Toplumun yarısı ise bu iktidara ve islamo-faşist harekete karşı direniyor.

Her iki kişiden biri O’na “hayır” demiş durumda.

  • Gerici-faşist hareket, aslında yitirdiği bir seçimi deyim uygunsa çaldı.

Muhalefetin değerini bilmediği, yönü ve kapsamı belirsiz bir “değişim” tartışması ile iktidarı bir yana bırakarak değersizleştirdiği %48’lik büyük bir potansiyelin anlamını iktidar görmüştü. Bu nedenle Erdoğan yönetimi, tüccar kurnazlığıyla yeni bir manevra yaparak rotayı tekrar Batıya çevirdi. Yıkıcı bir karakter kazanan ekonomik kriz de böyle bir manevrayı zorluyordu. Bu krizden yalnızca Rusya’ya ve Körfez Emirliklerine yaslanarak çıkılmazdı.

Üstelik bu dönüşü ya da rota değişikliğini ise “yeni bir dönemin başlangıcı” diye nitelendirir. Görece doğru bir nitelendirmedir. Gerçekte Amerikancı ve NATO’cu çizgisinden hiçbir zaman kopmayan Erdoğan yönetimi, siyasal sıkışıklığın ve ekonomik iflasın zorlandığı bu dönüşü yapmak durumundaydı.

Peki, bu dönüş iç siyasette bir yumuşamaya yol açar mı? Esas olarak hayır! Ancak göstermelik kimi adımlar atılabilir. İnfaz yasasında bir değişiklik ile kısmi ve örtülü bir af çıkarmak bunlardan biri olabilir. NATO’yu doğuya doğru genişletmek, Rusya’nın yanı sıra İran ve Çin’i de kıskaca almaya çalışan Batı, yeni dönemde jeopolitik önemi yeniden artan Türkiye’nin İslamcı iktidarını “demokratik” nedenlere fazla sıkıştırmayacaktır. Kimi şımarıklık ve aşırılıklarına ise göz yumacaktır.

SİLİVRİ’NİN HALLERİ

Savcılık benimle ilgili iddianameyi beklenmedik bir hızla hazırlamış. İki ayrı suçlama yönelterek 1 yıl 6 aydan 10,5 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Suçlama ise “terör örgütü propagandası” ve “suç ile suçluyu övmek”, iyi mi! Kanıt olarak da PKK yöneticisi Duran Kalkan’ın yaklaşık bir yıl önceki bir konuşmasını koyup benim sözlerim ile paralellik kurmuşlar. Şaka gibi ama gerçek. Tam bir Nazi hukuku oluşturma denemesi. Bu yöntemle toplumun yarısı yargılanabilir. Kanıta bakar mısınız?

İddianamede, ne benim AKP’nin Kürt politikasının eleştirisi var ne de bu partinin Diyarbakır Milletvekilinin sözleri… Bağlamından koparılan 62 saniyelik montaj video esas alınmış. Üstelik bu montaj videoda da “suç” yok; ama ortaya şöyle bir tablo çıkmış: Bayram öncesinde ben durduk yere “Gündem boş, şöyle Öcalan’ı öven bir program yapayım” demişim! Durduk yere. Gündem de değil, bağlamı yok, öylesine… Tam bir deli saçması!

Oysa gündeme de gelmiş, bağlamı da var. AKP Diyarbakır Milletvekili, 19 Haziran’da yeni bir “çözüm sürecini” ima eden ve Selahattin Demirtaş’ı suçlayan, Öcalan’ı ise öven bir röportaj verince biz de konuyu 20 Haziran’da yani bir gün sonra ele aldık. Ancak iddianamede programın esasını oluşturan bölüm adeta gizlenmiş. O bölüm benim, devletin infaz yasasının herkese adil ve eşit şekilde uygulanmasını istediğim sözlerimden oluşuyor; çünkü Ensarioğlu, Öcalan’ın “anlayışlı” olduğunu da söylediği röportajında, “tecrit” uygulamasının da Kandil ve Demirtaş yüzünden olduğunu öne sürüyordu.

Bunun üzerine ben de “O halde tecriti kaldırın, ailesi ve avukatlarıyla görüşsün, kamuoyunda ne söylendiğini öğrensin. İmralı’yı siyasal bir araç olarak kullanmaktan vazgeçin” dedim. Belli ki iktidarın elinden bir oyuncağı almış oldum. Bu tartışmayı da ilk kez geniş bir kesime yaydım. İktidarıyla, muhalefetiyle kurulan bir mutabakatı (uzlaşıyı) bozdum. Kıyamet buradan koptu. Ancak savcılık, asıl konuyu bir yana bırakarak biraz da ironiyle söylediğim ve deyim uygunsa işin magazini olan tarafını önere çıkararak “suç” üretmeye çalışmış; çünkü bir iktidara “devletin infaz yasasını herkese adil şekilde uygula” demek suç değil ama gürültünün asıl nedeni bu!

