Etiket arşivi: Köy Enstitüleri

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.

Mavi Tuna Valsi..

Dostlar,

Saygıdeğer dostumuz, öğretmenimiz, Köy Enstitülerinin havasını solumuş
Sayın Mehmet Ayhan, Mavi Tuna Valsi yollayarak bize iyi yıllar diliyor..

Biz de bu güzelliği, kendisine şükran ile sizlerle paylaşıyoruz..

İzlemek ve dinlemek / dinleyerek izlemek için lütfen tıklar mısınız??

Mavi_Tuna_Valsi_Kaiserstadt_NNC

Nice yıllara…

Sevgi ve saygı ile.
02 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın Küçük Genel Kurul Konuşması..


Dostlar
,

ADD Küçük Kurultayı sürüyor..

Biz katılmadık..
(Tüzük gereği, Bilim Danışma Kurulu Üyesi olarak katılma hakkımız var..)

Umarız, kış ortasında, Örgüt emekçilerinin özverilerine değer, beklenen yararı sağlar.

Sn. Genel Başkan’ın Küçük Kurultay’ı açış konuşmasını paylaşmak istiyoruz.
(http://www.add.org.tr/index.php/dernegimiz/yonetim/genel-baskanimiz/1091-add-genel-baskan-say-n-tansel-coelasan-n-kuecuek-genel-kurulunda-yapt-g-konusman-n-metnidir)

Yararlı ve bilgilendirici bir konuşma..
Ancak tek boyutlu.. Yalnızca dersaneler  – eğitim sorununa odaklanmış..
Oysa Türkiyemizin sorunları geniş bir yelpazeye dağılıyor..

Dava arkadaşlarımıza gönülden kolaylıklar diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
8.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

==============================================

ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın
Küçük Genel Kurulda Yaptığı Konuşma Metni

07 Aralık 2013, Batıkent – ANKARA

portresi
Değerli konuklar; önceki Genel Başkanlarımız,
Değerli Bilim Danışma Kurulu Üyeleri,
Değerli Şube Başkanları ve katılımcılar

Hepinize hoşgeldiniz diyorum.

Her yıl Kasım ya da Aralık ayı içinde tüzük gereği Şube Başkanlarımızın ve siz değerli katılımcıların katkısı ile Küçük Kurultay düzenliyoruz. Bu toplantılarda bir yandan;
ülke sorunları üzerinde tartışıp, Atatürkçü Düşünce Derneğinin yeni yılda yol haritasını çiziyoruz, diğer yandan da, örgüt içi sorunlarımızı tartışıp çözüm üretiyoruz.

Amaç: Cumhuriyet’in temel niteliklerinin korunarak ileriye taşınmasında,
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin görevini gereği gibi yapmasını sağlamak.

Hatırlarsınız, 2012 Haziran Genel Kurulunda sizlere söz verdik:
ADD, olarak Cumhuriyet yıkıcılarına karşı Kuvvay-ı Milliye’nin öncü gücü olarak, halkın genetiğinde var olduğuna inandığımız “Cumhuriyet bilinci” ile Cumhuriyete sahip çıkma refleksini harekete geçirip, O’nun korku duvarını yıkmasını,
bu gidişe DUR demesini, EL koymasını sağlayacaktık.

Sözümüzde durduk. Sizleri çok yorduk. Eylem yorgunu oldunuz ama başardık.

2013 Taksim direnişinin arkasında; bizim 19 Mayıs 2012’de Samsun’da başlattığımız,
bugüne kadar 10’u bulan, öncüsü olduğumuz kitlesel eylemler var.

Geçen yıl 29 Ekim’de Ulus’ta ilk gazı sizin Genel Başkanınız, ben yedim.
Sonra alışkanlık oldu.

Bugün; halk artık korku duvarını aşmış, Cumhuriyet yıkıcılarına DUR demiş,
sürece el koymuştur.

İstedikleri kadar biber gazı – toma – basınçlı su sipariş etsinler. Geriye dönüş yok.

AMA görevimiz bitmedi: İktidarıyla – muhalefetiyle siyasetin, halkın sesini iyi duyması,
doğru algılaması ve halkın iradesine aykırı politikalara yönelmemesi noktasında onları izleyeceğiz, gündemi takip edeceğiz ve Atatürkçü Düşünce İlkeleri doğrultusunda siyasete söylemlerimizle, gerekirse eylemlerimizle yine yol göstermeye devam edeceğiz.

Bu yıl 7-8 Aralık (bugün ve yarın) yapacağımız 2 ayrı gündemli toplantıda yine ülke ve örgüt sorunları üzerinde yoğunlaşacağız.

Bugünün gündemi: Türkiye’nin gündemi ve ADD.

Benim, izninizle çerçevesini çizmeye çalışacağım güncel konularda,
Bilim Danışma Kurulu üyelerimiz kendi görüşlerini sizlerle paylaşacak.

Cevaplanmasını istediğimiz soruların cevaplarını da birlikte,
tartışarak bulmaya çalışacağız.

Ortaya çıkacak sonuçların 2014 yılı seçim sürecinde örgütümüzün eylem ve söylemlerine ışık tutacağını umuyorum.

(1) Ben dershaneler üzerinden cemaatle – iktidar arasında yaşanan ve bugün
üstü örtülmeye çalışılan kavgayı, Cumhuriyetin tasfiye süreci ile ilgisi nedeniyle
önemli buluyorum ve tarihe not düşmek istiyorum.

Yaşanan, bir eğitim tartışması değildir.

2004 tarihli MGK toplantı tutanakları basına yansımamış, sonrasında tarafların birbirini suçlayan ifadeleri basında yer alamamış olsa idi, konu bir eğitim konusu olarak kapanabilirdi.

Ancak basında yer alan suçlamaların arkasında cemaatle – iktidar arasında
derin bir iktidar savaşı olduğu anlaşılıyor.

Bizi ilgilendiren yönü ise, taraflar birbirini suçlarken, Devlet içinde yapılanmış,
yasa dışı bir örgütlenmenin özellikle 2007 sonrasında çeşitli tertip ve operasyonlarla, Cumhuriyetin tasfiyesine yönelik olarak çalıştığı da ortaya çıkıyor.

Aslında herkesin bildiği, resmen kabul edilmeyen (F) tipi örgütün yasadışı varlığı
kendi ifadeleri ile kanıtlanıyor.

Önümüzde büyük bir suç (Cumhuriyet yıkıcılığı) ve suç ortaklığı var.

Biz bu kavganın tarafı değiliz.

Ama (bana ne) diyemeyiz.

Türkiye’nin siyasi gündemini gerici odaklar arasındaki rekabetin belirlemesine
göz yumamayız.

Buradan Cumhuriyet Savcılarını göreve çağırıyorum; yöneticileri ve sözcüleri tarafından varlığı itiraf edilen, Başbakan tarafından da varlığı teyit edilen bu yaşa dışı örgüt hakkında ne yapıyorsunuz?

(2) Buradan (Eğitime) geçiyorum.

Cemaatin dershaneler içinde payı %20 imiş. 700 dershane Cemaatin, olmayan hukuki varlığının elinde.

Emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden ve bu hali ile laik ve milli (ulusal) olmaktan çıkmış
eğitim sistemini yeniden laik ve milli yapmanın yolu nedir?

Sinan Meydan son kitabında:

  • “Cumhuriyet, 1945’ten bugüne kadar zaman zaman artan ya da azalan
    ama kesintisiz devam eden bir biçimde Atatürkçü yani Tam Bağımsızlıkçı
    ve laik çizgiden, tam bağımlı ve dinci bir çizgiye sürüklenmiştir.”
    diyor.

Katılıyorum. Gerçekten, 2. Dünya Savaşı sonrasında, siyasetin ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdiği karşı-devrim sürecinde; 1949 yılında ABD – Türkiye arasında imzalanan Eğitim Antlaşması çerçevesinde TÜRK TARİHİ
yeniden yazılmıştır ve bu tarihten sonra, bugüne kadar da okullarımızda okutulan TARİH, genelde Türkiye’nin ulusal (milli) çıkarlarına değil, Emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmiştir.

1990 başlarında ise ABD, BOP kapsamında yeni nesiller yetiştirmek üzere AB ise üyelik sürecinde; demokrasi – insan hakları – azınlık hakları gibi gerekçelerle
bizden Tarihimizle yüzleşmemizi, tarih kitaplarını yeniden yapmamızı istemişler,
bu istekleri de yerine getirilmiştir.

