Etiket arşivi: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

‘İçişleri’ yalanı…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 27.10.21

Doğuyu batı, gündüzü gece, ateşi buz, pamuğu demir, acıyı tatlı, ıslağı kuru gösterir bunlar. Gözlerini bile kırpmadan. En son krizde de yani 10 ülke büyükelçilerinin “İnsan hakları ve hukuk hatırlatması” ile başlayan olayda da tutturdular bir terane:

“Yabancı ülke büyükelçilerinin ülkemizin içişlerine müdahale etmeleri kabul edilemez!..”

Haklısınız muhteremler. Haklısınız da. Olay bu mu?

Bu kadar kuyruklu bir yalana (-sizin körü körüne biatçı ve bir avuç kaldığı anlaşılan kitlenizden başka-) kim inanır?

Yabancı misyonların (-en azından bu olayda-) “içişlerimize müdahalesi” diye bir durum söz konusu değil. İnsan hakları ve evrensel hukuk ilkeleri çağdaş dünyada “içiş” sayılmaz ki.

“Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusu bulunan, Ortaklık Anlaşması ile bağlı müzakereci bir ülke sıfatı ile, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymayı taahhüt etmiş, daha da ötesinde anayasasında değişiklik yaparak, AİHM kararlarını iç hukukun üzerinde saymayı kabul etmiş bir ülke olarak” birileri size kalkıp da “AİHM kararına uyunuz” deyince, bunun adı nasıl “içişlerine müdahale” sayılır?

Bak, Ok atan oğlana anlatır gibi” bir daha söyleyeyim. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyorum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi diyorum. AİHM diyorum. Mesele, “Kavala Mavala” değil diyorum.

Anladın mı?

Bütün bunların ötesinde, 10 ülkenin büyükelçileri “içişlerine müdahale” konusunda bağlayıcı hükümler taşıyan 1961 tarihli Viyana Konvansiyonu (Diplomatik ilişkileri düzenleyen) ile bu son krizin hiçbir bağı yok. Zaten söz konusu 10 büyükelçilik de “Biz ilgili Konvansiyonun, bu konudaki 41. maddesine sadığız” diye açıklama yaptılar.

Sonuç olarak, adamlar (mealen) “Biz içişlerine karışmıyoruz. Sözleşmeye sadığız. Açıklama yaptığımız konu içişleri değildir. İstenmeyen adam ilanı kararı alamazsınız. Aldıysanız da bunu uygulamaya koymayın. İşler daha kötüye gider” diye uyarmıştır ve maalesef hırsla şahsımın ağzından bu girişimi açıklayan Türkiye Cumhuriyeti’ne geri adım attırmışlardır.

Bunu bile bir “zafer”, yabancı ülkelere bir “diz çöktürme, geri adım attırma” örneği olarak sunmaya çalışan, bu olaydan adeta ikinci bir “şanlı one minute çıkışı” yaratmaya yeltenen kafaya diyecek bir şey bulamıyorum.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Ama gelin, size kıyıda köşede kalmış bir başka öyküyü hatırlatayım: Geçmiş zaman. Türkiye’nin müzakere tarihi almasından sonraki yıllara rastlayan bir AB zirvesi izliyoruz Türk gazeteciler olarak. O tür zirvelerde âdet olduğu ve her ülkenin de yaptığı üzere, bizim dışişleri bakanımız da bizleri zirvenin yapıldığı komplekste bir odaya topladı ve “off the record” (burası önemli) bir brifing veriyor. Yazılmamak kaydıyla. Geri plan bilgiler ve müzakerelere ilişkin kulis bilgileri aktaracak. Bizim (zirvenin yapıldığı ülkedeki) büyükelçimiz de orada.

Aniden kapı açılır ve içeri o ülkenin Ankara Büyükelçisi girer. Herkesin (Dışişleri Bakanı dahil, bizim büyükelçimiz dahil) şaşkın bakışları arasında en ön sıraya kurulur. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın, Türk gazetecilere “off the record” brinfingini dinleyerek notlar alır.

Aynı yabancı büyükelçinin, o yıllarda “kritik” seçim gecelerinde, Ankara’da iktidar partisinin genel merkezinde sonuçları “bizzat yerinde” izlediği anlatılır, yıllardır. İsmi lazım değil o ülkenin büyükelçisine bu “fevkalade müsamahaya mazhar” statünün tanınması “içişlerimize müdahale” değil midir?

Açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü, muhteremler. Bugünün Cumhurbaşkanı, o günlerin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, Beyaz Saray’da ve Downing Street 10 numarada bir nevi “kırmızı halıda” karşılayan ülkelerin “içişlerimize – iç siyasetimize” müdahalesini öpüp başına mı koyacaksınız?

Sonra bugün gelip “İnsan hakları ve hukuk vurgusu”nu AİHM kararlarını hatırlatmayı “içişlerimize müdahale” diye millete yutturmaya çalışacaksınız.

Sahtekârlığın bu kadarına insan tahammül edemiyor. Pes be birader! Pes!..

Teslim olmayacağız

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 30 Nisan 2021

 

Mesele rakı, şarap, viski, bira, votka filan değil.
Mesele lanet olasıca zehir deposu tütün de değil.
Mesele, yaşama hakkına sahip çıkabilmek.
Mesele, kimseye zarar vermeden kendi yaşam tercihleri ile yaşayabilme hakkına sahip çıkabilmek, dedem…

Zaten 2020 yılının mart ayından bu yana aldıkları yanlış kararlar, öncelikleri yanlış belirledikleri için almadıkları veya alamadıkları kararlar nedeniyle bir avuç ayrıcalıklı kesim haricinde on milyonlarca vatandaşı mağdur ettikleri yetmiyormuş gibi, şimdi de “kapanma” bahanesiyle ilave “ideolojik zulüm” peşindeler.

Evet. “Zulüm”den söz ediyoruz burada.
Kimse yanlış anlamasın ya da yanlış anlaşılmasına, çarpıtılmasına çalışmasın.
“İçki – alkol – sigara – keyif verici maddeler” meselesi değil bu.
Yaşam tercihi meselesi.

Evimde, balkonumda oturup istediğimi yiyip istediğimi içme, istediğimi tüketme hakkı da “başkasının belirleyeceği bir listeyi değil, kendi tercihlerimi kullanarak tüketme hakkı” da bir temel insan hakkı değil mi?

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürürlükteki tüm yasalar ve dahi insan olmaktan kaynaklanan temel haklarımızın gereğinden söz ediyorum.

Bu ülkeyi yönetmek üzere yetkiyi aldıkları ve tam 19 yıldır kimi zaman da seçim hileleri dahil çeşitli yöntemlerle ellerinde tutmayı başardıkları süre içinde kim bilir kaç kez denediler bunu. “Bizim gibi düşünmeyene, bizim dinimizden olmayana, bizim mezhebimizden olmayana, bizim gibi yaşamayana yaşam hakkı yok” diye özetlenebilecek hoyrat, nobran, kibirli, küstah, tepeden bakan politikalar izlemekten asla vazgeçmediler.

Bu ülkenin kurucularının dünyaya örnek olacak biçimde, Cumhuriyetimizin harcına kattıkları en önemli hammadde olan “laiklik” ilkesini her fırsatta ayaklar altına aldılar.

Dini bayramları, milli bayramlara alternatif duruma getirerek her dini bayramda bunu insanlara hissettirdiler. Ramazan aylarında, kamu ve hatta etkili olabildikleri özel kurumlarda bile yemekhaneleri türlü çeşitli gerekçelerle “bakıma alma” kurnazlığı ile insanlara sanki zorla oruç tutturabileceklerini sandılar. Oruç yeme “suçlaması” ile insanlara orada burada uygulanan şiddete sessiz kaldılar. Elinde bir şişe su ya da bir simit olana bile adeta “kâfir – şeytan” gözü ile bakılmasına cevaz verdiler.

