Etiket arşivi: (Jus Cogens)

SOLFASOL TV Programımız : ANKARA’da Sağlığa Bütüncül Bak(a)mamak

Dostlar,

Bu gün (29.3.22) akşam 20:20’de başlayan bir TV programımız oldu.
Ankara’dan yayın yapan SOLFASOL TV‘ye konuk edildik.

Programı sunan Sn. Mehmet C. Peker Sn. Dr. Eriş Bilaloğlu ve bize sorular yöneltti. Tema, önceden, aşağıdaki görselde (posterde) olduğu gibi belirlenmişti:

ANKARA’da Sağlığa Bütüncül Bak(a)mamak..

SOLFASOL semti, Ankara’nın yoksul, gecekondu ağırlıklı, sosyo-ekonomik bakımdan yoksun bir bölgesi. Sn. Peker ve arkadaşları, SOLFASOL TV aracılığıyla Ankara’nın ve bu yoksun bölgenin sorunlarına ışık tutmaya çabalıyorlar..

Sn. Peker’in coşkuyla vurguladığına göre, bizim de katıldığımız bu program 116. sı olmuş.

Halktan yana, onun haklarından yana, sağlıklı yaşam hakkından yana olan bu uyar çabayı biz de elbette saygı ile karşılamaktayız.

20:20’de başlayan program 21:21’de bitecekti ancak birkaç dakika sarkarak 70 dakika sürdü

Özellikle “BÜTÜNCÜL SAĞLIK ANLAYIŞI”  temel tema idi. DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), Anayasasında yaptığı Sağlık tanımı ile daha kuruluşundan başlayarak bu Anlayışa çok yakın:

  • SAĞLIK, yalnızca hastalık ya da engelliliğim bulunmaması olmayıp, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve SOSYAL YÖNLERDEN DE tam bir iyilik durumudur.

Bu tanım, Türkiye DSÖ üyesi olduğundan, ülkemizi de bağlar. DSÖ Anayasası, 1947’de, 5062 s. yasa ile aynen benimsenerek iç hukukumuza katılmıştır ve 1982 Anayasası m.90/5 uyarınca “jus cogens” kapsamında üstün hukuk normlarıdır, bağlayıcıdır.

İHEB (İnsan hakları Evrensel Bildirgesi) ve çok sayıda uluslararası bildirge, sözleşme, anlaşma bütüncül sağlık anlayışına yer vermektedir. İHEB m.25’te herkesin beslenme, konut, giyim ve tıbbi bakım hakkı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla kişisel ve toplumsal olarak sağlıklı olmanın kaçınılmaz (deterministik) soyo-ekonomik gerekleri vardır.

İşte bu kaçınılmaz (deterministik) soyo-ekonomik gerekleri de dikkate alarak sağlık olgusuna yaklaşmak, BÜTÜNCÜL SAĞLIK ANLAYIŞI olarak tanımlanmaktadır. Sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamak herkesin hakkıdır (Anayasa m.56/1). Bu hedef, yerelde, Ankara ölçeğinde nasıl yaşama geçirilebilir?

“DSÖ’nün Sağlıklı Kentler” yaklaşımının 10 temel ölçütü nelerdir?
Ankara büyükşehir belediyesi nasıl bir SAĞLIKLI KENT yaratabilir?
Sn. Peker’in sorularını kapsamlı olarak yanıtlamaya çabaladık bir hekim ve Mülkiye’li olarak.

Yukarıdaki görseli ya da https://youtu.be/0XaYjRF8SzM bu erişkeyi (linki) tıklayarak izleyebilirsiniz. İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereklerinin yapılmasını dileriz.

Sevgi ve saygı ile. 30 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

 

 

 

 

Otopsiden direnmeye

 

authorİBRAHİM Ö. KABOĞLU
ibrahimkaboglu@yahoo.fr
BİRGÜN, 2021.06.17

Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Kanal İstanbul”, geçen yılın ilk yazı başlığı idi (2 Ocak).

Dünya çevre günü vesilesiyle yazdığım yazı başlığı şuydu: “İnsanlığın ortak mirası ve demokratik toplum” (4 Haziran).

Bu yıl, Haziranı, çevresel otopsi ile karşıladık: Marmara Denizi’ndeki Müsilaj Sorunu Hakkındaki Komisyon Toplantısı (TBMM, 9 Haziran).

MARMARA DENİZİ’NE OTOPSİ

Marmara Denizi’ni nasıl öldürdük? Musibetlerin gerisinde genellikle “dış güçler” parmağı aranır. Neyse ki, Marmara’nın katilleri, böyle bir kozdan yoksunlar.

Soruna, dün-bugün-yarın bakış açısıyla yaklaştığımızda, düne dair ölümün nedenlerini, “düzenleme-denetim-yaptırım” zincirinde araştırabiliriz.

Bu üçlü halkanın her birinde ciddi sorunlar bulunduğu biliniyor. Düzenleme aşamasında, Marmara Denizi kıyılarının nasıl yağmalandığı belli: tarım arazilerinin yok edilmesi, düzensiz aşırı yapılaşma ve sınai tesisler, Marmara Denizi’nin kirletilmesi için zaten yeterliydi. Etkili bir düzenleme yapılmayınca, denetim ve yaptırım aşamalarının işe yaramayacağı açık.

Marmara Bölgesi, Türkiye’nin “sanayileşme havzası” olarak nitelense de, gerçekte, Bölge’nin bir yağma ve/veya kaptı kaçtı ekonomisine dayandığı açık.

Marmara’da kesin olan şu: Geride kalmış olan düne dair yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Otopsi, başarılı uzmanlarca yapılsa da, artık hiçbir zaman Marmara Denizi eskisi gibi olmayacak.

KANAL İSTANBUL VE MARMARA BÖLGESİ

Ama Kanal İstanbul için durum tamamen (AS: tümüyle) tersi:
Bugün, Kanal’ın ne denli büyük bir doğal ve kentsel çevre katliamı olacağını, ekolojik suç, ülkenin bölünmez bütünlüğü ilkesinin ihlali veya vatana ihanet olduğunu söylesek de, katliama giden her eylem, geriye dönülmesi olanaksız bir tahribat yaratır.

“Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Kanal İstanbul” yazısını şöyle noktalamıştım:

“Üç kişisel proje, 2010’lu yıllara damgasını vurdu: Anayasa, Külliye ve Kanal.

Başbakanlık için yapımına başlanılan Saray, CB seçilince kendi konutu oldu. FETÖ’cü darbe girişimi ardından Bahçeli’nin fitilini ateşlediği Anayasa, Erdoğan için kişisel proje oldu.

Kaçak Saray” ve “meşru olmayan Anayasa” gölgesinde “Kanal dayatması” ile 2020’ye giren Türkiye, “çılgın ülke” olarak çok zorlu bir ikilem karşısında: Saray-Anayasa-Kanal, monokratik yönetimi temellendirir; tersi ise, demokratik hukuk devleti yolunu açar…”.

Ne var ki bu yazıyı COVID-19 öncesi dönemde yazmıştım.

“İnsanlığın ortak mirası…” yazısı ise, şu cümlelerle sona eriyordu:

  • Covid-19, sadece büyük hastaneler inşasıyla üstesinden gelinecek bir sorun değil, koruyucu hekimlikten sağlıkta kamulaştırmaya, bölgesel ölçekteki çevre sözleşmelerine saygıdan İklim Sözleşmesi’nin gereklerine kadar geniş yelpazeyi kapsamına alan görev ve sorumluluklar bütünüdür. Özetle, çevre ve sağlık hakkı birlikteliği ötesinde bütüncü bakış açılarıyla oluşturulacak uzun erimli planlama politikalarının yaşamsal olduğu bir çağa giriyoruz.”.

COVID-19’un ilk aylarında yazılan bu yazının üzerinden geçen bir yıllık zaman diliminde, çevresel koşullarla bağlantılı bu salgın hastalığın neden olduğu kitlesel kıyımlara çok acı bir biçimde tanık olduk. Yerküreyi sarsan salgın felaketleri dizisine karşın, bir “inat” uğruna Kanal İstanbul ısrarı, “doğaya karşı ısrar sökmez” deyişi ile geçiştirilemez.

Kanal; İstanbul’u öldürür, Trakya’yı böler, hatta Anadolu ve Trakya’dan oluşan Türkiye ülkesinin bütünlüğünü ve kimliğini bozar.

Öyle ki, artık, “dün-bugün ve yarın” ayrımının hiçbir anlamı kalmaz.

Peki, bugün ne yapılabilir? Bu sorunun yanıtı açık: Direnme.

ÇEVRESEL ADALET VE DİRENME

  • Kanal İstanbul; ekoloji, kentbilim ve çevre hukuku kuralları bir yana bırakılarak,
    bir kişinin inadı ile dayatılan bir yıkım projesi.
  • Bunun karşısında tek ve son çare, direnme hakkını kullanmak.
  • Bunun doğrudan anayasal temeli var:

“Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” (Anayasa md.56)

Dayanağını, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden alan “direnme hakkı”, jus cogens (bağlayıcı kural) niteliğinde.

Hak/hukuk/adalet” için uzun Haziran yürüyüşünü gerçekleştiren CHP, çevresel adalet için Kanal İstanbul’a karşı direnişi de örgütleyecektir.

2018 yılının son çığlığı

2018 yılının son çığlığı

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç
Cumhuriyet
, 21.1.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün değersizleşen şey, dinci ve kinci olduğu kendi söylem ve uygulamaları ile anlaşılan siyasal iktidarın, çağdaş Türk toplumuna dayattığı hukuka aykırı politikalarla, bunlara bilerek destek olan kimliğini yitirmiş muhalefet partileriyle siyaset ve hukuk adamlarının “devlet aklı” ile bağdaşmayan görüş ve düşüncelere dayalı fetvalarıdır.

Geçen yıl yayımladığı “Elveda Anayasa” kitabı ile kamuoyunun ilgisini çeken ve kendisini hukuksal pozitivist (olgucu, kuralcı) bir anayasa hukukçusu bilim adamı olarak tanımlayan Sn. Prof. Dr. Kemal Gözler, önce 06.12.2018 tarihinde ”Hukuk Nereye Gidiyor”, bir hafta sonra da “Demokrasi Nereye Gidiyor” başlıklı iki makalesini kendisine ait web sitesinde (www.anayasa.gen.tr) okurlarıyla paylaşmıştır. Ancak biz burada, ikinci makalesini anayasa ve siyaset bilimcilerine bırakıp, yalnızca “Hukuk Nereye Gidiyor?” başlıklı makalesi üzerinde tartışmak ve hoşgörüsüne sığınarak kimi eleştirilerde de bulunmak istiyoruz. 
Bu makalede, hukuk ve anayasanın bugünkü yürekler acısı durumuna değinip “Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla birlikte, diğer bazı ülkelerde demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetlerin günden güne gerilediğini” dile getirdikten sonra, şu gözlemlerde bulunuyor: 
√ Bugün hukuk, burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi. 
√ Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasa ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı haline dönüştü. 
Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi. 
√ Olan biteni açıklamak bakımından, hukuk bilimi çaresizlik, ..anayasa ve idare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler
√ Artık üzülerek görüyorum ki ..hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet haline geldi vb. 
Bu gözlemlerden sonra, “Başta anayasa hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Buna yol açan şey, bizatihi hukukun değersizleşmesidir” diyerek, bizi şaşırtan bir saptamada da bulunuyor. Daha sonra insana üzüntü veren bir umarsızlık (çaresizlik) içinde, kendisinin verecek bir yanıtının olmadığını belirttiği sorularına da, “..genelde hukuk bilimi, özelde anayasa hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa bu soruları tartışmak ve bir cevap vermek zorundadır.” diyerek bitiriyor.

