Etiket arşivi: “yaşam boyu öğrenme”

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !

ÜNİVERSİTELERİN ÜZERİNDEKİ HAYALET: BOLOGNA SÜRECİ !


portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
afilazi@gmail.com 


Bologna Süreci Nedir?

Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin Dışişleri Bakanlarının 1998’deki Sorbon Bildirisi ile öncülük ettiği Bologna Süreci, 19 Haziran 1999’da İtalya’nın Bologna kentinde toplanan 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimle ilgili Bakanlarınca Bologna Bildirgesi‘ne imza atmasıyla başlayan bir süreçtir.  Türkiye’nin 2001’de katıldığı bu süreç, günümüzde 47 ülkede uygulanmaktadır. Hedef Avrupa yurttaşlarının hareketliliğini, istihdam edilebilirliğini ve tüm kıtanın gelişimini sağlamak için Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın (AYA) oluşturulması, Avrupalılığın yalnız Avro, banka ve ekonomi olmadığı; kültürel, sosyal, bilimsel ve teknolojik olarak daha bütünsel bir Avrupa olduğunun gösterilmesidir.  Bildirgede ülkelerin yükseköğretimde yapılacak reformları gerçekleştirmede kararlı oldukları vurgulanmış olup, AYA’nın yaratılması için çok önemli görülen hedefler öne çıkarılmıştır.  Bu hedefler arasında kuşkusuz en önemlisi Avrupa Yükseköğretim Sisteminin uluslararası rekabet gücünün artırılmasıdır. Yani birçok gerekçe arasında “rekabet” öne çıkmaktadır.

Bologna Süreci‘nin en kapsamlı amacı, kulağa oldukça hoş gelen söylemlerdir. Yani,

– uluslararası işbirliği ve akademik değişime dayanan bir AYA yaratmanın yanı sıra
– hem Avrupalı öğrenciler ve hem de dünyanın öbür bölgelerinden gelen öğrenci ve çalışanlara bu alanı çekici kılmaktır.
– AYA’nın öngörüleri öğrencilerin, mezunların ve yükseköğretim personelinin hareketliliğini kolaylaştırmak, gelecekteki kariyerlerine ve demokratik toplumlarda etkin yurttaşlar olarak yaşama hazırlanmalarını sağlamak
– ve kişisel gelişimlerini desteklemek, demokratik ilkelere ve akademik özgürlüğe dayanan, yüksek nitelikli yükseköğretime yaygın bir erişim önermektir.

Bu sürece üyelik hükümetler veya devletlerarası herhangi bir anlaşmaya dayanmamaktadır. Bologna Süreci kapsamında yayımlanan bildirilerin yasal bir bağlayıcılığı da bulunmamaktadır. Süreç tamamen her ülkenin özgür iradeleri ile katıldıkları bir oluşumdur ve ülkeler Bologna Süreci’nin öngördüğü hedefleri kabul edip etmeme hakkına sahiptirler. Bologna Sürecinin oluşturmayı hedeflediği AYA içerisinde yer alan ülke vatandaşları, yükseköğrenim görme ya da çalışma amacıyla Avrupa’da kolayca dolaşabileceklerdir. Böylece Avrupa, gerek yükseköğretim ve gerekse iş olanakları açısından dünyanın diğer bölgelerinden kişiler tarafından tercih edilir hale getirilecektir.

Bologna Süreci Ne Getiriyor?

Bologna Sürecini savunanlar genellikle bu sürecin üniversitelerin özerkliğini ön plana çıkardığını, kamuya hesap verebilirliğini, fırsat eşitliğini, yaşam boyu öğrenmeyi, öğrenci ve öğretim elemanı değişimi gibi taraflarını ön plana çıkarmaktadır. Ancak süreç ile ilgili bildirgenin satır aralarında yer alan ifadelerle uygulamaların niteliğine ve sonuçlarına bakıldığında işin iç yüzü ortaya çıkmaktadır.

Bildirgede yer alan “Bir medeniyetin canlılığı ve etkinliği, o medeniyetin kültürünün diğer ülkeler üzerinde yarattığı etki ile ölçülür. Avrupa yükseköğretim sisteminin, dünyada bizim olağanüstü kültürel ve bilimsel geleneklerimizin gördüğü ilgiye eşdeğerde bir ilgi gördüğünden emin olmalıyız” demekle zaten bunu kaleme alanların ruhsal durumunu göstermektedir. “Olağanüstü kültürel ve bilimsel gelenekler” söylemi bilimsel bir anlatım değildir ve bilim yuvası olması gereken üniversite kavramıyla bağdaşmayan tümüyle kendi kültürünü üstün gören faşist bir söylemdir. Çünkü bilimde hiçbir şey olağanüstü değildir. Her şeyin mutlaka her zaman sorgulanması, eleştirilmesi ve geliştirilmesi gerekir.