Bugün gelinen noktada, pandemi önlemleri, evlere kapanma bahanesi ile ilgili ilgisiz pek çok alanda faaliyet göstermek, sokağa çıkıp dolaşmak, satış yapmak serbest bırakılırken içki satışına yasak getiriyorlar. Bunun tek bir izahı vardır: “Aylardan ramazan. Biz dinimizce ibadet ediyoruz. Biz oruç tutuyoruz. Aç kalıyoruz. Siz de bizimle aynı şeyleri yapacaksınız. En azından içki vs. tüketmenize izin vermeyiz. Bizim gibi yaşayacaksınız…” demektir bu.

Üstelik de bunu “delikanlı gibi” net ve açık bir kararname ile ya da genelge ile yapmıyorlar. “Arka kapıdan dolanarak ima yoluyla utangaçça” yaparak iyice tepki çekiyorlar. Neymiş efendim? “Tekel bayilerine, yani sadece içki ve sigara satan yerlere yasak geliyormuş. Ama bakkal, market, süpermarket vs. gibi yerler bu mamulleri satarsa, haksız rekabet olur…” muş.

İyi de adı geçen yerler (Tekel bayii) leblebi çekirdek, cips filan da satıyor. Onlar da o malları satamadıkları, market satabileceği için bu kez “tersten” haksız rekabet olmayacak mı?  Neresinden baksanız izah edilir bir şey değil.

  • İnsanların yaşam tarzına, yaşam tercihlerine müdahale uygulamasıdır bu ve çok tehlikelidir.

Buna sessiz kalınırsa, buna karşı çıkılmazsa, bir sonraki ramazan ayında “oruç tutulan saatler içinde” tüm yiyecek içecek satan yerlere yasak getireceklerdir. Su ve ekmek bile alamayacak duruma getirirler insanları. Kimse yalan söylemesin, sahtekârlık yapmasın. Sizin ruhunuzu tanıyoruz artık. Zaten tanıyorduk ve geldiğiniz günden beri söylüyorduk da. Artık sağır sultan bile duydu. Kendinizden olmayana yaşam hakkı tanımayan bir türsünüz.

Bu tavrın, bu kafanın, bu ideolojinin, “demokrasinin reddi ve demokrasinin zıddı” olduğunu söylemeye gerek yok.

  • En ileri derecede Faşizmdir bu.

Yasalarla ve anayasa ile güvence altına alınmış görünse de düşünceyi, ifadeyi, yazmayı, çizmeyi, okumayı, itiraz etmeyi, protesto etmeyi, toplanmayı, yürümeyi her şeyi yasaklayan kafanın ürünüdür bu.

Şimdi de yemeyi içmeyi. Mesele içki-alkol filan değil.

Mesele yaşam hakkı. Mesele nefes almak.

Teslim olmayacağız. Böyle biline. 

İnsan Hakları Hemen, Şimdi!

10 ARALIK İNSAN HAKLARI GÜNÜ
“İnsan Hakları Hemen, Şimdi!”

Hak örgütleri 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde açıkladı:

  • “Yemen’de 80 binin üzerinde çocuk açlıktan öldü. 3 milyon kadın ve çocuk açlık ve ölüm tehlikesi ile karşı karşıya. Dünya 21. yüzyılda açlıktan ölen çocuklarla yüzleşiyor.”

İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), 10 Aralık İnsan Hakları Gününde, İstanbul, Sultanahmet’te ortak basın açıklaması düzenledi.

Açıklamada, Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri hatırlatıldı ve bir an önce çözüm üretilmesi gerektiği belirtildi. Açıklama, İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri ve TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tarafından yapıldı. 10 Aralık 2018, Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul ve ilanının 70. yıldönümü. Bu tarih dünyanın her yerinde “insan hakları günü” olarak kutlanıyor.

“İnsan hakları araçsallaştırıldı ve tehdit altında”

İlk sözüalan Yoleri, insan olmaktan gelen hakların dünya çapında korunamadığını ve tehdit altında olduğu vurguladı. Evrensel Beyannamede yer alan bir uygulama ve düzenin hala kurulamadığını, hakların olağanüstü hal (OHAL) rejimleriyle sürekli baskı altına alındığı belirten Yoleri, durumun bir “insanlık krizi” olduğunu söyledi.

Dünyadaki kötü gidişatın özelikle mültecilerin sayısını artırdığı, bu kişilerin haklarının pazarlık konusu yapıldığı, bu durumun da insan haklarının araçsallaşmasına özellikle katkı sunduğu, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi sisteminin insan haklarının evrenselliği ve uluslararası korumaya tabi olması anlayışı bakımından, yetersizlik ve eksikliklerinin ortaya çıktığının görüldüğü bu dönemde yeniden insan haklarını hatırlatmak başlıca görevlerimiz arasında.”

“Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorunu büyüdü”

Açıklamada, hak ihlallerinin Türkiye’de giderek arttığını belirtilirken, OHAL döneminde yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile ihlallerin zirve yaptığı aktarıldı.

“İnsan hakları örgütlerinin tespit ettiği en önemli noktalardan bir tanesi de, uluslararası anlaşmalarda evrensel hukukta ‘sert çekirdek haklar’ diye tarif edilen hakların ihlal edilmesiydi.

“Anayasa’nın da 15. maddesinde tanımlanan yani savaş, OHAL gibi koşullar altında bile ihlal edilemeyecek haklarımızın da OHAL süresince kısıtlandığını, ortadan kaldırıldığını gördük.”

Gözaltı süresinde, iki kez uzatılarak 12 güne çıkarılabilecek bir düzenleme getirildiğini söyleyen Yoleri, bu düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğunun altını çizdi.

“Kişiler sivil ölüme terk ediliyor”

Gülseren Yoleri, işlerinden çıkartılan kişilerin sivil ölüme mahkum edildiğini, bunun da büyük bir hak ihlali olduğunu söyledi. Yoleri, işinden ihraç edilen kişilerin başka işlere girmesinin de engellendiğini, eşlerinin ve çocuklarının bile işe giremediğini, gelir elde edemeyip sivil ölüme terk edildiğini vurguladı.

“İnsanlar artık ifade etmedikleri düşüncelerinden bile suçlanıyor” diyen Yoleri, 3. Havalimanı işçilerinin hukuksal durumlarından da söz etti:

“Örgütlenme özgürlüğüne yönelik baskılar devam ediyor. Özellikle sendikalaşma ya da sendikaların aldıkları kararların uygulanmasısında da çok ciddi engellemeler karşımıza çıkıyor.

“Yaratılan sınırlamaların bile ötesindeki uygulamalardan biri 3. Havalimanı işçilerinin iş bırakma eylemleri sırasında gözaltına alınmaları sürecinde ortaya çıktı. 40 yıllık hukukçuları bile şaşırtan bir uygulama ile işçilere hukuksal yardım verilmesi valilik kararı ile engellendi. Bunun hiçbir yasada yeri yok.”

“21. yüzyılda açlıktan ölen çocuklar var!”

Ardından konuşan TİHV Başkanı Şebnem Korur Fincancı, Yemen’de yaşanan hak ihlallerine dikkat çekti. Fransa ve Belçika’da gösteri yapan sarı yeleklilere selam gönderen Fincancı, “Yemen’de 80 binin üzerinde çocuk açlıktan öldü. Dünya 21. yüzyılda açlıktan ölen çocuklarla yüzleşiyor. 3 milyon kadın ve çocuk acil açlık ve ölüm tehlikesi ile karşı karşıya” ifadelerini kullandı.

Fincancı’nın konuşmasından satır başları şöyle:

“Evrensel bildirgenin başlangıcında bir ifade var; insanlık ailesinin bütün üyeleri için eşit, bölünemez ve devredilemez hakların tanınmasının dünyada özgürlüğün ve adaletin temeli olduğu haklar korunamıyor ise, herkesin önünde baskıya karşı son çare olarak direnme hakkına başvurmak zorunda kalabileceği çok açık bir şekilde ifade ediliyor.

“Bu mecburiyetin yaşanmaması için de insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının zaruret olduğu belirtiliyor. Eğer hukuk rejimi ile koruyamıyorsak, haklarımızı dile getirmek ve haklarımızın ihlal edilmesini önlemek için mücadele etmek sorumluluğu taşıyoruz.”