Hukukun değeri 
Hemen belirtelim ki Sn. Gözler, ülkemizin üzerine çöken kasvetli havadan yakınırken; ulusal tarihimizin, ordumuzun, yargımızın, eğitimimizin, Andımızın, Laik Cumhuriyetimizin, kültür ve sanatımızın, kısacası bir toplumu “ulus” yapan bütün değerlerin, siyasal İslamcı bir parti tarafından itibarsızlaştırılıp ayaklar altına alınmasının, sanki bir önemi yokmuş gibi bunlara hiç değinmeden, “Hukuk biliminin değersizleştiği ve buna yol açan şeyin de aslında ‘bizatihi hukukun değersizleşmesi’ olduğunu” söyleyip, bütün olumsuzlukların nedenini hukuka yüklemekle, büyük bir yanılgıya düşüldüğü kanısındayız. 
Çünkü hukuk, bugün değerini yitirmemiş; tam aksine yaşanan hukuksuzlara koşut olarak daha da değer kazanmıştır. Bir hukuk adamının hukukun değersizleştiğini söylemesi, onun başat amacı olan adaletin de değersizleştiği anlamına gelir ki o zaman da uğrunda mücadele edip koruyacağımız toplumsal bir değerimiz kalmayacağı için, ortaya çıkacak kargaşanın (kaosun) önüne geçilmesi de bir düş olur ancak.
Nitekim bir düşünürün de dediği gibi “Hukuku, adaleti, bir değer, bir ideal olarak kabul etmeyen bir ulus, bu felaketini hiçbir başarı ile telafi edemez.” Bu nedenle, günümüzde hukuk biliminin saygınlığını yitirdiği söylenebilir ise de siyasal iktidarın hukuk dışı söz ve uygulamaları yüzünden yokluğu günden güne daha iyi anlaşılan “hukuk”un değersizleştiği söylenemez.

Sorunların nedenleri 
Bu hazin durumun başlıca nedenlerinden biri, AKP’nin iktidara geldiği 03.11.2002 tarihinden bugüne dek geçen sancılı süreçte sinsice uygulanan emperyal bir proje kapsamında T.C. Anayasası başta olmak üzere; Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu ile bunların yöntemine ilişkin temel yasaların sil baştan değiştirilip, yaklaşık yüz yıllık bilimsel ve yargısal birikimin (külliyatın) çöpe atılması sonucu metamorfoza (başkalaşıma) uğrayan sosyal kesimlerin önemli bir bölümünün ulusal bilinç ve kimliğine yabancılaşmasıdır. 
Bir diğeri de yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, o görkemli İstiklal Savaşı sonunda kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti yerine; Türk ulusunu orta çağ karanlığına sürükleyecek teokratik bir devlet kurmak amacı güttüğü bilinen, gerici ve ümmetçi bir partinin çağ dışı kalmış ilkel politikalarını bilerek destekleyen; sapkınlık içindeki muhalefet partileri ile iktidara bağımlı kılınan, anayasal kurumlardaki siyaset ve hukuk adamlarının yozlaşmasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, Sn. Gözler’in yakındığı sorunların çözümünün de hukukun değersizleşmiş olmasında değil, ancak ülkeyi yönetenlerin tarihsel süreç içinde yaptığı uygulamaların, bir “izm”e bağlı kalmadan salt hukuka uygunluk (meşruiyet) ölçütü içinde aranması gerektiğini belirtirken; ünlü anayasa ve idare Hukuku duayeni Prof. Leon DUGUİT’in konumuza ışık tutan şu sözlerini de burada anmak isteriz:

  • “Bir devlet adamı hukuka, ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslında hiç boyun eğmiyor demektir.”

    Asıl sorgulanması gereken de budur bence.
    =======================================
    Dostlar,

    Değerli dostumuz ve sitemizin yazarlarından (E. Alb.) Askeri Yargıç Sn. Ertan Urunga’ya bu değerli irdelemesi için teşekkür borçluyuz..
    Prof. Gözler’in söz konusu 2 makalesini web sitemizde daha önce yayımlamıştık.
    Biz de görüşlerimiz katmıştık, Sn. Urunga da kısa bir yorum yapmıştı.
    Şimdi daha kapsamlı olarak okuyoruz Sn. Urunga’yı.. Akademiden değil ama yaşamın içinden.. Onlarca yıl Türk Ulusu adına adalet dağıtan askeri yargıçlık makamından…
    Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği başkanı dostumuz sevgili Dr. Dinçe Demirken’tin Sn. Gözler’e eleştirel makalesini yine sitemizde yayınlamıştık.
    ****
    Hukuk’un en yüce idesinin “ADALET” olduğu tartışma dışı genel hatta evrensel kabuldür.
    Yargıçlar, özellikle bu bağlamda adı dillerden düşmeyen, parlak ve sarsıcı görüşleri de belleklerden silinmeyen hukuk bilimcisi Ronald Dworkin’i hep dikkate almalı bize göre..

    Dworkin, yargıcın her somut – verili durumda adaleti mutlaka gerçekleştirmek zorunda olduğu peşin kabulünü a priori olarak koyduktan sonra, görüşlerinin rahat anlaşılması ve unutulmaması bağlamında bir metafor yaratır : HERKÜL YARGIÇ!

Dolayısıyla, eldeki normatif – pozitif mevzuat metinlerinin sözleri, literal anlamları geri düzleme düşer – itilir ve eldeki somut uyuşmazlığa adil çözüm üretiminde yaratıcı çözümler aranır (a posteriori aşama) . Bu çabaların başında, mevzuat kurallarının (yazılı hukuk) adaletsizliği öngöremeyeceği kabulü a fortiori olarak zorunluluk olur. Öyleyse, pozitif hukuk normlarına can veren hukukun evrensel kabul gören temel ilke ve değerlerine (jus cogens), standartlarına başvurulacaktır. Böylelikle gerçekte “yorum” dan başka bir şey olmayan Hukuk, gerçek işlevine, ADALET sunmaya, ama yalnızca ve yalnızca ve her durumda yüksek ADALET ÜLKÜSÜNE yönlendirilmiş ya da tersine, adaletsizlik üretmekten alıkonmuş, korunmuş olacaktır!

Anımsanacağı üzere AYM (Anayasa Mahkemesi), önüne getirilen ve Anayasaya aykırılığı asla su götürmez OHAL KHK’lerini (AKP iktidarının seri olarak ve kurgu ile çıkardığı) pozitivist yaklaşımla incelemeyi reddetmiş ve ülkemiz yapısal olarak bu metinlerle köktenci biçimde değiştirilerek hukuk devleti olmaktan çıkarılmıştı. Sn. Gözler ve kendisi gibi düşünenler o sıralarda pozitivist konumlarını koruyarak Anayasanın ilgili maddesinin sözel anlamının çok açık olduğu ve ve OHAL KHK’lerinin AYM tarafndan gerek biçim gerekse içerik açısından anayasa yargısına soyut norm denetimi bağlamında konu edilemeyeceğini savlamışlardı.

