Atatürk karşıtları, yobaz dinbazlar her fırsatta Harf Devrimini kötüler, “koskoca Memleket bir günde -cahil- kaldı, hafızasını yitirdi” derler; sanki halk muazzam eğitimli, gelişkin ve çok şey biliyor, çok şey üretiyormuş gibi…
Osmanlının Avrupa karşısındaki aciz, silik, ezik perişan durumunu bilen herkes (başta son 5 Padişahın hepsi) bu sözlere acı bir tebessümle gülerdi…
Biraz mantıklı düşünelim; Arap alfabesiyle yüzyıllardır pozitif bilimlerden, teknolojiden uzak yaşamış, o alfabeyle okur-yazarlık oranı erkeklerde % 4-5 , kadınlarda %1-2’lerde olan bir Halkın yitirecek hangi “değerli” bilgi birikimi olabilirdi ki?
Zaten Osmanlı toplumu gelişkin, Sanatta ve Bilimde ileri, eski deyimiyle “münevver” bir toplum olsaydı, kullandığı yazı biçimini değiştirmek kimsenin aklına gelmezdi; Japonya’da, Kore’de olduğu gibi…
Ekli tabloda okuryazarlık oranının Avrupa ve Türkiye’de tarihsel gelişim sürecini görüyorsunuz; Avrupa’da 500 yılda erişilen seviyeye Türkiye 50 yılda çıktı, Alfabe devrimiyle….
Kötü mü oldu ?
Bu yıl Cumhuriyetimizin kuruluşunun 96. yılını büyük bir coşkuyla kutladık. Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 81. yıldönümünde de ulusça onu büyük bir sevgi ve saygıyla andık. Ölümünden 81 yıl sonra böylesine büyük bir sevgi ile anılan bir başka lider yoktur. Yakın geçmişte ulusal bayramlarımız, Cumhuriyetimiz, Atatürk unutturulmaya çalışılmıştı. 29 Ekim’lerde, 19 Mayıs’larda devleti yönetenler ya hasta oldular ya da başka işleri çıktı, törenlere katılmadılar. Anıtlara çelenk konması bile yasaklandı. Ancak bu kez genç, yaşlı, kadın, erkek, herkes alanları, salonları doldurdular. Bayramlar görülmemiş bir halk topluluğu tarafından coşkuyla kutlandı. Atatürk görülmemiş bir sevgi ve saygıyla anıldı. Belli ki, AKP’nin bu unutturma eylemi geri tepti. İnsanlar kendiliğinden çok daha büyük bir coşkuyla ulusal bayramlara, Mustafa Kemal’e sahip çıktılar.
Bay Erdoğan, 10 Kasım’da yapılan bir törende içindeki Osmanlı hayranlığını yeniden ortaya döktü. Bu kez Cumhuriyeti kötüleyip gerçek olmayan şeyler söyledi. Harf Devrimini kötüledi. “Bir gecede her şey sıfırlandı” dedi. Bu söylem bir cehalet değilse, açık bir hıyanettir. Osmanlı’da okuma yazma oranı % ondu. Okuma yazma bilenler askerler, bürokratlar ve elit bir tabaka idi. Halk kitleleri okuma yazma bilmiyorlardı. Harf Devrimi ile çok kısa bir zamanda insanlar okuma yazma öğrendiler. Hiçbir şey sıfırlanmadı.
“Mustafa Kemal de bir Osmanlı subayıydı” diyor. Ne olması gerekiyordu. Bugün Cumhuriyetten bakarken, Osmanlı’ya imrenebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Osmanlı’da ulus yoktu. Türk yoktu. Türkler toplumun en eleştirilen kesimini oluşturuyorlardı. “Türk’ten evliya sokma avluya” o dönemin sözüdür. Osmanlı’da ümmet vardı. Tüm Müslümanlar ümmetin bir parçasıydı. Bugün hâlâ bu düşünceyi savunmak aymazlıktır. Arap ülkelerinin son barış harekâtında bile bize karşı olduklarını, onca yardım ettiğimiz Filistin’in bile bize karşı olduğunu unutmadık.