İlk 11 aydaki yaşam hakkı ihlalleri

Açıklamada, TİHV dokümantasyon merkezinin verilerine göre, 2018 yılının ilk 11 ayındaki yaşam hakkı ihlalleri de anlatıldı:

* Dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle veya rastgele ateş açılması sonucu 14 kişi yaşamını yitirdi.
* Silahlı çatışmalar nedeniyle 185 güvenlik gücü (asker, polis, korucu olmak üzere), 311 militan, 33 sivil olmak üzere toplam 529 kişi yaşamını yitirdi.
* Güvenlik güçlerine ait araçların çarpması sonucu 7 kişi yaşamını yitirdi ve 31 kişi yaralandı.
* Mayın ve sahipsiz bombaların patlaması sonucu 2 kişi yaşamını yitirdi ve 22 kişi yaralandı.

 

Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

HUKUK GÜNDEMİ
Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

Av. FİKRET İLKİZ
BİA Haber Merkezi 10 Aralık 2018
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/203357-beyanname-ve-yetmis-yillik-kuller

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nden insanlık ne ummuştu ne buldu? Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler.

70 yıldan çok daha önceydi…Birinci Dünya savaşı çoktan bitmiş, silah üretimi ile kalkınmanın mucitleri görülen Naziler, muhaliflerin zayıflığı ile beslenerek işbaşı yapmışlardı. SA, SS ve Gestaponun kurucusu, III Reich Başbakan yardımcısı Hermann Goering “Nazi Tekniği” denilince ne anlaşılması gerektiğini Nürnberg Mahkemesinde şöyle anlatmıştı:

“Tabii ki insanlar savaş istemezler. Adam evinde memnun mesut yaşarken neden savaş istesin ki? Ülke halkları hiçbir zaman savaşmak istemezler, Rusya’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da… Bu anlaşılır bir şey tabii ki, ama bir ülkenin politikasına liderler karar verirler. Demokrasi de olsa, faşist diktatörlük de olsa liderlerin insanları arkalarından sürüklemeleri son derece kolaydır. Onlara ülkelerinin saldırıya uğradığını söyleyin yeter. Barış yanlısı olanları da vatansever olmadıkları için ülkeyi tehlikeye atmakla suçlayın, bu kadar basit. Bu taktik bütün ülkelerde işler…”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden insanlık ne ummuştu ne buldu?

İnsan hakları öğretisinin tersine devletler hukuku ve yargıyı kullanmaya başladılar. Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı ama en yararlısı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler. 70 yıl içinde oluşturulan bu hukuk anlayışı yüzyılımıza damgasını vurdu. Denenmiş taktik başarılıydı, demokratik ülkelerde bile en geçerli taktik olarak benimsendi.

Amerika’nın “Guantanamo” ve benzeri diğer kamplarını anımsayın! “Amerika Özsaygısını Tahrip Ediyor” başlıklı yazısını Ronald Dworkin şöyle bitiriyordu:

  • Bugün bizi tehdit eden başka bir tehlikedir: Bu, Amerikan güvenliğini birazcık dahi olsa iyileştiren her şeyin meşru olduğu inancıdır. İhtiyat bizim tanıdığımız yegâne değer durumuna gelmiştir. Cesaret ve onur, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmektedir. Terör tehlikesi bütünüyle bakıldığında, kendileriyle yaşamayı öğrendiğimiz uyuşturucular, seri cinayetler ve diğer cürümlerden daha büyük değildir. Ancak onurumuzu kendi edimimizle içine düşürdüğümüz tehlike çok daha büyüktür. ‘Güvenlik ve haklar arasında yeni bir denge kurulması’söylemi gerçekten yanılgıya sürüklemektedir: Bu deyim güvenliğimizi kendi haklarımıza değil, başka insanların haklarına göre değerlendiriyor. Güvenliğimizi kendi şerefimiz karşısında değerlendirmek çok daha önemli sayılmalıdır.”

Bütün tehlikelerden arınmış bir dünya beklerken ve 70 yıllık birikimle korkudan kurtulma özgürlüğünün sağlandığı bir dünya yaratmayı umarken; düşman ceza hukuku yaratarak kin, nefret, ceza tehdidi ve düşmanlığın hukukunu uydurduk… Bu anlayışın yarattığı hukukun arkasından sürüklenmeyelim, yüzyılın tehlikesidir.

Sürekli tekrarlanan “güvenlik”; kaygılı bir güvensizlik yaratılarak devletin kendi yurttaşlarına karşı onu içten içe kemiren ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştıran bir söyleme dönüştürüldü. “Güvenlik kaygısı” ve korkusu üzerine kurulu hukuktan yana olan siyasal iktidarlar özellikle dünyayı “düşman ceza hukuku” ile donattılar.

Alman ceza hukukçusu Günter Jakobs; “tehlikenin önlenmesine yönelik bir ceza hukuku anlayışıyla”  devlet düzenini tanımayan yurttaşları “düşman” olarak görüyor. Ürkütücü… O’na göre düşman bellenenleri işleyecekleri suçlarda temel haklardan yoksun bırakmanın yerinde olduğunu savunuyor. Böylesi bir hukuk anlayışı giderek kökleşiyor. Bu hiçbir ülkenin hukuk politikası olamaz, olmamalı.  Dünya liderleri bu anlayışı ülke politikalarında içselleştirmeye çalışıyor. İktidara yapışık hükümetler koltuk zamklarında böylesi bir anlayışı kullanıyor.

Hukukun Beyannameden 70 yıl sonra yaşamaya başladığı buhranında sanık bile olamayacak derecede hakları kısıtlanan insanlar “düşman” sayılıyorlar. Yargıyı kendinden yana olmaya devşiren iktidarlar için “düşman”lar yurttaş ceza hukukunun amacı ve muhatabı bile değildirler. Nesnedirler… Hatta onlar, düşman ceza hukuku anlayışına göre en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelerdir ve “cezanın” muhatabı kabul edilmezler.

Sayın Hayrettin Ökçesiz’in ceza adaleti hakkındaki sözlerini akılda tutmak gerekiyor: “Bir düşman ceza hukukunun yasalarla insanı kişi olmaktan çıkararak bir av hayvanına dönüştürmesine izin veremeyiz. Bu tehdidi çocuklarımıza bir hukuk mirası olarak bırakamayız. Demokratik ceza hukuku tasarımını, temel hakların ve özgürlüklerin tüm insanlarca doyasıya yaşanabileceği bir hukuk düzeninin tanımlayıcı kavramı olarak benimsemek zorundayız. Diktatörlerin ve miyop teknokratların ceza hukuklarına güvenlik kaygılarımızla meşruluk kazandıramayız. Dworkin’in uyarısına kulak vermeliyiz: Cesaret ve onur, sözde güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmemelidir. Çünkü gerçek güvenlik sürekli kılınmış, eşit ve daha çok özgürlüktür. Özgürlük ise cesaret ve onurla taşınır.”

Benjamin Franklin’in Özgürlük Anıtı’na yazılmış sözleri bugün her zamankinden daha anlamlıdır:

  • “Güvenlik için özgürlüklerinden fedakârlık edenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak eder.”

Temel hakların ve özgürlüklerin doyasıya yaşanabileceği demokratik ceza hukukunun temeli olan insan onuru, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilemez. İnsanlar bunu hak etmediler. Ölüleri için mezarlık sahibi bile olamayan insanların acılarından doğan 70 yıllık İnsan Hakları Beyannamesi’ni yakmayın!

İnsan hakları ve insan onuru; yargı, hukuk ve yasa koyucu için yön göstericidir. İktidarların sınırıdır. İnsan haklarını ne kadar sınırlandırırsanız hukuk devletinin niteliği de o kadar tehlikeye girer. Bu yüzden ceza hukukunda; hiçbir koşulda insan onurunu korumaktan vazgeçmediğimiz, cesaret ve onurumuzun özgürce taşındığı bir anlayışla hukuk devleti yaratmak herkesin ve her kurumun görevidir. Beyanname böyle diyor!

Düşmanlık hukukla bağdaşmaz, devlet insan öğütmez, insanın cesaret ve onurunu korur. Biriktirdiği ve bir yerde depoladığı soruşturmaları tayin ve takdir ettiği zamanlarda ortaya çıkararak insanları ceza tehdidi altında bırakmaz. Devlet vatandaşlarına tuzak kurmaz.