Şimdi pişmandırlar… yazdıkları çığlık çığlığa özeleştiridir yarı açık – yarı kapalı..

Ne var ki, atı alan Üsküdar’a geçmiştir söz konusu Cumhuriyet düşmanı, kökü dışarıda projenin mimarı Erdoğan’ın kendi sözleriyle.
Şimdi, ağır yaralı hukuk, dolayısıyla hukuk devleti, kendi yarasını nasıl saracaktır?
Pozitivizmle mi, Dworkin’in “Herkül yargıcı” nın mucizesiyle mi, neyle, nasıl ve ne zaman?

Buna ivedi ve etkin çare bulunmalıdır.. “Hukuk tartışmalı ve başının çaresine bakmalı” ile olur mu? Üstelik egemen, ha bire “hukuk” a işkence yapmayı sürdürür, onun yaralarını dağlarken!?

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 22 Ocak 2019, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD öğrencisi
www.ahmetsaltik.net
     profsaltik@gmail.com

Uyarı üstüne uyarı… Dünya ‘DUR’ diyor

Uyarı üstüne uyarı…
Dünya ‘DUR’ diyor

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Aynı anda 4 ayrı konuda, 4 farklı uluslararası kurumdan ve farklı ülkelerden Türkiye’ye alarm düzeyinde uyarılar geldi.

Türkiye’de kısıtlanan özgürlükler ve insan hakları, hukukun üstünlüğü, ifade ve basın özgürlüğünde her geçen gün daha da geriye gidişin ardından Ankara’ya, başkentlerden ve uluslararası örgütlerden peşpeşe uyarı yağdı. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ışığında Cenevre, Brüksel, Washington, Lahey, New York, Strazburg ve Berlin’den Ankara’ya dün 4 ayrı konuda, 4 farklı kurumdan ve farklı ülkelerden uluslararası yükümlülüklerine uyması için çağrı yapıldı. İşte Türkiye’nin demokrasi karnesine her geçen gün eklenen son uyarılar:

1 GAZETECİLER İÇİN ACİL ADIM

BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye, acil olarak başta gazeteciler olmak üzere, akademisyen, yazar ve hâkimlerin serbest bırakılması çağrısı yaptı. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi 35’inci İnsan Hakları Oturumu çerçevesinde 12 Haziran’da görüşülecek raporun yanı sıra ‘Türkiye Özel Oturumu’ da yapılacak. Kaye raporunda şu çağrılarda bulundu:

* İfade ve medya özgürlüğü ile bilgiye ulaşımda uygulamaya konan orantısız ve düzensiz tedbirler, OHAL ile meşrulaştıramaz.

* Raportör, terörle mücadele ve KHK’lerle tutuklanan gazeteci, yazar, hâkim ve akademisyenlerin acilen serbest bırakılması çağrısını yapar. Kimse nefret ve şiddete başvurmadığı müddetçe tutuklanamaz.

* Basının sansür veya kısıtlama olmadan kamuyu bilgilendirmesi sağlanmalı.

* Hükümet, medya kurumlarını kapatma sürecini tersine çevirmeli.

* İnternet yasası gözden geçirilmeli ve engelleme ve kaldırma kararını veren kurumun yetkileri kısıtlanmalı.

* Hükümet, ifade özgürlüğüne yönelik herhangi bir kısıtlamada, kesinlikle orantı olmalı. Gereklilik ve orantılılık hali, OHAL için getirilen derogasyonlar boyunca da askıya alınmaz.

* Hükümet, 15 Temmuz’daki koşulların hâlâ geçerli olup olmadığını yeniden düşünerek, OHAL’i sona erdirmeli. KHK’ler, uluslararası insan hakları standartları ile uyumlu olarak yeniden düzenlenmeli ve gözden geçirilmeli. Hukuksuz olarak özgürlüklerinden mahrum edilenler, işlerinden olanlar buna karşı çıkabilmeli; tazmin edebilmeli. Bunun için bağımsız yargı mekanizmaları oluşturulmalı.

* Hakaret ve terörle mücadeleye yönelik yasalar uluslararası standartlara getirilmeli; TMK değiştirilmeli. Ceza Yasasının devlet büyüklerine hakareti düzenleyen hükümleri değiştirilmeli. Komiser, üst düzey yetkililere, eleştirileri susturmak için, ‘hakaret’ diyerek bu tür yöntemleri kullanmaktan kaçınmaya çağırır.

YİNE MEDYAYI SUÇLADI

Hükümet, yanıtına “ifade özgürlüğü ve medya Türk demokrasinin temellerindendir” ifadeleriyle başladı ve Anayasa’daki, “Hiç kimse düşünce veya görüşleri nedeniyle suçlanamaz” hükmünü örnek verdi. Ancak bu tutumu kısa sürdü ve “Sözde medya ve bilgi hakkına saldırı” arabaşlığında, kapatılan tüm medya kurumlarının terör ile bağlantılı olduğunu savundu. Gazetemizden tutuklanan yönetici ve yazarlarımız konusunda verdiği yanıtı ek olarak sunduğunu belirten Türkiye’nin yanıtı açıklanmadı.

Almanya ve ABD’den ‘insan hakları’ uyarısı

Türkiye ile ilgili oturum öncesinde Almanya ve ABD de kaygılarını Konsey’e sundu. ABD, muhaliflere yönelik kısıtlamalardan duyduğu rahatsızlığı kayda geçirirken, Almanya, Türkiye – Bangladeş ve Azerbaycan için şu görüşü kayda geçirdi: “Almanya, gazeteci ve bloggerların korkutularak, taciz edilerek, sansüre tabi tutulması, adli takibat ile tehdit edilmesinden kaygılıdır.”