Bu kumpası da bozacağız. Hukuksuzluk ve zorbalık karşısında boyun eğmeyeceğiz.

==================================
Dostlar,

Aşağıdaki görseli biz ekledik.. 25 gündür haksız ve hukuksuz, tuzakla tutsak..
AKP iktidarının hukuk ve adalet anlayışı için turnusol kağıdı..
HAK – HUKUK – ADALET  er ya da geç yerini bulacak ve suçlular hesap verecek..

Image

İktidarın tükenişi!

Deprem felaketi, Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek gibi görünüyor. Sadece yer altındaki tektonik faylar değil, yer üstündeki toplumsal faylar da kırılmış durumda. Ülkenin yaklaşık beşte birini enkaz altında bırakan deprem, asıl afetin İslamcı-faşizan iktidar olduğunu gözler önüne serdi. Bir ortaçağ arızası olan inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu kamu yönetiminin iflas ettiğine toplumun büyük kesimi tanık oldu. Bu bağlamda, geçen pazar günü yayımlanan “Silkelense düşecekler” başlıklı yazımda ileri sürdüğüm tezlere devam ediyorum.

Ağır bir yenilgiye doğru sürüklenen İslamcı hareketin tutunmaya çalıştığı son iktidar sütunları da gürültüyle çöküyor. Ancak, bu tablo AKP’nin ve ortağı MHP’nin iktidarı direnmeden terk edip muhalefete bırakacağı anlamına gelmiyor. Tam tersi olacaktır. İktidar, eline geçirdiği devlet gücünü bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Durumun farkında olan iktidar, toparlanmaya ve inisiyatifi yeniden ele geçirmeye, yeni bir algı operasyonu ve psikolojik harp hazırlığı yapmaya, bu bağlamda bağımsız medyayı susturmaya yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Bu nedenle, ilk görev olarak AKP’nin ve dinci-faşizan blokun toparlanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da zamanında yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlere doğru –deyim uygunsa– sürükleniyor. Eğer Erdoğan-AKP iktidarı, seçimleri kaybedeceğini görürse, hiç kuşku yok ki, bu sonuçtan kaçmak için her yolu deneyecektir. İlk deneyeceği yöntem ise, Yüksek Seçim Kurulu dahil, seçim kurulları marifetiyle, sandık sonuçlarını değiştirmek, halkın ortaya çıkacak iradesini çalma girişimi olacaktır. Siyasal İslamcılar için “milli irade” kendi dar ideolojik programlarını desteklemek için verilen oylardan ibarettir. Gerisinin bir önemi ve değeri yoktur. Milletin geriye kalanı, zorla ya da rızayla “hak yoluna sokulmayı bekleyen” günahkârlardan oluşur, o kadar.

Israrla vurguladık; AKP klasik bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti değildir. Cumhuriyet’i yıkmayı hedefleyen siyasal İslamcı ve faşizan hareketin ülkeye el koymuş örgütlü bir ifadesidir. Bu nedenle, rejim değişikliğini sonuna kadar zorlamadan, “kutlu dava” dedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken son bir hamle daha yapmadan geri çekilmeyecekleri kesindir.

İKTİDARIN GÜCÜ ve KORKUSU

İslamcı hareket, iktidarı bir kez yitirirse bir daha böyle bir tarihsel fırsat yakalayamayacağını görüyor. Dahası, kendilerine yönelecek bir hesap sorma dalgasının altında ezilerek, ele geçirdikleri bütün mevzileri kaybedeceklerinden de korkuyor. Bu korkunun ima ettiği sonuçlar bütünüyle gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, kestirmek güç. (AS: Yüce Divan’a yollamak için 400 MV gerek!) Çünkü bunun gerçekleşmesi esas olarak AKP sonrası iktidarın niteliğine, yani radikallik düzeyi ile cumhuriyetçi ve halkçı karakterinin belirgin olup olmamasına bağlı. Ancak öyle görülüyor ki, bu korku, AKP iktidarına bir çılgınlık yaptıracak kadar derin ve travmatik bir nitelik taşıyor.

Diğer taraftan, paradoksal olarak gerici-faşizan iktidarın bütün kamu gücünü elinde tuttuğu, denge ve denetim kurumlarını tasfiye ettiği, kurumsal bakımdan kendilerine “dur” diyecek bir kurum bırakmadığı, dolayısıyla istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlü göründüğü… mevcut koşullarda, gerçek tablo tam tersidir. Erdoğan-AKP iktidarı büyük bir hızla gücünü ve ülkeyi yönetme yeteneğini kaybediyor.