Kurulan kimi üniversite (Bilgi, Sabancı), vakıf ve enstitüler eliyle çıkarılan Alternatif tarih kitapları, dergi ve proje çalışmalarıyla, “demokrasi” adına, Samuel Huntington’un (Atatürk’ün mirasından kurtulun!) temel ilkesine uygun olarak Cumhuriyet yıkıcılığına soyunulmuştur.

Yalnızca bir örnek vereyim : Halil Berktay, 84.000 AVRO karşılığında ABD’ye yaptığı “İzmir’in yakılmasının yarattığı sosyal travmalar” projesiyle İzmir’i Yunanların değil,
bizim yaktığımızı ve Rumlara etnik temizlik yaptığımızı kanıtlamaya çalışmaktadır.

Hüseyin Aygün’ün akıl hocası da anlaşılan Halil Berktay’dır.

Örnekleri çoğaltmak kolay. Kısa geçiyorum.

Son 10 yılda ise bu konuda çok önemli adımlar atılmıştır: AB tarafından yayınlanması istenen kitaplar yayınlanmış, tüm eğitim sistemi yeniden biçimlendirilmiştir.

SOROS bu sürece Açık Toplum Enstitüsü aracılığı ile katkı vermiştir.
Öğrencileri, gençleri, tarih öğretmenlerini hedef alan, amacı, Türkiye’de Avrupa Kimliğini güçlendirmek olan projeler üretilmiştir. “İnsan Hakları” vurgusuyla yapılan çalışmalarda Ulusal Kimlik, Türk Kimliği eleştirilmektedir.

Yine bu dönemde TUSİAD tarafından hazırlatılan TARİH kitaplarından Türk – Türklük –
Ulusal Kurtuluş Savaşı – Ulus Devlet kavramları çıkartılmış, Atatürk ağır şekilde eleştirilmiştir.

Bugün İlköğretim 8. Sınıf Devrim tarihi kitabında 10. Yıl Nutku yok.

Yine TUSİAD ve Tarih Vakfı tarafından AB destekli Alternatif tarih kitapları hazırlatılmıştır. Talim Terbiye Kurulu ve Tarih Vakfı birlikte ders kitapları müfredatını köklü bir şekilde yenileme çalışmalarını sürdürmekteler. Çalışmanın temel özelliği, Atatürk – ulus devlet – milli kimlik karşıtlığıdır.

Açıkça söylenebilir. Türkiye’de ABD ve AB istekleri doğrultusunda yeni bir TARİH yazma görevinin hazırlıkları TUSİAD ve TARİH VAKFINCA YÜRÜTÜLÜYOR.

TARİH VAKFININ 2005 yılında hazırlattığı (20 yy. Dünya ve Türkiye) kitabında;

– Ulus devletin modası geçmiştir.
– Ulus kimliğine kör bağnazlıkla sarılmaktan vazgeçilmelidir.
– Kurtuluş Savaşı önemli bir savaş değildir.

vurgusu yapılmakta, 333 sayfalık kitapta Kurtuluş Savaşı yalnızca 2 sayfa tutulmaktadır.
Tüm ideolojilere yer verildiği halde, Atatürkçülük (Kemalizm) kavramları
yalnızca okuma parçalarında belge olarak adı geçen 3 askeri bildiride vardır:

12 Mart – 12 Eylül – 28 Şubat
Askeri Bildirileri. (darbe ideolojisi olarak)

Devam ediyorum..

Tek parti dönemi Faşizmle özdeşleştirilmiştir.
1923 devrimi küçültülürken / 1946 sonrası yüceltilmektedir.
Kitapta Köy Enstitüleri yoktur.
İrtica tehlikesi yer almamaktadır.

Sonuç                    :

Bugün MEB ders kitapları ve çeşitli fonlarla beslenen vakıf ve kurumlarca hazırlattırılan alternatif Tarih kitapları ile Cumhuriyet tarihi altüst edilmiş, vatanseverler hain, hainler kahraman yapılmıştır.

Resmi tarihle yüzleşme adı altında, kamuoyu, ABD-AB istekleri doğrultusunda yazılacak
YENİ BİR TARİHE alıştırılmaktadır :

– Atatürksüz,
– TÜRK kimliğini dışlayan,
– ulus devleti yıkan,
– bölmeyi kolaylaştıran,
şeriat devletine giden yolu açan bir TARİH anlayışı.

Sonuç : Laik ve milli olmaktan çıkmış, Cumhuriyet yıkıcılığına hizmet eden bir
eğitim sistemini yeniden milli ve laik yapmanın yolu ne olabilir?

Kanımca: Milli ve laik eğitim, ancak

emperyalizmin boyunduruğundan çıkmakla,
BATI ile hesaplaşmakla mümkün.

Teşekkür ediyorum. 07.12.13

Tansel ÇÖLAŞAN
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı

Hüseyin Akbulut : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti


Dostlar,

Bir kitap tanıtımı yapmak istiyoruz.

Yazarı : Hüseyin Akbulut

Kitabın adı : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti

Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti
  • Yazar: Hüseyin Akbulut
  • ISBN:978-605-63620-7-1
  • Basım Tarihi: Eylül 2013
  • Boyutu: 13.5 x 21 cm.
  • Sayfa Sayısı: 376 sayfa
  • Müzik Eğitimi Yayınları No.46
  • Kültür Kitapları Serisi No.15
  • Fiyatı: 25TL.

Resmî tarih, elli yıllık bir dönemi bazen birkaç cümleyle anlatıp geçiverir.
Üstelik resmî tarih yazıcıları, kesin yargıları da bu birkaç cümleyle topluma kabul ettirmeye çalışır. Oysa, o birkaç cümlenin ardında hangi gerçekler, hangi niyetler,
hangi entrikalar, hangi yaşanmışlıklar vardır! Hele konu Devletin kültür/sanat politikası
ve kurumlarıysa…

Hüseyin Akbulut, içinde yaşadığı, sanatçı, seçilmiş yönetici ve atanmış bürokrat olarak yıllarını verdiği müzik ve sahne sanatları alanında, resmî tarihin ardında yatan
dev gibi gerçeklerin kapılarını aralıyor. Sanat ve siyaset dünyasında işlerin ve ilişkilerin, sanatçısı, siyasetçisi, bakan ve resmî tarih yazıcıları nasıl yürütüldüğünü, perde arkasıyla açıklıyor.

Öğrenci, keman sanatçısı, CSO’nun seçilmiş müdürü, Devlet Opera ve Balesi’nin
uzun süre kesintisiz görev yapmış atanmış genel müdürü ve Kültür Bakanlığı’nın müsteşar yardımcısı olarak yıllarını verdiği bu âlemde yaşananları, belgeleriyle, fotoğraflarla, tanıklığıyla anlatıyor, olaylarla ilgili düşüncelerini açıklıyor. Çuvaldızın ucunu pek çok ilgiliye, bu arada kendisine de batırmaktan kaçınmıyor. Kültür/sanattan yoksun siyaset ile siyasetten yoksun sanat dünyasının berrak bir görünümünü çiziyor.

Tüm bu özellikleriyle bu kitap, alanında bir “ilk”… Yalnızca sanatçıların, sanatseverlerin değil, eski ve günümüz siyasetçilerinin, bürokratlarının “ibretle” okuması, gerekli dersleri çıkarması, kendi özeleştirilerini yapmaları için güç alması gereken, anı ve gerçeklerle özgün görüşlerin içiçe sunulduğu önemli bir kitap bu…

