Etiket arşivi: Köy Enstitüleri

TÜRK MİLLETİ, HER ŞEYDEN ÖNCE KÖKLÜ “MİLLİ KİMLİĞİNİ” ÖĞRENMELİDİR

TÜRK MİLLETİ, HER ŞEYDEN ÖNCE KÖKLÜ “MİLLİ KİMLİĞİNİ” ÖĞRENMELİDİR

Konuk yazar :
Güzide Filiz TUZCU

Türk Milleti yaşamını “tam bağımsız, özgür ve sağlıklı olarak devam ettirebilmek, güvenli ve huzurlu yarınlara ulaşabilmek” için,  her şeyden önce ONA unutturulan  “HAFIZASINI“,  mutlaka ama mutlaka geri kazanmak zorundadır.

O halde bir Millet, yaşamı için olmazsa olmaz olan   “Hafızasını” nasıl kazanabilir?
Elbette ki “TARİH  İLMİNİN  REHBERLİĞİYLE” HAFIZASINI GERİ KAZANABİLİR.
Şimdi burada “HAFIZAMIZI TAZELEMEK – YA DA YENİDEN KAZANMAK” üzere tarih ilminin ışığıyla günümüze bir projeksiyon yapacağız;

– Büyük Atatürk’ün en büyük istek ve hedeflerinin başında ne geliyordu? Türk Milletine kasıtlı olarak unutturulan, hatta çalınan “Milli Hafızasını “, yani binlerce yıllık köklü milli kimliğini –  tüm dünya dillerine kaynaklık eden GÖK-TÜRK ASENA RUNİK ALFABESİNİ,

TÜRK dili – kültürü  ve tarihini  yeniden hatırlatmak.

Evet bir Millet, aynı bir insan gibi, “geçmişini, ailesini, soyunu, kim olduğunu – nerden geldiğini – köklerini- atalarını akrabalarını”, kısacası kim olduğunu – soyunu bilmek zorundadır; bilmediği takdirde dünya milletleri içinde  önemini, saygınlığını, gücünü tamamen yitirir ve  güdülmeye hazır kalabalık bir insan  güruhuna – bir sürüye dönüşür…  Büyük Atatürk’ün ifadesiyle ancak “başka milletlere av olur”.

Onun içindir ki Büyük Atatürk Türk Milletine ,  “kadim  – şerefli milli kimliğini” tanıtmak üzere, onun binlerce yıllık (16 bin yılın üstünde) muazzam antik tarihini  öğretmek, hatta bir daha unutmamak üzere hafızasını kazımak  istemiştir.

O, bunu yapabilmek için her şeyden önce yüzlerce yıl  zengin ve güçlü emperyalist batılıların tekelinde ve tasallutunda kalmış olan “GERÇEK ANTİK TARİHİN” üzerine örtülen karanlık perdenin  kaldırmasını, antik tarihin Türk Tarihçilerce kapsamlı olarak araştırılmasını, arkeolojik kazılar yapılmasını ve “ANTİK TÜRK TARİHİNİN” bilimsel kanıtlarla gün ışığına çıkarılmışını zorunlu görmüştür. Böylece O, Türk Tarih Kurumunu, Türk Dil Kurumunu, Dil – Tarih – Coğrafya Fakültesini kurmuş, Tarih Konferansları düzenlemiş, antik tarih araştırmalarını ve  arkeolojik kazıları bizzat teşvik etmiş, hatta binlerce işleri arasından zaman ayırarak,  bazı kazılara da bizzat katılmıştır.

Çağımızı fersah fersah aşan – ileri düzeyde bir dehaya – öngörüye ve  bilimsel düşünce yapısına sahip olan, ayrıca öğrenmeye, okumaya ve bilhassa “TARİH İLMİNE”  büyük önem veren Büyük Atatürk, bir bilim insanı titizliğiyle yapmış olduğu araştırmalarına ve antik tarih ile ilgili okuduğu yüzlerce kitaba dayanarak, Türklerin tarihiyle ilgili son derece önemli ip uçları ve bilgiler yakalamış ve bunlara dayanarak  “Türk Tarih Tezini” gündeme getirmiştir.

O Büyük İnsan, aklıyla – ahlâkıyla – örnek insanlığıyla,  bilgeliğiyle, bilimsel düşünme yeteneğiyle, bilgisi ve sağlam karakteriyle tüm dünya  milletlerini kendisine hayran bırakmıştı, hayran bırakmaya ve saygı görmeye de devam ediyor… (çeşitli ülkelerde Onun ölümsüzlüğüne  – Ona ne kadar saygı duyulduğuna  ve büyüklüğüne  bizzat şahit oldum…)

O halde  Büyük Atatürk, “Türk Tarih Tezini” gündeme getirirken,  elbette  ne söylediğinin bilincindeydi,  O Büyük İnsan –  O Bilge Tarihçi,  “ayakları yere basmayan – boş işlerle – masallarla” uğraşacak biri değildi! Oysaki bazı sözde bilim insanları, Türk Tarih Tezini  kuvvetle destekleyen binlerce bilimsel kanıtı, arkeolojik bulguları ve kaynak eserleri ” görmezlikten gelerek, ya da bunlardan haberi  dahi olmadan ahkam keserek, hiç utanmadan – sıkılmadan  “Türk Tarih Teziyle” dalga geçip, alay etmektedirler! Ey Türk Milleti, seni, tarihi köklerinden koparan, senin beslediğin – maaşını verdiğin “Türk ve Türklük karşıtı” bu sözde aydınları iyi tanı…

Bu sözde bilim insanlarını şiddetle kınıyor ve soruyorum neye dayanarak – hangi bilimsel kanıta dayanarak “Türk Tarih Tezini”  reddediyor ve  onunla ilgili  bilim dışı – tamamen siyasi  yorumlar yaparak, gülünç duruma düşüyorsunuz? Yabancı ülkelerdeki  tarafsız tarihçiler, “batılıların egemenliğe altına girmiş, bu sözde Türk ve sözde bilim insanlarına” gayet haklı olarak burun kıvırıp, alay ediyorlar… Çünkü gerçek bir bilim insanı, bir tezi körü körüne reddedemez;  hele ki milletinin ve vatanının tamamen lehine olan böylesine  hayati bir tezi!

Okumuş – aydın – bilgili – bilinçli tüm  batılılar, ya da doğulular, “Türk Tarih Tezinin” doğru olduğunu, Türklerin en eski milletlerin başında geldiklerini, Türk Alfabesinin tüm batı dillerine kaynaklık ettiğini, Avrupa’ya ilk medeniyet götüren antik çağ Etrüsklerin (İtalyanca) (ki Etrüskler kendilerini  “Gök-Türk Asena”  olarak adlandırmışlardır) Türk olduklarını, keza Sümerlilerin ve Hititlilerin de Türklerin Ataları olduklarını ve de Antik Tarihin, emperyalist batılılarca  Grekler ve İtalyanlar lehine kurgulandığını ve değiştirildiğini gayet iyi biliyorlar. Gerçek Antik Türk Tarihini bir bilmeyen Türk Milleti! Çünkü Türkleri aydınlatmakla görevli olan ve  bunun için maaş alan – üniversitelerde, ya da bazı sözde Atatürkçü Cemiyet ve Derneklerde   saltanat süren – pek çok bilim insanı görevini yapmamaktadır!

Türk Milletine önemle  hatırlatmak isterim ki  “Türk Tarih Tezinden” çok büyük rahatsızlık duyanlar, onu önemsizmiş gibi, masal gibi, efsane gibi göstermek isteyenler, ezeli Türk karşıtlığı güden emperyalist batılıların sözcülüğünü yapmakta olup, “fanatik Türk karşıtı  batılıların bilim dışı – siyasi iddialarını”  tekrar etmekten başka hiç bir şey yapmıyorlar! Bunlar, Türk Tarih Tezi aleyhine bilimsel kanıt göstermiyorlar, antik tarihle ilgili sorulan sorulara cevap veremiyorlar,  ne de trajikomik duruma düşüyorlar…

Emperyalist batılılar, tarihi siyasi ve iktisadı çıkarlarına tamamen ters düştüğü için “Türk Tarih Tezini – yani Antik Türk Tarihini”  reddediyorlar (bunu bir bakıma anlayabiliriz!  ): Peki bazı sözde Türk bilim insanları bilimsel kanıtlara dayanan bir anti-tez öne süremeden, yani Türk Tarih Tezi aleyhine bilimsel hiç bir kanıt göstermeden,  Antik Türk Tarihini körü körüne niye  reddediyorlar? Niye? Niye? Niye? Niye? Niye? Aslında cevabı hepimiz biliyoruz…

Örneğin Ermeni kökenli Fransız tarihçi Etienne Copeaux da “Türk Tarih Tezini  komik bulduğunu, Türklerin,  Türk Tarih Tezindeki en gülünç iddiaları  terk ederek,   “Türk – İslâm Sentezini” benimsemeleriyle, geçmişteki hatalarını (yani gülünçlüklerini) bir nebze olsun telâfi ettiklerini ” buyurmuş!  (Kaynak:  Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında TÜRK TARİH TEZİNDEN TÜRK İSLÂM SENTEZİNE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 367)

 Hayret! E. Copeaux’un  Türkiye’deki   bazı sözde bilim insanlarıyla birebir  aynı dili konuşması ne ilginç! Acaba bu bir tesadüf mü? Naçizane kanaatime göre Türk Milleti mutlaka ama mutlaka “Antik Türk Tarihinden“, yani kadim geçmişinden, antik çağlarda muazzam medeniyetler ortaya koyan Antik Türk Atalarından haberdar edilmelidir ve bunu yapacak olanlarda Gerçek Atatürkçü, Gerçek Vatansever,  Gerçek Bilim İnsanı meslektaşlarım  “TÜRK TARİHÇİLER” olacaktır.