Merkez sağ siyaset havzasının, tarihsel sahipleri tarafından yeniden doldurulmaya başlanması nedeniyle, AKP iktidarının dayandığı tek güç olan toplumsal desteği de hızla eriyor. Kamuoyu araştırmaları AKP oylarının, geleneksel İslamcı tabana, diğer bir ifadeyle dinci çekirdek kesimlere doğru daraldığını ortaya koyuyor. AKP iktidarı, Rusya dışında bütün dış desteğini de yitirmiş görünüyor.

Eğer muhalefet yaşamsal bir hata yapmazsa, AKP’nin bir daha siyasal ömrünü uzatması zor görünüyor. Öyle ki; AKP iktidarının bir ganimet gibi gördüğü Cumhuriyet Türkiye’sinin zenginliklerini yağmaladığını biliyoruz; işte bu yağma düzenine ortak ettiği muhafazakâr ve yandaş sermaye kesimleri bile, toplumsal bir depremin enkazı altında kalmaktan korkuyor. Bu nedenle AKP’den uzaklaşmanın yollarını arıyor.

TÜRKİYE’NİN ÜÇ YOLU

Fantastik bir teori gibi görülebilir, ama yine de söyleyeyim; AKP (ve MHP) gerçekte iktidarı kaybetmiş görünüyor. Fiili durum bu. Gelgelelim, Türkiye’nin sol dahil, ilerici ve geleneksel muhalefet güçleri bu durumun tam olarak farkında değil. İşin kötüsü, iktidar da kaybettiğini göremiyor. Oysa tablo açık; ortada her tarafı dökülen, silkelense düşecek rüküş bir iktidar var. Ancak, tam da bu nedenle, saldırgan olabilecek ve kötülük yapmaktan kaçınmayacak bir iktidar bu. Dolayısıyla işi hafife almadan, bütün muhalefet güçlerini birleştirerek dikkatle, kararlılıkla ve cesaretle mücadele edilmesi gereken bir iktidar.

Türkiye’nin önünde fazla yol yok. Seçimlerden sonra ya AKP iktidarının aşırılıklarının törpülendiği, toplumdaki tansiyonu düşürecek ve Cumhuriyetin bozulan yapısının kısmen de olsa onarıldığı demokratik bir restorasyon dönemi yaşanacak ya da siyasal İslamcılar ve ortaklarının her türlü çılgınlığı yaparak (darbe, iç çatışma vb.) iktidara yeniden el koyup, ülkeyi sürükleyecekleri dinci-faşist bir diktatörlük olacak. Elbette, şimdilik zayıf da olsa bir üçüncü yol daha var: Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sol güçlerinin geniş ittifakına dayanan –burada “geniş ittifak” kavramı önemlihalkçı, laik ve kamucu bir atılım gerçekleştirilecek.

Eğer Erdoğan-AKP yönetimi seçimden istediği sonucu alamaz ve direnmeye yönelirse, hiç kuşkusuz ülkenin, niteliği ve sonuçları kestirilemeyecek yıkıcı bir kalkışma, iç savaş vb. gibi, her türden olasılığa açık bir kaos (karmaşa) ortamına sürükleneceği öngörülebilir. Ancak, AKP iktidarının seçimi kaybetmesi halinde (yitirmesi durumunda), sanıldığı gibi etkili bir direnme gücü de yok. Kaybeden bir siyasal güç için hayatını ve geleceğini ortaya koyacak pek fazla kişi ve çevre olmayacaktır.

Sonuç olarak; gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı tarihsel ve sosyolojik bir sorunla boğuşuyoruz. Ancak, teolojik literatüre yönelik eleştirileri uzunca bir süredir geri çeken “modern” Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda. Artık böyle devam edemez.

Neden laiklik mücadelesi?

GÜNCEL18.09.2022, BİRGÜN

Deyim uygunsa, bir “kader” seçimine doğru giden Türkiye, tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini içererek geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına iade edilecek. Başka bir anlatımla, ya karşı devrim saldırısı yenilgiye uğratılacak ya da toplum İslam dünyasının uzayan Ortaçağı’na teslim olarak sonu belirsiz karanlık bir yola girecek. Önümüzdeki 2023 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinin tarihsel ve siyasal anlamı budur.

Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiye’de gerçek anlamda siyaset yapmak ve ülkenin kaderinde rol oynamak mümkün değildir. Bugün iki güç, iki çizgi arasında bir tarihsel hesaplaşma mücadelesi sürüyor. Bu çatışma ekseninin belirleyici ve anahtar kavramı laikliktir. Demokratikleşmenin de emek mücadelesinin de önkoşulu ve üzerinde yükseleceği zemin laikliktir. Hem de “özgürlükçü laiklik” gibi, bu kavramı sulandıran liberal öneklere itibar etmeyen bir laiklik mücadelesi olmalıdır.