Sorgulanmayan hiçbir şey gelişmeye açık değildir.

Böyle bir anlatm daha başlangıçta Avrupa’nın kültürel ve bilimsel geleneklerinin olağanüstü olduğunu kabul etme tutuculuğuna yol açar ki, üniversitelerde tutuculuğa yer yoktur.

Günümüzde hem kamu hem vakıf üniversitelerinde amaç ve süreç birliği söz konusudur. Amaç, yükseköğretimde daha çok parasallaşma; süreç ise yükseköğretimin içeriğinin piyasalara yönelik olmasıdır. Bu durum aslında neo-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda başlamış ve 2000’li yıllarda özellikle AKP iktidarıyla hız kazanmıştır. Bologna sürecinin de desteklediği yükseköğretimin parasallaştırılması yanında, sermayedarların çocuklarına daha görkemli, çok servisli bir eğitim yaşamı sunulması ve öğretim üyelerinin piyasa ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması da hedefler arasındadır.  Zaten Bildirgede “Avrupa işgücü piyasasında aranan nitelikleri karşılayacak düzeyde eğitim” demekle bu sürecin toplumsal gönenç yerine işgücü piyasasının gönencine (refahına) yönelik olduğunun altı çizilmektedir. Toplumsal beklentiler ile iş dünyasının beklentileri genellikle birbirine zıttır. İş dünyasının yalnızca çıkarını düşündüğü gözden uzak tutulmamalıdır.

Türkiye’de Bologna süreciyle birlikte yükseköğretimde piyasalaşma gözle görünür biçimde hızlanmıştır. Özellikle yeni kurulan vakıf üniversitelerinin sayısındaki sıçrama ve kamu üniversitelerinde kurulan paralı programlardaki artış bunu doğrular niteliktedir. Türkiye’yi AB içinde görmek istemeyen ve öbür az gelişmiş ülke vatandaşlarını da topraklarına kabul etmeyen AB ülkelerinin, Bologna süreciyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok az gelişmiş çevre ülkesini de sürece katmasında temelde 2 hedef bulunmaktadır. İlki AB kökenli çok uluslu şirketlerin Türkiye gibi çevre ülkelerden yeterli bilgi ve beceri düzeyine ulaşmış ucuz, niteliksiz (vasıfsız) işçi istemlerinin karşılanması; ikincisi de bu ülkelere Bologna Süreci içinde yer alan “yaşam boyu öğrenme” gibi yapılanmalarla esnek emek – üretim süreçlerini iş piyasalarının kuralları olarak benimsetip kabul ettirilmesidir. En son açılan üniversitelerle birlikte Türkiye’de 109’u Devlet olmak üzere Üniversite sayısının toplamı ne yazık ki 193’e ulaşmıştır.  Bu denli çok Üniversite açılması ciddi bir nitelik düşüklüğünü göstermesinin yanı sıra, Bildirge’de sözü edilen işgücü piyasalarına daha çok sunu (arz) sağlanması, böylece rekabetin artırılarak işgücüne ödenen ücretin düşmesinin sağlanması açısından anlamlı olmalıdır.

Türkiye’nin bu süreçten çıkarı, 1980’de başlayan eğitimde piyasalaşmanın sürmesi niteliğinde olmasıdır. Buna ek olarak yeni sürecin küresel iş piyasalarına yönelik olması Türkiye’nin küresel ekonomiyle daha da bütünleşmesine neden olacaktır. Yalnız doğal olarak nitelikli (kalifiye) eleman bağlamında merkez Avrupa ülkelerine göre çok geri olan Türkiye, bu ülkelerin taşeronluğunu üstlenecektir. Böylece hem Türkiye AB kökenli çok uluslu şirketlere ucuza teknik beceri sahibi niteliksiz (vasıfsız) işçi sağlayacak, hem de bu şirketler, emek-yoğun ve az verimli olduğu için yapmaya üşendikleri kimi üretimleri Türkiye gibi çevre ülkelere yaptırarak bu ülkeleri kendi taşeronları olarak kullanacaklardır.