Şefik Kahramankaptan

İçindekiler
  • Yaşamıma Yön Veren Kurumlar: Köy Enstitüleri ve Gazi Eğitim
  • Düşlerimizdeki Okul
  • Olağanüstü Bir Müzik Dünyası: Rubin Müzik Akademisi
  • Gazi, Kuruluş İdeallerinden Nasıl Uzaklaştırıldı?
  • Derinlikli Tarihiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
  • Kenan Evren ve Müzik
  • Başkente Bir Kültür Kompleksi Kazandırılabilir mi?
  • Turgut Özal ve Müzik
  • Yıl 1926: Riyaset-i Cumhur Orkestrası Avrupa Limanlarında
  • Hipodrom Konserleri
  • Yasa Tanımayan Kültür Bakanı
  • Bir Güldürü Öyküsü: Kaybolan Pasaport
  • Bir Cumhuriyet Kurumu: Opera
  • Opera ve Bale Sanatları İçin Verilen Savaşım
  • Bitmez Tükenmez Aspendos Kavgası
  • Devlet Balesi Kayseri’de
  • Kültür Bakanı’nı Mahkemeye Veren Genel Müdür
  • Operada Namaz
  • Bazı Operacıların Refah Partisi’yle İşbirliği Girişimi
  • Süleyman Demirel ve Müzik
  • Hikmet Şimşek Cumhurbaşkanı Demirel’e Nasıl Emretti?
  • İktidardan Düşüren Senfoni
  • DSP’li Hükümetler Dönemi
  • İstifamı Önleyen Kültür Bakanı
  • Kültür – Sanat Büyük Ödülü
  • Devlet Sanatçısı Unvanının Sonu
  • Büyük Sıçrama: Beş Yeni Opera-Bale Kurumu
  • Antalya’ya Opera – Bale: Ahmet Taner Kışlalı’nın Özlemi
  • Veda Zamanı
  • Yurdumuzun Kültür ve Sanat İşleri
  • Bakanlıktaki Göreve Nasıl Atandım?
  • Devlet Sanat Kurumlarının Yeniden Yapılanma Serüveni
  • “Lirik Tarih” Gösterisi ve Yekta Kara Soruşturması
  • Kültür Bakanlığında Ürettiğimiz Yeni Projeler
  • Fazıl Say ’ın “Nâzım Hikmet Oratoryosu”
  • Ahmet Necdet Sezer ve Müzik
  • Bir Dönemin Sonu: Gemi Alabora Oluyor
  • AKP’nin İktidarı Ele Geçirmesi
  • Kültür Bakanlığı’nın Kapatılarak Turizme Eklenmesi
  • 2014’e Girerken Türkiye’nin Görünümü
  • Kültür ve Sanata Soluk Aldıracak Yaklaşımlar Nasıl Olmalı?
  • İsim Buldurusu
    (www.muzikegitimi.net, 2.11.13)

**********

Değerli Akbulut ile ADD’de Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştık (2006-2007).

Bir sanat – kültür adamı olarak inceliğinden, zarafetinden, duruşundan,
söz söyleyişinden hep öğrendik..Şimdi de ömrünü verdiği Türk sanat – kültür yaşamına tanıklıklarından öğreneceğiz.
Zaten bu kapsamlı kitabına (376 sayfa) verdiği başlığın da üstünde“Yaşananlar, Tanıklıklar, Düşünceler Işığında” notunu üzelliekle düşüyor.Bu notu özellikle önemsiyor sayın Akbulut ve kitabının adeta gerekçesi sayıyor.
Bir boyutuyla da ..bunca yaşanan, tanıklık edilen olaylar ve düşüncelerin yazılması
boyun borcuydu, başka türlü yapılamazdı.. diyor bize göre.
Nitekim 28.10.13 günü Çağdaş Sanatlar Merkezinde ADD panelinde bize bu değerli kitabını imzalarken de söz konusu hususu – gerekçesini bir kez daha dile getirdi.
Türkiye, AKP yönetiminde Kars’taki insanlık anıtının “Allah-u ekber” diyerek kafasını kesen ve yere indirerek kaldıran bir acı – utanç veren dönem yaşamakta.Başbakan RT Erdoğan, yontu sanatçısı Sayın Mehmet Aksoy‘un bu yontuları için, çok yetkisi varmışçasına, sıkı bir sanat eğitimi almışçasına, “Ucube” buyurmuş ve kaldırılmasını Kars belediyesine emretmiş, ne yazık ki yüz kızartıcı buyruk, üstelik
dinsel bir ritüelle, “Allah-u ekber” nidalarıyla yontunun kafaı kesilerek yerine getirilmişti (14.6.11)!Ve Türkiye, Afganistan’ın Talebanları ile aynı lige sokulmuştu (14.6.11);
Resam Bedri Baykam‘ın deyişiyle,

  • ”Dünya, Türkiye’yi ikinci Taliban olgusu olarak yansıtacak…”
Salt Türkiye için değil, insanlık tarihi adına da kahreden bir acı olaydır bu.
Örnekler ne yazık ki tek de değil.. Başkent belediye başkanı da “böyle sanatın içine tüküreyim..” diye kükremişlerdi (!)..

Bu karanlık dönemi de aşacak Türkiye..Dar ve de zor dönemler, sanatçıların – aydınların topluma yol göstermesi – öncülük etmesiyle aşılır.. Sn. Akbulut de bu kitabı ile ükemizin kritik dönemecinde bu sorumluluğunu yerine getirmekte.
Eylül 2013 tarihli önsözünde şu kaydı dikkate değer :
Kitap, Türkiye’nin inişli – çıkışlı kültür tarihine bir bakış niteliği taşıyor..
Betz hücrelerinize sağlık Sayın Akbulut..
Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce bir makalesine yer vermiştik :

Devlet Tiyatroları kapanmanın eşiğinde!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kim Hitlere Benziyor?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Mahmut Adem, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin
emekli öğretim üyelerindendir. Ülkemizin eğitim tarihini iyi bilenlerdendir. Bu yazısında salt eğitim tarihimizden örneklerle Başbakan RTE’nin nasıl gerici adımlar dayattığını ve Anayasa’yı, Devrim Yasalarını (md. 174) çiğneyerek eğitimi dincileştirdiğini işliyor.
Bir yanda Yüce Atatürk ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü’nün devrimci ve ilerici adımları, bir yandan RTE’nin despot – dinci dayatmaları..
Hitler’e kim benziyor??

Sevgi ve saygı ile.
27.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Kim Hitlere Benziyor?

portresi
Prof. Dr. Mahmut Adem
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Gezi Parkı direnişi konusunda Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımına, Almanya’nın önde gelen bir haftalık gazetesi, RTE’ye Hitler bıyığı takıp saçlarını da onunki gibi taranmış bir fotoğraf yayınlamış, “yeni diktatör” başlığını atmış. Benzer bir karikatür de Fransa’da

Le Monde gazetesinde yayınlanmış.

Hiç kuşku yok, bunun yorumunu okuyucu yapacaktır.

CHP genel başkanı ve öbür yöneticiler Başbakan’a “diktatör” deyince onlara yüklenmek, hatta belki de Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’yü halkın gözünden düşürmek için zaman zaman tek parti dönemini kötülemeye girişir. Çoğuna söylediği “diktatör mü arıyorlar, aynaya baksınlar, sizin geçmişiniz belli, genel başkanınız İsmet İnönü’nün bıyığı da Hitler’in bıyığına benziyordu..” vb.