2 GÖZALTILAR DEVAM EDİYOR

Uluslararası Af Örgütü Türkiye şubesi yönetim kurulu başkanı Taner Kılıç’ın gözaltına alınmasına hem ABD hem de AB sert tepki gösterdi. ABD: Bu gözaltı, Türkiye’de bir dizi saygın insan hakları savunucusu, gazeteci, akademisyen ve aktiviste yönelik gözaltıların son örneğidir. Çoğunlukla yetersiz kanıtla ve şeffaflık gözetmeden yapılan bu gözaltılar, alarm verici bir eğilime işaret etmektedir. Bu vakaları yakından takip etmekteyiz ve Türk anayasasıyla, Türkiye’nin kendi uluslararası taahhütleriyle korunan yargı süreci ve kişisel hakların öneminin altını çiziyoruz. Türkiye daha az değil, daha fazla etkin sesin ortaya çıkmasından faydalanacaktır. Taner Kılıç benzeri gözaltılar, kamuoyundaki tartışmaları susturmakta ve demokrasinin kalitesine zarar vermektedir.

AB: Kılıç’ın gözaltına alındığını endişeyle öğrenmiş bulunuyoruz. Türkiye’deki resmi makamları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde belirlenen standartlar ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı uyarınca hakkındaki suçlamalara bir an önce açıklık getirmeye davet ediyoruz. Uluslararası Af Örgütü, demokrasinin temel ögelerinden olan sivil toplumun, uluslararası alanda önemli itibar (AS: saygınlık) sahibi bir üyesidir.

Berlin: Alman hükümetinin insan hakları sorumlusu Bärbel Kofler gözaltı kararı nedeniyle Almanya’nın çok derin “üzüntü” içinde olduğunu ve Kılıç’ın “Türkiye’de insan haklarının korunması için korkusuzca görev aldığını” söyledi.

3  YARGI VURGUSU

AK İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, HSK’ye yönelik son düzenlemelerin ardından, kurul üyelerinin yeminlerini ettiğini anımsattı ve kurulun 4 üyesinin doğrudan, 7’sinin de parlamento tarafından, siyasi partilerin katılımını garantilemeden, atandığını belirtti. Muiznieks, “HSK’nin yeni kompozisyonu yargı bağımsızlığı için yeterince koruma sağlamıyor ve siyasi etkiye açık olma riskini artırıyor. Bu riskten kurtulmak için, Avrupa standartları, yargı konseylerinde, (atama terfi, görev değişimi, disiplin cezası ve uzaklaştırma kararlarında) hakim ve yargıçların en az yarısının meslek içindeki profesyoneller tarafından seçilmesini gerektirir. Bu çerçevede, HSK’nin çalışmalarını ve hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ilkesine pratikte ne kadar uyduğunu takip edeceğim; ki zaten bunlar olmadan Türkiye’de etkili bir insan hakları koruması da olamaz.”

4 AKAY’I BIRAKIN

Lahey’de Uluslararası Ceza Mahkemeleri Mekanizması Başkanı Theodor Meron, BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporunda bir kez daha hâkim Aydın Sefa Akay’ın serbest bırakılması çağrısı yaptı. Konsey’in Ngirabatware davasında kurduğu sistemi çökertme noktasına getirdiğini belirterek Güvenlik Konseyi’nden hakkındaki tüm yargılamalara son verilmesi ve serbest bırakılması için karar almasını istedi; sorunu çözmek için Türkiye’nin işbirliğinin şart olduğunu vurguladı.
==========================================
Dostlar,

Ne yazmalı, ne söylemeli?
Türkiye’de pervasızca hatta vahşetle – zulümle sürdürülen, Anayasa’yı ayaklar altına alan bir OHAL rejimi 11. ayını bitiriyor.. Neredeyse olağanlaştırılacak bu ”olağanüstü” yönetim biçimi! İktidarın çooook işine geliyor. Örn. Ankara Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı çevresi ve İstanbul Taksim’de en küçük kıpırtı AKP’nin nasırına basma ile eşdeğer.. Derhal boğuluyor. İnsanlar yerlerde sürükleniyor ve tutam tutam saçları kafalarından kökünden yolunuyor!
En küçük kıvılcım yaygın halk hareketine dönüşebilir karabasanı (kâbusu) AKP’yi sarmış.

Olacak şey değil.. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ”.. uyuşturucu tüccarlarına acımayacaksınız, sorumluluk bizde..” diyerek kolluğa açıkça hukuk dışı buyruk veriyor. Oysa ‘.. uyuşturucu tüccarlığı” da dahil, Devlet savaşımını (mücadelesini) hukuk içinde yapmak zorundadır.. Çünkü Devleti de vareden Hukuk’tur; tersine sanıldığı gibi Hukuk’u yaratan Devlet değildir!

  • Devlet, her durumda Hukuk Devleti kalmaya mahkum ve zorunludur.

OHAL ve Sıkıyönetim dönemlerinde, hatta Seferberlik ve Savaş’ta bile.. Çünkü bu olağandışı dönem ve rejimlerin de aşamayacağı – bağlı olduğu, uygar dünyanın benimsediği evrensel hukuk kuralları – ilkeleri – standartları (jus cogens) ve mevzuatı (insancıl hukuk, Sözleşmeler..) ve Kurumlar vardır.. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, BM Güvenlik Konseyi vb.

Adalet Bakanı, hukuk fakültesi bitireni (mezunu) Bekir Bozdağ’ın ‘‘OHAL döneminde Anayasaya aykırı KHK çıkarılabileceğini..” (!) söylemesi dehşet vericidir. Bu kişinin derhal
o Bakanlıktan alınması, siyasal yaşamının son bulması ve Barolar Birliği / bitirdiği Hukuk Fakültesi tarafından eğitime alınması gerekir iken…. Erdoğan da, eski içişleri bakanı Efgan Ala da, yeni içişleri bakanı ve adalet bakanı da… benzer hukuk çiğnemlerini (ihlallerini) ardışık ve pervasız biçimde, bilerek ve amaçlı olarak kamuoyu önünde sürdürmektedirler. Bu tablo kabul edilemez ve sürdürülemez.

  • İktidarın Devlet aklı (Raison d’etat) ile davranması kaçınılmaz ve zorunludur.
    Toplumun sabrı ve dayanma gücü kalmamıştır artık.. Zulüm = meşru direnme hakkıdır!