Bu bağlamda Türk Eğitim Sistemimiz yeniden “MİLLİ” olmalı; “Eğitimde Birlik-Bütünlük  Esas Alınmalı” (Tevhidi Tedrisat Kanunu tekrar yürürlüğe sokulmalı) Büyük Atatürk’ün öngördüğü “Tarih Dersleri ve Tarih Kitapları” Türk çocukları ve gençleriyle yeniden buluşturulmalı; Köy Enstitüleri, Halk Evleri ve Halk Odaları yeniden açılmalıdır. Türk milleti bilgilendirilmeli ve bilinçlendirilmelidir; tüm medeni – çağdaş milletlerin aydınlarının yaptıkları gibi…

Kuran’da bile Yüce Allah diyor ki “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?  Bilen gözü gören gibidir, bilmeyen kör gibidir“. Kuran “bilimi,  gerçeği ve bilim yolunda ilerleyen dürüst – namuslu – doğru insanları” hayatımıza rehber edinmemizi öğütlemektedir…

Benzer şekilde başta İsaac Newton, Albert Einstein gibi dâhiler olmak üzere, batılı pek çok bilim insanı da  “din ile bilimi uzlaştırmış ve onları birbirlerine hizmet eder konuma getirmişlerdir.” Türk bilim insanlarına duyurulur… Türklerin köklü dini inancı olan İslam’ı dışlayarak, zaten hiçbir yere varamayız; ancak milleti cahil – sahte  sözde hocaların eline terk ederiz ki, 1938’den beri yapıldığı gibi…

  • KISACASI TÜRK MİLLETİ, ASLINA – GÜZEL ÖZÜNE – KADİM DEĞERLERİNE – KÜLTÜRÜNE VE İNANCI OLAN İSLÂM’I TEBLİĞ EDEN YEGANE KAYNAĞA – KURAN’A  YENİDEN KAVUŞTURULMALIDIR. TEK KURTULUŞ YOLUMUZ BUDUR.

=============================================
Değerli site okurlarımız,

Konuk yazarların bu sitede yayınlanan yazıları kendi görüşlerini yansıtmaktadır.
Sayın Güzide Filiz Tuzcu, bir tarihçi olarak sitemizde yazılarıyla sıklıkla konuk oluyor.
Kendisine teşekkür doluyuz.

Sevgi ve saygı ile. 18 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

İsmet Taşkale, ismettaskale@gmail.com
Köy Enstitülü E. Öğretmen-Yazar

Bu satırların yazarı yüzde elli Köy Enstitülü, yüzde elli Öğretmen Okulludur. 1950 yılında girdi Köy Enstitüsüne, 1956’da mezun oldu Öğretmen Okulundan. Bu iki kurumda uygulanan eğitim-öğretim programları arasındaki ayırımları yaşayarak öğrenenlerden biri.

Unutmadan şunu söyleyeyim ki, Köy Enstitüleri köylerin kalkınması, canlanması, demokratikleşmesi ve buraların birer üretim merkezi olmasını amaç edinen okullar olmasının yanında, çok sıcak birer aile kurumlarıydı da. Öyle olmak zorundaydılar bir bakıma. Kendi köyü ile 900-1000 nüfuslu küçük ilçelerden başka yer görmemiş, ardında anne babayı bırakmış ve otlattığı 10-15 koyun ya da keçilerinden ayrılıp gelmiş 11-12 yaşındaki ana kuzularını ağlamaktan, sızlanmaktan, kaçmaktan ve olası bunalıma girmekten onları nasıl koruyabilir veya tutabilirdiniz buralarda? O nedenle bu okullar aynı zamanda anne babalar gibi öğrencilerine sevgiyle, şefkatle yaklaşan, tüm sorunlarıyla ilgilenen; saçlarını tarayan, düğmelerini ilikleyen, ellerinden tutan ve sık sık sabahın erken saatinde gözlerini açtıklarında başuçlarında bulunan değerli öğretmen, usta ve personelleriyle birer aile ortamı yarattılar.  Sevgi, saygı ve dayanışma üzerine kurulan bu ortam doğal olarak öğrencilerin okulda kalmalarını ve derslerde başarılı olmalarını sağlamıştır.

Köy Enstitüleri’nde her gün uyku saati dışında kalan, ara vermeden 15-16 saat süren çok hareketli bir yaşam vardı. Sabah kahvaltısını Enstitülerin merkezi konumundaki meydanda 15-20 dakikalık 750-800 öğrencinin birlikte oynadığı milli oyunlar izlerdi. Ardından günde 7 saat, yedi ders için sınıflara geçilirdi.

Gerçek eğitim-öğretim de son dersten sonra başlardı. Herkes bir yerlere koşardı. Çünkü Köy Enstitüleri’nde Öğrenci-öğretmen herkesin ilgisine yanıt veren çeşitli çalışma alanları vardı: Örneğin:

  1. Atölyeler : a. Marangoz, b. Demir ve c. İş.
  2. Salonlar : a. Resim, b. Müzik, c. Heykel,     d. güreş,     e. Öğrenci derneği,     f. Sinema.
  3. Oyun sahaları : a. Futbol,     b. Voleybol,       c. Basketbol,      d. tenis,      e. Kayak.
  4. Kooperatifçilik : a. Arıcılık,     b. Tavukçuluk,
  5. Odalar : a. Müzik,     b. Matematik,    c. Tiyatro,     d. Edebiyat,     e. Kitaplık.
  6. Laboratuvarlar :
  7. Fen bilimleri, (ben burada elektrik zili ile Mors alfabesini yazan makineyi yaptım, sınıf kapısında yıllarca bu zil kullanıldı)     b. Kimya,    c. Biyoloji gibi…

Görüldüğü üzere Köy Enstitüler öğrenci ve öğretmenlerin hem öğrenme ve hem kendilerini ifade etme alanlarıydı. Bu tür çalışmalar genelde saat 16:00’da başlar, 19:00’da son bulurdu. Akşam yemeğinden sonra saat 20:0021:30 arasında sınıflarda sınıf öğretmeni denetiminde “derslere hazırlanma” çalışmaları olurdu. Ardından yatakhanelere gidilirdi.

Hafta sonlarında da sinema, tiyatro izlenir; oyun karşılaşmaları yapılır, Köy Enstitülerini ziyaret eden yerli ve yabancılara müzik dinletileri ve ulusal oyun gösterileri sunulurdu.

Köy Enstitülerinde Öğrenci Derneği seçimi başlı başına bir demokrasi şöleni idi. Demokrasi GrubuDevrim Grubu, Ata Grubu gibi gruplar başkan ve üye adaylarıyla ortaya çıkarlar; okulun radyo yayın odasından kendilerinin ve programlarının tanıtımını yaparlar; yetmedi okulun her tarafını kendi reklam afişleriyle süslerlerdi. Yukaroda saydığım çalışma alanlarını gezerek gördükleri öğretmen, usta, personel ve öğrenciden oy isterlerdi. Oy günü izinler kalkardı. Herkes okulda olurdu. Heyecan zirve yapardı. Seçim sonuçlanıncaya kadar Enstitü Meydanı dolup taşardı. Sonuçların açıklanacağı sırada yaşam dururdu sanki. Dakikalar süren bir alkıştan sonra kazanan grubun başkanı okulun radyo yayın odasında bir teşekkür konuşması yapar, ilk toplantının gündemini, yerini ve zamanını belirtir ve herkesi toplantıya   davet ederdi.

İşte bu tür toplantılardan birine okul müdürü de katılmıştı. Ben de Öğrenci Derneği yönetim kurulu üyesi idim. Gündem üzerinde konuşmalar yapılırken söz alan bir öğrenci, “Ben Müdürümü çok seviyorum, fakat çok sık karşılaşmaktan da kaçınıyorum” dedi. Ben de “Kaçınmanın gerçek nedeni nedir?” diye sordum. O da “Müdürüm her seferinde saçımda, elbisemde ya da düğmelerimde bir kusur buluyor.” Şeklinde yanıtladı. Bunun üzerine söz alan Müdür Bey de “Bu eleştiriyi getireni yürekten kutluyorum. Şu an çok mutluyum. Çünkü bizim sizde görmek istediğimiz de, okulumuzun size vermek istediği de bu… Her koşul altında doğruyu söylemek, eleştiri yapmak güç ve güvenini kazanmak… Müdürünüz, öğretmeniniz olmanın ötesinde anneniz babanız gibi sizlerin görünümlerinizin de çok şık ve güzel olmasından da sorumluyum. Bu sizin geleceğiniz, başarılarınız için gerekli. Fakat öğrencimin bu uyarısından sonra daha az kusur bulmaya çalışacağım.” dedi ve alkışlandı Müdür Bey.

Böylesi sıcak ve özgür ortamlarda kafamızdan, yüreğimizden geçenleri; içimizden ve dışımızdan yapılan dürtüleri özgürce ve korkusuzca ifade etmekten kaçınılmazdı Köy Enstitülerinde. Yaşamda da bu niteliklerimizden dolayı düzenle hep çatıştık. Çatıştıkça da dışlandık. Dışlandıkça da Köy Enstitüleri’ne olan kızgınlıklar arttı. Hindistan, Pakistan, UNESCO, dünyada 20 büyük ülkeye danışmanlık yapan eğitim felsefecisi John Dewey, Fay Kirby ve daha niceleri yeni bir eğitim modeli olarak alkışladılar Köy Enstitülerini; fakat kapatılmalarının üzerinden 75 (1954’de kapatıldı, yani 64 yıl geçti/D.A.) yıl geçmesine karşın etki ve yankıları artarak süren bu özgün Türk ürünü  kurumları düzenin egemenleri kabullenemediler, içselleştiremediler.