  • “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…”
Bizce burada önemli olan kişinin ne yaptığıdır. Bu bağlamda ben şu konu üzerinde durmak istiyorum:
Eğitimde, özellikle yükseköğretimde İsmet Paşa ne yaptı? RTE ne yapıyor?Bu bağlamda geçmişten ve günümüzden kimi kesitler sunacağım. Amacım, kesinlikle İsmet İnönü ile RTE’yi karşılaştırmak değildir.Çünkü;
Atatürk’ün en yakın silah ve dava arkadaşı,
– Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi komutanı,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı,
Lozan barış görüşmelerinin Başdelegesi,
– 2. Cumhurbaşkanı,
– ülkemizi 2. Dünya Savaşı dışında tutan büyük devlet adamı,
– çok partili demokratik düzene geçişi büyük bir özen ve başarı ile gerçekleştiren,
– daha açık deyişle ülkemizin çok partili demokrasiye geçişini gerçekleştiren
(hiç kuşku yok, RTE’nın başbakan olmasının önünü açan) devlet başkanı…
1972 yılında kurultayca partisinin genel başkanlığına seçilen Bülent Ecevit’i, demokrasiye olan inancı ve ulusal iradeye saygısı gereği ceketini düğmeleyip kutlayarak bir demokrasi destanı yazmış, dolayısıyla tarihe mal olmuş
İsmet Paşa ile RTE hiçbir biçimde karşılaştırılamaz.
Eskilerin deyişi ile RTE, İsmet Paşa’nın eline su bile dökemez.
  • Bir ulus bireyleri ancak bir türlü eğitim görebilir.
    Bir ülkede iki türlü eğitim, iki tür insan yetiştirir.
    Bu ise; duygu ve düşünce birliğini ve dayanışma amaçlarını
    bütünüyle yok eder.”
İşte bu gerekçe ile Büyük Önder’in öncülüğünde İnönü Hükümeti, ulusal birliği güçlendirmek ve pekiştirmek amacıyla 1924’te Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasasını çıkarmıştır.RTE hükümeti;
– ulusu dindar-kindar / laik,
– türbanlı/ çağdaş,
– alevi/ sünni vb.
ayrıştırmak ve hayal kurduğu İslam devletine uygun insan yetiştirmek için
4+4+4 gece yarısı yasasını dayatmıştır.
Böylece 89 yıl önceki iki kanallı eğitime dönülmüş,
iki tür insan yetiştirilmeye başlanmıştır.
Bununla da yetinilmemiş, “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alıyorum.” demesiyle
RTE, 10,5 yıldır yaptıklarının üstüne tuz biber ekmiş, ulusal birliği temelinden sarsmıştır.İnönü Hükümeti;- başta Öğretim Birliği,
– hukuk devrimi,
– harf devrimi,
– dil devrimi,
– üniversite reformu…
olmak üzere gerçekleştirdiği devrimlerle, çağdaş uygarlığın yapı taşlarını birer birer örmüştür. Devrimlere karşı çıkan, hatta büyük taarruzdan birkaç ay önce Konya’da bir medrese talebelerinin askere alınmamalarını bizzat Başkomutan Mustafa Kemal’den isteyen Osmanlı medresesi kapatılmıştır. Ve evrensel ölçülerde bilim ve araştırma kurumu olan yeni bir üniversite kurulmuştur. İşte bugünkü AKP kadroları, anılan bu cumhuriyet okullarında yetişmiştir!Din eğitimi vermek için okullarda
anayasal olarak zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi okutuluyor.RTE iktidarında resmi ve kaçak Kuran kursları Milli Eğitim Bakanlığı denetiminden çıkarılmış ve
Kuran kurslarına gitmek isteyenlerin yaş sınırını kaldırılmıştır.

Buna karşın okullara

– “zorunlu” seçmeli Kuranı kerim,
– Hz. Muhammet’in hayatı,
– temel dini bilgiler,
– Arapça… vb. dersler konulmuştur.

  • Böylece bir tür herkese Arap alfabesi öğrenme zorunluluğu getirilmiş,
    Harf Devrimi yok sayılmıştır!
Kendi kendime soruyorum:
Hangi Arap ülkesinde Türkçe, okullarda ders olarak okutuluyor?
  • RTE hükümeti,
    Abdullah Gül’ün de koşulsuz onayı ile bilim yuvası çağcıl üniversiteyi
    yeniden “medreseleştirmiştir”.
– Bir üniversite, 33 yıl Osmanlı’yı gaddarca yöneten “Abdülhamit”e “fahri doktora” unvanı vermiştir.
Başka bir rektör de, mensubu olduğu tıp fakültesi için “ben buranın kimyasını değiştireceğim..” diyebiliyor.
Bu gücü kimden alıyor?
  • İslami eğitim veren sibyan medreseleri kaçak olarak kurulabiliyor.
Denetleyen var mı? Bir sonraki hedefleri, var olan İslam üniversitelerine ek olarak, yoğun şeriat eğitimi verilen ve Mısır’daki “Müslüman kardeşlerin” yetiştirildiği
El Ezher Medresesini Türkiye’de açmak mı?
Cumhurbaşkanı İnönü yönetiminde;
– ulusal,
– bilimsel,
– laik,
– karma ve
– uygulamalıeğitim verilen Eğitmen Kursları açılmış ve Köy Enstitüleri kurulmuştur.
Bu kurumlarda Cumhuriyetin öğretmenleri yetiştiriliyordu. Hedef ülke nüfusunun
% 80’inin yaşadığı 40 bin dolayındaki köyde yaygın olan bilisizliği (cehaleti) tümüyle ortadan kaldırmaktı. O günlerde ilköğretim sorununu şöyle değerlendiriyor Cumhurbaşkanı İnönü:

  • “İlköğretimi olmayan ülkelerde ortaçağ yönetimi tüm şekilleriyle sürer. Bilmeyen, siyasi güç sahiplerinin elinde, Ortaçağ”da olduğu gibi köle hayatı sürer. Hür vatandaşlardan birleşik bir millet olmanın çarelerinin başında, ilköğretim çaresi vardır. Davayı bu kadar geniş ve derin görmeliyiz.
    İlköğretim davası insan olmak, millet olmak davasıdır…” 

Oysa RTE yönetimi, temel yurttaşlık eğitiminin verildiği 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretimi 4+4+4 ucube yasası ile kesintili duruma getirmiş, böylece
imam-hatiplerin orta kısmını yeniden açmıştır.

Burada amaç, imam-hatiplerin gözde okullar olmasını sağlamaktır.
Ayrıca bu okul mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine girmeleri sağlanmıştır.

Bu, Anayasa’nın 174. maddesine göre korunacak devrim yasalarının ilki olan
Öğretim Birliği yasasını yok saymaktır.

Çünkü bu yasada imam-hatip okullarının amacı, “imamlık ve hatiplik gibi dinsel hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli memurlar yetiştirmektir”.Cumhurbaşkanı İnönü yönetiminde 1946’da çıkarılan üniversiteler yasası ile,
ilk kez üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik verilmiştir (A. S. 4936 sayılı yasa). Üniversite öğretim üyelerine, rektör-dekan vb. yöneticilerini seçme hakkı tanınmıştır.1956’da Demokrat Parti iktidarının üniversite özerkliğine müdahalesi üzerine
ana muhalefet lideri İnönü şöyle diyor:
  • “Özerk üniversiteyi rejimin temel öğelerinden biri sayarız.
    İktidar (DP), özerk üniversiteyi dili olmayan, işe yaramayan bir unsur haline getirmek istiyor. Bu yanlıştır, zararlıdır. ”

Bugün üniversitelerde rektör olmanın en önemli ölçütleri, AKP’den milletvekili aday adayı olmak, türbana yandaş olmak vb. Bu, RTE iktidarının amacı, üniversiteyi işe yaramayan bir kurum haline getirmek değil de nedir?

1960 askeri yönetimi Milli Birlik Komitesince çıkarılan bir yasa ile görevden alınan 147 öğretim üyesi, İsmet İnönü hükümetince çıkarılan başka bir yasa ile 1962’de yeniden eski görevlerine dönmüşlerdir.

12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra başta Genel Kurmay Başkanı Tağmaç olmak üzere askerler üniversite özerkliğini kaldırmak istiyor. Ancak CHP lideri İnönü
şu gerekçe ile karşı çıkıyor:

“Üniversitedeki elemanlar Türkiye’nin en iyi eğitim görmüş, en iyi yetişmiş insanlarıdır. Oların kendilerini yönetemeyeceklerini nasıl kabul edebiliriz?”12 Eylül 1980 darbesini yapan generallerden yaşayan ikisinden yargıda darbenin hesabını sormak isteyen RTE iktidarı, darbe yasası YÖK’ü kullanarak üniversiteyi medreseleştiriyor.
Rektörler, Profesörler düzmece iddialarla 5 yıldır Silivri zindanında tutuklular.
  • RTE iktidarı, 11 yıldır adım adım ulusal, bilimsel, laik ve karma eğitimi dinselleştiriyor.

Buna karşı olan bilim insanları, aydınlar, gazeteciler, askerler Silivri zindanında.
Neden?
Çünkü onlar yurtsever, demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü.

Bu örnekler, bu yazının boyutu aşacak biçimde çoğaltılabilir.
Sonuçta eğitimde izlediği politikalara ve yaptığı uygulara bakıldığında İsmet Paşa mı diktatör Hitlere benziyor, Başbakan Erdoğan mı?

Buna okuyucu karar verecek. Bizden söylemesi.

25 Soruda Atatürk Devrimi

Dostlar,

ADD Genel Yönetim Kurulu ile Bilim-Danışma Kurulu Üyesi, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fak. emekli öğretim üyesi (Siyasal Tarih) Sn. Prof. Dr. Sina AKŞİN,
çok değerli bir derleme yazdı :

  • 25 Soruda Atatürk Devrimi

Şöyle başlıyor çalışma :

Soru 1 – Osmanlı Devleti neden çöktü? 