Saçları kökünden koparılan Varan, gördüğü kötü muameleyi şöyle anlatmıştı:

  • Kültür merkezine baskın yaptıklarında bizi çevik kuvvet aracına bindirdiler.
    Aracın içinde
    yoğun bir işkence yaptılar. Bilerek sanki onun için hazırlanmış gibiydiler. Saçlarımı önce tutup çevirdiler sonra kökünden kopardılar. Elinde kalan saçı sallayarak mehter marşıyla oyun oynuyorlardı. Saçımı savuruyorlardı. Koltuğun üzeri saçla dolmuştu.

Bu vahşet der-hal soruşturulmalı ve hızlı ve adil bir yargılama ile sorumlular hak ettikleri
en ağır cezayı almalıdır. Başta her şeyden sorumlu TEK ADAM Erdoğan olmak üzere İktidar en yüksek tonla ve kararlılıkla – içtenlikle ölçüsüz – insanlık dışı kolluk şiddetini kınamalı ve benzerlerinin asla olmaması, –balığın baştan kokmaması için– tüm kamu görevlilerini kamuoyu önünde kesin bir dille sözü ve yazılı uyarmalıdır. Böylesi ağır insan hakları çiğnemlerine (ihlallerine) ”isyan etmek” yurt içinde ve dışında herkesin ve kurumların insani hakkı ve ödevidir. Hiç kimse kalkıp ”içişlerimize karışmayın” teranesi etmesin!

İnsan hakları, tüm uygar insanlığın ortak değeri ve sorunudur.

Sevgi ve saygı ile. 10 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES)
Eski Aksaray Şube Başkanı Av. Songül Beydilli,
OHAL kararnamelerinin hukuksal yönünü inceledi.

Dosya: OHAL kararnameleri

Hazırlayan:  Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı)

Süresi içinde (30 gün) Mecliste onaylanmayan KHK’lere dayanılarak yapılan göreve son verme işlemleri, bu KHK’ler bağlayıcılığını yitirdiğinden, tümüyle yok hükmünde olduğu gibi; KHK ile göreve son verme işlemi hukuka aykırıdır. Göreve  son verilenlerin bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemeyeceği, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemeyeceği hükmü de hukuken geçersizdir.
Nitekim, E. 1988/6, K. 1989/4, T. 7.12.1989 Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararı ile, Sıkıyönetim Komutanlığının istemi üzerine görevine son verilen davacının daha sonra sıkıyönetim kalkması dolayısıyla görevine iade edilmesi isteminin reddi kararının iptali istemiyle açılan davada;
“Kendilerine savunma olanağı verilmemiş ve haklarında suçluluklarına ilişkin herhangi bir yargı kararı bulunmadığı,
-Sıkıyönetim ilanını gerektiren nedenlerin ortadan kalkmış ve normal yönetim sürecine girilmiş olmasına karşın, yasaklama hükmünün sürdürülmesinin, ilgililer hakkında toplumda olumsuz değer yargılarına neden olacağı, onların manevi kişiliklerini zedeleyeceği,
-Bu tür bir uygulamanın Türkiye’nin de taraf olduğu ve onayladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5’inci, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin (AS : AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ – AİHS) 3. maddesinde açıklanan

  • “Hiç kimse haysiyet kırıcı ceza ve muameleye tabi tutulamaz” kuralı ile bağdaşmayacağı,-OHAL yasasının, kabul ve yürürlük tarihi itibariyle Anayasa’nın geçici 15. maddesi kapsamında olduğu için, Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülemeyecek olmasının, onun mümkün olduğu ölçüde Anayasa’ya uygun olarak yorumlanmasına engel olmadığı,
    Anayasa Mahkemesi‘nin 28.9.1984 günlü, 1 sayılı kararında da belirtildiği gibi, Anayasa’nın 15. maddesi kapsamına giren yasalardaki kuralların, “Anayasa’nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına (AS : jus cogens)  olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmalarının” hukuk devleti ilkesinin gereği olduğu;
    -Yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması;
    -Anayasa’nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile, Sıkıyönetim Kanunu’nda yer alan “…Bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar” ibaresini, sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerektiği, işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlilerinin ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin, ilk kez kamu görevine girdikleri tarihte bu görev için yasa ve yönetmeliklerde öngörülen nitelikleri kaybetmemiş olmaları koşuluyla, işlerine son verildiği bölgede sıkıyönetim kalktıktan sonra, kurumlarınca eski görevlerine iade edilmeleri gerekeceği” gerekçeleri ile hüküm kurulmuştur.

OHAL kararnameleri Anayasa ve hukuka aykırıdır

İŞLEM İPTAL EDİLECEK ve
TAZMİNATA HÜKMEDİLECEK

Bu  durumda, OHAL sona erdiğinde, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; OHAL KHK’sinin geçerliliği kalmadığından, dayanağı olmayan işlem iptal edilecek, tazminata hükmedilecektir.
Ayrıca, OHAL KHK’leri ile yapılan meslekten veya kamu görevinden çıkarma işlemi; TCK’de tanımlanan suç gerekçe gösterilirken, kişilerle ilgili kesinleşmiş mahkeme kararına dayanmadığı gibi; “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen diğer yapıların kamu kurum ve kuruluşlarındaki varlığını ortadan kaldırma amacı” iddiası ile ve “olağanüstü tedbir” olarak düzenlenmekle birlikte; tedbir niteliğini aşan, geçici olmayan ve kalıcı  sonuç doğuran bir işlemdir.

İDARİ MAKAMLAR YARGININ YERİNE GEÇEREK
SUÇ İŞLEMEKTEDİR

İşten atılan kişiler hakkında yapılan “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirmesi” özneldir (subjektiftir), yargı kararına dayanmamaktadır. İddia edilen suç ve ögeleri Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmamıştır. Anayasa’nın 38. maddesinin

  • “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
    Ceza sorumluluğu şahsidir..”

hükümlerine göre; Ceza Kanunu kapsamında olan suçlama ile ilgili kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmadığı dikkate alındığında; kimse, Ceza Kanunu’nda  suç sayılmayan fiilleri gerekçe gösterilerek, ya da yakınlarının fiilleri, ya da amirlerinin kanaati gerekçe gösterilerek  “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunmakla” suçlanamaz.