Türk ulusunun öne çıkarıldığı, gerçek değerinin verildiği düzen Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Atatürk, Türk ulusuna hak ettiği gerçek değeri verirken Anadolu’da bir Türk yurdu yaratmış ve insanlarımıza ulus bilinci vermiştir. Bu topraklarda yaşayan herkes Türk ulusunun onurlu ve özgür bir bireyi olmaktan onur ve mutluluk duymaktadır. Onun içindir ki;
29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda halk kendiliğinden alanları salonları doldurmakta, Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e olan sevgisini, saygısını haykırmaktadır.
Gerçek durum apaçık böyle iken, Osmanlı hayranlığı yapmak, Osmanlı ile Cumhuriyeti karşılaştırmak, Osmanlı’yı öne çıkarmaya çalışmak, Cumhuriyeti eleştirmek boşunadır. Suları geriye akıtmak olanağı yoktur.
Batı, dinde reformu yaşadı. Kilisenin baskısı ve bağnazlığından toplum kurtulduktan sonra, Rönesansı yaşadı. Avrupa; bilimde, kültürde, güzel sanatlarda çağ atlarken, Osmanlı yerinde saydı. 1450’de Johannes Gutenberg matbaayı bulduktan sonra ancak, 1727 yılında Macar asıllı olup sonradan Müslüman olan İbrahim Müteferrika matbaayı Osmanlı’ya getirebildi.
277 yıl gavur icadıdır diye matbaa Osmanlı’ya giremedi.
1632 yılında Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden kendi yaptığı kanatlarla uçarak ve Boğaz’ı geçip Üsküdar’a vardıktan sonra, bağnazların padişahı doldurmaları sonucunda Cezayir’e sürgün edildi.
Tarikatların, cemaatlerin egemen olduğu, bilime, Aydınlanmaya önem verilmediği bir düzene nasıl özlem duyulabilir?
Bu özlem günümüzde bile tarikatların, cemaatlerin öne çıkarılmasına neden oluyor.
Okullarımız imam hatipleştirilmeye çalışılıyor.
Diyanet, bilim dışı akıl almaz açıklamalar yapıyor.
Aile düzeni diyerek kadınların, kocalarının emri ve gerisinde olduğunu anlatmaya çalışıyor. İlkokul çağında çocuklarımız, camilere götürülmeye çalışılıyor. Osmanlı bu yüzden battı.
Önemli ve geçerli olan bilimdir, akıldır.
Atatürk’ün “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir.” sözü yüreklere kazınmıştır.
Atatürk, yaptığı dev devrimlerle Türk ulusunu çağdaş uygarlığın ötesine geçirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyet bir Türk Rönesansıdır.
Atatürk’ün tekkeleri, zaviyeleri kapatırken 1925 yılında söylediği;
“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, meczuplar ülkesi olamaz” sözü boşuna değildir.
Arap hayranlığı, ümmet kavramı , Osmanlı hayranlığı sizi ancak geriye götürür. Bu düşüncelerle emperyalist ülkelerin oyuncağı olursunuz. Geri kalırsınız. Ulusunuzu mutsuz edersiniz. Böyle düşünenlerin ülke yönetiminde olması hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Türk devrimi, Cumhuriyet, Atatürk sevgisi ulusumuzun yüreğine kazınmıştır.
Osmanlı hayranlığı boşunadır.
Yeri ve konumu ne olursa olsun hiç kimse ulusumuzu geriye götüremez.
Bir Danıştay kararı ile yeniden gündeme gelen “ulusal and” konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danıştay üyelerini “fırçalaması”, ulusal andın yazarı ve aynı zamanda ezanı da Türkçeleştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i Türkçe ezan tartışmaları üzerinden de eleştirmesi, ırkçılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Arapçılık tartışmalarını da yeniden alevlendirmiştir.
Ulusal and, yurttaş kimliği ve Atatürk milliyetçiliği
Uğradığı küçük değişikliklerle 1933 ile 2013 tarihleri arasında ilköğretim okullarında okutulan ulusal and, ulus devlet ve Cumhuriyet rejiminin gereği olarak “yurttaş” kimliğinin belleklere kazınması, çağdışı kul ve ümmet kimliğinin dışlanması, reddedilmesidir.
Ulusal Andda vurgu yapılan milliyetçilik, ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici değildir. Ulu önder Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” özdeyişiyle, Türk milleti tanımını tüm bu olumsuz siyasal ayrıştırmalardan soyutlamış, çağın gereklerine uygun, birleştirici bir millet tanımı yapmıştır.
