Etiket arşivi: dinselleştirme siyaseti

Zafer mümkün!

Güncel 21.05.2023, BİRGÜN

 

Seçimlerde hile yapıldığı, bu hilenin ya da halk iradesinin çalınmasının daha oylar sandığa girmeden yapıldığına ilişkin iddiaların doğruluğu hemen hemen kesin gibidir.

  • Çünkü, kullanılan 4 milyon 200 bini aşkın oy şaibeli,
  • 20 bini aşkın sandık sonuçlarının ise sorunlu olduğuna ilişkin, güçlü kanıtlara dayalı itiraza
  • Yüksek Seçim Kurulu henüz tatmin edici bir yanıt vermiş değil.

Bu durumu akılda tutarak belirtirsek eğer; hile, iftira, oy hırsızlığı, kara propaganda, tehdit ve devlet olanaklarının adaletsiz şekilde kullanılmasına karşın, iktidar güçleri %50 barajını aşamadı ve yenilgiye uğradı. Asıl gerçek budur.

Ancak, sol dahil, Türkiye’nin muhalefet güçleri seçimin ilk turda kazanılacağına ya da en azından ilk turun önde bitirileceğine ilişkin öyle derin bir inanca ve öngörüye sahipti ki, bu durum gerçekleşmeyince yaşanan hayal kırıklığı da o ölçüde büyük oldu.

Peki, bu inanç ve öngörü temelsiz ya da yanlış mıydı? Hayır!
Çünkü Saray’ın doğrudan güdümündeki biri hariç (dışında), neredeyse bütün kamuoyu araştırmaları Kılıçdaroğlu’nun önde olduğunu söylüyordu. Ayrıca, yaşamın olağan akışı, sokakların ve meydanların nabzı da aynı işareti veriyordu. Siyasal inisiyatif muhalefete geçmişti. Dolayısıyla, her şey ve herkes bizi yanıltıyor olamazdı. Ancak, beklendiği ve ilan edildiği gibi -öncesi ve sonrasıyla- ne seçim güvenliği tam olarak sağlanabildi ne de oylar/sandıklar etkin bir şekilde korunabildi. Saptanması gereken ilk olgu budur.

İkinci olgu ise muhalefetin lider kadrolarının da tıpkı sıradan seçmenler gibi derin bir şaşkınlık yaşayarak adeta paralize olmalarıydı. Kriz iyi yönetilemedi. Etkin ve hızlı siyasal kararlar verilemedi. Dolayısıyla kamuoyu ve sandık görevlileri yönlendirilemedi.

  • Oysa asıl kaybeden (yitiren), halktan bütün hile ve seçim sahtekârlıklarına karşın güvenoyu alamayan iktidar güçleri ve İslamofaşist ittifaktı.

Bu durumun saptanıp gereğinin hızla yapılamaması, moral üstünlüğün kaptırılmasına yol açtı.

Erdoğan, yenildiği halde “balkon konuşması” yaptı, muhalefet ise basın toplantısı… Tersi olmalıydı. Hızlı siyasal karar almak, bazı tarihsel dönemeçler ve momentumlarda yaşamsal önem taşır. Bir-ikisi dışında bağımsız medya organları, özellikle muhalif televizyon kanalları da süreci doğru kavrayıp, etkin bir müdahalede bulunamadı. Ancak, yine de bağımsız medyanın varlığı sonucu oyun bozulabildi. Diğer bir ifade ile “atı çalan” Üsküdar’ı geçemedi. Oysa niyet, %50’nin biraz üzerindeki bir oranla da olsa, ilk turda zafer ilan etmekti.

Tepkiden korktular ve yapamadılar. Ayrıca, öyle büyük bir suçluluk duyusu içinde olmalılar ki, ikinci turu kabullenmek zorunda kaldılar. Yakalanmaktan çekindiler.
***
Şimdi yapılacak şey; olup bitenleri daha serinkanlı şekilde değerlendirerek, hataları saptamak ve eksiklikleri gidermektir. Diğer bir ifadeyle; zamanın sıkıştığı bu dar dönemde hızla ikinci tur için izlenecek strateji ve taktikleri saptamaktır. Bunun yapılmaya çalışıldığını görüyorum, bu iyi. Ama işin “el yordamıyla” kotarılmak istendiğini de izliyorum, bu da kötü.