Hukuk, insanları düşman yapmaz. Düşman ceza hukuku, insan haklarına aykırıdır.

II. Dünya Savaşı’nın acıları henüz sarılmadı. II. Dünya savaşının faşizmini yaşayanların sistematik ve acımasız hak ihlallerinden çıkardığı dersle yazdıkları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine saygı gösterin.

Barış için, yoksulluktan ve tehlikelerden korunmak için kabul edilen böyle bir Beyanname hakkında boş boş konuşmayın hiç olmazsa, çünkü konuşacaksınız. Böylece belirlediğiniz ülke politikalarınızın harcına insanların küllerini savurmuş olmayın!

Aklınızda kalsın. İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeni ile korunması gerektiği İnsan Hakları Beyannamesinin en kıymetli amaçları arasındadır.

BM Genel Kurulu yetmiş yıl önce, “Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildiriyi sürekli göz önünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye devlet halkları gerekse bu devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkelerin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak başarı ölçüsü olarak” İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan etmiştir. Tüketmeyin!

Milyonlarca insanın yitirildiği, en korkunç insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya savaşından sonra akıldan çıkarılmamalıdır ki; yıkılmış, yakılmış evler, sokaklarda mezarsız yatan ölüler olmasın, artık savaş çakmasın diye değil; kendi politikalarının kazancı adına ve sanki barış istermiş gibi tam teslim olacakları anda Hiroşima ve Nagazaki’ye üç gün arayla atom bombaları atılarak sona erdirilmiş savaştan geriye kalan yakılmış ve yanmış insanların külleri üzerine kurulan bir dünyada yaşıyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, tehlikelerden arınmış bir dünyanın her yerinde
– sürekli barış,
– herkese eşitlik ve ekmek,
– korkularından ve savaş tehdidinden kurtulmuş,
– ifade ve tapınma özgürlüğünün var olduğu

bir dünya düzeninde insan hak ve özgürlükleri için ilan edildi.

10 Aralık 1948, kutlu olsun; inananlara! İnsan amaçtır.

Manşet görseli: Af Örgütü’nün 10 Aralık için düzenlediği “Büyük Resim” sergisinden soldan sağa: 1- Zeyra Doğan 2- ZULAL 3- Oğuz Demir’in eserleri.

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES)
Eski Aksaray Şube Başkanı Av. Songül Beydilli,
OHAL kararnamelerinin hukuksal yönünü inceledi.

Dosya: OHAL kararnameleri

Hazırlayan:  Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı)

Süresi içinde (30 gün) Mecliste onaylanmayan KHK’lere dayanılarak yapılan göreve son verme işlemleri, bu KHK’ler bağlayıcılığını yitirdiğinden, tümüyle yok hükmünde olduğu gibi; KHK ile göreve son verme işlemi hukuka aykırıdır. Göreve  son verilenlerin bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemeyeceği, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemeyeceği hükmü de hukuken geçersizdir.
Nitekim, E. 1988/6, K. 1989/4, T. 7.12.1989 Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararı ile, Sıkıyönetim Komutanlığının istemi üzerine görevine son verilen davacının daha sonra sıkıyönetim kalkması dolayısıyla görevine iade edilmesi isteminin reddi kararının iptali istemiyle açılan davada;
“Kendilerine savunma olanağı verilmemiş ve haklarında suçluluklarına ilişkin herhangi bir yargı kararı bulunmadığı,
-Sıkıyönetim ilanını gerektiren nedenlerin ortadan kalkmış ve normal yönetim sürecine girilmiş olmasına karşın, yasaklama hükmünün sürdürülmesinin, ilgililer hakkında toplumda olumsuz değer yargılarına neden olacağı, onların manevi kişiliklerini zedeleyeceği,
-Bu tür bir uygulamanın Türkiye’nin de taraf olduğu ve onayladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5’inci, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin (AS : AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ – AİHS) 3. maddesinde açıklanan

  • “Hiç kimse haysiyet kırıcı ceza ve muameleye tabi tutulamaz” kuralı ile bağdaşmayacağı,-OHAL yasasının, kabul ve yürürlük tarihi itibariyle Anayasa’nın geçici 15. maddesi kapsamında olduğu için, Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülemeyecek olmasının, onun mümkün olduğu ölçüde Anayasa’ya uygun olarak yorumlanmasına engel olmadığı,
    Anayasa Mahkemesi‘nin 28.9.1984 günlü, 1 sayılı kararında da belirtildiği gibi, Anayasa’nın 15. maddesi kapsamına giren yasalardaki kuralların, “Anayasa’nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına (AS : jus cogens)  olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmalarının” hukuk devleti ilkesinin gereği olduğu;
    -Yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması;
    -Anayasa’nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile, Sıkıyönetim Kanunu’nda yer alan “…Bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar” ibaresini, sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerektiği, işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlilerinin ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin, ilk kez kamu görevine girdikleri tarihte bu görev için yasa ve yönetmeliklerde öngörülen nitelikleri kaybetmemiş olmaları koşuluyla, işlerine son verildiği bölgede sıkıyönetim kalktıktan sonra, kurumlarınca eski görevlerine iade edilmeleri gerekeceği” gerekçeleri ile hüküm kurulmuştur.

OHAL kararnameleri Anayasa ve hukuka aykırıdır

İŞLEM İPTAL EDİLECEK ve
TAZMİNATA HÜKMEDİLECEK

Bu  durumda, OHAL sona erdiğinde, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; OHAL KHK’sinin geçerliliği kalmadığından, dayanağı olmayan işlem iptal edilecek, tazminata hükmedilecektir.
Ayrıca, OHAL KHK’leri ile yapılan meslekten veya kamu görevinden çıkarma işlemi; TCK’de tanımlanan suç gerekçe gösterilirken, kişilerle ilgili kesinleşmiş mahkeme kararına dayanmadığı gibi; “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen diğer yapıların kamu kurum ve kuruluşlarındaki varlığını ortadan kaldırma amacı” iddiası ile ve “olağanüstü tedbir” olarak düzenlenmekle birlikte; tedbir niteliğini aşan, geçici olmayan ve kalıcı  sonuç doğuran bir işlemdir.

İDARİ MAKAMLAR YARGININ YERİNE GEÇEREK
SUÇ İŞLEMEKTEDİR

İşten atılan kişiler hakkında yapılan “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirmesi” özneldir (subjektiftir), yargı kararına dayanmamaktadır. İddia edilen suç ve ögeleri Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmamıştır. Anayasa’nın 38. maddesinin

  • “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
    Ceza sorumluluğu şahsidir..”

hükümlerine göre; Ceza Kanunu kapsamında olan suçlama ile ilgili kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmadığı dikkate alındığında; kimse, Ceza Kanunu’nda  suç sayılmayan fiilleri gerekçe gösterilerek, ya da yakınlarının fiilleri, ya da amirlerinin kanaati gerekçe gösterilerek  “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunmakla” suçlanamaz.

Başta 17-25 Aralık (2013) tarihinin milat olarak kabul edilmesi olmak üzere, belirlenen  ölçütler tümüyle nesnel (objektif) dayanaktan yoksun olduğu gibi, sendika üyeliği ve sendika eylemlerine katılma, düşünce ve kanaat açıklamalarının suç olarak gösterilmesi, açıkça hukuka Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu durum, aynı zamanda, Türk Ceza Kanunu’nun “madde 2- (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz” hükmüne de açıkça aykırıdır. İdarenin görevi,  söz konusu suçun işlendiğine ilişkin somut bilgi/belge ve kanıt bulunduğunu iddia ettiği kamu görevlileri hakkında, suç duyurusunda bulunmaktan ibarettir. Kaldı ki; söz konusu suç nedeniyle yapılacak ceza yargılaması sonunda, cezalandırılmasına kesin olarak karar verilenler hakkında, zaten TCK 53. madde gereğince, kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakma kararı verilecektir. İdare, bu arada, söz konusu kişi hakkında disiplin soruşturması başlatabilir. Ancak bilinmelidir ki, soruşturma sonucunda göreve son verme kararı verilirse; ceza  yargılaması  sonucunda, kişinin  devlet memurluğuna engel bir suç nedeni ile ve memurluğa engel olacak nitelikte, kesinleşmiş bir ceza almadığı takdirde; açılacak iptal davasında, görevden çıkarma kararı iptal edilecektir.
Memurluğa  son vermek, meslekten çıkarmak esasen bir disiplin cezası niteliğindedir. OHAL ilanı ile Anayasa’nın tümü askıya alınmadığı gibi,  Hakimler ve Savcılar Kanunu, YÖK Kanunu, Askeri Personel Kanunu, 657 sayılı Kanun ve  İş Kanunu hükümleri de yürürlüktedir.