 O nedenle 1954 yılında Köy Enstitülerinde on şiddetinde bir deprem oldu. Kapatıldılar. Adları, amaçları ve programlarında değişiklikler yapıldı. Yönetici ve öğretmenlerinin bazıları alındı. Yaparak, yaşayarak-iş içinde eğitim-öğretim yerine, ezberci eğitime dönüldü. Üretim için eğitim yerine tüketim öğretimi geldi. Laik ve demokratik eğitim-öğretim yerine ümmetçiliğe kapı aralandı. Akıl yerine Vahiy konulmaya başlandı.

Özet olarak felsefesini “Akıl, Vahiy’in önüne geçemez ve üstüne çıkamaz; akıl yok nakil var” düşüncesi üzerine kuran Gazali’nin artık takıldık peşine, gidiyoruz bir karanlığa, bir bilinmezliğe… Üstelik öğretmen, usta ve öğrenci eliyle yapılan, Cumhuriyet’in ve Tarih’in simgesi olan binaların kapılarına kilitler vuruldu. Enstitülerin bağ, bahçe ve park olarak kullandıkları yeşil alanlara modern söylemleriyle çok katlı ve kaloriferli binalar yapıldı.

Beceri ve yeteneklerin sergilendiği atölyeler, salonlar, laboratuvarlar, oyun sahaları, kooperatifler, odalar ve öğrenci dernekleri boşaltıldı. Tarım, demir ve ağaç işlerinde kullanılan tüm araç ve gereçler zaman içinde ya yok edildiler ya da çalışamaz hale getirildiler.

Sözün özü, açık ve net olan bir şey var ki, tüm bu yapılanlar çağdaş uygarlığı yakalamaya uğraşan bir büyük ulusa karşı işlenmiş acımasız bir kıyımdı. Bu kıyım, savunduklarını sandıkları “Milliyetçi ve Mukaddesatçı” düşünceyi de kemirmektedir…  (15.04.2018)
==================================
Dostlar,

Bir hazin öyküdür Köy Enstitülerinin kapatılması..
DP – Menderes’in ihanetinin üzerinden, 1954’ten bu yana 64 yıl geçti ve bizler hala bu efsane kurumları konuşuyor, arıyor ve özlüyoruz. Kapatanları kınıyoruz elbette. 1940-1954 arasında 21 Köy Enstitüsü 20 bini aşkın yurt aşığı köy öğretmeni yetiştirdi. Bu insanlar günümüzde tükenmek üzereler. Ancak her edimleriyle örnek ve ışık oldular yaşadıkları sürece..

Hasan Ali Yücelleri, İsmail Hakkı Tonguçları, Rauf İnan’ları engin bir şükranla anıyoruz.
Benzer bir eğitim sistemini 21. yy’ın gereklerine göre güncelleyerek ne yapıp edip yeniden yaşama katmalıyız. Bu kurumların düşünsel kökleri Mustafa Kemal ATATÜRK‘e uzanıyor. Ne demişti Kemal Paşa eğitim için :

  • Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.

Yazının yazarı Sn. İsmet Taşkale ve bizimle paylaşan dostumuz Sn. Duran Aydoğmuş’a teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile. 16 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mustafa Gazalcı: Yeni müfredat değişiklik taslağı kabul edilemez!

Yeni müfredat değişiklik taslağı kabul edilemez!

Mustafa Gazalcı

Müfredat (Öğretim konuları, izlence)
Müfredat, öğretim konuları demektir. Bir derste okutulacak konuları içeren program, izlence demektir. Müfredat Arapça bir sözcük, yerine herkesin benimseyeceği Türkçe bir sözcük konmalı. İzlence,  öğretim konuları gibi…

Öğretim konularının belirlenmesi yaşamsal derecede önemli… Gelecek kuşakların nasıl biçimleneceği bu konu başlıklarıyla (müfredatla) ortaya çıkıyor.

Yöntem yanlışlığı:

Milli Eğitim Bakanlığı masa başına yaptığı, kendisine yakın olan Eğitim-Birsen sendikasıyla paslaşarak hazırladığı bu müfredat değişikliği yöntem olarak yanlıştır.

Böyle önemli değişiklikler uzmanların, eğitim sendikalarının, demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla hazırlanmalıdır. Tıpkı Anayasa değişikliği gibi ders müfredatları değişikliği de
bir oldubittiyle yapılmıştır.

İyi niyetle yapılacak önerilerin dikkate alınacağını sanmıyoruz.

O yüzden bu değişiklik geri çekilmeli yeniden uzmanlar, eğitimciler, üniversiteler ve demokratik kitle örgütleriyle birlikte bilimsel toplantılarda hazırlanmalıdır.

Eğitim dinselleştirdi, paralı duruma getirdi

AKP yaklaşık 14 yıldır tek başına iktidarı döneminde partizanca uyguladığı kadrolaşma sonucunda eğitimi dinselleştirdi, paralı duruma getirdi. Özellikle 2012’de bir dayatmayla getirilen 4+4+4 yasasıyla eğitim, öğretim birliğinden uzaklaştı, niteliği düştü.
2015 PISA sonuçlarında bu açıkça görülmektedir.

Ayrıca AKP 5 yılı dolan kitapları yenileme gerekçesiyle zaten birçok konuyu ders kitaplarından çıkararak ders programlarını dinselleştirme, tarihi çarpıtma yönünde adım atmıştı.

Şimdi ortaya konan müfredat taslağıyla bu değişim kökten yapılmaktadır.

  • Bilimsellik ve laik Türkiye Cumhuriyeti ilkeleri çarpıtılmaktadır.

Değişiklikte Neler Var?

172 sınıf düzeyinde ve 53 ders programı için hazırlanan taslakta değişiklikler yapılmıştır.

* Atatürk ve Atatürkçülüğün içi boşaltılmakta ve daraltılmaktadır.

* İsmet İnönü, Lozan önemsizleştiriliyor.

* Sürekli Osmanlı vurgusu yapılıyor.

* Biyoloji kitabından Darwin’in evrim kuramı çıkartılıyor. Bilimden korkuluyor.

* Demokrasi mücadelesi yalnız 15. Temmuzda yapılmış gibi bir izlenim veriliyor.

*Türkiye tarihi bir bütün içinde vereceğiz diye, Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşu sıradanlaştırılıyor.

* Ülkemizin eğitim tarihinde önemli yeri olan, Köy Enstitüleri, Halkevleri, Mesleki Teknik Eğitimdeki ilerlemeler, eğitim seferberliklerinden yararlanılmadığı gibi, bu konulardan
hiç söz edilmiyor.

Sonuç

Öğrencilere okutulacak öğretim konuları (müfredat) bu biçimde bir oldubittiyle değişemez.

Kısa sürede 10 Şubata kadar görüş alınması bir aldatmacadır.

Eğitim sendikaları (Eğitim-Sen, Eğitim-İş), eğitim kuruluşları, uzmanlar bu değişikliğe karşıdır. Bu değişikliği ancak iktidara yakın Eğitim-Birsen desteklemektedir. O sendika da laik Cumhuriyete, karma eğitime karşıdır.

Kişisel görüşüm, yararı olmayacak şeyler önermek yerine bu taslağın geri çekilmesi için
baskı grubu ve kamuoyu oluşturulmasıdır. ( Tarih Ocak 19, 2017)

Mustafa Gazalcı
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Zeki Sarıhan : MEZUNİYET KONUŞMASI

MEZUNİYET KONUŞMASI

portresi

 

 