Unutulmamalı ki, ortada muhalefet açısından bir yenilgi yok. Bu akıldan hiç çıkarılmamalı.

  • Tam tersine, siyasal İslamcı iktidar ve islamo-faşist ittifak bakımından  bir bozgun var.

Ancak bu durum hızla saptanamadığı ve etkili bir karşı atak geliştirilemediği için, yukarıda da işaret edildiği gibi, moral üstünlük gerici-faşist bloka kaptırılmış oldu. En büyük kayıp budur.

Cumhur İttifakı’nın seçimlerde aldığı beklenmedik sonucun bir nedeni;
– hile,
iftira kampanyası,
– kara propaganda,
– oyların çalınması ve
– devlet olanaklarının adaletsiz/eşitsiz şekilde kullanılması ise;
– diğeri de seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişmesidir.

Bu değişimin muhalefet güçleri ve sol tarafından yeterince görülememesi, en az oy sandıklarının korunamaması kadar, hatta ondan daha da önemlidir.

Bu ülkede ABD ve NATO yönlendirmesiyle yaklaşık son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal, yani sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yurttaşlar, sosyal/sınıfsal konumlarından hareketle ve siyasal bilinçleriyle değil, inançları ile oy kullanmaya başladı. Diğer bir ifadeyle (başka bir anlatımla), yurttaşların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif (tersine) bir ilişki oluştu.

  • Sırf, “anlı (alnı) secde görüyor” diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu.

Siyasal tercihleri belirleyen temel etken, bu tarihsel kesitte ekonomi ve yoksulluk gibi olgular olmaktan büyük ölçüde çıkarak, geleneksel kültür, etnik-dinsel değer ve duyarlılıklardan oluşmaya başladı. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye, onları –çektikleri bütün acılara karşın- desteklemeye yöneldi. Giderek toplumsallaşan bir “gönüllü kulluk” yaratıldı. Aklı ve vicdanı teslim alınmış insanların önüne sandık konulunca, onların tercihi farklı olamazdı.
***
Cumhuriyet’in kurumlarını, onun ima ve temsil ettiği değerleri, laikliği savunmasız ve sahipsiz bırakan sol ve Cumhuriyetçi çevreler, esas olarak CHP, bu sürecin asıl failidir. Saldırı altındaki Cumhuriyet, yurtseverlik bilinci ve tutumu ile laik değerler sahipsiz bırakıldı.

Oysa iktidar mücadelesi salt ekonomik talepler üzerinden sürdürülemez. Son seçimin, yani 14 Mayıs’ın ortaya koyduğu tablo bunun en açık kanıtıdır. İdeolojik ve kültürel bir mücadele yürütmeden, hiçbir siyasal mücadeleyi kazanamazsınız. Siyaset sosyolojisinin temel, ama sanırım zor kavranan yasası budur.

  • Eğer bir ideolojik ve kültürel mücadele yürütmezseniz, “anlı (alnı) secde görenleri” yenmeniz zordur.

Dolayısıyla muhaliflerin, AKP ve siyasal İslamcıların değer eksenli ideolojik saldırıları karşısında, “din düşmanı” görünmek korkusuyla geri çekilmek yerine, bu alanda açık bir mücadele yürütmeyi göze almak gerekiyor. Aynı şekilde, bugün kaba bir milliyetçilik ile boşluğu doldurmaya çalışmak yerine, zamanında tutarlı bir anti-emperyalist yurtseverlik siyaseti izlenseydi tablo farklı olurdu.

  • Gericilik ve faşizm ile bilim ve akılcılık eksenli kararlı bir ideolojik, kültürel, siyasal mücadele yürütülmeden başarı kazanmak imkânsızdır.

Bunun din ya da inançlara saygı ya da saygısızlıkla bir ilgisi yoktur. 14 Mayıs seçimlerinde ortaya çıkan tablonun tek olmasa bile temel nedeni budur.

Farkında mısınız, onlar rahattı. Hiçbir etik ya da ahlaki kaygı duymadan mücadele ettiler. AKP yönetimi, kendi dar dinci programını bütün topluma dayatma hakkının olduğuna inanıyordu. Çünkü onlar, kutsal bir davayı temsil ettiklerine, Allah’ın kelamının (Nass) gereğini yaptıklarına ve bizatihi bu davanın kendilerine mutlak bir haklılık kazandırdığına inanıyordu. Öyle de davrandılar.