KHK’LERLE GÖREVDEN ÇIKARMA CEZASI VERİLEMEZ

Emredici  nitelikte olan bu  özel kanunlarla düzenlenen usul ve esaslara uyulmadan, haklarında bir soruşturma yürütülmeden, suçlama konusu kanıt ve belgeleri inceleme hakkı tanınmadan, savunmaları alınmadan, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; düzenleyici işlem olan KHK’lerle meslekten ve kamu görevinden-devlet memurluğundan çıkarma cezası verilemez.
Zira, Anayasa’nın 128. maddesi ile, “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği” görev ve sorumlulukları, disiplin kovuşturmasında güvence başlıklı 129. madde ile; “

  • Memurlar ve diğer kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği. Disiplin kararlarının yargı denetimi dışında bırakılamayacağı” 130. maddesi “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanlarının; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamayacağı…. Yükseköğretim kurumlarının …öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme…, disiplin ve ceza işleri, mali işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesinin, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere devletin sağladığı mali kaynakların kullanılmasının kanunla düzenleneceği”, hakimlik ve savcılık teminatı başlıklı 139. madde ile “Hakimler ve savcıların azlolunamayacağı”, madde 140 ile “Hakim ve savcıların, haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi, görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve diğer özlük işlerinin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre yasayla düzenleneceği” hükümlerinden anlaşılacağı üzere, sözü geçen kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği gibi, disiplin cezası vermenin usul ve esasları ilgili yasalarında açıklanmıştır. (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve YÖK, Hakimler ve Savcılar Kanunu, Askeri Personel Kanunu, İş Kanunu)..

(https://www.evrensel.net/haber/290299/ohal-khkleriyle-kalici-sonuclara-varilamaz, 27.9.16)

=================================================

Dostlar,

Sn. Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı) büyük ölçüde hukuksal gerçekleri kaleme almış durumda..

AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Buna ise ne AKP cesaret edebiliyor ne de Tayyip beyin gücü yetiyor..
Sonuç; bu tehlikeli oyuncak elinizde patlar, önünde sonunda bumerang gibi kullananı vurur.

Yineleyelim : AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Sonra da, ihraç edeilecek vekiller yüzünden salt çoğunluğu yitireceği için,
bir ulusal koalisyona gidilmelidir.

  • Sorunlar, yaratıcısı olan AKP’nin aklıyla ve tek başına iktidarı lle çözülemeyecek ölçüde ciddi, ağır, kapsamlı, ivedi ve kuşatıcıdır..

Batı emperyalizmi “artık” sonuç almak istemektedir ve bir meydan okuma (challenge) sahnededir.. Tükiye’nin Ulusal savunması ise topyekun olmak zorundadır. AKP, içindeki FETÖ’cüleri koruyarak olsa olsa kısa bir süre daha ayakta kalabilir; dağılma çöküş kaçınılmazdır. Ancak gangren olan kolunu keserse, siyasal yaşamını sürdürebilir.. RTE de..

Sevgi ve saygı ile.
27 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..


TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..

Dostlar,

Ülkemizde gün geçmiyor ki, insan hakları en kaba ve kapsamlı – derinlemesine çiğnenmesin.. 10 Aralık günü başlayan İNSAN HAKLARI HAFTASI‘nda web sitemizde epey yazıya yer verdik. Hafta öncesinde 25 Kasım 2014 günü Ulusal Kanal’da
“halkımızın sağlık hakları” konusunu işledik (Püf Noktası, Gülgun Feyman,
programı YouTube’da yayımladık; http://youtu.be/dcq1it_Nz-4). 21 Aralık 2014 günü Alevi yurttaşların haklarını bir açık oturumda yine Ulusal Kanal’da 2 uzman ile birlikte paylaştık. AKP iktidarı, AİHM’nin zorunlu din derslerinin kaldırılması kararlarını (2. kez) görmezden gelerek temyize gidiyor.. Çocuklara zorla Sünni İslam öğretisi dayatılıyor!
(http://ahmetsaltik.net/2014/12/22/akp-alevi-haklarini-ve-aihm-kararlarini-neden-gormezden-geliyor/) 116. Sessiz Çığlık eyleminde Ankara’da net mesajlar verdik (http://youtu.be/zicxeKzYGLg)

Ancak AKP iktidarı dur durak bilmiyor..  17-25 Aralık Yolsuzluklar haftası içinde yeryüzünün belki de en büyük yolsuzluğu kapatıldı. Şüpheli 4 Bakan bir türlü
TBMM Komisyonundan Anayasa Mahkemesi’ne (Yüce Divan’a) yollan(a)mıyor.
AKP – RTE ve şüpheli Bakanlar da var güçleriyle Yüce Divan’dan kaçıyorlar.
Çıkıp yiğitçe, “veremeyeceğimiz hesap yok.. yargılanmak istiyoruz..” diyemiyorlar.
Başlı başına bu tablo, kamuoyunda aklanmalarını olanaksız kılıyor..

20 Aralık 2014 günü bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ üyesi öğretmenlere
Tandoğan Meydanı’nda uygulanan hukuksuz ve çok ağır polis şiddeti ülkemiz adına bizleri ve uluslararası kamuoyunu kaygılandıran bir başka olay olmuştur.

Son olarak dün (25.12.14) günü Konya’da tutuklanan 16 yaşındaki lise öğrencisi..
Cumhurbaşkanı’na hakaret (?!) suçlaması ile okulu basılarak sınıfından arkadaşlarının
gözü önünde alınıp götürülen ve jet hızıyla sorgulanıp yargıç kararı ile tutuklanıp
hapse konan çocuğun – gencin durumu.. Yasalar 18 yaşını bitirene dek herkesi kural olarak (evlenme gibi erginlik kazandıran durumlar dışında) “çocuk” kabul ediyor.. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi md. 1 de! Bu “sanık”, yasal deyimiyle “suça itilen çocuğun” ve okuldaki arkadaşlarının uğrayacağı ruhsal travmayı Konya’daki ilgili C. Savcısı ve güvenlik güçleri değerlendirmekten aciz midirler? Hiç çocuk psikolojisi bilmezler mi?
2 saat gecikmeden doğacak ne sakınca olabilirdi acaba bu “şüpheli yapılan çocuk”
anne-babası aracılığıyla Karakola / Savcılığa davet edilse idi, psikolog eşliğinde?
Bir hekim olarak yapılanların tıbben çok yanlış ve hukuk dışı olduğunu vurguluyoruz!

Yasal deyimi ile “Suça sürüklenen bu çocuk M.E.” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Hangi zorunluluk tutuklama gerektirmiştir?
“Kuvvetli suç şüphesi” gerekçesine dayanan mahkeme / Sulh ceza yargıçlığı kararı
hukuk dışıdır. Bu tutuklama için salt koşul ön koşuldur. Ek olarak kaçma / kanıtları karartma olasılığı – kuşkusu olmak zorundadır. Ayrıca eylemin karşılığı olarak öngörülen cezanın ağırlığının da (üst sınırının) tutuklama kararında dikkate alınması gereklidir.
Üst sınır 4 yıldır (TCK md. 299). Bunun 1/3’ü zaten “çocuk” olduğu için indirilecektir.

Yargıçlık görevi böylesine fütursuzca keyfi olarak kullanılamaz!
HSYK mutlaka gerekli yasal işlemi yapmalıdır.