Başta 17-25 Aralık (2013) tarihinin milat olarak kabul edilmesi olmak üzere, belirlenen  ölçütler tümüyle nesnel (objektif) dayanaktan yoksun olduğu gibi, sendika üyeliği ve sendika eylemlerine katılma, düşünce ve kanaat açıklamalarının suç olarak gösterilmesi, açıkça hukuka Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu durum, aynı zamanda, Türk Ceza Kanunu’nun “madde 2- (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz” hükmüne de açıkça aykırıdır. İdarenin görevi,  söz konusu suçun işlendiğine ilişkin somut bilgi/belge ve kanıt bulunduğunu iddia ettiği kamu görevlileri hakkında, suç duyurusunda bulunmaktan ibarettir. Kaldı ki; söz konusu suç nedeniyle yapılacak ceza yargılaması sonunda, cezalandırılmasına kesin olarak karar verilenler hakkında, zaten TCK 53. madde gereğince, kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakma kararı verilecektir. İdare, bu arada, söz konusu kişi hakkında disiplin soruşturması başlatabilir. Ancak bilinmelidir ki, soruşturma sonucunda göreve son verme kararı verilirse; ceza  yargılaması  sonucunda, kişinin  devlet memurluğuna engel bir suç nedeni ile ve memurluğa engel olacak nitelikte, kesinleşmiş bir ceza almadığı takdirde; açılacak iptal davasında, görevden çıkarma kararı iptal edilecektir.
Memurluğa  son vermek, meslekten çıkarmak esasen bir disiplin cezası niteliğindedir. OHAL ilanı ile Anayasa’nın tümü askıya alınmadığı gibi,  Hakimler ve Savcılar Kanunu, YÖK Kanunu, Askeri Personel Kanunu, 657 sayılı Kanun ve  İş Kanunu hükümleri de yürürlüktedir.

KHK’LERLE GÖREVDEN ÇIKARMA CEZASI VERİLEMEZ

Emredici  nitelikte olan bu  özel kanunlarla düzenlenen usul ve esaslara uyulmadan, haklarında bir soruşturma yürütülmeden, suçlama konusu kanıt ve belgeleri inceleme hakkı tanınmadan, savunmaları alınmadan, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; düzenleyici işlem olan KHK’lerle meslekten ve kamu görevinden-devlet memurluğundan çıkarma cezası verilemez.
Zira, Anayasa’nın 128. maddesi ile, “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği” görev ve sorumlulukları, disiplin kovuşturmasında güvence başlıklı 129. madde ile; “

  • Memurlar ve diğer kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği. Disiplin kararlarının yargı denetimi dışında bırakılamayacağı” 130. maddesi “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanlarının; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamayacağı…. Yükseköğretim kurumlarının …öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme…, disiplin ve ceza işleri, mali işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesinin, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere devletin sağladığı mali kaynakların kullanılmasının kanunla düzenleneceği”, hakimlik ve savcılık teminatı başlıklı 139. madde ile “Hakimler ve savcıların azlolunamayacağı”, madde 140 ile “Hakim ve savcıların, haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi, görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve diğer özlük işlerinin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre yasayla düzenleneceği” hükümlerinden anlaşılacağı üzere, sözü geçen kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği gibi, disiplin cezası vermenin usul ve esasları ilgili yasalarında açıklanmıştır. (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve YÖK, Hakimler ve Savcılar Kanunu, Askeri Personel Kanunu, İş Kanunu)..

(https://www.evrensel.net/haber/290299/ohal-khkleriyle-kalici-sonuclara-varilamaz, 27.9.16)

=================================================

Dostlar,

Sn. Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı) büyük ölçüde hukuksal gerçekleri kaleme almış durumda..

AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Buna ise ne AKP cesaret edebiliyor ne de Tayyip beyin gücü yetiyor..
Sonuç; bu tehlikeli oyuncak elinizde patlar, önünde sonunda bumerang gibi kullananı vurur.

Yineleyelim : AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Sonra da, ihraç edeilecek vekiller yüzünden salt çoğunluğu yitireceği için,
bir ulusal koalisyona gidilmelidir.

  • Sorunlar, yaratıcısı olan AKP’nin aklıyla ve tek başına iktidarı lle çözülemeyecek ölçüde ciddi, ağır, kapsamlı, ivedi ve kuşatıcıdır..

Batı emperyalizmi “artık” sonuç almak istemektedir ve bir meydan okuma (challenge) sahnededir.. Tükiye’nin Ulusal savunması ise topyekun olmak zorundadır. AKP, içindeki FETÖ’cüleri koruyarak olsa olsa kısa bir süre daha ayakta kalabilir; dağılma çöküş kaçınılmazdır. Ancak gangren olan kolunu keserse, siyasal yaşamını sürdürebilir.. RTE de..

Sevgi ve saygı ile.
27 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

İNSAN HAKLARI YÜKSEK LİSANS PROGRAMI

İNSAN HAKLARI
YÜKSEK LİSANS PROGRAMI

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır, bakılması özellikle rica olunur…)

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 2010 yılından beri yürütülen insan hakları yüksek lisans programına Ankara Üniversitesi Senatosu kararıyla 2016 güz dönemi için kontenjan verilmedi. Her yıl, açtığı kontenjanın en az 10 katı başvuru alan bir yüksek lisans programının gördüğü ilgiyi karşılıksız bırakamazdık.

Diplomasız bir yüksek lisans programı başlatıyoruz.

Ankara Üniversitesi İnsan Hakları Yüksek Lisans Programı; bünyesinde siyaset bilimi, iletişim, hukuk, uluslararası ilişkiler gibi farklı disiplinlerden, alanında kendisini kanıtlamış çok değerli akademisyenleri bir araya getiren Türkiye’deki çok az sayıda insan hakları yüksek lisans programından biridir. Programımız, 2010’dan beri her yıl, programın disiplinlerarası yapısına uygun olarak farklı alanlardan mezun olmuş toplam 15 öğrenci almaktadır. İnsan hakları yüksek lisans programı, kimisi kamuda kimisi özel sektörde kimisi ise sivil toplumda insan hakları alanında çalışan bu öğrencileri bir araya getirerek akademi ile aktivizm işbirliği yoluyla her iki alanı da beslemeyi amaçlamaktadır. SBF İnsan Hakları Merkezi’nin sivil toplumla işbirliği halinde yürüttüğü yaz okullarıyla ve düzenlediği akademik konferans ve toplantılarla bu amaç desteklenmektedir.