Zeki Sarıhan
19.6.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’nin bütün okullarında ders yılını bitiren ziller çaldı. Törenler yapıldı, karneler dağıtıldı.
Öğretmen okullarında da altıncı sınıfların mezun oldukları gün, velilerin de çağrıldığı görkemli bir tören yapılırdı. Bu törenlerde mezunlar adına bir öğrenciden başka beşinci sınıflardan bir öğrenci de uğurlama konuşması yapardı.
30 Haziran 1963 günü yapılacak mezuniyet töreninde, Akpınar İlköğretmen Okulunda beşinci sınıflar adına uğurlama konuşması yapma görevini bana verdiler.
Konuşmamı hazırladım. Önce müdüre okudum. Beğendi, bir kez de edebiyat öğretmenleriyle birlikte dinledi.
Konuşmamı dikkatle temize çektim, yazı makinesinde çoğalttım. Kırlara çıkarak onu ezberlemeye çalıştım. 26 Haziran günü bir nüshasını bırakmak üzere müdürün odasına gittim. Yanında eğitim şefi Şevket Cansu da vardı. Sonradan bir sorun çıkarmaması için…
—Efendim, şuraya bir ibare ekledim, dedim. Mezunlara hitap eden kısımda daha önceki cümle şöyleydi: “Siz aydınlığın meşalesi, çamurlu köy yollarına düşeceksiniz’’
Eklediğim kısımla cümle şöyle olmuştu:
“Siz 17 Nisanların Işığında, ellerinizde aydınlığın meşalesi, çamurlu köy yollarına düşeceksiniz!’’
Müdür metni benden aldı, kalemini çıkardı, bu cümleyi çizecekti ki birden köpürdü.
— Niye değiştiriyon! Sizinle mi uğraşacağız? Niye değiştirirsiniz!’’ diye bağırdı.
Sonra da…
— Sen okumayacaksın! diyerek yazıyı parça parça edip çöp sepetine attı!
Yazıyı hazırlamak ve ezberlemek için gösterdiğim bütün çabalar boşa gitmişti.
Konuşmayı benim yapacağımı bilen öğretmenlerin ve arkadaşların yanında mahcup olmak da vardı. İyice emin olmak için:
— Ben konuşmayacak mıyım? diye sordum. Bundan emin olmak isteyişimin bir nedeni de kürsüye çıkmayacaksam ütü falan yaptırmak gibi gereksiz masraflara girmemekti…
Müdür, sert ve kararlı bir sesle:
— Hayır! Okumayacaksın! dedi.
Soğukkanlılığımı kaybetmeyerek ve bu sonuca aldırmaz görünerek odasından çıktım.
Fakat fena halde onurum kırılmıştı. Bunun yanında Köy Enstitülerinin adından bile ürkülmesi beni üzüyordu.
Bütün insanlığa küskündüm. Artık kimse ile konuşmayacaktım. Artık okulda ne bir görev alacak, ne bir sosyal çalışmaya katılacaktım. Ölecektim! Onlar da öldüğüme sevineceklerdi. “Bana bu yaptıklarından elbet de pişman olacaklar’’dı. “Kendi kendilerinden utanacaklar’’dı. “Müdürümüz çalışkan’’dı “ama anlayışsız ve bilgisiz’’di. “Kendini harcıyor’’du.
30 Haziran 1963 günü okulumuzda mezuniyet günü için büyük bir kalabalık toplandı. Konuşmayı sınıfımızdan başka bir arkadaşa yaptırdılar.
İdarecilerimiz ve öğretmenlerimiz, bazı konularda “İleri gitmemi’’ engelliyor olsalar da
benden vazgeçemiyorlardı. 1964 yılında bu kez mezunlar adına konuşma yapmak için gene beni görevlendirdiler. İdealist bir öğretmen olarak mezun olmaktan ve gideceğimiz köylerde mucizeler yaratma hayalimden duyduğum heyecan konuşmamın her cümlesine yansıyordu:
Altı yıl önce daracık dünyalı köy çocukları olarak bu okula gelmiş ve hümanizmin derin pirizmasından geçmiştik. Şimdi görevimiz geride kalanları kurtarmaktı. Anadolu perişan durumdaydı. Anadolu insanı bozkırın yağmura susamışlığı gibi ışık ve bilim sağanağını beklemekteydi. Halkın alın teri ile kurulmuş bu okullarda yetişen biz halk önderleri, ulusun önüne geçecek, onu kurtaracaktık. Böyle bir ateşle Anadolu’ya dağılıyorduk. Bizimle birlikte Türkiye’nin bütün okullarında ziller çalacaktı. Ardımıza bakmadan gidiyorduk. Bu yolun yolcusuna dönüş yoktu. Nura doğru can atan bir insan seli yaratmadıkça, her bucağını mutlu insanların yaşadığı yer yapmadıkça görevimiz bitmeyecekti. Gerekirse kendimizi Zap Suyu’na vermekten kaçınmayacaktık. Her birimizin mezarı bir köyde kalacaktı. Türk zaferlerinin en büyüğü, gerilikle yapılan bu savaşta kazanılacaktı. Bozkırı şenlendirecek ve Anadolu’da dünya cenneti kuracaktık…
Dinleyicilerden bazıları ağlıyordu…
Konuşmamın tam metni, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonunun aylık yayın organını Birlik Dergisinin Ağustos 1964 tarihli sayısında ‘’Mesleğe İlk adım’’ başlığı ile yayımlandı.
Bilmem şimdiki mezunlar da böyle bir ruhla yetişiyor ve bu ruhu konuşmalarına yansıtıyorlar mı? (19 Haziran2016)

===================================

Dostlar,

Zeki Sarıhan öğretmenimize şükranlarımızı sunarak bu enfes yazısını paylaşıyoruz..

Tatil “hayırlı olsun” diyelim gene de..

Acaba “tatil boyunca” AKP, haşat duruma  getirilen Eğitim Sistemimizde daha hangi yıkıcı uygulamalar getirecek?? Belli değil mi??

Reis geçen ay emir buyurdu Sadrazam Binali Paşa hükümetine :

– Bundan sonra Milli Eğitimde öncelikli hedef “müfredat”…
Yani, daha da dinci – kinci – imam hatipli mücahit kuşaklar yetiştirmek..

Bir boyutu da MİLLİ EĞİTİM VAKFI... Bu vakıf, “paralel” Milli Eğitim Bakanlığı gibi çalışacak ve FETÖ vakıflarını tasfiye ederek onların yerini alacak.. Yani Fethullah cemaatinin tedrisatı (özellikle eğitimi demedik!) yerine AKP cemaatının “tedrisatı” konacak..

Laik, demokratik, akla-bilime dayalı, karma, sorgulayıcı, 21. yy. insanı yetiştirme değil;
tüm okulları İMAM – HATİP yapma! Dayatmalar sürüyor.. TOKİ’ye yeni bina yaptırılmıyor,
eldeki okullar özellikle dayatma ile imam hatiplere dönüştürülüyor.. Kinle, bilerek ve isteyerek..

Yeni Bakan da Mill Savunma’da üstün başarılarından sonra “ödül” (!) ve “misyon” için geldiği Milli Eğitim Bakanlığı’nın adına takmış durumda.. “Eğitim” yerine “Maarif” olmalıymış..
Dileriz (!) bu yaz tatili rehavetinde tüm bunlar yapılır ve 2016-17’ye AKP-RTE,
2023 hedeflerine = Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti’ne esaslı bir adım daha atmış olarak güven ve umutla beraberce yürürler..

Bu uğursuz yürüyüşün – giderek daraltılan yeşil kuşağın bir an önce kırılması gerekiyor.. 

“İyi tatiller” Türkiye!

Sevgi ve saygı ile.
19 Haziran 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

Erdal ATABEK : Nobel Ödülü dersleri…

Nobel Ödülü dersleri…

Cumhuriyet, 12 Ekim 2015


Bir bilim insanımız Prof. Dr. Aziz Sancar kimya dalında Nobel ödülünü iki meslektaşıyla paylaştı. Değerli kardeşim Orhan Bursalı haklı bir coşkulu sevinçle, süreci izleyen yakın bir dostu olarak konuyu bize aktardı.

Bu olaydan duyulan haklı gururu yaşadığımız zaman bile ibret vericidir.
Ülkemizin gündemine bakarsak iç açıcı hiçbir olay yaşamadığımız ortadadır.

Koalisyon kurulmasını engelleyerek ülkeyi yeniden seçime götüren Cumhurbaşkanı Japonya’dadır. Başbakan seçim gezilerindedir. Terör yeniden can almaya başlamış, ülke kan gölüne dönmüştür. Ülke gene siyasal iktidar eliyle ayrışmış, Türk-Kürt ayrımı, Sünni-Alevi ayrımı, dindar olan olmayan ayrımı ülkeyi bölmeyi sürdürmektedir. Bu ayrımdan seçimde yararlanmak isteyen iktidar stratejisi, her türlü seçim hilesine açık bir durum yaratmaktadır. Ülkenin dış politikası gene siyasal iktidar elinde iflas etmiş, dünya devlerinin arasında sıkışmış duruma düşmüştür.

Şimdi, bu ortamda “İşte bir Türk Nobel aldı” diye havalara zıplayacak yerde,
bu olayı doğru okumanın zamanıdır.

Ders 1   : Nobel ödülünü bir bilim insanımız almıştır. Burada “Türk” kimliğiyle övüneceğimiz yerde bilimin safsataya üstünlüğünü görmeliyiz. “Dünya insanı” kimliğini kendi ait oluşumuzun üstüne çıkarmalıyız. “Hac” sırasında yaşanan kazada kaç kişinin öldüğü önemlidir. Türk hacıları azdı diye sevinmek insanlık düşüncesine uymaz. “Filanca uçak kazasında Türk yolcu var mıydı?” diye araştırmak da öyledir. Aziz Sancar bu ödülü “bilim insanı” olarak almıştır. Ülkemizde bilimin durumunu sorgulamamız gerekir.

Ders 2   : Prof. Dr. Aziz Sancar, 1947 yılından beri Amerika’dadır. Orada çalışmaktadır. Çalışmalarını orada sürdürmüştür. Acaba Aziz Sancar Türkiye’de olsaydı şu anda ne yapıyor olacaktı? Bizim akademisyenlerimiz ne durumdadır? Nasıl desteklenmektedir? Üniversitelerimiz ne durumdadır? Üniversite rektörlerini iktidar yandaşı yapmaya uğraşmanın dışında bir ilgi duyulmakta mıdır? Yeni üniversite açmakla övünenler, üniversitelerde neler yapıldığını
merak etmekte midirler?

Ders 3   : Nobel ödüllü bilim insanımız Prof. Dr. Aziz Sancar’ın anne babasının okuma yazma bilmediği açıklanıyor. Bu konu bize Köy Enstitüleri’nin serüvenini açıklamıyor mu?
Eğer Köy Enstitüleri köy ağalarının kentteki uzantıları tarafından kapatılmasaydı,
Türkiye bugünkü Türkiye mi olurdu? Kesinlikle olmazdı. Daha aydınlık, daha uygar,
daha çağdaş bir Türkiye’miz olurdu.

Köy Enstitülerini kapattık, imam hatip okullarını açtık. Öğretmenin yerine imam geçti.
Bilim yerine dualarla yolumuzu aradık. Ama Nobel Ödülü’nü bilim aldı. Ders budur.

Ders 4    : Aziz Sancar çalışkan bir öğrenci olmuş. Disiplinle çalışmış. Amerika’daki çalışmalarını da aynı disiplinle yürütmüş. Kırk yıl azimle bıkmadan usanmadan çalışmış. DNA’nın kendini onarma mekanizmasını bulmuş. Bu elbette bir ekip çalışmasıdır ama Aziz Hoca kendi payına büyük bir iş yapmış. Buradaki ders, bugün eğitimini bitirip ya patron ya
CEO olmak isteyen gençlerimiz için de yaşamsal önemdedir. Yükseliş, azimle, disiplinle, çalışarak elde edilir.