“Tutuklama” kararı veren mahkeme / sulh ceza yargıcı, neden güvenlik önlemleri ile
tutuksuz yargılamayı seçmemiştir? Aynı soruları soralım :

16 yaşındaki Lise öğrencisi M.E. “suça itilen şüpheli çocuk” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Kamu düzenini tehdit mi ederdi tutuklanmasaydı?
Hangisi, hangisi? BM Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümleri Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca iç yasalardan (TCK md. 299) üstün hukuk normları değil midir?
Hatta bu yasal hükümlerin Anayasaya aykırılıkları bile öne sürülemiyor.

Çok ama çok vahim biçimde, temel kişi hak ve özgürlükleri bu olayda çiğnenmiştir.
Topluma, en barbar biçimde gözdağı verilmek istenmektedir. Tandoğan’da sayıları yüzü aşan öğretmenimiz yerlerde sürüklenerek, kış ortasında basınçlı soğuk suyla ıslatılarak, yüzlerine bolca biber gazı püskürtülerek yaka paça gözaltına alınması da gözdağı amaçlıdır. İktidar terörüdür..

Olayda yer alan savcı da, polis de, yargıç da bize göre görevlerini kötüye kullanmış, hukukun buyurucu nesnelliği yerine iktidara siyasal yaranma dürtüsüyle davranmışlardır. Ağır suç işlemişlerdir.

Yargıç ve savcının bu hukuk dışı ve yasa tanımaz eylemlerinin ivedilikle HSYK tarafından soruşturulması gerekmektedir. Polisin de yasal – idari soruşturulması / kovuşturulması gereklidir..

Önce “şüpheli”, ardından jet hızıyla “sanık ve tutuklu” yapılan gerçekte “suça itilen çocuk” 16 yaşındaki Konya’lı M.E. derhal serbest bırakılmalı ve yargılanacaksa bile
mutlaka tutuksuz yargılanmalıdır.

Başka türlü kamuoyunun adalet duygusunu tatmin etme ve yerle bir edilen hukuka güven duygusunu onarma olanağı yoktur.

*****

2. Abdülhamit 1876-1909 arasında saltanat sürmüş bir despottu. 1876 Anayasası ile getirilen Meşrutiyet’i, 2 yıl sonra Osmanlı – Rus savaşı gerekçesiyle askıya alan
Osmanlı Padişahı (Kızıl Sultan!), ancak İttihat Terakki‘nin silah zoruyla 30 yıl sonra 1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda bırakılmıştır. Kısa süre sonra da tahttan  indirilmiştir.

Benzer sonuçları şimdiki AKP iktidarı da yaşayacaktır;
sağduyulu halkımız 2015 seçimlerinde gereğini mutlaka yapacaktır.
Kadim Türkiye Cumhuriyeti 3-5 AKP’li tarafından teslim alınamaz!
Bu harami – bezirgan dönemi parantezi de mutlaka kapatılacak ve
ülkemiz tarihteki onurlu yoluna yüce Atatürk’ün ışıklı çizgisinde devam edecektir..

Bu gerekçelerle, TBB’nin (Türkiye Barolar Birliği) 2 hafta önce düzenlediği

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

panelinin özet notlarını da özellikle paylaşmak istedik..

Özenle okunması dileğiyle..

Türkiye artık apaçık AKP – RTE’nin İslami Faşist diktatörlüğü altındadır ve
uluslararası kamuoyu katında özellikle Bay RTE alay konusudur,
ağır biçimde aşağılanmaktadır.

Bu tablo, her şeye karşın ulusal onurumuzu zedelemektedir.
AKP – RTE’nin sağduyuları kalmamış gibidir.
Bir öfke seli ve suçluluk kompleksi içinde içinde gözleri kararmıştır ve sürekli,
giderek ağırlaşan hatalar yapmaktadırlar..

Bu gidişin sonu “hayırlı” değildir.
Bu siteden hep ama hep, büyük sabırla yaptığımız gibi
AKP – RTE’yi sağduyuya ve hukuk içine bir kez daha çağırıyoruz..

Değeri anlaşılsın; AKP – RTE’ye büyük bir katkıdır ülkemizin bunca sabrı.

Sevgi ve saygıyla.
26.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Tüm yazıya pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız:
Konya’da_tutuklanan_16_yasindaki_cocuk_sorunu..

===============================================

Türkiye Barolar Birliği’nce
İNSAN HAKLARI GÜNÜ ETKİNLİKLERİ KAPSAMINDA

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

BAŞLIKLI PANEL GERÇEKLEŞTİRİLDİ

10 Aralık İnsan Hakları Günü etkinlikleri kapsamında düzenlenen
“Türkiye’de İfade Özgürlüğü” başlıklı panel, 13 Aralık 2014 tarihinde Türkiye
Barolar Birliği’nde gerçekleştirildi.

Panelin açış konuşmalarını Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Koordinatör Üyesi Av. İzzet Varan ile Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Başkanı
Av. Serhan Özbek yaptı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 58 yıl önce (AS: 66 yıl önce 10 Aralık 1948) kabul edilen, insanların doğuştan ve eşit bir biçimde sahip oldukları hakları belirleyen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyerek sözlerine başlayan Av. İzzet Varan şöyle konuştu:

10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile adıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen bu beyanname, ülkemiz tarafından 6 Nisan 1949’da imzalanarak onaylanmıştır. Atılan bu imza ile insan haklarının güvence altına alınması, geliştirilmesi, bu konuda ülkemizde ki her bireyin bilgilendirilmesi ve
insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması açısından verilmiş bir taahhüttür.
Bu taahhüt nedeniyle 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü’nü ülkemizde de kutlamaktayız.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atarak, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olduğunu ülke olarak kabul etmiş ve herkesin, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal
ya da başka bir görüş, tabiiyet ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin Beyannamedeki tüm hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanacağını kabul ettik.

Küreselleşen dünyada, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi sözleşme tarafı ülkelerin bir iç sorunu olmaktan çıkmış, tüm insanlığın ortak bir sorunu haline gelmiştir. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusundaki sorumluluk öncelikle devletlere ait olmakla birlikte, bu görev medyadan, sivil toplum örgütlerine kadar
tüm kuruluş ve bireylerin de işbirliğini gerektirmektedir.

İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin her ülkenin kabul etmesi ve uygulaması gereken evrensel değerler olduğu halde, bu gerçek ülkemizde de maalesef
tam anlamıyla içselleştirilmemiştir. Dünya ülkelerinin yıllar süren deneyimlerinden
insan hakları ile ilgili ciddi sorunları olan ülkelerin, ekonomik ve sosyal sorunlarının da buna paralel olarak doğru çözüme kavuşturulamadığıdır. Bir ülkede halen insan hakları ihlalleri yaşanıyorsa o ülkenin ekonomisi, siyasal yapısı sancılı ve demokrasisi ile hukukun üstünlüğü kavramları da tartışılır noktadır.

2014 yılında; kadın erkek eşitliğini bir fıtrat meselesi olarak gören, gebe kadının caddede yürümesini ayıplayan, eğitim kurumlarında daha çocuk yaştaki bu ülkenin gelecekteki kuşaklarını cinsel tema üzerinde ayrıştıran ve ayırmaya çalışan, çocuk yaştaki gelinleri
örf ve adet olarak benimseyen, yıl içinde iki yüzün üzerindeki kadın cinayetlerini önleyemeyen, artık ilkokulların önüne inen uyuşturucu trafiğini engelleyemeyen
bir anlayışın egemen olduğu Türkiye’de yaşıyoruz. Kadınların ve çocukların
yaşam haklarını ve özgürlüklerini hiçe saydık.

2014 yılında; vatandaşımızı bir torba kömüre oy versin diye aşağıladık,
vahşi kapitalizmin sömürü mekanizması daha iyi çalışsın diye yüzlerce madencimizi toprağa verdik. Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta ve diğer küçük ölçekli maden ocaklarında emeği ve yaşam hakkını hiçe saydık.

Yargıya yapılan müdahaleler ile adil yargılanma, bağımsız yargıç güvencesini
hiçe saydık. Bunlar yalnızca pencereden bakarken gördüklerimiz, ya da görmediklerimiz.

İnsan hakları savunucularını, kamu güvenliğini tehdit eden bir öge olarak gören anlayış hiçbir zaman demokrat olamaz. Asıl demokratlık, insanlara onurlu bir yaşamın
tüm koşullarını sağlanması toplumsal barış için bir güvencedir.