2016 yılı için de benzer bir hazırlığa sahip olan yüksek lisans programımıza, istemimize ve Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün olumlu kararına karşn Ankara Üniversitesi Senatosu tarafından kontenjan verilmediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu karar alınırken, resmi veya gayrı-resmi yoldan Anabilim Dalı ve hocaları bilgilendirilmiş değildir. Dahası Anabilim Dalı ve Enstitü tarafından uygun görülen kontenjanın kimin tarafından uygun görülmediği de belirsizdir, çünkü konu Senato’da da tartışılmış değildir. Bu kararın gerekçesini öğrenmek ve bu kararın geri alınmasını sağlamak için resmi düzeyde idari girişimler yapılmıştır.

Bu karardan dönülmesi, dönülmediği takdirde de bu kararın yalnızca bir döneme özgü kalması umudumuzdur.

Diplomasız Yüksek Lisans Programı

Ancak hevesle yürüttüğümüz ve çok ilgi gören bu yüksek lisans programının geleceği hakkındaki kararları programda ders veren akademisyenlerin belirlemesi gerektiğini düşüncesiyle bu girişimlerin olası olumsuz sonuçlarını da gözeterek aşağıda adlarını görebileceğiniz öğretim elemanları olarak “diplomasız” bir yüksek lisans programı başlatmaya karar verdik. Kuşkusuz bu programı, resmi makamlar aracılığıyla yürütmek olanaklı değildir. Bu nedenle alınan karar bir anabilim dalı kararı değil, anabilim dalında ders veren ve bu programa katılmak isteyen hocaların kararıdır.

Bu yüksek lisans programı, insan hakları yüksek lisans programında ders veren akademisyenlerin gönüllü katılımıyla ve mesai saatleri dışında yürütülecektir. Mekânımız ise Ankara’da faaliyette olan ve desteğiyle bizleri güçlendiren aşağıda adları sayılan çeşitli insan hakları kuruluşlarının sağlayacağı sınıflıklar olacaktır. Programdan mezun olmak için her biri üç kredilik yedi ders ve bir semineri başarıyla tamamlamak gerekmektedir Programda resmi yüksek lisans programı için öngörülen standartlardan hiçbir şekilde ödün verilmeyecektir. Bu nedenle, program devam zorunluluğu olan bir programdır. Başvuru koşullarımız da daha önceki yıllarda olduğu gibi 50 yabancı dil ve 55 ALES (Sözel) puanı ile en az 2.00 lisans ortalaması şeklindedir.

“Diplomasız” yüksek lisans programımıza başvurmak isteyen adaylar 25 Ağustos- 5 Eylül 2016 arasında diplomasizyukseklisans@gmail.com adresine CV’leri ve koşulları sağladıklarını gösterir belgeler (ALES, diploma ve yabancı dil belgesi) ile birlikte başvurabilirler. Mülakat ise 8 Eylül Perşembe günü İnsan Hakları Ortak Platformu’nun ofisinde (İHOP) yapılacaktır.

Destekleyen Hocalar Listesi

  1. Dr. Ayhan Yalçınkaya
  2. Doç. Dr. Ahmet Murat Aytaç
  3. Dr. Bedriye Poyraz
  4. Arş. Gör. Dr. Cavidan Soykan
  5. Doç. Dr. Elçin Aktoprak
  6. Arş. Gör. Dr. Ersin Embel
  7. Dr. Funda Keskin Ata
  8. Dr. Gökçen Alpkaya
  9. Doç. Dr. Kerem Altıparmak
  10. Doç. Dr. Murat Sevinç
  11. Arş. Gör. Nisan Kuyucu
  12. Doç. Dr. R. Barış Ünlü
  13. Dr. Sevilay Çelenk
  14. Dr. Ülkü Doğanay
  15. Arş. Gör. Dr. Zafer Yılmaz

Destekleyen Kurumlar Listesi

  • AB Komisyonu Türkiye Delegasyonu
  • Gündem Çocuk Derneği
  • Helsinki Yurttaşlar Derneği
  • İnsan Hakları Derneği (İHD) ve İHD İnsan Hakları Akademisi
  • İnsan Hakları Ortak Platformu
  • Kadın Dayanışma Vakfı
  • Kaos GL Derneği
  • Mülkiyeliler Birliği
  • Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği
  • Türkiye İnsan Hakları Vakfı
  • Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi

==========================================

Dostlar,

Çok hüzün verici bir tablodur.
Ankara Üniversitesi’ne hiç yakışmamaktadır..
İdarenin her türlü eylem ve işleminin hukuka uygun ve gerekçeli olması,
hukukun evrensel kabul gören yüksek ilkeleri (Jus Cogens) gereği zorunludur.
Ankara Üniversitesi yönetiminin, Rektörlüğün / Rektör Sn. Prof. Erkan İbiş‘in
geçerli bir açıklama yapMAması düşünülemez ve kabul edilemez..

Bu durumu içimize sindiremiyoruz..
İkna edici, makul, haklı, hukuka uygun bir gerekçe gösterilene dek bu eylemi,
simgesel olarak biz de destekliyoruz.. Meşru direnme hakkı türevi olarak görüyoruz.

Bir Mülkiyeli de olsak, bu programda ders vermemiz söz konusu olmadığından,
simgesel olarak desteğimizi açıklıyoruz.
Dileriz hızla sorun çözülsün, yanlıştan dönülsün, bu da bir erdemdir.

Sorun uza(tılır)rsa, gelecek yarıyılda EN TEMEL İNSAN HAKKI : SAĞLIKLI YAŞAM HAKKI konusunda bir dersin programa eklenmesini önerecek ve kabul görürse,
bu dersi Tıbbiyeli sorumluluğumuzla üstleneceğiz..

Yarın 1 Eylül…
Dünya Barış günü..
Üniversite yönetimine anımsatmak ve taze bir gül sunmak istedik..

Islak gül

Sevgi ve saygı ile.
31 Ağustos 2016, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com