İşte Ulusal And’daki milliyetçilik bu tanımın bir yansıması olup, genç bireylere kapsayıcı “Atatürk milliyetçiliğinin” benimsetilmesi amaçlanmıştır. Ulusal And ile ortaya konulan milliyetçilik, gerek ilk yazıldığı dönemdeki düzenlemelere, gerekse bugün Anayasanın “değişmez nitelikteki” başlangıç bölümü ve 2. maddesinde vurgulandığı üzere “Atatürk milliyetçiliğidir.” Atatürk milliyetçiliği, ülkede yaşayan tüm yurttaşların birlik, beraberlik, bütünlük ve eşitliğine dayanan, gelecekte de bu anlayışla bir arada yaşama ülküsünü içeren, farklılıklara saygı gösteren, ulusal birliği esas alan anayasal bir ilkedir.
Anayasada yer alan bu temel ilke, tüm anayasa kuralları gibi bütün siyasi partilerin uymakla zorunlu oldukları temel bir ilkedir. Öte yandan Atatürk milliyetçiliği, CHP’nin “6 Ok” la simgeleşen temel ilkelerinden de ikincisidir. Ulusal Andın tartışmaya açılması bir anlamda siyasal iktidarın ve onun en tepesindeki temsilcisinin Cumhuriyeti ve onun kuruluş ilkelerini tartışmaya açmasından öte, yadsıması, reddetmesi demektir.
Dil, din ve ibadet
Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın 24. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu maddesinde koruma altına alınmıştır. Bu özgürlük, ulusal ve evrensel düzeyde korunan temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın etkin kullanımı ve kötüye kullanılmasının önlenebilmesi için, kişinin ibadetini bildiği, anladığı dilde yapması, devletin de vatandaşına bu ortamı sağlaması esastır. Kişinin anlamadığı bilmediği dilde ibadet yapması veya ibadete zorlanması, her türlü dinsel sömürünün de kaynağıdır.
Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan engisizyon, cadı yakma törenleri, haçlı seferi çağrıları, cennetten yer satma uygulamaları, halkın anlamadığı bir dilde inanç ve ibadete zorlanmasının sonucudur.
Geçmişte Vatikan, Latince İncil’in başka dillere çevrilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Yüzyıllarca Papalığın dini sömürüsü altında inleyen, bu uğurda milyonlarcası canından, malından olan Avrupa ulusları Vatikan’ın baskısına boyun eğmemiş, sonunda İncil 1500’lü yıllarda Luther tarafından Almanca’ya, yine Fransız, İngiliz ve Alman krallarının emirleriyle kendi ulusal dillerine çevrilmiştir.
Avrupa’da halk okuduğunu anlamaya başlayınca Vatikan ve ruhban sınıfının etkisi kırılmıştır.
Böylece laik yaşam ve aydınlanma hareketi başlayabilmiş, bir anlamda Avrupa (geniş anlamda batı) sanayi devrimini başlatarak bütün yerkürenin siyasi ve kültürel egemeni olmuştur. İnanç ve ibadet özgürlüğü de böylece oralarda körü körüne değil, anlayarak bilerek laikliğe de uygun biçimde, “kendi sınırları içinde” kullanılabilir olmuştur. İslam inanç sistemine göre ibadetin mutlaka Arapça yapılması, bu bağlamda Kuran ve ezanın Arapça okunması zorunluluğu bulunmamaktadır.
Ezan ve Kuran’ın Arapça okunmadığı, ibadetin yerel dillerle yapıldığı Müslüman toplumlar da bulunmaktadır. Ancak İslam ülkelerinin çoğunda egemen şeriat rejimleri nedeniyle bireyler bu hak ve özgürlüklerini bilmediklerinden ibadetlerini Arapça yapmakta, bu da din sömürüsünü kronik bir soruna dönüştürdüğünden laik bir devlet ve eğitim sistemi oluşturulmasındaki sorunlar ortadan kalkmamaktadır. Bunların sonucu olarak da, en temel demokrasi uygulamalarından uzak, baskıcı, teokratik, emperyalizmin sömürüsüne açık tek adam rejimleri ortaya çıkmakta, bu durum zaten yaşananlardan da görülmektedir.
Hiçbir din yönünden kutsal bir dil ve kutsal bir yazı söz konusu değildir.