Artık siyasal aymazlık ve ahmaklığın alemi yok!

Hiçbir şey için geç değil.

Bir tarihsel başarıya ihtiyacımız var.

Yapabiliriz!

O halde bütün gücümüzle 28 Mayıs’a yüklenelim.

Cesareti örgütlemek

SİYASET 22.01.2023, BİRGÜN

Siyasal İslamcı AKP’nin ülkeye nasıl el koyduğunu anlamak için, seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişimine de bakmakta büyük yarar var. Bu ülkede ABD ve NATO desteği ve yönlendirmesiyle son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yani insanlar, sosyal/ sınıfsal konumlarından hareketle ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır duruma getirildi. İnsanların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif bir ilişki oluştu.

  • Sırf alnı secde görüyor diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu.

Siyasal tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye başladı. Giderek toplumsallaşan gönüllü bir kulluk yaratıldı. Aklı ve vicdanı özgürleşmemiş veya teslim alınmış kölelerin önüne sandık konulunca, onlar da kaçınılmaz olarak efendilerini seçti. Anımsayalım; AKP iktidara geldikten sonra seçim kampanyalarını genel olarak ekonomik-sınıfsal istemler çevresinde değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik talepler zemininde yürüttü.

YOKSULLUK ve KUTSAL DAVA

İçinden geçtiğimiz büyük ekonomik krize, yoksullaşmanın derinleşmesine, insan onurunu ayaklar altına alan sefalete karşın Erdoğan-AKP iktidarının oy oranı yaklaşık olarak %30 düzeyini koruyor. Bu durum gerçekten büyük bir şaşkınlık yaratıyor. Oysa nedeni basit, iktidarları her zaman tencere-mutfak metaforuyla ifade edilen yoksulluk, ekonomik krizler, yaşam pahalılığı vb. gibi gelişmeler değiştirmiyor. Bazen süreç tersine işler ve daha baskıcı ve faşizan yönetimlerle sonuçlanır. Çünkü, toplumlar krizlere ilerici ve devrimci çözümler üretemez ise, siyasal mücadeleler daha koyu bir gericilikle sonuçlanabilir.

Son 20 yıldır Türkiye’de de siyasal ve toplumsal süreçler böyle işledi. Çünkü, ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP, seçim kampanyasını da din, kutsal dava, milletin değerleri gibi temalar çevresinde yürüttü. Bunun karşısında liberalizmin etkisi altındaki sol ve ilerici güçler ise, ideolojik bir dağınıklık içinde ve bir yenilgi psikolojisiyle yer aldı. Daha çok ekonomik ve sendikal taleplerle sınırlandırılmış bir mücadele çizgisi izledi.

Daha önemlisi, solun bir kesimi, saldırılarını laiklik, cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımları gibi ideolojik ve kültürel alanda geliştiren İslamcı hareketin karşısına değil, yanında yer almak gibi büyük bir siyasi ahmaklık içine düştü. Liberal entelijensiya, bütün muhalefet alanını ve ilerici değerleri çürüttü. Cumhuriyetçileri ve solu pasifize etti.

Sonuç olarak, bugün kurtulmaya çalıştığımız dinci-faşizan cehennemin yollarını döşendi.

CESARETİ TOPLUMSALLAŞTIRMAK

Muhalefet ve sol, mücadelenin ideolojik ve kültürel bir alanda geliştiğini yeterince göremedi. Dolayısıyla, “fakirlik edebiyatı” üzerinden geliştirilen ve ekonomik talepler ekseninde seçim kampanyaları yürüttü. Ne cumhuriyet ne de laiklik etkin bir biçimde savunuldu. Toplumun AKP’ye oy vermeyen % 50’yi aşkın kesiminin aydınlanma değerleri çevresinde birleştirilmesi için etkili hiçbir girişimde bulunulmadı. İdeolojik ve kültürel mücadele alanı boşaltıldı. Toplum kendiliğinden direndi.