Bu soruyu yanıtlamak için Türk tarihinin derinliklerine uzanmak gerekir. Bir görüşe göre Türk Tarihi MÖ 220’de Türklerin ilk yurdu Çin’in kuzeyinde Hun’larla başlar. Fakat başka görüşlere göre Sümerler (Muazzez İlmiye Çığ, Ünal Mutlu), Etrüskler (Adile Ayda), mağara yazıtlarını yazanlar (Kazım Mirşan, Haluk Tarcan), Atlantis insanları (Veysel Batmaz), Mu Kıtası İnsanları (Sinan Meydan) da Türk’tür. Sümerlerin Türk olduğu kabul edilirse Türk tarihi MÖ 3500’e kadar geri gitmiş olur ve Türkler yazıyı icad etmiş (çivi yazısı) uygarlığı başlatan bir halk olur. Bu tür çalışmalar Atatürk zamanında özendiriliyordu. Fakat onun ölümüyle durduruldu. Şimdilerde kendiliğinden canlanmış bulunuyor. Büyük bir ilgi var. Bu görüşlerin tartışılarak sonuçlanmasını heyecanla bekliyoruz. 

Fakat şöyle bir sorun var:..

********************************

Ve Sina hoca 25 soru ile Atatürk Devrimi‘ni bütünsel olarak tanımlıyor.
Şöyle de bağlıyor :

  • “.. Ne hazindir ki, Atatürk’ün kurduğu ve sürekli iktidarda olan Karşıdevrim karşısında sürekli muhalefet konumunda kalmış olan CHP Karşıdevrimi getiren dört adım konusunda devrimci bir tutum alamamıştır. İktidara gelirsek
    4 adımı tersine çevireceğiz, Halkevlerini, Köy Enstitülerini yeniden açacağız, imam hatip okullarını imam gereksinimini karşılayacak bir düzeye indireceğiz, öğretmenliği yeniden birinci sınıf meslek yapacağız diye bir sorunu olmamıştır.”

20 sayfalık bu önemli metni pdf olarak sunuyoruz.

Okumak için aşağıdaki erişkeye (linke) tıklamalısınız.

Sayın Akşin’e teşekkür borçluyuz..

portresi_sina_aksin

 

 

 

 

25_Soruda_Ataturk_Devrimi_Sina_Aksin_18.6.13

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet


Dostlar
,

Cumhuriyetimizin sıradışı aydınlarından, 91 yaşındaki bilge insan,
Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen’in doktora tezi Sağlık Ekonomisi ağırlıklıdır.

Bu sitede epey yazılarına yer verdik saygın büyüğümüz Dr. Ölçen’in..

Aşağıda yeni bir yazısı var :

  • Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Okunup okutulması dileğiyle.. Kendisine de hem derlediği hem de paylaştığı için
engin teşekkürlerimizle..

Sevgi ve saygı ile.
11.3.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================
Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN

portresi

Kemalizm’in Ekonomisine İhanet

Sn. Zeki Kentel’in Kemalizm’de enflasyon gibi kimi ekonomi sorunlarına yanıt bulunmadığı düşüncesine, uzmanlık alanım olduğu için yanıt vermeye gereksinim duydum. Ülkemizde “Kemalizm’in Ekonomisi”ni betimleyen benden önce herhangi bir iktisatçıya rastlanır mı bilemiyorum. Ben rastlamadım. 1982 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen
bir Sempozyum’a “1923-1938 Döneminde 1. ve 2. Sanayi Planları” tebliği ile katılmıştım.

1997 yılında konuyu Kemalizm’in Ekonomisi kitabıyla bütünselliğe kavuşturdum.
Kemalizm’in özünü kavrayabilmek için onun ekonomisini ve o ekonomideki yönetsel
ve siyasal ilkeleri incelemek gerekir. O nedenle Mustafa Kemal, 1923’ün Şubatında
İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında bu temel ilkeyi şu sözleriyle özetlemiş:
Bütün programlarımız iktisat programından çıkacaktır, demişti. Kemalizm’in özü ve özetidir bu. Nasıl olacak sorusuna verilecek yanıt Kemalizm’in ideolojik dokusunu açıklar. Bunu 1930 yılında hazırlanan “İktisadi Program’ın 64 ve 3.maddelerinde görüyoruz. İktisadi Program’ın 64’üncü maddesinde:

Milli iktisadı (dikkat ediliyor musunuz ilk kez milli iktisat kavramından söz ediliyor)
her şubede tesis, tevsi ve inkişafı için lazım olan sermayenin en bereketlisi
milli tasarruf” tur.

Osmanlı devletinin 700 yılı bulan tarihinde hiçbir devlet adamı, milli tasarruf, milli iktisat deyimlerini kullanmamıştı. Çünkü Osmanlı, milli devlet değildi ve ekonomi dışı yaşamıştı. Acaba milli tasarruf, ne tür hukuk düzenine gereksinim duyacaktı?
Bu soruya yanıtı İktisat Programı’nın 3’üncü maddesinde görüyoruz:

Adalet, devletin bütün hayat ve faaliyet şubelerinde olduğu kadar ve bilhassa
iktisadi hayat ve faaliyetin de temelidir. En iyi kanunlar ve adil hakimler,
iktisadi teşebbüs ve inkişafın başlıca muhafızı ve müşevviki, olacaktır.

Böylece Kemalizm’in özü ve özetinin üç ilkesiyle karşılaşıyoruz:

1. Devletin (yürütme erkinin yani siyasal iktidarların) programları İktisat Programı’ndan çıkmalıdır.

2. Gelişmeyi sağlayacak nesnel ve parasal gücü milli tasarruf yaratmalı.

3. Devlet adaletin temel olmalı ve hukuk ile ekonomi bütünleşmelidir.

Şimdi soruyoruz: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İktisadi Programı var mı, “milli tasarruf” yerine neden dış borca ihtiyaç duyuluyor? Dışalım savurganlığı neden önlenemiyor?
Ve Devlet adaletin mi yoksa adaletsizliğin mi temeli? Hukuksuzluğun hukuku ne amaçla yaratıldı.

Kemalizm’de milli tasarrufun kullanımı, hukuk ile ekonominin bütünselliği ve yönetimin kaynağının ekonomi olması (bir başka deyimle ekonomi politiği) nasıl gerçekleştirildi, görelim bunu:

Kemalizm’de bu sorunun yanıtı planlı sanayileşme ile sağlanmıştır. 1932 ve 1935 yıllarında hazırlanan sanayi planları Sovyet Rusya’da bile bir örneğine rastlanmayan yatırım projelerine ilişkin “fizibilite raporları” ile yürürlüğe girmiştir. Yani, yatırım projelerinin tümü, ne kadar süre içinde kendisini ekonomiye geri ödeyeceğinin hesaplarına dayalıdır. Türkiye’mizde henüz İktisat öğrenimi ve fakülteleri yokken o hesaplar Sovyetler Birliği’nde bile örneği olmayan bilimsel yöntemlerle hazırlandı ve uygulandı.

Mustafa Kemal, emperyalizme avuç açmadan, ülkemizi korumanın gizini bir temel ilkeyle açıklamıştı: Beş Beyazlar Ekonomisi. Eğer Türkiye “bez, kağıt, şeker, un ve çimento” olarak betimlenen bu beş beyaz ürünü kendi emeği ve kendi tasarrufu ile yaratabilirse işte o zaman tam bağımsızlığını sağlayabilirdi. (Osmanlının 1913-14 yılında 518.9 milyon Mark olan toplam dış alımının beş beyazlar %53.4’ünü oluştururken 1932 yılında bu oran % 26.8’e indi. Milli iktisat böyle doğdu).

Bir önemli sorun vardı:

Devlet nasıl örgütlenmeli ve hangi kurumları yaratmalıydı. Bu soruların yanıtı varsa ancak o zaman Kemalizm’in bütünselliği doğabilirdi. Bu soruna Kemalizm, iki ana “kurumlaşma süreci” ile çözüm getirmiştir:

A. Nesnel kurumlar:

1. Devlet vatanın doğal varlığını tanımalıydı. Bunun için ilk iş olarak 25 Nisan 1926 günü
3517 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Merkezi İstatistik Teşkilatı”nı kuruldu.
Osmanlı Devleti, ülkemize ne ka­dar yağmur yağdığını, akarsularımızdan yılda
kaç milyon metreküp su akıp gittiğini ve en düşük ya da en yüksek ısının nasıl değişime uğradığını merak etmeyen, buna gereksi­nim duymayan devletti.