Sol ve ilerici güçler bakımından geniş toplum kesimleriyle buluşmanın, kitleselleşmenin ve gerçek anlamda bir siyasal güç olmanın yolu da bu gerçeği kavramaktan, yani laiklik mücadelesinin önemini, tarihsel anlamını anlamaktan geçiyor. Çünkü bu mücadele, sosyalist solu, toplumsal muhalefet alanının en büyük gücü olan Cumhuriyetçilerle ya da Cumhuriyetçi solla buluşturacak tek yoldur. Sosyalizmi yeniden ayakları bu ülkeye basan bir ideolojik-siyasal güç yapacak anlayış da budur.

Neden laiklik mücadelesi?SOL Parti, ‘Devrimci Demokratik Cumhuriyet’ mitinglerinde laiklik vurgusu yapmıştı. (Fotoğraf: BirGün)
***
Laiklik için amasız, fakatsız ve sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almayan sol, sosyalist, devrimci, halkçı, demokratik hiçbir hareketin etkili olma, ciddiye alınacak bir güç haline gelme şansı yoktur. Çünkü günümüzde sınıfsal mücadele eksenini laiklik, yani emekçilerin aklının ve vicdanının özgürleştirilmesi için verilen kavga oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle (başka bir anlatımla), bugün sınıf mücadelesi, ideolojik-kültürel bir dolayım üzerinden yürümektedir. İslamcı hareketin 20 yıldır bu alanda etkinlik kurarak mevzi kazandığı unutulmamalıdır.

Özellikle CHP yönetiminin, “aman bizi din düşmanı sanmasınlar” yaklaşımı ve Cumhuriyet’in değerlerini ve kazanımlarını savunmak konusundaki tereddüdünün (çekincesinin) bedeli ağır oldu. Osmanlıcılık karşısında, Cumhuriyet sahipsiz kaldı. Daha önemlisi, “vesayet rejimini yıkmak” için İslamcılarla siyasal ittifak oluşturan liberallerin ve Kürt hareketinin laiklik mücadelesini önemsizleştiren tutumunun, dinci-faşizan bir totaliter rejim kurulmasına büyük katkısı oldu. Liberallerin, “dinsel kısıtlama ya da yasakları bile birer demokratik hak” olarak görme tutumunu da bu bahiste unutmamak gerekli.

Dolayısıyla, ideolojik mücadele alanı ihmal edilir, laiklik kavgası ortada bırakılırsa, geniş anlamda kapitalizme, daha somut ve politik bir alan tanımıyla İslamcı-faşizan iktidara karşı mücadelenin gerçek anlamda yürütülmesi mümkün değildir. Olacak şey basit bir iktidar/hükümet değişikliğinden ibaret kalacaktır. Eğitimden kültüre, üniversitelerden hukuk düzenine kadar bütün gerici ve anti-demokratik düzenleme ve kurumsallaşmanın yerinde kalacağı bir iktidar değişikliğinin orta ve uzun vadede hiçbir anlamı olmayacaktır.
***
Sanılanın aksine, laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da Kemalist bir saplantı değil, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, emek ve sosyalizm kavgasının da üzerinde yükseleceği bir zemin, dahası olmazsa olmaz bir ön koşuldur. Laiklik, çağımızda burjuvazinin terk ettiği bir değer ve özgürlük alanıdır. Sermayenin iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın ideolojisine iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir. Laiklik öncelikle halk için, emekçiler için gereklidir.

Bu konuda gerici ve liberal ideolojik hegemonyanın bir ölçüde devam ettiği açık. Bu hegemonya kırılmadan ve sol kendi tarihsel referanslarına dönmeden kıytırık bir güç olma düzeyini hiçbir zaman aşamayacak, ülkeden ve toplumdan iyice kopacaktır. Bu liberal zihin kirlenmesinin maliyeti, sola ve toplumcu güçlere, tahmin edilenden çok daha ağır oldu. Bu nedenle sol ve sosyalist hareket önüne, ardına hiçbir kayıt düşmeden sert ve karalı bir laiklikten yana olduğunu ilan etmelidir.