Sonuç

Türkiye’nin kısaca Fulbright anlaşması diye bilinen ve Türkiye ile ABD arasında Milli Eğitim Alanında İkili İşbirliğini öngören Anlaşmanın 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı yasayla TBMM’den geçmesiyle başlayan, Köy Enstitülerinin kapatılması ve eğitimin neredeyse tümden emperyalistlerin çıkarına terkedilmesiyle başlayan çarpıklık, Bologna Süreci ile iyice çarpılmaya devam etmektedir. Zaten amacı olumsuzluğu düzeltmek değil, tümden iş dünyasının beklentilerini karşılamak olan süreç, yavaş yavaş meyvelerini vermeye başlamıştır. Bologna Sürecinin etkisi ve özellikle sağlık alanında yapılan değişim ve dönüşümle Türkiye’de sağlık sisteminin can damarı konumuna sahip üniversite hastaneleri parasal bunalımla (mali krizle) boğuşmaya başlamış ve en son olarak Türkiye’nin en köklü hastanelerinden İstanbul Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde bıçak kemiğe dayanmıştır. Hastaneler, çoğu medikal firmalara olmak üzere piyasaya 322 milyon TL borçlanarak iflasın eşiğine dayanmış ve tıbbi gereçler satın alımı için yapılan ihalelere ödeme yapılmadığı gerekçesiyle hiçbir firmanın katılmadığı belirtilmiştir. Sağlığın en iyi kazanç getiren sektörlerden biri olduğu hesaba katılırsa, bu yapılanlara şaşırmamak gerekir. Kuşkusuz öbür üniversitelerde de benzer sorunlar yaşanmaktadır.

Bologna Süreci, her zaman uluslararası sermayenin çıkarlarına yönelik bir eğitim sistemi yapılanmasından yanadır. Bunların başında iş piyasalarının esnekleşmesine yönelik yaşam boyu eğitim ile teknik beceri sahibi az nitelikli emek gücü geliştirmeye yönelik 2 yıllık meslek yüksekokullarının kurulma çalışmaları gelir. Bunun yanında YÖK, yükseköğretim yetişeğinin (müfredatının) daha çok özel sektöre ve piyasalara yönelik olmasını zaten desteklemektedir. YÖK aynı zamanda üniversitelerin piyasanın gereksinimlerine uygun, iyi öğrenci yetiştirme dışında bir toplumsal görevinin olmamasını ve üniversitelerin toplumsal olaylarda görüş sergilememesini istemektedir. Zaten varolan iktidarın temel eğitimde yapmış olduğu 4+4+4 ümmet eğitimi sistemi de üniversitelerin bu çarpıklığını destekler niteliktedir. Bir ülkede eğer yalancılık, hırsızlık, yolsuzluk, çıkar gibi değerler prim yapmaya başlamışsa; o ülkenin eğitim sisteminin toplumsal göneneç ve ulusal değerlere göre yeniden yapılandırılması ivedilik göstermektedir. Bu biçimde sürecek bir eğitim sistemi ne yazık ki hem ülkenin hem de ulusun bütünlüğünü yok edecektir.

=======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ayhan Filazi, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji – Toksikoloji bilim dalı öğretim üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevi de yapmıştır. Düşünen, yazan ve toplumsal sorumlulukları olan yurtsever bir aydınımızdır. Hayvancılık politikaları başlıca ilgi alanlarındandır. Bu değerli yazısını web sitemizde yayımlamamıza izin verdiği için kendilerine teşekkür ediyoruz.

Bu yazısında, cafcaflı sözlerden – süreçlerden biri olan “Bologna Süreci” ninin içyüzünü açıklamaktadır. (EĞİTİM İŞ  EKENEK Dergisi, sayı 4, güz 2015, syf. 450-52) Özellikle 1980’ler sonrası KüreselleşTİRme süreçlerinin hızlanması ile yaşam alanları neredeyse bütünüyle parasallaştırılmış (moneterleştirilmiş) ve “serbest piyasa” güdümüne sokulmuştur.

Akademia artık salt toplumsal gereksinimlere dönük bilim üretmemekte, sermaye çevrelerinin kazanç beklentileri AR-GE alanının içeriğini egemenliğine almış bulunmaktadır.

Daha da ürkünç (vahim) olanı, “postmodern bilimkarabasanı” dır ki, burada artık  “sipariş bilim” batağına saplanılmaktadır. Bilim etiği ayaklar altındadır ve uluslararası sermaye gereksinim duyduğu tezlere – görüşlere pak ala “bilimsel kılıf” sağlayabilmektedir.

Gelinen aşama dehşet vericidir ve insanlığın gerçek anlamda yepyeni küresel ahlak – etik kuralları demetine ve etkinlikle yaşama geçirilmesine olan gereksinim ivedilik kazanmıştır. Bu nasıl başarılacaktır? “Bologna Süreci” vb. araçların tam tersi işlevli olduğu gerçeği karşısında, bu ciddi küresel sorun üzerinde kafa yorulmalıdır

Şu makalemizi okumak ister misiniz ??

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com