2. Devlet Etibank, Sümerbank’ı kurarak sahip olduğu vatanın doğa varlığını tanımları, bilmeli ve üretime nasıl dönüştürüleceğini hesaplamalıydı. (Osmanlı kendi ülkesini tanımayan devletti)

3. İller Bankası kurulmalı yerel yönetimlerin (yol, içme suyu gibi) altyapı yatırımlarını
milli tasarrufla finanse etmeliydi.

Bu üç temel kuruluş ancak genç kuşakların bilgi ve kültür donanıyla yaşayabilirdi. O halde

Kemalizm;

B. Kendi kültürünü yaratmalıydı.

1. Ulus kendi tarihini bilmeliydi: Türk Tarih Kurumu kuruldu.

2. Ulus Osmanlı’nın yasakladığı öz Türkçesini öğrenmeliydi:
    Türk Dil Kurumu bu amaçla kuruldu.

3. Gençler bir araya gelebilmeli, Anadolu kültürünü, sanatını folklorunu tanımalı, öğrenmeli geliştirmeliydi. Halkevleri bu amaçla kuruldu. Halkın okulu olmalıydılar.

4. Kırsal alan gençleri, sanayinin temel nesnelerini tanımalı, onu kullanmalı ve
üç boyutlu yapıya dönüştürürken okul denilen o yapı içinde öğrenim görmeliydi.
Kırsal alanın feodal yapıdan kurtularak sanayi toplumuna dönüşümü ancak böyle sağlanabilecekti. Köy Enstitüleri bu amaçla kuruldu.

Ne yazık ki bu kurumlar ihanet çemberinde yok edildiler.
Kemalizm’in özü ve özeti budur. Ve bu bütünsellik sayesinde:

1. Bütçe dış açık vermiyordu.

2. Enflasyon söz konusu değildi.
Enflasyona yer vermeyen ekonomi yaratılmıştı.
O halde yaratılan ekonomi enflasyonun da çözümüydü.

3. Yatırımların finansmanı milli tasarrufla sağlandığı için, dış ticaret açığı söz konusu olmuyor ve o sayede 1 ABD doları 1.20 TL’de değerini koruyordu. TL olan milli paranın gücü, onuru ve uluslararası geçerliliği üst düzeydeydi, şimdiki gibi ayaklar altına düşmemişti. Yani ekonomi emperyalizme karşı kendisini koruyabiliyordu. KİT’ler
(Kamu İktisadi Kuruluşları) bu amaçla yaratıldı. (AKP tarafında yok pahasına satıldılar).

Görülüyor ki; Kemalist devrimlerin yeryüzünde benzeri olmayan bir özelliği vardı.
Teorisi, uygulaması kendi kültürünü ve o kültürün kurumlarını yaratarak evrim içinde gerçekleştirilmişti. Oysa Fransa’daki devrimde giyotinler işleyerek; Sovyet Rusya’da karşı çıkanlar Çar ailesi dahil yaşamlarını yitirerek gerçekleştirildi.

  • Kemalist devrimlerde gözyaşı dökülmemiştir; tarihin ilk insancıl devrimidir.

Mustafa Kemal‘in kurduğu yeni devletin esası iktisat programın­dan çıkacaksa,
önce doğa varlığını tanımak ve sanayileşme sürecine adım atmak gere­keceğini belirtmiştik. O nedenle, 1925-1927 döneminde Sovyet Rusya’dan tarım uzman­ları
davet edilerek “Türkiye’nin Zirai Bünyesi” 860 sayfa tutarında bir yapıt ile ortaya çıkarıldı. Örneğin, 1951 yılında kitap olarak basılarak dağıtımı sağlanan bu çalışmanın 557’inci sayfasında haşhaşın morfin, kodein, tebain ve papaverin oranlarının ne düzeyde olduğunu aşağıda çizelgede görmekteyiz:

Morfin            Kodein         Tebain         Papaverin
Türkiye        %10.0-28.0   %0.2-0.8       %0.2-0.5     %05-1.0
Hindistan     % 4.6- 8.9     %0.5-4.0       –                  –
Çin              % 4.3- 11.2    %0.06-0.18  %0.7-0.9     %0.3-0.8
İran             %10.4-10.8    %0.29-.57    –
Yugoslavya %10.0-16.0    %0.46          –                   –

Çizelgenin sonunda “Türkiye’de haşhaş bitkisindeki morfin miktarının öbür ülkeleri
pek geride bıraktığı” yazılıdır. Bu bilgiye şunun için değinmeye gereksinim duymaktayım: Çünkü alkoloid projesi, afyon ekimini sağlık sektörüne katkıda bulu­nacak yatırım projesinin temel girdisi olmasını ön görülmüştü. Mustafa Kemal Atatürk, yaşamını
erken yitirip aramızdan ayrılmasaydı bu sanayi da­lındaki yatırım kesinlikle gerçekleşir
ve Türkiye’miz, afyonu tıp dünyasına sun­muş olurdu.

1924 yılında dünya afyon üretimi 8600 ton olarak tahmin edilmekteydi. Alkoloid için
afyon istemi ise yalnızca  370 ton idi ve Türkiye bunun %61’ini karşılayacak bir
yatırım projesine Mustafa Kemal sayesinde 2. Sanayi Planı’nda kavuşmuştu.

Sanayi planlarına alınan yatırım projelerine ilişkin fizibilite he­sapları bilimsel açıdan
üst düzeydedir. Örneğin alkoloid yatırım projesinde yılda 120 ton afyonun işlenerek
12 ton baz morfin üretilmesi öngörülmüştü. 120 ton afyo­nun dış satımıyla 944 000 TL
gelir sağlamak yerine onu alkoloid türevlerine dönüştüren yatırım projesiyle 1 454 000 TL dışalım geliri sağlanacağı yapılan hesapların sonucuydu. Ne yazık ki, bu yatırım projesi unutuldu.

İkinci Sanayi Planı‘nda bir önemli yatırım projesinin de linyit ya antrasitten
sentetik benzin üretimi tasarımıydı. Çok önceleri Batı dünyasında kömürden
sentetik benzin üretimi düşünülmekteydi ve fakat buna ilişkin teknoloji ancak Almanya’da 1930’lu yıllarda keşfedildi. 2. Sanayi Planı’na böylesi bir yatırım projesinin fizibilite hesapları yapılarak 1935 yılında girdiğini görüyoruz. İki seçenek incelenmişti. 1 kg linyit
ya da antrasit kömürünün fiyatı X ise üretilecek sentetik benzinin,

1. Antrasit kömür katranından üretilen benzinin litre fiyatı F:
F=7.04+(0.113 X+0.113)/n

2. Linyit kömüründen üretilecek benzinin litre fiyatı:
F=7.22+1.15 X bulunmuştu.

Antrasit kömüründe katran oranının n=%8’den az olması durumunda linyitten üreti­len benzinin daha ekonomik olacağı anlaşılmıştı. Linyit kömürünün birim fiyatı X=4 ku­ruş olduğu için üretilecek sentetik benzinin litre fiyatı 11.83 kuruş olarak bulunmuş,
dış alım fiyatının 3 katı olduğu görülerek Sanayi Planı’na alınmamasına karar verilir­ken, Mustafa Kemal’in karşı çıkması ile Plana alınmıştı.

Mustafa Kemal’e göre:

İktisat meselesinden ziyade milli müdafaa mevzuu önemli idi.
2. Sanayi Planı’nı (1935) İktisat Bakanı Celal Bayar, Meclis’e sunarak savunmuş olmasına karşı 1950 yılında Cumhurbaşkanı olduğunda 2. Sanayi Planı’nda savunduğu yatı­rım projelerinden hiçbirini anımsamamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, İzmir’de İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında
sözünü (1923) ettiğimiz İktisat Programı’nın temel ilkelerini şöyle özetlemişti:

  • İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, hakimiyeti iktisadiye ile
    tersim edilmelidir. Yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilmedikçe (taçlanmadıkça) semere, netice payidar (sürekli) olamaz. Bugünün devlet ve siyaset adamları O’nun bu sözünü anımsayarak uygulamaya çalış­salardı şimdiki sorunların hiçbirini yaşamazdık.

Bugün Mustafa Kemal’in okullarında yetişenlerin Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun devrimlerine sahiplenmeleri bir yana karşı çıkmaları ve yadsımaları hangi sözcükle açıklanabilir?

İhanet sözcüğüyle!