Laiklik mücadelesinin önemini bu tarihsel kavşakta vurgulamamın nedeni açık; AKP iktidarının yenilgiye uğratılması için kurulacak fiili ya da resmi geniş cephenin hatırına, “ama şemdi zamanı değil” diyerek, laikliğin savunulması ve yeniden kurulması görevinin savsaklanma tehlikesi büyük. Bir restorasyon iktidarının en güçlü seçenek olduğu bir siyasal süreçte, bu tutum, gerici-faşizan iktidarın elde ettiği bütün kazanımların korunması anlamına gelecektir. Dolayısıyla, bu tutumun bedeli ağır olacak, neredeyse ülke bütünüyle kaybedilecektir.
***
Marx, 1845’te “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” makalesinde, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır” diyor ve “Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır” diye devam ediyor. Yani Marx, kapitalizmin eleştirisini, kendi teorik sistemini kurabilmenin ön koşulunu bile dinin eleştirisinin tamamlanmasına bağlıyor. Dinin eleştirisi tamamlanmadan kapitalizmin eleştirisine geçilemeyeceğini söylüyor.

Dinin eleştirisinin tamamlanması, Almanya’nın ya da Almanların dinsiz olması anlamına gelmiyor. Sadece dinin kamusal alandan (devletten, siyasetten, eğitimden, gündelik ve toplumsal hayattan, bilim kurumlarından) çekilmesi ve özel alanda bırakılması ve orada özgürleştirilmesi demek oluyor. Bu laiklikten başka şey değildir. Sosyalist ideoloji ve siyaset de Batı demokrasileri de bu eleştirinin tamamlanmasının, yani dinin özel alana çekilmesinin üzerine kuruluyor. Bu gerçeği; liberallerin, işçici (uvriyerist) solun, “mazluma dini sorulmaz” şeklindeki muhteşem bir ifadeden “Laiklik önemsizdir” sonucunu çıkaran saf sosyalistin, ekonomizme savrulan kaba sosyalistlerin ve liberal solun aklından hiç çıkarmaması gerekiyor.

Sonuç olarak;

  • Laiklik yeniden kazanılamadan demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesi kazanılamaz.

Laiklik mücadelesi, bütün diğer siyasal ve toplumsal kavga ve talep alanlarını kesen ortak eksendir. Amasız, fakatsız ve ön kayıtsız bir laiklik mücadelesi, solu yeniden büyük güç yapacaktır. Söylemeye gerek yok ama yine de belirtelim; elbette burada kastedilen şey, diğer ekonomik ve demokratik mücadele alanlarını terk edip, siyasal ve entelektüel faaliyeti adeta dar bir teolojik alana hapsetmek değildir.

Ayasofya kararının şifreleri

Ayasofya kararının şifreleri

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ
11 Temmuz 2020,
https://tele1.com.tr/ayasofya-kararinin-sifreleri-188249/

Sözü dolandırmadan hemen belirtelim; Ayasofya Müzesi’nin yeniden camiye dönüştürülmesi basit ve sembolik bir gelişme değildir. Cumhuriyet ve onun kurucularıyla açıkça hesaplaşma amacı güden, ciddi siyasal sonuçlar doğuracak rövanşist (intikamcı) bir tarihsel hamledir. Cumhuriyetin değerlerine karşı açık bir saldırıdır. Erdoğan’ın Danıştay kararının hemen ardından yaptığı konuşma da, bu bakımdan alınan karar kadar önem taşıyor. Çünkü, AKP lideri konuşmasında Cumhuriyete ve onun kurucu kadrosuna ağır bir dille yüklenirken, Mustafa Kemal’e de ilk kez ve açıkça hakaret ediyor. Cumhuriyetin kurucusunu, “tarihe ihanet” etmekle suçluyor. Bu durum cumhuriyet tarihinde bir ilk oluyor.

Atatürk’ü seven ve ona değer veren milyonlarca cumhuriyet yurttaşında da hakarete uğradığı duygusunu yaratan bu vahim konuşmanın içeriğine geleceğiz. Ancak önce, Ayasofya kararının üzerinde çok çalışıldığı (!) anlaşılan şifrelerine kısaca göz atalım.

Danıştay kararını saat 14.53’de açıklıyor, yani İstanbul’un fetih tarihine gönderme yapılıyor. Acayip zekice bir buluş! Erdoğan konuşmasını ise aynı gün tam 20.53’de yapıyor; bu da fetihin 600’üncü yıl dönümüne işaret ediyor. İnsan bu ince planlama karşısında şaşırıp kalıyor. Asıl önemli şifre ise, Ayasofya’nın 24 Temmuz günü kılınacak cuma namazı ile ibadete açılmasına karar verilerek oluşturuluyor. Çünkü bu tarih, hem Abdülhamit saltanatına son veren 1908 Hürriyet Devrimi’nin (II. Meşrutiyet) hem de Cumhuriyetin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü oluyor. Böylece, Osmanlı-Türk aydınlanma hareketi ve onun bir devamı olan Cumhuriyet’ten rövanşın alındığı simgelenmek isteniyor.