Kutsallık, kendi sınırları içinde dinin kendisi için söz konusudur.
Kuşkusuz İslam dini konusunda da kutsal bir dil ve yazı yoktur ve olamaz da.
Arapça ve Arap harfleri de, İslam dini yönünden ne dil ne de harf olarak kutsaldır.
İslam dini vahiy yolu ile gelmekle, “Arap harflerinin” zaten bu yönden ayrı ve özel bir anlamı da bulunmamaktadır.
Bizim tarihimizde de Türkçe ibadet tartışmalarının tarihi Cumhuriyet öncesinde başlamıştır. 1876 Anayasasında Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, ezan dahil, Türkçe ibadet tartışmaları yapılmışsa da, yaşama geçirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti akıl ve bilim temeline (aydınlanma) dayandığı, her alanda akıl ve bilimi esas aldığı için ibadetin, din ve vicdan özgürlüğü esaslarına uygun olarak kişilerin bildiği, konuştuğu dilde yapılmasını esas almıştır. Bu devrimci tutum bir ulus kimliği yaratma uğraşısında çağ dışı kalan ve her türlü sosyal, ekonomik gelişmeyi engelleyen ümmet kimliğinin tarihin tozlu raflarına kaldırılması için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak Atatürk başlattığı ve her açıdan desteklediği bu devrimci atılımı sağlığında tamamlayamamış, Onun erken ölümünü fırsat bilen ve faaliyetlerini gizli sürdüren gerici çevreler saklandıkları inlerinden çıkarak bugün yaşadığımız karşı devrimin zehirli ortamını hızla büyütmüşler, sömürü ve kötüye kullanma faaliyetlerinde en çok Türkçe ezan ve ibadeti malzeme yapmışlardır.
Türkiye’de inanç ve ibadette dil
1921 Anayasası dahil tüm Anayasalarımızda resmi dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların (Avrupa’daki gibi) “kendi dillerinde” ibadetleri güvence altına alınmış, böylece azınlıkların din ve inançları konusuna da (kendi) dilleri yönüyle yaklaşılmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasa ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, İslam dininin inanç ve ibadet esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, bir diğer yasa ile Halifelik kurumu da kaldırılmıştır.
1925’te Atatürk’ün önerisi üzerine Kur’an’ın Türkçeye çevirisi için TBMM’ce karar alınmış, bu iş için bütçeden kaynak ayrılmıştır. Böylece Avrupa’dan tam 400 yıl sonra Türk insanının bildiği dil ile Kuran’ı okuması ve anlaması sağlanabilmiş, bir anlamda geç de olsa Anadolu aydınlanmasının temelleri atılmıştır. 1928’te yapılan Anayasa değişikliği ile devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmıştır. Aynı yıl çıkartılan bir yasa ile Harf Devrimi yapılarak bütün resmi kurumların ve her türlü özel hukuk tüzel kişilerinin Latin esasına dayalı Türk harflerini kullanmaları zorunlu kılınmıştır. Böylece Türklerin İslamiyete girmekle başlayan Arap harflerini kullanma dönemi sona ermiştir.
Halkın din ve vicdan özgürlüklerinin bir gereği yani bu özgürlüklerin anlayarak, bilerek kullanılabilmeleri için, Atatürk’ün emriyle 30 Ocak 1932 de Fatih Camisinde ilk Türkçe ezan, 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camisinde ilk Türkçe Kur’an, 3 Şubat 1932’de de Süleymaniye Camisinde ilk Türkçe hutbe okunmuştur.
1937 yılında da çağdaş demokrasilerin, aydınlanmanın ve ilerlemenin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik ilkesi anayasamızda yer almıştır.
Atatürk 1923’te Balıkesir’de ilk ve son kez Türkçe hutbe okumuştur. 1932’den bu yana Türkçe hutbe okutulması devam etmektedir. İranlılar Fatiha suresini bile Farsça okurken, “Türkçe namaz” kılınması ise bugüne kadar hiç söz konusu olmamıştır.
Arapça ezan yasağının konulması ve kaldırılması
1932’de çıkartılan bir genelge ile ezanın Türkçe okunması benimsenmiştir. Arapça ezan okunması ise uygulamada TCY’nin 526 ncı maddesindeki “kamu düzenine aykırılık” olarak değerlendirilmiş, bu yönüyle aynı maddedeki “emirlere aykırılık suçuna” ilişkin “genel düzenleme içinde”, hafif hapis veya hafif para cezası yaptırımı ile karşılanmıştır.