Ders 5   : Alain de Button, yeni kitabı “Haberler”de bir haberin nasıl okunması gerektiğini
çok iyi anlatıyor. Okunmasını öneririm.

Olaylara bakış kültürümüzün temel yanlışı “sonuçlara sevinmek ya da üzülmek”tir.
Bu bakış açısı kültürümüzün defektidir. Eğer sonuçlara bakmak yerine “nedenlerianlamak yolunu seçsek olaylardan yararlı sonuçlar çıkarabiliriz.

Sonuca sevinmek (ya da üzülmek) yerine “süreci anlamak, süreci analiz etmek” yolunu seçersek rastgele yaşamak yerine bilinçli yaşam yolunda bir adım atabiliriz.
Yapabilir miyiz acaba?
Yapan yapar. Yapamayan bakar.
Son ders de budur.

=================================

Dostlar,

Meslek büyüğümüz Dr. Erdal ATABEK, derslerle dolu bir yazı yazmış..
Ustaca kurgulamış ve bağlamış..
Prof. Aziz Sancar’ın NOBEL başarısına nasıl bakılması gerektiği dersleri var yazıda.
Yerindedir, öğreticidir.. Bu dersleri alalım..

Ama Sayın Atabek lütfen izin versin de, Prof. Sancar Türk olduğu için de
ayrıca, ek olarak (fazladan!) sevinelim..
Çünkü O “bizden – içimizden” biri ve bunu yüksek sesle, övünerk dile getiriyor..
Bağrından geldiği Türk Ulusu’nun kültürünü yaşıyor ve yaşatıyor..

Sevgi ve saygı ile.
13 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !


portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
afilazi@gmail.com 


Bologna Süreci Nedir?

Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin Dışişleri Bakanlarının 1998’deki Sorbon Bildirisi ile öncülük ettiği Bologna Süreci, 19 Haziran 1999’da İtalya’nın Bologna kentinde toplanan 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimle ilgili Bakanlarınca Bologna Bildirgesi‘ne imza atmasıyla başlayan bir süreçtir.  Türkiye’nin 2001’de katıldığı bu süreç, günümüzde 47 ülkede uygulanmaktadır. Hedef Avrupa yurttaşlarının hareketliliğini, istihdam edilebilirliğini ve tüm kıtanın gelişimini sağlamak için Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın (AYA) oluşturulması, Avrupalılığın yalnız Avro, banka ve ekonomi olmadığı; kültürel, sosyal, bilimsel ve teknolojik olarak daha bütünsel bir Avrupa olduğunun gösterilmesidir.  Bildirgede ülkelerin yükseköğretimde yapılacak reformları gerçekleştirmede kararlı oldukları vurgulanmış olup, AYA’nın yaratılması için çok önemli görülen hedefler öne çıkarılmıştır.  Bu hedefler arasında kuşkusuz en önemlisi Avrupa Yükseköğretim Sisteminin uluslararası rekabet gücünün artırılmasıdır. Yani birçok gerekçe arasında “rekabet” öne çıkmaktadır.

Bologna Süreci‘nin en kapsamlı amacı, kulağa oldukça hoş gelen söylemlerdir. Yani,

– uluslararası işbirliği ve akademik değişime dayanan bir AYA yaratmanın yanı sıra
– hem Avrupalı öğrenciler ve hem de dünyanın öbür bölgelerinden gelen öğrenci ve çalışanlara bu alanı çekici kılmaktır.
– AYA’nın öngörüleri öğrencilerin, mezunların ve yükseköğretim personelinin hareketliliğini kolaylaştırmak, gelecekteki kariyerlerine ve demokratik toplumlarda etkin yurttaşlar olarak yaşama hazırlanmalarını sağlamak
– ve kişisel gelişimlerini desteklemek, demokratik ilkelere ve akademik özgürlüğe dayanan, yüksek nitelikli yükseköğretime yaygın bir erişim önermektir.

Bu sürece üyelik hükümetler veya devletlerarası herhangi bir anlaşmaya dayanmamaktadır. Bologna Süreci kapsamında yayımlanan bildirilerin yasal bir bağlayıcılığı da bulunmamaktadır. Süreç tamamen her ülkenin özgür iradeleri ile katıldıkları bir oluşumdur ve ülkeler Bologna Süreci’nin öngördüğü hedefleri kabul edip etmeme hakkına sahiptirler. Bologna Sürecinin oluşturmayı hedeflediği AYA içerisinde yer alan ülke vatandaşları, yükseköğrenim görme ya da çalışma amacıyla Avrupa’da kolayca dolaşabileceklerdir. Böylece Avrupa, gerek yükseköğretim ve gerekse iş olanakları açısından dünyanın diğer bölgelerinden kişiler tarafından tercih edilir hale getirilecektir.

Bologna Süreci Ne Getiriyor?

Bologna Sürecini savunanlar genellikle bu sürecin üniversitelerin özerkliğini ön plana çıkardığını, kamuya hesap verebilirliğini, fırsat eşitliğini, yaşam boyu öğrenmeyi, öğrenci ve öğretim elemanı değişimi gibi taraflarını ön plana çıkarmaktadır. Ancak süreç ile ilgili bildirgenin satır aralarında yer alan ifadelerle uygulamaların niteliğine ve sonuçlarına bakıldığında işin iç yüzü ortaya çıkmaktadır.

Bildirgede yer alan “Bir medeniyetin canlılığı ve etkinliği, o medeniyetin kültürünün diğer ülkeler üzerinde yarattığı etki ile ölçülür. Avrupa yükseköğretim sisteminin, dünyada bizim olağanüstü kültürel ve bilimsel geleneklerimizin gördüğü ilgiye eşdeğerde bir ilgi gördüğünden emin olmalıyız” demekle zaten bunu kaleme alanların ruhsal durumunu göstermektedir. “Olağanüstü kültürel ve bilimsel gelenekler” söylemi bilimsel bir anlatım değildir ve bilim yuvası olması gereken üniversite kavramıyla bağdaşmayan tümüyle kendi kültürünü üstün gören faşist bir söylemdir. Çünkü bilimde hiçbir şey olağanüstü değildir. Her şeyin mutlaka her zaman sorgulanması, eleştirilmesi ve geliştirilmesi gerekir.

Sorgulanmayan hiçbir şey gelişmeye açık değildir.

Böyle bir anlatm daha başlangıçta Avrupa’nın kültürel ve bilimsel geleneklerinin olağanüstü olduğunu kabul etme tutuculuğuna yol açar ki, üniversitelerde tutuculuğa yer yoktur.

Günümüzde hem kamu hem vakıf üniversitelerinde amaç ve süreç birliği söz konusudur. Amaç, yükseköğretimde daha çok parasallaşma; süreç ise yükseköğretimin içeriğinin piyasalara yönelik olmasıdır. Bu durum aslında neo-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda başlamış ve 2000’li yıllarda özellikle AKP iktidarıyla hız kazanmıştır. Bologna sürecinin de desteklediği yükseköğretimin parasallaştırılması yanında, sermayedarların çocuklarına daha görkemli, çok servisli bir eğitim yaşamı sunulması ve öğretim üyelerinin piyasa ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması da hedefler arasındadır.  Zaten Bildirgede “Avrupa işgücü piyasasında aranan nitelikleri karşılayacak düzeyde eğitim” demekle bu sürecin toplumsal gönenç yerine işgücü piyasasının gönencine (refahına) yönelik olduğunun altı çizilmektedir. Toplumsal beklentiler ile iş dünyasının beklentileri genellikle birbirine zıttır. İş dünyasının yalnızca çıkarını düşündüğü gözden uzak tutulmamalıdır.

Türkiye’de Bologna süreciyle birlikte yükseköğretimde piyasalaşma gözle görünür biçimde hızlanmıştır. Özellikle yeni kurulan vakıf üniversitelerinin sayısındaki sıçrama ve kamu üniversitelerinde kurulan paralı programlardaki artış bunu doğrular niteliktedir. Türkiye’yi AB içinde görmek istemeyen ve öbür az gelişmiş ülke vatandaşlarını da topraklarına kabul etmeyen AB ülkelerinin, Bologna süreciyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok az gelişmiş çevre ülkesini de sürece katmasında temelde 2 hedef bulunmaktadır. İlki AB kökenli çok uluslu şirketlerin Türkiye gibi çevre ülkelerden yeterli bilgi ve beceri düzeyine ulaşmış ucuz, niteliksiz (vasıfsız) işçi istemlerinin karşılanması; ikincisi de bu ülkelere Bologna Süreci içinde yer alan “yaşam boyu öğrenme” gibi yapılanmalarla esnek emek – üretim süreçlerini iş piyasalarının kuralları olarak benimsetip kabul ettirilmesidir. En son açılan üniversitelerle birlikte Türkiye’de 109’u Devlet olmak üzere Üniversite sayısının toplamı ne yazık ki 193’e ulaşmıştır.  Bu denli çok Üniversite açılması ciddi bir nitelik düşüklüğünü göstermesinin yanı sıra, Bildirge’de sözü edilen işgücü piyasalarına daha çok sunu (arz) sağlanması, böylece rekabetin artırılarak işgücüne ödenen ücretin düşmesinin sağlanması açısından anlamlı olmalıdır.

Türkiye’nin bu süreçten çıkarı, 1980’de başlayan eğitimde piyasalaşmanın sürmesi niteliğinde olmasıdır. Buna ek olarak yeni sürecin küresel iş piyasalarına yönelik olması Türkiye’nin küresel ekonomiyle daha da bütünleşmesine neden olacaktır. Yalnız doğal olarak nitelikli (kalifiye) eleman bağlamında merkez Avrupa ülkelerine göre çok geri olan Türkiye, bu ülkelerin taşeronluğunu üstlenecektir. Böylece hem Türkiye AB kökenli çok uluslu şirketlere ucuza teknik beceri sahibi niteliksiz (vasıfsız) işçi sağlayacak, hem de bu şirketler, emek-yoğun ve az verimli olduğu için yapmaya üşendikleri kimi üretimleri Türkiye gibi çevre ülkelere yaptırarak bu ülkeleri kendi taşeronları olarak kullanacaklardır.