İnsanın bu “parlak” şifreler karşısında içinden şapka çıkarası (fes mi desek) geliyor.
***
Danıştay’ın gerekçeli kararı, Cumhuriyetin hukuksal temellerinin imha edilmesi anlamına geliyor. Çünkü Danıştay kararını, Ayasofya’nın fetih yoluyla Sultan II. Mehmet’in özel mülkü haline geldiği gibi, bugünün kamu hukuku bakımından anlam taşımayan tuhaf bir gerekçeye dayandırıyor. Yani bir “mülk” kavramından yola çıkıyor. Ardından, bu mülkün vakfedilerek cami şeklinde toplumun hizmetine verildiği ifade ediliyor. Fatih tarafından hazırlandığı belirtilen vakfiye de -ki doğruluğu tartışmalıdır- bu kararın gerekçeleri arasında sayılıyor. Ayasofya’nın, “fetih yoluyla padişahın mülkü haline geldiği” şeklindeki, Ortaçağ Osmanlı hukukuna yapılan bu gönderme, bir kamu davasında ilk kez yapılıyor. Böylece, kamu davalarında Cumhuriyet öncesi hukuku esas almanın da kapısı açılıyor.

Danıştay’ın gerekçesinde, “Vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Kadimden beri korunan Vakfa ait taşınmaz ve hakların, istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamaz” denilerek, Ortaçağa ait bir mülkiyet hukuku, açıkça Cumhuriyet hukukunun ve devrim yasalarının önüne geçiriliyor.
***
Söz konusu Danıştay gerekçesiyle Cumhuriyet döneminin bütün kararlarının da yok hükmünde sayılmasının önü açılıyor. Örneğin, millete devredilen Osmanoğulları’na ait bütün mülkün de bu ailenin mirasçılarına iade edilmesi bile olanaklı hale geliyor. Öyle ki, bu gerekçeyle Cumhuriyetin kendisinin iptal edilmesinin de zemini yaratılıyor. Diğer taraftan, hümanistik ve evrensel ölçüde barışçı bir yaklaşımla Ayasofya’yı müze haline getiren, altında Mustafa Kemal’in imzasının da bulunduğu 1934 Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin bir devrim yasası niteliği bulunuyor. Başka bir ifadeyle, önceki dönemin hukukunun yıkılması, yeni bir kurucu irade ve yeni bir yasal düzen devreye giriyor. Dolayısıyla bu imza ve karar ortadan kaldırılarak, gerçekte Cumhuriyetin hukuksal temelinde büyük bir gedik açılıyor.

Osmanlı hukukuna göre; sadece vakfedilen camiler ve araziler değil, ülkenin bütün toprakları Allah adına padişahın mülkü, üzerinde yaşayan insanlar da onun kulu sayılıyor. Cumhuriyet, padişahın mülkü olan toprakları vatan, üzerinde yaşayan kullarını da vatandaş haline getiriyor. Cumhuriyet bu nedenle bir devrim niteliği taşıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, aynı nedenle de dinci gericiliğin tükenmek bilmeyen kininin hedefi oluyor.
***
Ayasofya’nın yeniden cami yapılma sürecinin dikkat çeken, ama üzerinde pek durulmayan bir başka boyut daha bulunuyor. Bütün yukarıdan konuşmalara, gürültülü açıklamalara ve gösterişli tören hazırlıklarına karşın, Erdoğan’ın, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak Ayasofya’yı cami yapabileceği halde, bundan özenle kaçındığı anlaşılıyor. Yani operasyonun siyasal sorumluluğunu almıyor. Bütün sorumluluk Danıştay’a yüklenmiş görünüyor. Erdoğan, arkasına tartışmalı da olsa bir mahkeme kararını almakta yarar görüyor.

Erdoğan’ın konuşmasının en önemli boyutunu ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, işi Cumhuriyeti kuranlara, milli mücadele kahramanlarına resmen hakaret etmeye kadar vardırması oluşturuyor. Örneği görülmemiş bir tutumla, Cumhuriyetin kurucu liderine, Ayasofya’nın bulunduğu kenti düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal’e -dolaylı da olsa- “hain” diyor. Bu akıl almaz tutumun ve sözlerin bazı siyasal sonuçlar yaratması ise kaçınılmaz görünüyor. Çünkü, bu konuşma ile Türkiye, bir süredir beklenen yeni ve çatışmacı bir döneme giriyor.