İçimiz buruk olsa da, insan hak ve özgürlüklerinin herkes için yaşama geçirildiği
bir dünya yaratılması umuduyla Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutlarız.

Daha sonra kürsüye gelen Av. Serhan Özbek ise şunları söyledi:

İnsan haklarının tanınması, yaygınlık kazanması ve korunması için önemli bir kaynak oluşturduğu bilinen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, BM Genel Kurulu tarafından
– 66 yıl önce – 10 Aralık 1948 günü kabul edilmişti.

İnsan Hakları Günü olarak kutlanan bu günde, TBB İHM olarak, gündemde yer alan
ya da yer alması olası konularda bilimsel etkinlikler düzenlemeye özen gösteriyoruz.

Bu yıl toplantımızın konusu, Türkiye’de güncelliğini hiç yitirmeyen (son birkaç günkü operasyon haberleri ile yakıcılığı açığa çıkan) “İfade Özgürlüğü” konusu olarak belirlenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir görünümünü oluşturan ifade özgürlüğü;

– düşünce / görüş sahibi olma,
– düşünceye/bilgiye ulaşma,
– düşünceyi/bilgiyi açıklama/yayma özgürlüklerini içermektedir.

Bireyin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının güvencesi olan bu özgürlük
aynı zamanda toplumun demokratikleşmesinde de temel bir rol oynamaktadır.

Alman Anayasa Mahkemesi ifade özgürlüğünün önemini şöyle vurgulamaktadır:

“İnsan kişiliğinin toplum içindeki en doğrudan ifade biçimi olan düşünceyi açıklama özgürlüğü, insan haklarının en önde gelenlerinden biridir.”

Bu özellik, ona başlı başına bir ağırlık kazandırır. Alman Anayasası’nın 5. maddesiyle güvence altına alınan, düşünceyi (söz, yazı ve resimle) serbestçe açıklama ve yayma, basın, radyo – TV ve film özgürlükleri, özgürlükçü demokratik bir devlet düzeni için doğrudan kurucu bir niteliğe sahiptir. Çünkü düşünceyi serbestçe açıklama özgürlüğü, kendi yaşamsal ögesini oluşturan sürekli zihnî hesaplaşma ile düşüncelerin mücadelesini sağlar. Bu anlamda her özgürlüğün de temelidir.

AİHS’nin girişinde sözü edilen insan haklarına saygılı gerçek siyasal demokrasilerde
ifade özgürlüğü, yalnızca bu madde kapsamında değil, koruma altına alınan

– “Özel Hayatın ve Haberleşmenin Korunması (m. 8)”,
– “Vicdan ve Din Özgürlüğü (m. 9)”,
– “Örgütlenme ve Toplantı Özgürlüğü (m. 11)”

gibi haklar açısından da etkili bir role sahip bulunmaktadır. Bu bağlamda AİHS, ifade edilen bilgi ya da düşünceyi, içerik yönünden (sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik vd.) olduğu gibi ifade yolu /yöntemi /aracı yönünden de korumaktadır. Böylelikle ifadenin kamuoyuna ulaşmasında kullanılan yöntem sözlü, yazılı, görsel ya da eylemsel olabileceği gibi, bunun için radyo, yazılı ve görsel basın, elektronik bilgi sistemleri, sanat eserleri gösteri, toplantı gibi araçlar da kullanılabilmektedir.

İfade özgürlüğünün her biri ayrı değerlendirme ve tartışma konusu olabilecek
bu başlıklarından güncellikleri ve özellikleri nedeniyle “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü”, “İnternette İfade Özgürlüğü”, “Üniversitede İfade Özgürlüğü” bu yıl gerçekleştireceğimiz etkinliğin alt başlıkları olarak düşünülmüştür.

İnsan hakları kavramının gelişiminde, toplum kavrayışının, devlet odaklı toplum anlayışından, bireye ve doğal haklarına odaklı toplum kavrayışına dönüşmesinin
önemi bilinmektedir. Devam eden gelişmelere, bilimde ve teknolojide atılan dev adımlara karşın insanlığın refah ve barış özlemleri ne yazık ki yüzyılımızda da gerçekleşmiş değildir. Ancak her şeye karşın, özellikle son 50- 60 yıl içinde insan haklarının bir yandan yaygınlık kazanırken, yeni kuşak haklarla zenginleşmesi ve insan haklarının korunmasına ilişkin mekanizmaların oluşturulması kuşkusuz, insanlık adına önemli kazanımlar olmuştur. Bu evrimleşme süreci halen devam ediyor.

Günümüz Türkiye’si açısından ise, insan haklarının günümüzdeki modern yansımaları olan yeni kuşak haklar bir yana, 1. kuşakta yer alan en temel insan haklarına ilişkin kazanımların, karşı karşıya bulunduğu tehlikeler üzüntü vericidir.

“Özgürlüğün tarihinin devlet gücünün sınırlandırılmasının tarihi olduğu” söylenmiştir (Woodrow Wilson). Ancak günümüz Türkiye’sinde, devlet gücünün ve siyasal iktidarın sınırlandırılmasının en etkili aracı olan anayasal ilkeler bir kenara bırakılmıştır.

Bir hukuk devletinin amacı, yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini korku ve endişeden uzak bir şekilde kullanabilmeleri için, keyfilik riskinin en aza indirgendiği “hukuk güvenliği”ni sağlamaktır. Bu ilke, hukuk normlarının öngörülebilir olması kadar, devletin yasama faaliyetlerinde yurttaşlardaki güven duygusunu zedeleyici yol ve yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılmaktadır. Günümüzde yaşanan olaylar karşısında bu ilke ve kavramlardan bahsedebilmek olanağı kalmış mıdır?

Günümüzde tüm konularda olduğu gibi, hak ve özgürlükleri ilgilendiren konularda da, çoğulcu demokrasinin saydamlık ve katılımcılık kurallarından yoksun olarak “torba”
ya da “münferit” yasal düzenlemelere gidilmektedir. Bu düzenlemeler içerik yönünden olduğu kadar yöntem olarak da hukuk güvenliği ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırıdır. HSYK Yasası’nda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptali öngörülmesine karşın, salt geriye yürümezlik “avantajından” yararlanmak amacıyla yapılan
yasal düzenlemeler ve buna bağlı gerçekleştirilen idari tasarruflar da
bu anayasal ilkelere aykırıdır.

Tüm bu süreçlerin kaynağında kamusal değil, konjonktürel siyasal ihtiyaçların
ya da “güvenlik” kaygılarının yer aldığını olaylar doğrulamaktadır:

Özgürlüklerle doğrudan ilgili koruma önlemlerine (arama, el koyma, gözaltı, tutuklama gibi) soruşturma evresinde karar veren sulh ceza mahkemelerinin konjonktürel nedenlerle kaldırılmasının ardından, bu yetkilerin takipsizlik kararına itirazları karara bağlamak gibi kritik yetkilerle birlikte, yeni konjonktürde yapısı değişen HSYK tarafından atanan
sulh ceza hâkimliklerine verilmesi de birçok yönden haklı olarak eleştirilmiştir:
Kaldırılan ÖYM yetkilerinin ikame ediliyor olması; alt yapısı hazırlanmış keyfi kararlara kapı aralanması ve doğal yargıç ilkesine aykırılık bu eleştirilerden yalnızca birkaçıdır. Atanan yargıçların basına yansıyan özellikleri, öznel ve nesnel yansızlık ilkesi açısından güvensizlik kaynağıdır.

Bir köşe yazarı, birbiri ardına gelen 2 torba yasada, kimi koruma tedbirleri (dinleme, arama) konusundaki yasal düzenlemelerin “konjonktüre göre” birbiri ile çelişmeleri konusunda; “15 Şubat Yasası’nın gerekçesiyle, 14 Ekim Teklifinin gerekçesini hangi hukukçu, nefesi daralmadan yan yana koyarak okuyabilir?!” diye sormaktadır.