Sonuç

Türkiye’nin kısaca Fulbright anlaşması diye bilinen ve Türkiye ile ABD arasında Milli Eğitim Alanında İkili İşbirliğini öngören Anlaşmanın 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı yasayla TBMM’den geçmesiyle başlayan, Köy Enstitülerinin kapatılması ve eğitimin neredeyse tümden emperyalistlerin çıkarına terkedilmesiyle başlayan çarpıklık, Bologna Süreci ile iyice çarpılmaya devam etmektedir. Zaten amacı olumsuzluğu düzeltmek değil, tümden iş dünyasının beklentilerini karşılamak olan süreç, yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamıştır. Bologna Sürecinin etkisi ve özellikle sağlık alanında yapılan değişim ve dönüşümle Türkiye’de sağlık sisteminin can damarı konumuna sahip üniversite hastaneleri parasal bunalımla (mali krizle) boğuşmaya başlamış ve en son olarak Türkiye’nin en köklü hastanelerinden İstanbul Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde bıçak kemiğe dayanmıştır. Hastaneler, çoğu medikal firmalara olmak üzere piyasaya 322 milyon TL borçlanarak iflasın eşiğine dayanmış ve tıbbi gereçler satın alımı için yapılan ihalelere ödeme yapılmadığı gerekçesiyle hiçbir firmanın katılmadığı belirtilmiştir. Sağlığın en iyi kazanç getiren sektörlerden biri olduğu hesaba katılırsa, bu yapılanlara şaşırmamak gerekir. Kuşkusuz öbür üniversitelerde de benzer sorunlar yaşanmaktadır.

Bologna Süreci, her zaman uluslararası sermayenin çıkarlarına yönelik bir eğitim sistemi yapılanmasından yanadır. Bunların başında iş piyasalarının esnekleşmesine yönelik yaşam boyu eğitim ile teknik beceri sahibi az nitelikli emek gücü geliştirmeye yönelik 2 yıllık meslek yüksekokullarının kurulma çalışmaları gelir. Bunun yanında YÖK, yükseköğretim yetişeğinin (müfredatının) daha çok özel sektöre ve piyasalara yönelik olmasını zaten desteklemektedir. YÖK aynı zamanda üniversitelerin piyasanın gereksinimlerine uygun, iyi öğrenci yetiştirme dışında bir toplumsal görevinin olmamasını ve üniversitelerin toplumsal olaylarda görüş sergilememesini istemektedir. Zaten varolan iktidarın temel eğitimde yapmış olduğu 4+4+4 ümmet eğitimi sistemi de üniversitelerin bu çarpıklığını destekler niteliktedir. Bir ülkede eğer yalancılık, hırsızlık, yolsuzluk, çıkar gibi değerler prim yapmaya başlamışsa; o ülkenin eğitim sisteminin toplumsal göneneç ve ulusal değerlere göre yeniden yapılandırılması ivedilik göstermektedir. Bu biçimde sürecek bir eğitim sistemi ne yazık ki hem ülkenin hem de ulusun bütünlüğünü yok edecektir.

=======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ayhan Filazi, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji – Toksikoloji bilim dalı öğretim üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevi de yapmıştır. Düşünen, yazan ve toplumsal sorumlulukları olan yurtsever bir aydınımızdır. Hayvancılık politikaları başlıca ilgi alanlarındandır. Bu değerli yazısını web sitemizde yayımlamamıza izin verdiği için kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu yazısında, cafcaflı sözlerden – süreçlerden biri olan “Bologna Süreci” ninin içyüzünü açıklamaktadır. (EĞİTİM İŞ  EKENEK Dergisi, sayı 4, güz 2015, syf. 450-52) Özellikle 1980’ler sonrası KüreselleşTİRme süreçlerinin hızlanması ile yaşam alanları neredeyse bütünüyle parasallaştırılmış (moneterleştirilmiş) ve “serbest piyasa” güdümüne sokulmuştur.

Akademia artık salt toplumsal gereksinimlere dönük bilim üretmemekte, sermaye çevrelerinin kazanç beklentileri AR-GE alanının içeriğini egemenliğine almış bulunmaktadır.

Daha da ürkünç (vahim) olanı, “postmodern bilimkarabasanı” dır ki, burada artık  “sipariş bilim” batağına saplanılmaktadır. Bilim etiği ayaklar altındadır ve uluslararası sermaye gereksinim duyduğu tezlere – görüşlere pak ala “bilimsel kılıf” sağlayabilmektedir.

Gelinen aşama dehşet vericidir ve insanlığın gerçek anlamda yepyeni küresel ahlak – etik kuralları demetine ve etkinlikle yaşama geçirilmesine olan gereksinim ivedilik kazanmıştır. Bu nasıl başarılacaktır? “Bologna Süreci” vb. araçların tam tersi işlevli olduğu gerçeği karşısında, bu ciddi küresel sorun üzerinde kafa yorulmalıdır

Şu makalemizi okumak ister misiniz ??

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

KÜRT MESELESİ

KÜRT MESELESİ

“Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu
tavsiye ederim ki:
sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar
çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i aslîyi,
çok iyi tahlil etmek dikkatinden,
bir an dahi feragat etmesin!...”
Mustafa Kemal Atatürk

 
Portresi_gulumseyen

Prof. Dr.. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar, 
Kısa süre önce sizlerle paylaştığım bir iletide,
Ülkemizdeki Kürt sorununa ve HDP’nin seçim başarısına değinmiştim. (Kurtler_ve_HDP_Ali_Ercan
Kürt sorunu aslında 100 yıllık bir sorundur.. 1. Dünya savaşında donanmasını petrol gücüyle yürütmek isteyen ve bu nedenle Orta Doğu petrollerine gözünü dikmiş olan İngilizlerin yardım ve desteğini alan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Kürt Azadi Cemiyeti” (Kürdistan Bağımsızlık Komitesi) … gibi İngiliz muhibbi (sempatizanı) dernekleri, Ali Galipleri,
Yusuf Ziyaları, Şeyh Saitleri unutmayalım..  
İstiklal Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde bir düzine Kürt isyanı çıkmıştır.
Bu isyanlarda ölen asker sayısı İstiklal Savaşı sırasında 
(İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ölen asker sayısının yaklaşık 2 katıdır; yani Batı cephesinden çok Doğu cephesinde savaştı Türk Ordusu.
 
1921’de Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken, Koçgiri isyanını başlatan Alişer ve 3 bin silahlı adamı TBMM’ni arkadan vurmak için Tunceli üzerinden Sivas’a doğru ilerliyordu. 1925’te Mustafa Kemal, Petrol zengini bir bölgenin, Musul ve Kerkük bölgesinin Misak-ı Milli‘ye dahil edilmesi için uğraşırken, tüm planları altüst eden Şeyh Sait isyanı baş göstermiştir. Musul’u kurtarmaya gidecek kuvvetler isyanı bastırmak için kullanılınca, fırsat elden kaçmış ve 400 yıldan beri Osmanlı toprağı olan (ve gelecek umutlarını Türkiye’ye bağlamış yüz binlerce Türkmen’in de yaşadığı) bu bölge İngiliz denetiminden kurtarılamamış, topraklarımıza katılamamıştı. (Bkz. Milli Micadele’de İşbirlikçiler; Milli_Mucadelede_ Isbirlikciler_Ali_ERCAN)
 
Mustafa Kemal‘in Cumhuriyet Ordusu, bu isyanları ödün vermeden,
isyanın adına ‘terör’ diyerek sorunu saptırmadan, bütün olanaklar kullanılarak, şiddetle ve kısa sürede bastırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Doğu Anadolu’da sınırları güvene almış, asayiş ve sükûnu
tesis etmişti; “Devlete isyan” fikrini kafalardan silerek, tüm yurttaşları kucaklayan bir
Laik Cumhuriyetin eşit Yurttaşları olmak bilincine ulaştırmaya çabalamıştı… Özellikle 1940 sonrasında bölgede kurulan (Pamukpınar, Cılavuz, Erciş, Dicle, Pulur) Köy Enstitülerinin Genç Türkiye’nin çağdaşlık projesine büyük katkıları olmuştur. Her şeye karşın,
Toprak Reformunu gerçekleştiremeyen, Ortaçağ sosyal yapılarını kökünden kazıyamayan Cumhuriyet için bu bölge sürekli sorunlar yumağı olagelmiştir.
Mustafa Kemal‘in ölümünden epey sonra cesaret toplayan Ermeni Diyasporası‘nın faaliyetini, ardından Kürt ayrılıkçı hareketinin başlayışını görüyoruz. 30 yıldır süregelen bu ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ Devlet tarafından yaklaşık 10 bin, İsyancılar tarafından yaklaşık 30 bin, toplamda 40 bin insan ölümüne mal olmuştur. Türkiye’nin bu savaş nedeniyle 30 yıllık maddi kaybının ~300 milyar $ olduğu hesaplanıyor. Bu hesaba yalnızca askeri harcamalar değil,
savaş nedeniyle yitirilen üretim, iş gücü vs. tüm ekonomik yitikler de dahildir.
Dolayısıyla 1 ‘teröristin’ * ölümü Türkiye’ye ~10 milyon dolara mal olmuş demektir
Oysa 10 milyon dolara değil bir kişiyi, dağa çıkmış olanların tümünü, -ABD, İsrail, Emperyalizm yaveleri okumadan- Devlete Millete yararlı yurttaşlar haline getirmek
işten bile değildir. Türkiye’nin yıllardan beri nasıl bir Vatan haini işbirlikçiler-acizler-vurdumduymazlar-geri zekalılar-saftirikler koalisyonu tarafından yönetildiği
apaçık görülüyor. 
 