Bütün bu gelişmelere karşın muhalefet susuyor. İslamcı hareket ise, olağan şartlarda, geri dönüşü olmayan şekilde mevziler kazanmaya, toplumu parçalamaya ve birbirine karşı düşmanlaştırmaya devam ediyor. Bu siyasal boşluk nedeniyle, birçok yönüyle razı olmadığımız Cumhuriyeti ve bir parçası olduğumuz insanlığın ilerici tarihsel kazanımlarını savunmak da bize düşüyor. Haydi hayırlısı…
=======================

Not :  Bu çok başarılı irdelemesi için Sn. Merdan Yanardağ’ı kutluyor ve yazının içeriğini biz de paylaşıyoruz. Dr. Ahmet SALTIK

Direniş!

Direniş!

Merdan Yanardağ
ABC Gazetesi
, 25.11.18
Her şeyin kötüye gittiği duygusunun, karamsarlık ve umutsuzluğun toplumda yayılmaya başladığı bu dönemde, gerçekte tablo hiç de kötü değil. Çünkü Türkiye direniyor!
Devleti ele geçiren Erdoğan-AKP iktidarı, kamu gücünü elinde bulundurduğu, hukuku askıya aldığı, baskı aygıtlarını sorumsuzca kullandığı ve bütün rant dağıtım araçlarını kontrol ettiği halde, toplumun çok önemli bir kesimi teslim olmuyor.
Girdiği her seçimi şu ya da bu şekilde (hile yaparak, devlet olanaklarını kullanarak, rant dağıtarak vb.) kazanmasına rağmen, ülkenin % 50’si “hayır” demeye devam ediyor.

Umutlu olmak için bu direniş ve potansiyel yeterlidir. Toplumun %50’den fazlası her şeye karşın teslim olmuyor, geri çekilmiyor, direnmeye devam ediyor. Baskıya, hakarete, devlet olanaklarının dışında tutulmaya, her düzeydeki ahlaksızlığa, riyaya, iki yüzlülüğe karşı mücadeleyi sürdürüyor.

Açık ki, Erdoğan liderliğindeki AKP sadece iktidarı değil, devleti de ele geçirmiş durumda… AKP liderliği, devletin bütün baskı ve refah araçlarını kontrol ediyor. Daha önemlisi iktidarın izlediği siyaseti destekleyen küçümsenemeyecek bir toplumsal tabanı da var. Evet, tablo ilk bakışta kötü görünüyor. Durum, klasik faşist hareketlerin iktidarı ele geçirme ve toplumu teslim alma süreçlerine benziyor. Yani, devletin şiddet aygıtları (adliye, polis) yoluyla yukarıdan aşağıya doğru uygulanan çok yönlü ve hukuk dışı bir baskı dalgası, aşağıdan yukarıya ise toplumu kuşatma ve teslim alma hamlesi..

İKİ YÜZDE ELLİ ARASINDAKİ FARK!

Yukarıda özetlediğimiz ve ilk bakışta kahredici görünen güce karşın, başta kültürel ve ahlaki iktidar olmak üzere, ülke hala ve tam olarak AKP’nin hakimiyetinde değil. Öyle ki, bir önceki çağın değerler dünyasına, siyasal kültürüne, estetik anlayışına dayanan islamcı hareket, tam da bu nedenle yeni bir düzen kuramıyor. Çünkü, iktidarın tarihsel meşruiyeti de yok. İslamcı hareket, geri olanı, çürüyeni, insanlığın aştığı değerleri ve yozlaşmış bir hayat anlayışını temsil ediyor… Görgüsüz, bilgisiz, rüküş ve ‘demode’ bir hareket olmanın ötesine geçemiyor.

Elbette şöyle düşünülebilir; toplumun % 50’si direniyor, ama diğer % 50 de islami bir rejimi zorluyor. İlk bakışta durum böyle… Ama, siyasal ve toplumsal tabloya daha yakından bakıldığında gerçek durumun çok farklı olduğu görünüyor. Birincisi; iktidarın yanında görünen % 50 -ki gerçek rakam daha aşağıdadır- içinde de cumhuriyet aydınlanmasından payını alan geniş bir kesim bulunuyor. Örneğin artık bu ülkede hiç kimse kadınların seçme ve seçilme hakkını elinden alamaz. İkincisi; direnenler toplumun en ileri kesimleridir. Bu ülkenin üreten, katma değer yaratan, bu toplumun kültürünü oluşturan, vergisini veren, devletini ayakta tutan, eğitimli, kentli kesimleri ve bu anlamda en gelişkin unsurlarıdır.

Toplumun şizoid bir yarılma yaşadığı, ulusun ruhunun parçalandığı bir tarihsel dönemeçte böyle bir farklılığın oluşması çok doğaldır.