Yaşanan birçok olayda kamu görevlileri tarafından işlenen suçlar yaptırımsız kalırken yalnızca hak ve özgürlüklerini kullandıkları için insanlar haksız yaptırımlara uğramaktadırlar. Günümüz Türkiye’sinde “devletin tarafsızlığı” ilkesi bağlamında, ayrım gözetmeksizin tüm yurttaşların hukuk önünde eşit olduğu savunulabilir mi?

Örneğin hukuk devletinde hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı için, yaşananlar karşısında artık, adaletin, – iktidar gücünü kullananlar dâhil olmak üzere – suç işlediğine dair kuşku bulunan herkese dokunabileceğini varsayabilir miyiz?

Yine – yaşanan trajik örnekler karşısında – siyasi, ideolojik ve ayrımcı nedenlerle haksız olarak kimseye dokunulmayacağına emin olabilir miyiz?
Ya da adaletin “dokunduklarının” keyfiliklere kurban gitmediklerini ya da bundan böyle gitmeyeceklerini savunabilir miyiz?

Özellikle devleti ilgilendiren ayrımcılık yasağı “dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep, ulusal veya sosyal köken farklılıklarını” kapsamaktadır. Hak ve özgürlüklerden, kamu hizmetinden ve kamuya arz edilen mallardan yararlanmayı, işe alınmayı, ekonomik etkinlikte bulunmayı vb. kapsamaktadır. AİHS tarafından düzenlenen yasak, bireyler açısından iç hukukumuzda “Nefret Suçu” olarak da düzenlenmiştir.

Eğitimde, anaokullarından üniversitelere kurgulanan ve yapılan düzenlemelerde sayılan ayrımcılık nedenlerinin etkili olmadığı düşünülebilir mi?

İşe alımlardan iş teminlerine, kamu mallarının satışından ihalelere uzanan siyasi ve ideolojik kayırmacılık ve yolsuzluk olgusu adeta bir “siyasi hak” olarak görülmeye başlanmışken, çıkar eşitliğinden söz edilebilir mi?

Devletin en üst katlarının söylemine yerleşen ayrımcı üslubun,
nefret uyandırmaya yönelik olmadığı savunulabilir mi?

Hukuk devletini, otoriter rejimlerden ayıran en temel özelliklerinden birisi,
hak ve özgürlüklere ilişkin uygulamasının etkili olarak denetleniyor olmasıdır.
Günümüzde hak ve özgürlüklere bağlılıktan ve bu bağlılığın yargısal, yönetsel,
sivil denetiminden söz edebilmek olanağı var mıdır?

Türkiye için insan haklarına ilişkin olarak, bu sorunlar ve sorular dizisinin çok uzatılması olanaklı olsa da konuşma çerçevemiz buna izin vermemektedir

Sonuç olarak    : Çoğunluk dayatması ile birbiri ardına gelen yargı paketleri ve
yasal düzenlemelere karşın, Türkiye’de insan haklarında gözlenen yaygın ve yoğun ihlâllerinin ortaya koyduğu gerileme, bağımsız ulusal ve uluslararası raporlarca da doğrulanmaktadır. Hukuksal güvenceden yoksun olan bir ülkede toplumsal, ekonomik
ve siyasal yönetimin de sürdürülebilir olamayacağı açıktır.

Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı da bir değerlendirmesinde;

  • “Hukuk güvenliğine olan talebin her zamankinden daha fazla seslendiriliyor olmasının, yaşanan hukuk güvenliği krizine işaret ettiğini… yasama, yürütme ve yargı organlarının bu gerçeği göremezlikten gelmesinin düşünülemeyeceğini..” dile getirmiştir.

Açış konuşmalarının ardından Av. Prof. Dr. Rona Aybay başkanlığındaki oturumda; “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü” konusunda Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Oktay Uygun, “İnternette İfade Özgürlüğü” konusunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak,
“Üniversitede İfade Özgürlüğü” konusunda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Tolga Şirin sunuş yaptılar.

Panelin ardından her yıl İnsan Hakları Günü nedeniyle Karikatür Vakfı işbirliğiyle hazırlanan karikatür sergisinin açılışı yapıldı.

Hilmioğlu’nun umudu kalmadı : Cezaevinde öleceğini düşünüyor..

Hilmioğlu’nun umudu kalmadı :
• Cezaevinde öleceğini düşünüyor

Ergenekon davasında tutuklu yargılanan eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Fatih Hilmioğlu’nun kardeşi ve avukatı Hayati Hilmioğlu, tutuklu yargılama ısrarını eleştirerek “23 yıllık avukatım. Bu yargılama sınavı, Türkiye tarihindeki kötü bir sınav. Mahkemede üst düzey hâkimler görevli, uygulama ise sıradan bir yargılamanın çok altında.
Bu görüntü Türk hukuku açısından da aşağılayıcı bir noktada. Fatih de artık
umudunu kaybetti, cezaevinde öleceğini düşünüyor.” dedi.

14 Nisan 2009’da gözaltına alınan Hilmioğlu, Silivri’de böbrek, siroz, şeker hastalığı ve ağır bir depresyonla mücadele ediyor. Oğlunu trafik kazasında kaybeden Hilmioğlu’na, karaciğer kanseri başlangıcı tanısı da kondu ancak 2 yıl önceki Adli Tıp’ın verdiği rapora dayanarak tahliye istemleri sürekli reddedildi. Avukat Hayati Hilmioğlu, kardeşinin “Geç de olsa suçsuzluğunun ortaya çıkacağına olan inancını yitirdiğini” belirtti.

Fatih Hilmioğlu’nun oğlu Emir’i trafik kazasında yitirmesinin ardından hızla umutsuzluğa sürüklendiğini kaydeden Hilmioğlu, “Bu kazadan sonra yaptığımız iki tahliye istemimiz reddedildi. En son görüşmemizde, ‘Boşuna talep etme. Beni sağ çıkarmazlar. Mahkeme üyeleri birtakım güçlerin etkisi altında. İnsiyatif kullanacak durumda değil. Bunlarla sen de uğraşamazsın’ dedi. Psikolojisi bu halde artık. Yargıcına, devletine güveni kalmamış” dedi. Fatih Hilmioğlu’nun 16 yıl aralıksız devlete hizmet ettiğini, karşılığında bu yapılanlara isyan etmemenin olanaksız olduğunu dile getiren Hilmioğlu, “Bu hizmetin karşılığı, 4 yıldır cezaevinde kalmak mı? Ölüm mü? İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre en kutsal hak yaşam hakkıdır. Bu yargılama sanıkları öldürüyor. Özel yetkili yargıçlar, savcılar bu ölümlerden biz sorumlu değiliz mi diyecekler? Bu yargılamayı bütün dünya gözlemliyor” dedi.

‘Yargıçlar kontrol altında’

Mahkemenin tutukluluğa gerekçe gösterdiği Adli Tıp raporuna karşı, cezaevinde yaşamının tehlikeye gireceğine ilişkin üniversite raporlarının olduğuna dikkat çeken Hilmioğlu, “Yargıçlar üniversite hastanelerine itibar etmiyor. Oysa ki Adli Tıp’la bağlı değiller, isterlerse inisiyatif kullanabilirler. Adli Tıp doğrudan Adalet Bakanlığı’na bağlı. Kimse tarafsız diyemez” dedi. Mahkemenin, dosya kapsamı, delil durumu diyerek tahliye istemlerini reddettiğini belirten Hilmioğlu, “Peki, kime anlatacaksınız derdinizi. Yargıçtan başka yer var mı? Yargıçlar da birtakım güçlerin denetimi altında yargıçlık yapıyorsa vay bu vatandaşın haline. Bu insanların suçsuzluğu kanıtlandığında bu tutukluluğun hesabını kim verecek?” diye sordu. Savcılığın çok zayıf delillerle dosyayı mahkeme önüne getirdiğini, mahkemenin de iddianameyi kabul ettiğini belirterek
şöyle konuştu:

“Bu iki usul hatası yüzünden insanlar tutuklu yargılanıyor. Yaşam hakkının kutsal olduğunu herkesin kabul etmesi gerek. Yargıçlar da doktorlar da bu yönde tavır koymalı. Öldükten sonra sorumlusunu mu arayacağım. Arasam ne olur ki…”