Buna karşılık AKP, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin yarattığı kaos (karmaşa) ortamından da yararlanarak toplumu dönüştürme ve sokağı terörize etme siyasetini yükselterek sürdürdü. İktidar olanaklarını kullanarak örgütlediği yasadışı çeteler ve SADAT gibi milis örgütlenmeleri aracılığıyla muhalif toplum kesimlerini tehdit etmeye başladı. Bu tehdit karşısında sürekli geri çekilen, pasifist bir tutum takınan muhalefet anlayışı, topluma güven veremezdi. Bu tutumun bir özgüven yıkımına yol açması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu!

AKP’nin toplumda yarattığı korku ve umutsuzluk iklimi, muhalefet güçlerinin bu siyasal atmosferi değiştirme konusundaki beceriksizliği ve –hadi korkaklık demeyelim– tereddütleriyle (çekinceleriyle) birleşince, gerici hareketin kendisini olduğundan daha güçlü gösterdiği bir tablo oluştu. Ülkede, eğer Mahir Çayan’ın geliştirdiği özgün kavramla ifade edersek, bir tür “suni denge” ortamı oluştu. Korku ve kötülük giderek yayıldı, örgütlendi ve toplumsallaştı.

Çetelerin kol gezdiği, düzenin mafyalaştığı, yasaların askıya alındığı, kuralsızlığın hüküm sürdüğü, adalete inancın kalmadığı bir ülke ortaya çıktı. Liberallerin paha biçilmez desteğiyle (!)  gelişen bir umut krizi, yenilmişlik duygusu ve korku atmosferi bütün toplumu içine aldı. Eski çürüyor, ama yeni olan doğamıyordu. Dönem canavarların zamanıydı.

UMUT KRİZİNİ AŞMAK

İşte bu dönemin artık sonuna gelindi. Cumhuriyeti imha eden İslamcı hareket, yerine yeni bir rejim ve düzen kuramadı. Buna görgüsü, bilgisi, birikimi, insan kaynakları, geleneği, ideolojik donanımı, müktesabatı (birikimi) yetmedi. AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler değişti.

Tabloyu kabaca şöyle özetleyebiliriz :

Yalnızca geniş halk kesimleri, emekçiler, sol ve cumhuriyetçiler için değil, hemen her kesimde “bu kadar yeter” duygusu yerleşmeye başladı. Büyük sermaye ve Batılı güç merkezleri için de durum pek farklı değil. Belli ki, Batı ve sermaye bütün kirli işlerini gördürdüğü ve artık işine yaramayan, dahası kendileri için bir istikrarsızlık kaynağı oluşturan İslamcı iktidar ile daha çok gitmek istemiyor. Ancak, sermayenin ve Batı’nın iktidara taşıdığı İslamcılar da ele geçirdikleri gücü bırakmak niyetinde değil. Çünkü, rejim değişikliğini tamamlamak ve geleceklerini güvencelemek istiyorlar. Bugün yaşanan şiddetli siyasal gerilimin temelinde bu durum yatıyor.

İslamcı hareket, düşük yoğunluklu da olsa bir dinci-faşist ya da faşizan rejimin kuruluş sürecini tamamlamak istiyor. Bu amaçla iktidarı yitirmemek için her şeyi yapacağı anlaşılıyor. Bu bağlamda, 2023 seçimleri ülkenin yazgısının yeniden belirleneceği kritik bir eşik özelliği kazanıyor.

Sonuç olarak                    :

  • Seçimlere doğru giderken yapılması gereken şey;
  • Topluma güven vermek ve AKP iktidarının yıkılabileceğini göstermektir.
  • Umut krizini aşmaktır.

Bu amaçla, “ideolojik saflığı” korumak gibi bir kaygıyla hareket etmek yerine, dönemin maddesine ve ruhuna uygun bir mücadele çizgisi geliştirmektir.

İyiliği ve cesareti örgütleyip toplumsallaştırmaktır.

Yakın ve vahim (ürkünç) tehlikeyi yenilgiye uğratacak bir siyasal taktik izlemektir.

Küçük hesapları bir yana bırakarak, İslamcı-faşist cephenin karşısına, “tek aday” diye kodlanan ve yaşam içinde geliştirilecek bir “halk ittifakı” ile çıkmayı başarmaktır.