1941’de TCY’nın 526’ncı maddesine “ezanın Arapça okunması yasak ve yaptırımı” konusunda ayrıca özel bir hüküm eklenerek, bu konu biraz daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır.
1950’de DP iktidar olduğunda ilk çıkardığı yasa, TCY’deki Arapça ezan yasak ve yaptırımına ilişkin işte bu düzenlemenin kaldırılması olmuştur.
Bu yasa görüşmeleri hakkında CHP bir grup kararı almamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve bazı CHP milletvekilleri kabul oturumuna katılmamışlardır. Bu yasa, 10 yıllık DP iktidarı döneminde DP milletvekilleri ve “oturuma katılan” CHP’li milletvekillerinin oybirliği ile kabul ettikleri tek yasa olmuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu yasayı gönülsüzce de olsa onaylamıştır. Arapça ezan hakkında yasak ve yaptırım hükmü kaldırılırken, ezanın Türkçe de okunabileceği ifade edilmişse de o tarihten bu yana aynı zamanda devlet memuru olan Diyanet görevlilerince hiçbir camide Türkçe ezan okunmamıştır.
Bu haliyle uygulama 1932 ila 1950 yılları arasında sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. Ortak dil, ulus kimliğinin bir parçası olmakla, Cumhuriyet devrimlerinin sosyal ve siyasal hayata bir yansıması olarak ezanın Türkçe okutulmasına, siyasal ve tarihsel açıdan yanlış denilemez. Ulus devlet yapılanmasında devletin ve ulusun birlik ve beraberliğinin sağlanması ve devamlılığı için ortak dilin tüm yaşam alanlarında egemen kılınması zorunludur. Bu durum aynı zamanda dini ve onun kurallarını doğru anlayabilmenin de gereğidir.
Aydınlanma ve Türkçe ibadet
Hukuk sistemimizde din ve inanç özgürlüğü de, tüm özgürlükler gibi dil ve harf alanındaki düzenlemelere tabidir. Bu konuda ayrık bir düzenleme söz konusu değildir. Bu uygulama batıdaki aydınlanma sürecinin doğru analiz edildiğini de göstermektedir. Aydınlanmanın ve laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünün sınırları dışına taşmadan kullanılabilmesi, kötüye kullanılmaması, sömürü konusu edilememesi, ancak yerel, bilinen ve anlaşılabilen dilin kullanılmasıyla olanaklıdır.
Tarihi durum ve mevcut yasal durum gözetildiğinde halen devlet memuru, kamu görevlisi statüsünde görev yerine getiren Diyanet İşleri Başkan ve görevlilerinin Anayasanın resmi dil hükmünden ve Türk harfleri hakkındaki yasadan ayrık tutulamayacakları gözetildiğinde, bu resmi kurum ve resmi görevlilerin de Türkçe ve Türk harflerini kullanmaları gerekmektedir. Atatürk, tarihten de ilham alarak Türk halkının dinini doğru öğrenmesini istemiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Konuya Avrupa’daki aydınlanma sürecini ve dinin kendi tarihimizdeki rolünü gözeterek hep “dil” boyutuyla yaklaşmıştır.
Atatürk döneminde, Türkçe ibadetin üzerinde durulmuş, din ve inanç özgürlüğü yasaklanmamış, kısıtlanmamıştır. Bu devrimin bir sonucu olarak Türk halkı okuduğunu anlamaya, bilerek, anlayarak din ve vicdan özgürlüklerini kullanmaya başlamıştır. Bu durum asırlardır din sömürüsü ile geçinen, bu sömürüden başka bir beceri ve üretimleri olmayan gerici zümreyi oldukça rahatsız etmiştir. Kubilay olayını yaşatanların, “bilinen dil ile yani anlayarak ibadete karşı olan”, böylece dini sömüren, gericiliği bayrak yapanlar olduğu unutulmamalıdır.