Ve bu yitiklerin insan kaybının, zaman kayının, para kaybının, özetle ‘Ülkenin geleceğinin kaybı’ nın sonu ne zaman gelecek, akan kan ne zaman duracak, bilinmiyor… Görünen o ki; Türkiye’de Devleti yönetenlerin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, beceriksizliği, teknik kadroların yetersizliği, bilgisizliği böyle sürdükçe, başta silah ve petrol tacirleri, uyuşturucu kaçakçıları olmak üzere Bölge bataklığından nemalanabn grupların ve yarattıkları ‘kontrollu kaos’
(AS: denetimli karmaşa) ortamında sömürü düzenini sürdüren emperyal güçlerin planları
tıkır tıkır işleyemeye devam edecek demektir. 30 yıldır bu sorun çözülemedi.
Bu kafa ile çözüme erişileceğini de sanmıyorum.Kaygılarımla… æ
12 Eylül 2015
_____________________

* Aslında bunlara hiç gocunmadan ‘ayrılıkçı, isyancı’ veya ‘gerilla’ demek gerekir;
ama bizim her şeyi bildiğini sanan kimi aklı evvellerimiz, gerillanın özgürlük savaşçısı anlamında “kutsal bir kavram” olduğunu ileri sürerek itiraz edebilirler. Polemiğe girmemek için, ben de terörist diyeyim. Oysa Gerilla hiç de sanıldığı gibi, özel ve kutsal  bir kavram değildir. Gerilla da fırsat bulduğunda terör eylemleri yapar. PKK’nin yıllardır Türkiye’ye karşı yürüttüğü organize savaş, açıkça ayrılıkçı bir isyan hareketidir; istilacı bir yabancı güç olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun düzenli Ordusuna, güvenlik güçlerine karşı yürüttükleri “gayr-i nizami harp” şeklidir, gerilla savaşıdır.
Terör ve terörist diyerek gerçeği görmezden gelmeyelim, kendimizi aldatmayalım.
Halktan geniş çapta destek alan, kadınlı-erkekli sayıları on binlere varan ve 30 yıldır Dünyanın en büyük 10 Ordusundan birine kafa tutan, varlığını inatla sürdüren bir örgüt var karşımızda.
***
Bu arada dikkat ettiniz mi, yukarıda, “…PKK’nin…” dedim; yani PE-KE-KE dedim.
Çünkü bizim alfabemizde KA diye bir harf yoktur.. KE vardır. 29 harfimizin okunuşları
(adları) şöyledir:
 
a, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge, he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te,
u, ü, ve, ye, ze. 
Dolayısıyla alfabemizde ka, ha, er- aş, eyç, en, ti, vi, şeklinde okunan harfler yoktur..
Ce-Ha-Pe şeklinde söyleyen, Atatürk’ün alfabesini bilmeyen CHP lileri, Te-Ka diye anons
(AS: duyuru) yapan THY personelini (AS: çalışanını) , Pe-Ka-Ka veya Ka-Ka-Te-Ce veya er-aş negatif diyen Türkçe’ye saygısız cahilleri duydukça üzülüyorum. æ
(AS: Biz de Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..)

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’a teşekkür ederek ve yazdıklarına katılarak makalesini paylaşıyoruz.
Ayrıca 2 önemli dosya da bu yazının ekleri.. Metin içinde erişkeleri (linkleri) verilmiştir.

– Kürtler ve HDP
– Milli Mücadele’de İşbirlikiler

Sevgi ve saygı ile.
12.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..

Ahmet Gürel : Türk – Ermeni İlişkileri, Çanakkale Destanı.. Ardışık Konferanslar


Ahmet Gürel’den :
Türk – Ermeni İlişkileri, Çanakkale Destanı..
Cumhuriyet ve Kadın… konulu
Ardışık Konferanslar


Dostlar,

Birlikte ADD Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştığımız dönemlerden dava ve çalışma arkadaşımız Sayın Ahmet Gürel, sözde Ermeni soykırımı savlarının 100. yılında çabalarını sürdürüyor..

Sn. Gürel emekli bir inşaat mühendisi.. Fotoğraf sanatçısı..
Yakın tarihimiz ve Atatürk hakkında neredeyse uzman..
Anadolu’nen hemen her yerinde yüzlerce görsel konferans veren bir “atom karınca“!

Son yıllarda Uşakizade Köşkü Müdürlüğü görevini de başarıyla yürüten bir
sanat – kültür insanı aynı zamanda.

‘Yabancı Belgeler Işığında Türk Ermeni İlişkileri’
başlıklı 137 sayfalık belgesel kitabı okunmalı.
İzni olursa sitemizde pdf olarak yayımlarız…

Aşağıda, bize de yolladığı 100. yıl bağlamındaki kapsamlı çalışma programını sunuyoruz.
27 konferans, panel, sunum… Kolaylıklar diliyoruz..
Sitemizi yurt içi ve dışından izleyen binlerce okurumuzun da bu çok değerli – içerikli hazırlıklara destek vermelerini, katılmalarını, en azından etkinlik yerlerinde ve yakınlarında bulunan
eş – dost – arkadaşlarına duyurmalarını diliyoruz.

Sevgili kardeşimiz – adaşımız Gürel’e hem teşekkür ediyor hem de karşılıksız – yurtsever – nitelikli emeği için şükranlarımızı sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
25 Şubat 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===============================================

portresi

 

 

 

 

Değerli arkadaşlarım,

Bu güne dek 5 Türk- Ermeni İlişkileri konferansım oldu, 20 dakikalık belgeselimle
birlikte dağıtılacak olan 4. Türk-Ermeni ilişkileri kitabım çıkıyor.

İyi çalışmalar. 25.2.15

Ahmet Gürel

AHMET GÜREL MART – NİSAN 2015 AYLARI ETKİNLİKLERİ

  1. 27 ŞUBAT 2015 SAAT 10.00 İZMİR TURİST REHBERLER ODASI;
    “İZMİR’Mİ?” SUNUMU
  2. 28 ŞUBAT 2015 İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI İZMİR;
    ATATÜRK EVLERİ VE KENT GEZİSİ
  3. 4 MART 2015 SAAT 20.00 TENİS KULÜBÜ; CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  4. 5 MART 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ;
    CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  5. 12 MART 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ; KADIN GEZİSİ
  6. 13 MART İZMİR ATATÜRK LİSESİ; ÇANAKKALE DESTANI
    (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  7. 14 MART 2015 CUMARTESİ EÇEV SAAT: 12.00; ÇANAKKALE DESTANI (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  8. 15 MART 2015 PAZAR BORNOVA ADD; TÜRK ERMENİ İLİŞİKİLERİ
    (KONUŞMACI; LEON PANOS DABAĞYAN VE AHMET GÜREL)
  9. 16 MART 2015 İTK ÇİĞLİ; ÇANAKKALE DESTANI (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  10. 16 MART 2015 SAAT: 19.00 KARŞIYAKA BELEDİYESİ ÇARŞI KM.;
    ÇANAKKALE DESTANI (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  11. 18 MART 2015 SAAT: 15.00 GELİBOLU, ÇANAKKALE DESTANI
    PROF. DR. ERGÜN AYBARS ve Doç Dr. NECATİ ULUNAY UCUZSATAR
  12. 19 MART 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ;
    CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  13. 22 MART 2015 PAZAR ISPARTA ADD Şubesi ADO; CUMHURİYET VE KADIN
  14. 25 MART 2015 SAAT: 19.00, CROWN PLAZA; ÇANAKKALE DESTANI, 
  15. 26 MART 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ; CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  16. 27 MART 2015 CUMA EÜ BAYINDIR MYO; TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  17. 2 NİSAN 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ;
    CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  18. 9 NİSAN 2015 SAAT: 11.30; KONAK BELEDİYESİ
  19. 16 NİSAN 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ;
    CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
  20. 17 NİSAN 2015 CUMA SAAT: 14.00 SELAHATTİN AKÇİÇEK
    KÖY ENSTİTÜLERİ DESTANI” (ENGİN TONGUÇ- HALİL VURAL)
  21. 18 NİSAN 2015 CUMARTESİ, EZİNE ADD; TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  22. 19 NİSAN 2015  GELİBOLU ADD, TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ
    (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  23. 20 NİSAN 2015, EZİNE ADD, TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ
    (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  24. 22 NİSAN 2015 KARŞIYAKA BELEDİYESİ ÇARŞI KÜLTÜR MRK. SAAT: 19.00; TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  25. 24 NİSAN 2015 ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ İZMİR ŞUBESİ-KİTAP FUARI;
    TÜRK ERMENİ İLİŞİKİLERİ (KONUŞMACI; AHMET GÜREL)
  26. 25 NİSAN 2015 CUMA ADD BALÇOVA; TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ
    (KONUŞMACI; Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV, BİLAL ŞİMŞİR ve AHMET GÜREL)
  27. 30 NİSAN 2015 SAAT: 11.30 KONAK BELEDİYESİ;
    CUMHURİYET VE KADIN BELGESELİ
Ahmet Gürel
Uşakizade Köşkü Müdürü
Bahattin Tatış Kampüsü
Mithatpaşa Cad. No:687-689 Köprü / İZMİR Telefon: 0(232) 244 05 00 – Faks: 0(232) 231 32 75 http://www.ozelturkkoleji.comhttp://anaokulu.ozelturkkoleji.com http://www.facebook.com/itkanaokullari

Tevhid-i Tedrisat


Tevhid-i Tedrisat

Bugün, Cumhuriyetimizin ilk büyük devrimi Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası‘nın 90. yılı.