ÇÖKEN HİPOTEZ

İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiyanın iddia ve eylemleri siyasal bir tarih hipotezine dayanıyordu. İşte o hipotez, yaşam tarafından yanlışlanarak çöktü. Bu çöküş gözden kaçırıldı. Bu hipotezi şöyle özetleyebiliriz:  Osmanlı’dan itibaren aydınlanma ve modernleşme girişimleri devletle milleti birbirine yabancılaştırdı. Devlet bir avuç Batıcı seçkinin eline geçti. Bu nedenle, özellikle Cumhuriyetle birlikte, devlet ve millet arasındaki bütün bağlar koptu. Devlet milletin değerlerine yabancılaştı. O aşamadan sonra devletle (Cumhuriyet diye okuyun) millet arasında bir kavga yaşandı. Biz, devletle milleti barıştıracağız. Bunun tek yolu da devleti milletin değerleri ile uzlaştırmak, onu milletin değerleri temelinde yeniden yapılandırmaktır. Milletin değerleri ise İslam’dır.

Gerici tarih ve siyaset hipotezi özetle böyledir.

Öncelikle sorulması gereken soru şudur: Hangi İslam? İslam’ın hangi yorumuna göre devleti yeniden yapılandıracaksınız? Dünyada böyle girişimlerin tamamı felaketle sonuçlandı. İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya bu büyük yanılgıya dayalı hipotezi sürekli tekrarlayarak kendi camialarında genel kabule dönüştürmüştü. Bu yanılgının belli başlı boyutlarını şöyle özetleyebiliriz:

Birincisi; İslamcılar kendi dar ideolojik önyargılarını ve görüşlerini “milletin değerleri ve talepleri” sanıyorlardı. Bu nedenle topluma İslam’ın dar bir ideolojik yorumunu, Selefi ilkelliğini din diye dayatıyorlardı. İşte toplumun geniş bir bölümü buna itiraz etti.

İkincisi; İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya 200 yılı aşan bir oyluma sahip Osmanlı- Türk aydınlanması ve Cumhuriyetin birikimini hafife almışlardı. Oysa Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimi sanılandan daha büyük ve güçlüydü.

Üçüncüsü ise; devletle (Cumhuriyetle) milletin İslami değerlerler ve talepler üzerinden kavga halinde olduğu teziydi. En büyük yanlış da bu yaklaşımdı. Çünkü, Türkiye’de halkının büyük bölümünün Cumhuriyetin kazanımlarını içselleştirdiği kezlerce ortaya çıkmıştı. Cumhuriyetin toplumsal temeli sanılandan daha büyüktü. Anadolu ve Rumeli Müslümanlığı ile Emevi yobazlığı arasında derin bir doku uyuşmazlığı vardı ve bu uyumsuzluk hiçbir zaman giderilemeyecekti.

Devlet bir avuç Batıcı seçkinin değil, 1970’lere kadar Cumhuriyetçi kuşakların yönetimindeydi. AKP iktidarının bütün çabalarına karşın, 16 yıldır ona ve Cemaatlere teslim olmayan geniş halk kesimleri, 2007’deki dev cumhuriyet mitingleri, ulusal bayram ve günlerde sokaklara çıkan kitleler ve milyonlarca yurttaşın eylemli olarak katıldığı Gezi direnişi bunun en önemli kanıtıydı.

ÇIKIŞ YOLU

Sonuç olarak;

  • Türkiye, totaliter bir rejim inşa etmeye yönelen siyasal islamcı iktidarın yarattığı kuşatıcı baskı ile, bu girişime karşı koyan toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde salınıyor. Toplum, tarihsel yönünün yeniden belirleyeceği bir yol ayrımında duruyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması ise kaçınılmaz görünüyor.

Önemli olan şudur: Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, hedefleri belli… Çünkü, İslamcılar, çok uzun süredir hazırladıkları programını yaşama geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol ve laiklikten yana kesimleri, büyük bir güç olmalarına karşın, bu saldırıyı karşılayacak bir program ve liderlikten henüz yoksun görünüyor.

  • Toplumsal direniş cephesi dağınık ve öndersiz. Asıl sorun budur.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, toplumun % 50’sini aşan kesimlerinin iktidara karşı direnişi, bu gerici ve faşizan kuşatmayı kırmak için yeterince büyük bir toplumsal gücün olduğunu ortaya koyuyor.

  • İhtiyacımız olan şey ilerici, kamucu, halkçı ve cumhuriyetçi bir cephe oluşturmaktır.

Net bir programa ve siyasal hedefe sahip, önderlik boşluğunu dolduracak bir cephe.. Bütün dünyada siyasal İslamcılığın iflas ettiği bir tarihsel kesitte, ülkemizdeki a-tipik duruma son vermek zor değildir. Ancak, unutmamak gerekli ki, hiçbir toplumsal/siyasal değişim kendiliğinden olmayacaktır.