Ziya Gökalp’ın şiirlerine bile konu olan Türkçe ezan konusu, elbette Türkçe ibadet içinde yani bilinen dilde ibadet içindeki bir konudur. Öte yandan Türkçe ezan, bilinen dilde ibadet alanında en çok sömürülen konu da olmuştur. Amaç bilinen dilde ibadeti etkin kılmak olmakla, atılacak adımlarda yeni bir sömürüye yol açılmaması, konuya da zarar verilmemesi özel bir önem taşımaktadır.
Cumhuriyet yüzüncü yılına yaklaşırken Anadolu aydınlanmasının en temel sorunlarından birisi hala din ve ibadet konularında Türkçenin egemen kılınmaması gelmektedir.
Batı dünyası aydınlanma konusunda en büyük adımı kendi ana dillerini dini inanç ve ibadet dahil, yaşamın her alanında kullanmakla atmıştır.
Yerel dille, resmi dille ibadeti savunmak, bu hakkın kısıtlanması değil, tersine, bu hak ve özgürlüğün etkin kullanılmasının savunulması demektir. Kuruluş esası dinsel konularda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı nerede ise her dilde ve dünyanın her yerinde yaşayan müslümanları gözeterek örneğin Samoa’da yaşayanlar için “Samoa’ca Kuran çevirisi” bile yaparken, niyeyse aynı duyarlılığı ve bu derece yoğun çalışmayı Türkiye’de yaşayanlar için göstermemektedir.
Özetlemek gerekirse;
Evrensel hukuk normları ve ulusal düzenlemeler dikkate alındığında inanç ve ibadetin her alanında yurttaşların bildikleri dili, Türkçeyi kullanmalarını savunmak, insan haklarının etkin kullanımının zorunlu bir gereğidir. Bunun aksini savunmak ise ne bir suç olarak düzenlenebilir ne de bir yaptırıma bağlanabilir.
YÜKSEK TİCARETLİLER DERNEĞİ’ndenÖĞREMENLER GÜNÜ ANMASI
24 Kasım Öğretmenler Günü anmasında, öğretmenlerimiz ve öğretmen dostları, eğitim sevdalıları tüm katılımcılar konuşacak. Konuşarak, tartışarak, dayanışarak, sorunlarımızı aşacağız. Katkılarınızı bekliyoruz. Selamlar, saygılar. 22.11.2016
Davut Özdemir
Ankara Şubesi Başkanı
**************** Dostlar,
Bizim de onursal üyesi olduğumuz Yüksek Ticaretliler Derneği Ankara Şubesi, toplumsal sorumluluğu kapsamında düzenli Aydınlanma toplantılarını sürdürüyor.. Bize ulaşan duyuru – çağrı yukarıda.. Bilindiği gibi 24 Kasım, Yüce ATATÜRK‘ün Millet Mektepleri Başöğretmenliği görevini kabul ettiği gündür ve Harf Devrimi‘nin yapıldığı 1928 yılına denk düşmektedir. Türkiye’nin, Osmanlının engellediği – ıskaladığı Çağdaşlaşma için Batı Uygarlık alanını seçmesinin zorunlu gereklerinden bir olarak, ayrıca Türkçe’nin seslendirilmesine (fonetiğine) ve Türklerin gırtlak yapısına uygun olmayan Arap abecesinin (alfabesinin) terk edilerek 26 harfli ve Türkçe’ye uyarlanmış Latin abecesine geçişinin ardından bir seferberlikle Ulusa bu abece ile okuma-yazma öğretilmesi gerekmektedir.
Ne mutlu – uğurlu tablodur ki, 1911-22 arasında 11 yıl Ulusunun kurtuluşu için cepheden cepheye koşarak destanlar yaratan ve tansıksal (mucizezi) biçimde Kurtuluş Savaşını da kazanan yengin (muzaffer) komutan Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK, bu kez de Ulusunun Başöğretmenidir! Uygarlık tarihinde örneği olmayan kapsamlı bir önderliktir izlediğimiz ve Osmanlı’da erkeklerde %7’yi, kadınlarda %1’i bile bulmayan okuryazarlık hızla yükselmeye başlamıştır. Yeni abece ile okumayazma öğrenmek eski Arap abecesinden çok daha kolaydır!