Devrim yasalarını koruyan Anayasa’nın 174. maddesi ile güvence altında olsa bile, ortada Tevhid-i Tedrisat yasası kalmamıştır!

Yasanın günümüzdeki adı olan “Öğretim Birliği” söylemine bakarak,
öğretim hizmetlerinin tek bir çatı altında toplanması gibi algılanmamalıdır.
Burada kastedilen öğretimin ulusal nitelik ile tek disiplin, tek yetke (otorite) altında yürütülmesidir. Amaç tek tip insan yetiştirmek değil; ulusal nitelikli, çağdaş, laik
eğitim-öğretim sistemini yaratmaktır.

Yasaya adını veren “Tevhid” sözcüğü birleştirme anlamında değil,
“Tek” anlamındadır. “Tevhid” sözcüğü “vahid (tek)” kökünden türetilmiştir.

Yasanın ne anlama geldiğini anlayabilmek için, bu devrim öncesine,
1923 yılında ülkemizdeki eğitim kurumlarının durumuna bakmak gerekir.

Cumhuriyet ilan edildiğinde ilkokuldan üniversiteye tüm öğrenci sayısı nüfusun %3’ü idi. Okur-yazar oranı ise yalnızca yüzde 6 idi. Darülfünun’da 185’i, kız yalnızca 2088 öğrenci vardı. Ülkede 1011’i erkek (5362 öğrenci), 230’u kız (543 öğrenci) 1241 lise vardı. 5005 ortaokul öğrencisi, 1743’ü erkek, 783’ü kız 2526 öğretmen okulu öğrencisi kayıtlıydı. İlkokullarda ise 273.107’si erkek, 62.954’ü kız toplam 336.061 öğrenci vardı.

Tevhid-i Tedrisat yasası çıkarıldığı sırada tarikatlarca yönetilen, kimilerinde yalnızca
5-6 öğrenci bulunan 479 medrese ve bunların 1800 öğrencisi vardı. Her biri,
kendi tarikatı doğrultusunda çağdışı eğitim (!) veriyordu. Bunun dışında farklı
Hıristiyan mezheplerine bağlı ve farklı ülkelerce desteklenen misyoner okulları da vardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşı başlarken ülkede ABD’ye ait 45 konsolosluk,
bunların denetiminde 17 dinsel misyon, bunların 200 şubesi ve 435 okulu vardı.
Yine bu yıllarda, Fransızların denetimindeki 94 okulda 22.425 öğrenci,
İngilizlere ait 2996 öğrencili 30 okul, Almanlara ait 1600 öğrencinin okuduğu 10 okul, İtalyanlara ait 4, Ruslara ait biri lise olmak üzere 3 okul vardı.

Bu dönemde Türklerin denetimindeki İdadi (Lise) sayısı ise yalnızca 23 idi.

Yabancıların denetimindeki okullar başlangıçta azınlık çocuklarını okutmak gibi bir amaçla kurulmuş olsa bile, daha iyi eğitim verdikleri gerekçesiyle giderek
Türk çocuklarını eğiten misyoner okullarına dönüştü. Bu okullarda okuyan
Türk öğrencilerinin okumakta olan tüm Türk öğrencilere oranı 1900 yılında %15 iken, 1910’da %60, 1920’de ise %75 idi.

  • Yani her 4 öğrencimizden 3’ü misyoner okullarında okuyordu.

Devlet okulları, medreseler, misyoner okulları ve daha adı, amacı bilinmeyen
sayısız “eğitim” kurumunun nasıl ve ne biçimde olduğu bilinmeyen bir eğitim sistemi vardı. Ortada tek bir millet değil, onlarca farklı millet var imiş gibi bir durumla
karşı karşıya idik.

Tevhid-i Tedrisat Yasası işte bu kabul edilemez tabloyu değiştirmek için çıkarıldı.

Cumhuriyet bu olumsuz tabloyu hızla değiştirdi. Değiştirdikçe de başta tarikat ve cemaatler olmak üzere yabancı destekli misyonerleri karşısında buldu. Her fırsatta
bu yeni, çağdaş ve ulusal eğitim sistemini bozup eskiye döndürmek için adımlar attılar.
Bu adımların kalkışmaya dönüştüğü dönemler de oldu.

Harf Devrimi, okuma-yazma kursları, Millet Mektepleri, 1933 Üniversite Reformu
hep bu devrimin büyük atılımları idi. En büyük atılım ise köy çocuklarını eğitmek için kurulan Köy Enstitüleri ile yapıldı. Ne yazık ki bu atlımın, büyük başarı kazanmasına karşın kısa sürede önü kesildi. Bu okullardan mezun olanlar damgalandı. Buralardan mezun olanlar arasından ozanlar, yazarlar sanatçılar çıkmasına karşın, bu insanlara yıllarca acı çektirildi.

Eğitim devriminin geri döndürülmesinin başlangıcı Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla olmuştur (1954). Bu tarihten sonra imam okulları, tarikat okulları, misyoner okulları
hızla her tarafı kaplamış, parasız ve laik eğitimin yerini paralı dini eğitim almıştır.

  • Bugün ülkemizde F-tipinden Süleymancısına, Nakşisinden İsmail Ağa cemaatine, Amerikanından Fransızına her dilden, her dinden, her tarikattan eğitim vardır.

Bakanlığın adı “Milli Eğitim Bakanlığı” olsa bile eğitim sistemimizde olmayan tek nitelik “milli” liktir.

Tevhid-i Tedrisat Yasası‘nın Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında iken eğitim sistemimizin 90 yıl öncesine savrulması daha da acıdır.

Bugün Cemaat ile AKP iktidarı arasındaki büyük kavganın,
eğitim sistemimize kimin egemen olacağından çıkmış olması öğreticidir.

Lütfü KIRAYOĞLU

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN : HALKEVLERİNE GEREKSİNİM

Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi (1922 doğumlu) Sayın Dr. Ali Nejat ÖLÇEN,
kronolojik yaşının çok gerisinde olan biyolojik yaşı ile, kendisini var eden
ATATÜRK Cumhuriyeti’ne sahip çıkmayı sürdürüyor.

Bu bağlamda önceki gün, 19.2.14 günü BCP’de (Bağımsız Cumhuriyet Partisi)
bir konferans verdi :

  • HALKEVLERİNE GEREKSİNİM..

Ali_Nejat_Olcen_19.2.14_BCP'de_Konferans

 

 

Sayın Ölçen’in bu sunumunu izlemeyi çok isterdik ancak AÜTF’deki derslerimiz buna izin vermedi. Sağolsun Birsen gidip izledi, birkaç değerli fotoğraf da getirdi.
Dr. Ölçen, inanılmaz bir özenle, konuşmasının metnini de hazırlamış, çıktısını alarak çoğaltmış ve izeyicilere dağıtmıştı. Kendisinden telefonla rica ederek dosyanın
sanal örneğini rica ettik, sağolsunlar bizimle cömertce paylaştılar ve web sitemize koymamıza izin verdiler.

 

Atatürk Cumhuriyeti’nin Ekin (Kültür) Devrimi‘nin önemli kurumlarından olan HALKEVLERİ (ve Halk Odaları) ne yazık ki, DP (Demokrat Parti) iktidar oluduğunu izleyen yıl kapatıldılar (1951) ve başlıca kitap varlıkları, klasiklerin çevirileri,
temel yapıtlar vahşetle darmadağın edildi, sobalarda yakıldı; binaları karakol yapıldı.

Devrimi omuzlayacak kuşakların yetiştirilmesi, Osmanlı düzeni din – tarım imparatorluğunun tutucu feodal artıkları ve uzantısı siyasal kadrolarca engellendi.

Dr. Ölçen, bu darmadağın edişin (tar-u mar) birkaç hazin fotoğrafını da eklemiş çalışmasına. Yakın tarihin canlı ve bilinçli bir tanığından, Halkevlerinin 3 yıl Genel Yazmanlığını da üstlenmiş, Köy Enstitülerini yakından izlemiş Sn. Ölçen’den, “Ali Nejat Efendi” den bu hazin karşıdevrim girişimini öğrenmeyi önemsiyoruz. Sayın Ölçen’e şükranla bu dosyayı paylaşıyoruz.

Dr. Ölçen’in şu dizelerinin altını çizmek gerekiyor :

*****

“…Özetlediğim bu 4 kurum, Ke­malist devrimlerin halkla birlikte halkın içinde
doğ­masını sağlayacak öncü kuruluşlar oldular. Sa­nayileşme kültürü böyle doğacak ve emper­yalizme karşı Mustafa Kemal Atatürk’ün ya­rattığı ulusal bilinç kendisini koruma­nın araçlarına böyle sahip çıkabilecekti. Bu 4 te­mel kurum,
Ulus Devlet‘i yaratan öncü kuruluşlar oldular.

Özetle:

  • Türk Tarih Kurumu’nun öğretisiyle Tarihimizi ta­nımamız
  • Türk Dil Kurumu’nun bulgularıyla Türkçe düşün­meyi öğrenmemiz,
  • Halkevlerinde bir araya gelerek ortak ulusal kül­türü yaratmamız,
  • Köy Enstitüleri ile sanayi sektörünün araş gereç ve ürünleriyle tanışmamız, gerekliydi.

Çağdaşlaşmanın temeli bu 4 kurumu, uluslaşmanın aynı zamanda 4 boyutunu bir arada, kendi tarihimizi, kendi dilimizi, kendi kültürümüzü ve kendi sanayimi-zi yaratmanın öncüleri oldular, birbirlerini tamamla-yan bir bütün oluştu­rdular..”

*****
Konuşma metninin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

HALKEVLERINE_GEREKSINIM_19.2.14

Sevgi ve saygı ile.
21 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net