Etiket arşivi: işçi sınıfı

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

Demokrasi, kavga, muhasebe…

authorZAFER ARAPKİRLİ 

Çarşamba günü bir grup yoldaşımızla birlikte, İstanbul’un kasvetli bir eski mezarlığında 1978 yılında faşist katillerce yaşamına son verilen bir yoldaşımızı, ölüm yıldönümünde kabri başında andık.

70’lerin sonunda 12 Eylül’e koşar adım giden süreçte, demokrasi mücadelesi veren yurtsever ve devrimci gençlerin bir bir katledildiği kan ve acı dolu günlerin kurbanlarından biriydi Celal Duru. 21 yaşında, yanında bir başka yiğit, vatansever yoldaşımız canım kardeşim Emin Kutan’la birlikte vicdansız faşist katiller tarafından kaçırılmış, işkence edildikten sonra başlarına kurşun sıkılarak Fatih Ormanı’nda bırakılmışlardı.

Mezar başında ve sonrasında yaptığımız sohbette, o yılların ve günümüzün bir muhasebesini de yaptık yoldaşlarımızla. Elbette, “hiçbir canın boşuna yitirilmediği, hiçbir damla kanın boşuna dökülmediği, demokrasi mücadelesinde atılmış hiçbir adımın, üst üste koyulmuş hiçbir tuğlanın boşa dizilmediği” vurgusunu yaptık. Aradan geçen 44 yıl boyunca, hepimizin saçları bembeyaz olmuş, çoluğa-çocuğa, toruna-torbaya karışmıştık. Hayatın girdaplı yollarında, kimimiz çeşitli sürelerle faşizmin kara zindanlarında yaşlanıp bugünlere kadar gelmiştik.

Hem yaşadığımız toprakların hem de tüm dünyanın, baskı ve sömürüden arınmış olduğu özgür ve demokratik bir dünya idealine ulaşmak için azmin ve kararlılığın ve devrime inancın gerekliliğini elbette hatırladık ve hatırlattık hep. Ancak, en az bu kararlılık ve inanç kadar, yani “kavgadan dönmemek” kadar önemli bir başka gerekliliği de birbirimize hatırlattık.

O da ezilen ve hem ekonomik hem siyasal hem de sosyal baskılar altında inim inim inleyen kitleleri bilinçlendirerek mobilize edebilme şartı. Bu şart, bugün her zamankinden daha can alıcı ve kendisini bariz biçimde dayatan bir hayati gerçek.

12 Eylül öncesinde; meydanlara, amfilere, caddelere ve sokaklara zaman zaman sığmayan coşkulu emekçi kalabalıklarını, işçi sınıfının görece yaygın sendikal örgütlenmiş halini anımsadığımızda, bugünle kıyaslayıp bir hayli hayıflanıyor insan.

Baskıyı, işkenceyi, toplumsal uyuşturmayı, gençliğin ve emekçi kitlelerin depolitizasyonunu kendine ülkü edinmiş ve bu zulmü adeta bir “bayrak yarışı” gibi birbirine devreden faşist yönetimler, bugün her anlamda demokrasi talep eden kitlelere karşı “galebe çalmış” bir görüntü sergiliyor. O bayrak yarışında maalesef önde görünüyorlar.

İşte, 2013’ün yaz aylarına girilirken bu ülke topraklarının dört bir yanına dalga dalga yayılan o şanlı direniş ve başkaldırının önemi, tam da bu manzara karşısında bir kez daha öne çıkıyor. O şanlı direnişin, yani “Gezi”nin 9’ncu yıldönümü yaklaşırken, İstanbul Adliyesi’nde pazartesi günü verilen ağır mahkûmiyet kararları, “muktedirin” önemli ve tarihi bir mesajı olarak algılanmalıdır. Şunu demiştir faşizm (bir kez daha):

  • “Bir daha bu tür toplu ve yaygın, görece de olsa örgütlü bir başkaldırıya asla girişilmesin.
  • İbret olacak öyle cezalar verilsin ki, ezilen kitleler değil sokağa çıkmak, camdan dışarı bakıp seslenmeye bile cesaret edemesin.”

Niyet ve asıl amaç budur. Osman Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet (ki, idama denktir) Mücella Yapıcı, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Emekçi’ye verilen 18’er yıllık mahkûmiyet cezaları, dosyadaki ve yargılama sürecindeki 1001 hukuksuzluk, usulsüzlük ve vicdansızlık bir yana bırakılsa dahi, aslında yüksek sesli siyasi bir uyarı mesajı ve bir kavga çağrısıdır.”