R.T. Erdoğan eğer sadrazam olsaydı, kim bilir hangi padişahın eteğini öpecekti.
Eğer Köy Enstitüleri ve Halkevleri yok edilmeseydi gelişen kültür düzeyinde

R.T. Erdoğan gibi cahil biri başbakan olabilir miydi?

Ve ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry sağ eli göğsünün üzerinde Anıtkabir’de
saygı duruşundayken, bir başbakan “sap gibi duruyorlar” diyebilir miydi?

Kraliçe Elizabeth, Anıtkabir özel defterine;

  • “Modern tarihin büyük şahsiyetlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’e
    saygılarımı sunmak benim için büyük bir onurdur.”

diye yazarken, AKP iktidarı tarih kitaplarından Mustafa Kemal’in adını silecek kadar küçülebilir miydi? Hayır! AKP gibi bir siyasal parti zaten kurulmaz,
kurulsa da toplumun kültür düzeyi, ona iktidar kapısını açmazdı.

Ülkemizde kimileri var ki, onlar, kendilerine bugünkü olanakları yaratan devlet ve
siyaset adamlarımızdan İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk’e neden karşılar,
bu şizofrenik davranışı sosyal psikoloji uzmanları analiz etmeli ve tedavi çarelerini aramalıdırlar. Eğer olay siyasal amaç ve art niyet ürünü değil de, patolojik ise.
Türk ulusu sosyal patoloji uzmanlarına gereksinimi olduğunu kabul ederek buna
çare bulursa kendisini esenliğe kavuşturabilir.

O zaman haklı olarak “ne mutlu Türk” olduğumuzu söylediğimizde buna hiç kimse
karşı çıkmaz ve hiç kimse annesinden alacağı kültür ve terbiye gereği Milliyetçiliği
ayak altına alacağını söyleyecek kadar küçülemezdi.. Kültür erozyonuna çare bulmak başta gelen sorunumuz olsa gerek. (7 Mart 2013)

Dr. Ali Nejat Ölçen

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Tansel Çölaşan : AKP, iktidarı diktatörlük üzerine kurmak istiyor


AKP, İktidarı Diktatörlük Üzerine Kurmak İstiyor!

Ulus Gazetesi Röportajı
15.10.2012

tansel colasan
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı
Tansel Çölaşan
AKP, iktidarı diktatörlük üzerine kurmak istiyor

ADD Başkanı Çölaşan,
“Tartışmak bile boşuna. –

– AKP, geride kalan süre içinde kapatma suçunu birçok kez işledi. 
– 10 yılda Cumhuriyeti yıkmak için her şeyi yaptı.” dedi.

TÜRKLÜKLE İLGİSİ YOK “Demokrasinin işlediği her hangi bir ülkede, AKP türünde bir partinin iş başında kalması düşünülemez. AKP’nin Türklükle, Türk milleti ile bir bağlantısıyok.”

BAŞBAKAN HALKTAN KAÇIYOR

“Başbakan Erdoğan bunca korumayla halktan kaçıyorsa, demek ki gidişi yaklaşmıştır ve halk demokratik yollardan bu gidişi sağlayacaktır.”
HAŞİM KILIÇ’IN SEÇİLMESİ “Haşim Kılıç’ın başkan olması da orada görev yapan ve ‘cumhuriyetçi’ olarak bilinen arkadaşların kendi aralarında anlaşamamalarının ürünüdür.”
Murat KANTEKİN – Ulus Gazetesi 15.10.2012

AKP iktidarı 10 yılını doldururken bazı uygulamalarda son sürat gidiyor. Kendi gündeminde olan birçok değişikliği hızla hayata geçiriyor. Peki bu durum demokrasi duyarlılığıyüksek yurttaşlar arasında nasıl görülüyor?“AKP Türkiye’yi nereye sürüklüyor?”Bu sorunun yanıtını, toplumsal bir örgütlenmenin başındaki isimle, eski Danıştay Başsavcısı, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Tansel Çölaşan’la konuştuk.

Demokrasi işlese AKP hiç olmaz

ULUS: AKP iktidarının geride kalan 10 yılını göz önüne aldığımızda Türkiye, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden ne kadar uzaklaştı?

Tansel Çölaşan: “Şöyle söyleyelim: Cumhuriyetin kurucu ilkeleri nedir; çağdaşlık, laiklik, demokratik cumhuriyet. Bir iki örnek vereyim, nerede olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum. 4+4+4’ler, kadrolaşmalar, KPSS… Demokrasi ‘Silivri’ diyeyim, siz nerede olduğunu anlayın. Türkiye üniter ilkeler, merkezi yapılanma, Atatürk ilkeleri, anayasanın başlangıç ilkelerinden çok çok geride. Tartışmak bile boşuna. AKP, geride kalan süre içinde kapatma suçunu birçok kez işledi. 10 yılı toparlarsak da, Cumhuriyeti yıkmak için her şeyi yaptı.”

ULUS: AKP, Cumhuriyeti yıktıktan sonra şeriatı hedef alan dine dayalı bir rejim kurar mı?

Tansel Çölaşan: “Şeriatı getirip getirmemesi önemli değil. Önemli olan Ortaçağ karanlığını Türkiye’ye koymak ve orada kendi diktatörlüğünü kurmak istemesi. Gelişmiş bir ülkede özgür akıl işlese AKP bir gün iktidarda kalabilir mi? Demokrasinin işlediği hiçbir ülkede AKP türünde bir partinin iş başında kalması düşünülemez. AKP’nin Türklükle, Türk milleti ile bir bağlantısı yok. Dini kullanarak Müslüman toplumlara mesaj veriyor. Üniter devlet, bölünmez bütünlük filan AKP için ilk şart değil. AKP için önemli olan Müslüman Kardeşler gibi siyasal iktidarlar oluşturmak. AKP Kongresinde de bunu gördük. Gelen misafirler, konuşmacılar ortada.”

Barzani’nin elinde şehit kanı duruyor..

ULUS: ‘AKP Kongresi’ demişken; Türkiye Barzani ile gurur duyuyor mu?

Tansel Çölaşan: “Barzani, kendi kontrolündeki bölgede PKK’yı besleyen ve şehitlerimizin kanı eline bulaşmışbirisidir. Türkiye değil ama, AKP kimlerle gurur duyuyor? İşte bunun çok iyi sorgulanması gerekir. Bunu, AKP tabanındaki vatansever seçmen ile vatansever AKP milletvekilleri iyi düşünmeli. Şehitlerin ahını taşıyanlar nasıl gururla karşılanır? Bunu Türk halkının taktirine bırakıyorum.”

ULUS: 4+4+4 yasasını da göz önüne alırsak eğitim sisteminin bu denli dinselleştirilmesinin sonucu nereye varacak?

Tansel Çölaşan: “Demokrasilerde çocukların özgür aklını geliştirecek yöntemlerle eğitim verilir. Çocukları karanlığa sürükleyecek sistemlerden uzak durulur, özgür akılı hedef alınır.

  • AKP, iktidarını diktatörlük üzerine kurmak istiyor.

Diktatörlüklerde demokrasiye yer yoktur. Demokratik ülkelerde de AKP’nin yeri yoktur. AKP kendi geleceğini sağlamak için gelecek kuşakları ortaçağ karanlığına atıyor.”

  • Atatürk’ün ordusu etkisizleştiriliyor..

ULUS: Türkiye’de hep askeri darbe ve askeri vesayet tartışıldı. Peki sivil darbe ya da en azından sivil vesayet var mı?

Tansel Çölaşan: “Darbe, bir şeyi zorla ele geçirmek ve onu keyfi olarak yönetmektir. Darbenin askerisi, sivili olmaz. Bunu asker yaparsa ‘askeri darbe’ olur, AKP yaparsa ‘AKP’nin sivil darbesi’ olur. AKP, sık sık (askeri vesayet) diye diye beyinlere işledi, öbür yandan Atatürk’ün ordusunu etkisizleştirdi.”

ULUS: “Atatürk’ün ordusu etkisizleştiriliyor” diyorsunuz. Sizce de ordu içindeki NATO karşıtıaskerler lağvedilip, NATO’cu askerler mi öne çıkarılıyor?

Tansel Çölaşan: (Gülerek) “İmamın ordusu…Vikiliks belgelerini hepimiz gördük. Orada da özellikle 1 Mart 2003 tezkeresi sürecinde Amerikalı diplomatlar Türk askeri için (Bizim demokrasi anlayışımızla uyuşmuyorlar) diyorlar. Dikkat edin tezkerenin reddedilmesinden sonra ‘Çuval Olayı’ yaşandı. Bitmek üzere olan terör yeniden tırmandı. Ordunun tezkereye karşı tutumu bu noktayı hazırladı. Vikiliks belgeleri bunu açıkça ortaya koyuyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) karşı olan ordu dağıtıldı.”

ULUS: Bir dönem gazete ilanı ile hükümet düşüren TUSİAD vardı. Şimdi iktidarın azarladığı bir TÜSİAD haline geldi. Ülkenin gidişine dönük tartışmalarda sermayeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tansel Çölaşan: “Türkiye’de sermaye hiç milli olmadı. Hep uluslararası sermaye yapıları ile birlikte hareket etti. AKP’nin iktidar olması da sermayeyi hiç rahatsız etmemiştir. TUSİAD’ın son dönemdeki vatansever çıkışları, vatanseverlikten değil, kendi yerlerini iktidara yakın sermaye yapılarının almasından ötürü yaptıkları yakınmalardır. Geleceklerini pek parlak görmedikleri için hak, özgürlük sözcükleri sarfediyorlar. Oysa AKP 2002’de iktidara geldi. Bizim yıllar önce gördüğümüz gerçeği yıllarca TUSİAD görmek istemedi. Hatta (Ülkenin ekonomisi iyi gidiyorsa, diğer sorunlar bizi ilgilendirmez) dediler. Kaldı ki, TUSİAD hiçbir zaman bir sol iktidarı istememiştir. Sermaye koalisyon iktidarını istemez, tek parti iktidarını ister. Oysa koalisyonlar farklı dengelerden oluştuğu için kimse sivrilemez ve ülkenin farklılıkları korunabilir. O açıdan koalisyonlar da yararlıdır.”

ULUS:
Deniz Feneri davasında sanıklar değil, soruşturma yürüten savcılar yargılandı.
Danıştay Başsavcılığı yapmış biri olarak yargının tümüyle iktidarın etkisine girdiği görüşüne katılıyor musunuz?

Tansel Çölaşan: “2010 referandumu tümüyle hikayeydi. Asıl amaç yargıyı iktidarın dümen suyuna sokmaktı. Yargı bağımsız olması gerekirken, referandum ile bakan, müsteşar gibi siyasi isimler ya da siyasilerin atadığı hukukçular, HSYK içine dolduruldu. Böylece yargı siyasetin güdümüne girdi. Hatta 1. sınıf hakimleri bile, kendi dönemlerinde aldıkları hakim ve savcılara seçtirdiler. Oysa 1. sınıf hakimler en az 25 yıllık hakimlerdir.”

  • Özal, etnik ve din ayrımcılığına sürükledi

ULUS: Anayasa Mahkemesi’nde ‘cumhuriyetçi’ olarak bilinen üyeler tarafından Haşim
Kılıç nasıl Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi?

Tansel Çölaşan:

  • “Turgut Özal, Türkiye’de bir misyonla görevlendirildi; milli devleti yok edip, 12 Eylül darbesinin ürünü liberal bir yapıyı yaşama geçirmek. 

Memlekete ne kadar hizmet edip etmediğinin sorgulanması gereken kişiler bugün bizlere ‘özgürlükçü, demokrat’ diye anlatılıyor. Özal eşiyle, çocuklarıyla çok açık bir hayat sürerek başka bir imaj verdi, arkada ise Türkiye’yi etnik dini ayrımcılığa sürükledi. İşte, Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atanması da Özal’ın bu icraatlarından biridir. Haşim Kılıç’ın başkan olması da orada görev yapan ve ‘cumhuriyetçi’olarak bilinen arkadaşların kendi aralarında anlaşamamalarının ürünüdür. 11 kişilik Anayasa Mahkemesi üyeleri arasında Haşim Kılıç’la birlikte 3 aday çıktı. Oylar birleşemediği için Özal’ın mahkemeye atadığı Kılıç, aradan başkan seçildi. Bu da o mahkeme üyeleri arasında kendilerine ‘cumhuriyetçi, aydın’ diyenlerin bir sorunudur.”

ULUS: Turgut Özal’dan bahsettiniz. Bu günlerde de ‘öldürülmüş olabileceği’ şüphesi ile mezarı açılıp adli tıp incelemesi yapıldı. Sizce de Özal öldürülmüş müdür?

Tansel Çölaşan: 1.50 boyunda, 100 küsur kilo adam. Ağır kahvaltı, koşu bandı… Açıkçası ben ölümünde bir şüphe görmüyorum. Zaten Amerika’da da tedavi olurken sağlığına dikkat etmesi konusunda doktorlar sürekli uyarmış. Ben bu tartışmalarda ailesinin bir nemalanma peşinde olduğunu düşünüyorum. “Öldürdüler” diye kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Rahmetli Özal’ın son günlerdeki fiziki yapısını göz önüne alırsak ben bu araştırmalardan bir şey çıkacağını sanmıyorum. Tabii özel bir maksat yoksa.

ULUS: Yargının en üst görevlerinde yer almış biri olarak devletin içinde Ergenekon türü yapılanmalar olduğu görüşüne ne diyorsunuz?

Tansel Çölaşan: Her şeyden önce böyle tartışmalarda ‘Ergenekon’ ismini kullanmamak lazım. Bu ismi Türkiye’nin milli değerleri ile sorunu olanlar kasıtlı kullanıyor. Ama ‘Derin Devlet’ derseniz o tartışılabilir. Çünkü Susurluk kazası bu yönde işaretler veriyor. Çıkarsınlar Susurluk’un arkasındaki ilişkileri, Türkiye görsün. Bunun üzerine gitmiyorlar.‘Ergenekon’ davaları ile kendi derin devletlerini kurmak istiyorlar. Emniyetin içindeki Fetullahçı yapılanma Türkiye’nin yeni derin devletidir ve ülkeyi onlar yönetiyor.

  • Cumhuriyetçi güçler birleşmek zorunda

ULUS: Pek de parlak olmayan bir Türkiye manzarası çizdiniz. Ülkeyi bu noktadan kurtarmak için Cumhuriyet güçlerine ne görev düşüyor?

Tansel Çölaşan: “Cumhuriyetçi güçler parçalı oldukları için Cumhuriyet karşıtları güçlü durdu. Aslında onlar güçlü değil, biz parçalıydık. Bundan ders çıkarmamız gerekir. Bundan da ders çıkarıp birleşemiyorsak sonuçlarına katlanırız. AKP kendi gündemini hayata geçirmek için yoğun çaba gösteriyor.

  • Artık Türkiye AKP’nin gerçek yüzünü görüyor.
    Ben Türkiye’nin bu badireyi atlatacağını düşünüyorum. 

Bakın, başbakan halkın arasına katılamıyor. Onlarca koruma ile geziyor.

Rahmetli Bülent Ecevit başbakanken halkın içinde geziyordu, Kemal Kılıçdaroğlu keza öyle. Eğer Başbakan Erdoğan bunca korumayla halktan kaçıyorsa, demek ki gidişi yaklaşmıştır ve halk demokratik yollardan bu gidişi sağlayacaktır.”

ULUS: Bu demokratik yollardan birisi de ‘istifa’ mekanizması olabilir mi? HSYK ve TSK’da yaşanan bazı istifaları böyle değerlendirebilir miyiz?

Tansel Çölaşan: “Yargıyı ele geçirdikleri 2010 yılında önemli bir eylem oldu. Bir demokratik ülkede gündemi sarsacak olan bir gelişme dikkat çekmedi. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyeleri istifa etti. Benzer şey^, orduda da oldu. Geçen yıl Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları topluca istifa etti. Bu birbirinden ayrı her iki olayda, demokratik ülkelerde hükümet düşürecek gelişmelerdir. İktidar bu olayların üzerinde durmuyor, halkta hiç ilgi duymuyor.”

ULUS: Peki halk neden yeterli ilgiyi ve tepkiyi göstermiyor?

Tansel Çölaşan: “Batı ülkelerinde kurumlar yerleşmiştir ve demokrasi işler. Kendi içlerinde demokrasilerini denetlerler. O ülkelerde toplumda demokrasi bilincine sahiptir. Demokrasi kültürü olmayan insanlar bu tür olaylara yeterli tepkiyi vermezler. Demokrat bir toplum, laik, çağdaş eğitimle yetişir. Türkiye’de Köy Enstitüleri bunu amaçlamıştı.”