İşte, bugünden itibaren Türkiye’de demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve ezilen kitlelerin özgürleştirilmesi gibi temel taleplere sahip çıkmak isteyen herkesin algılaması gereken şey de budur. Gezi’de olduğu gibi, ama bu kez daha örgütlü, daha fedakârca ve daha yüksek sesle faşizmin her türüne karşı ayaklanabilmenin gerekliliği. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kullanarak, muktedirin suratına

  • “Sizleri istemiyoruz.
  • Biz nefes almak istiyoruz.
  • Hürriyet istiyoruz.
  • Zincir ve pranga istemiyoruz” diye haykırabilmek.

Ülkenin bugün içinden geçmekte olduğu ağırın da ötesinde ölümcül ekonomik buhran, demokratik hak arayışlarına; fabrikada, tarlada, okulda, atölyede, işyerinde hayatın her alanında indirilen coplar, vurulan kelepçeler, tam da bu kavgaya çağrı niteliği taşımıyor mu?

Öyleyse, “başta bu ülkenin sol-sosyalist güçleri olmak üzere, kitlelere bu bilincin ve bu kavganın gerekliliğini kavratmak için tüm işimizi gücümüzü bırakıp mobilize olmanın zamanı” bugün değilse ne zamandır?

Yaklaşmakta olan seçim öncesinde, kitlesel anlamda ne kadar yüksek ses çıkarabilirsek, zaferin o kadar yakın olacağını anlatmaya gerek var mıdır?

Vatan Partisi’nin emek manifestosu

Vatan Partisi’nin emek manifestosu

Engin Ünsal

Dr. Engin Ünsal
Aydınlık Gazetesi, 10.6.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Geçen haftaki yazımızda siyasi partilerin seçim manifestolarından (bildirgelerinden) söz etmiş ve işçi sınıfının bir manifestosunun yokluğunu eleştirmiştik. Siyasi partilerin seçim bildirgelerinde işçi sınıfının sorunlarına ya hiç değinmediklerinin ya da eser miktarda ilgilendiklerinin altını çizmiştik. Hafta içinde Vatan Partisi’nin, iktidar olduğu takdirde işçiye, işsize ve emekliye neler getireceklerini, yasalarda neleri değiştireceklerini 100 başlık altında açıklayan çalışması elimize geçti. Güzel bir çalışma. Emeği geçenleri kutlamak gerek. Zengin içerikli bu çalışmanın üç eksiği vardı ve bu eksikliklere değinmenin yararlı olacağını düşündük.

ÜLKEMİZDE İŞ GÜVENCESİ VAR MI?

ILO 158 sayılı sözleşmesi ile iş sözleşmesinin korunmasına ilişkin bazı normlar getirmiştir. 4857 sayılı İş Yasası’nın 18-21. maddeleri ile bu normlar iç hukuka dahil edilmiş fakat çok önemli ve iş güvencesini yok eden bir hatalı düzenleme yapılmıştır. Yasanın 21. maddesine göre iş sözleşmesinin feshi üzerine, feshin geçerli bir nedene dayanmadığını iddia eden işçinin İş Mahkemesinde işe iade davası açmak hakkı vardır. Mahkeme feshin geçersiz bir nedene dayandığını kabul ederse işçinin işe iade veya tazminatını alma hakkına karar vermektedir. Ülkemizde işten çıkarmalar genelde işçinin sendikaya üye olması nedeni ile yapıldığından işverenler işçinin tazminatını ödeyerek onu işine iade etmemektedirler. Tazminat ödeme veya işe iade tercihinin işverene bırakılması büyük yanlıştır ve işçinin iş güvencesini yok eden, aynı zamanda işverenlerin sendika celladı olmasını sağlayan bir biçimde kullanılmaktadır. Oysa bu tercih hakkı işçiye tanınmalı ve işçi işine dönmek isterse işverene hiçbir itiraz hakkı tanınmamalıdır. Böylece hem işçinin iş güvencesinin hem de sendika özgürlüğünün ve güvencesinin önü açılmış olur.

İŞSİZLİK ÖDENEĞİ UYGULAMASI YANLIŞTIR

4447 sayılı İşsizlik Sigortası Yasası 50. maddesinde günlük işsizlik ödeneğinin, sigortalının son dört aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının % kırkı olacağını hükme bağlamıştır. İşsizlik sigortası primini ücretin tamamı üzerinden ödeyen işçiye işsizlik ödeneği ortalama günlük ücretinin tamamı üzerinden ödenmelidir. Maddenin devamında bu ödenekten yararlanma koşulları sıralanmış ve yararlanma zorlaştırılmıştır. İşçinin bu ödenekten yararlanması yumuşatılmalı ve işsiz kalan işçiye işsizlik süresi boyunca süre kısıtlaması olmadan işsizlik ödeneği verilmelidir.

GREV YASAKLARI ÇOK GENİŞTİR

6356 sayılı Sendikalar Yasası’nın 62. maddesi grev yasaklarını yaygınlaştırmıştır. Ülkemizde memurların zaten grev hakkı yoktur.

Buna bir de işçi sendikalarının grev hakkını kısıtlayarak destek verirseniz o zaman ülkemizde sendika özgürlüğünden söz etmek zorlaşır çünkü grev hakkı özgür sendikacılığın olmazsa olmazıdır. Grev yasakları ancak Milli İstihbarat gibi ülke güvenliği ile çok yakından ilgili işkolları için düşünülmelidir.

SİYASİ PARTİLER ÖRNEK ALMALI

Vatan Partisi’nin Emek Manifestosu öbür partilere örnek olmalıdır. Siyasal partiler yaklaşık 22 milyonu bulan işçi ve memurlar için nasıl bir çalışma düzeni, nasıl bir sendikal özgürlük düşündüklerini açıkça belirtmelidirler. Özellikle sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP; çünkü sosyal demokrasinin dayanağı işçi sınıfı ve sendikalarıdır. Bir Emek Manifestosu olmayan CHP’ye işçi sınıfının destek olması zordur.
======================================
Dostlar,

Sayın Dr. Engin Ünsal (PhD) ülkemizde emek hakları için çooook emek vermiş bir aydındır. Bu yazısı da derli toplu  emek sorunlarına ilişkin temel sorun ve istemleri özetlemektedir. Kuşkusuz işçi sağlığı – iş güvenliği alanı son derece geniş ve karmaşık etmenlidir.

En başta gelen engel ve risk etmeni, siyaset kurumunda egemen olan iş kazaları = iş cinayetlerini ‘fıtrata dayandırma’ ilkelliğidir. Öncelikle bu sorunun aşılması gereklidir, çünkü

  • Bilimsel olarak çok net bilinmektedir ki; iş kazaları = iş cinayetleri %100; meslek hastalıkları ise %98 önlenebilmektedir.

Hem de, vergiden de düşürülebilen son derece sınırlı giderlerle. Teknik deyimle, iş sağlığı – güvenliği giderleri maliyet-etkin dirler (cost – effective).

Buna ek olarak canımızı çok yakan bir sorun da, iş davalarında zorunlu arabuluculuk dayatmasının getirilmesidir.

İş mahkemelerinin kuruluş, görev, yetki ve yargılama usulünü düzenleyen 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 25.10.2017 günlü ve 30221 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır.

01 Ocak 2018’de yürürlüğe giren İş Mahkemeleri Yasasının 3. maddesi ile yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacaktır.

İş uyuşmazlıklarında dava şartı olarak arabuluculuk, Anayasa’nın 2., 36. ve 49. maddelerine aykırıdır.

TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, büyük keyif içinde bu düzenlemeyi kendilerinin istediğini, hükümetin de yaptığını genel kurulda dile getirmiştir. Şu sözler O’nun :
(YEREL – KÜRESEL SERMAYENİN EMEK DÜŞMANLIĞI AYNI İLKELLİĞİYLE SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ??)

  • “Büyük sıkıntı yaşadığımız bir başka alan, yargı sistemiydi. Özellikle iş mahkemelerindeki  davalarda işveren %99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Aylar, hatta yıllar süren davalar, artık günler-haftalar içinde çözülüyor. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclis’imize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.”
  • En çok şikâyet ettiğimiz konu olan, istihdam maliyetlerinin düşürülmesini sağladık..
    İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, KOBİ’lerimize büyük yükler getiriyordu, bunları kaldırttık.

İşte AKP / RTE‘nin emeğe – emekçiye bakış açısının suçüstü belgelerinden biridir bu konuşma!

Dolayısıyla yurdun emekçisinin, 24 Haziran – 8 Temmuz yaşamsal seçim sürecinde ‘OY‘ unu bilinçle kullanması, kendi varlık nedenidir..

Sevgi ve saygı ile. 10 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com