Harf Devrimi yapıldığında Anadolu nüfusu 13-14 milyon. Büyük kesimi kadın, çocuk, yaşlı ve savaş engellisi (harp malulü). Erkeklerde okuryazar oranı %7, kadınlarda ise %0,4 (binde dört)! Bu oranlara gayrı Müslimler de dahil. Onların eğitime verdikleri önem düşünülürse, Müslüman halkta okuryazar oranının çok daha düşük olduğu kesin. Harf Devriminden 7 yıl sonra 1935’te yarım milyon kadın okumayazma öğrendi. Okuryazar oranı %20’ye erişti! Dünyada eşi benzeri olmayan çok başarılı bir devrim.. (http://www.r-demir.com/makalelergsboncekilergoster. aspx?m=250, 22.11.2016)
Günümüzde ise AKP – RTE’nin ulusal eğitim sistemini yıkıp yozlaştıran 4+4+4 dinci ucubesi ile son birkaç yılda (anılan yasanın uygulanmaya başlandığı 2012-13 ders yılından bu yana) ilk 4 yıl sonrası okula devam etmeyen / edemeyen / ettirilmeyen / çoğu çocuk gelin yapılan 1 milyona yakın çocuğumuz oldu ne yazık ki! Gericilik bunca mı olur?? Oldu işte AKP ile Türkiye’de.. Şimdilerde ise bu facianın acı sonuçlarını “cinsel tecavüzcüleri bağışlayan yasa” çıkararak saklamaya çalışmaktalar.. Bereket bu ilkel yasal düzenleme, aydın kamuoyunun kapsamlı ve kararlı karşı koyması ile bu sabah TBMM’den Komisyona çekildi. AKP’nin 317 vekilinin bile yapamayacakları şeyler olduğu bir kez daha görülmeli, görüldü. Bu, Cumhuriyet’in birikimidir!
Atatürk Devrimlerine sahip çıkmak ve gerçekleştirerek Anadolu Aydınlanmasını =
Anadolu Rönesansını, Osmanlının birkaç yüzyıllık muazzam geciktirmesine – engellemesime karşın başarmak zorundayız ve başaracağız!
Bu bilinç ve sorumlukla davranan Mustafa Kemal’in saygın Türkiye Cumhuriyeti’nin öğretmenlerine devrimci selamlarımızı sunuyoruz..
Dikkat, anma toplantısı 25 Kasım 2016 Cuma günü saat 16:00’da…
Açılış konuşmasını, İsmet İNÖNÜ’nün kızı Özden Toker – İNÖNÜ yapacak..
Dr. Ahmet SALTIK AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com
LÜTFEN OKUYUNUZ VE DAHA ÇOK KİŞİYE ULAŞMASI İÇİN PAYLAŞINIZ!
1923’te…
Nüfus 13 milyon dolayındaydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu.
40 bin köy vardı,
38 bininde okul yoktu.
Traktör sıfırdı, karasaban’dı.
Beş bin köyde sığır vebası vardı.
Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu.
İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu,
bebek ölüm oranı binde 480’di, Doğan her iki bebekten biri (AS: 1 yaşını doldurmadan!) ölüyordu.
Memlekette yalnızca 337 doktor vardı.
Yalnızca 60 eczacı vardı, yalnızca 8’i Türk’tü.
Diş hekimi, sıfırdı.
Dört hemşire vardı.
40 bin köy, yalnızca 136 ebe vardı.
Ortalama ömür 40’tı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi.
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi.
Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti.
Toplam sermayenin yalnızca %15’i Türk’tü.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı,
Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.
Otomobil sayısı 1490’dı. Yalnızca 4 şehirde özel otomobil vardı.
Kadın, insan değildi.
(Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken;
Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane…
Yaş bakımından tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken,
herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı.
Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu,
kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu.
Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tümden battığı ezani saat’i
esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
Kimisi Hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama,
farklı aylarda yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı.
Erkeklerin yalnızca % 7’si, kadınların yalnızca binde 4’ü okuma-yazma biliyordu.
Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi.
Okul yaşı gelen her 4 çocuktan 3’ü okula gitmiyordu.
Toplam, 4894 ilkokul, yalnızca 72 ortaokul, yalnızca 23 lise vardı.
Türkiye’nin tüm liselerinde yalnızca 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu.
Tek üniversite vardı, Darülfünun, medreseden halliceydi.
Ülke bilim’den çoook uzaktı.
600 yıl boyunca Türkçe’nin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti.
Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arap alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya…
İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı
biliyor musunuz?
Yalnızca 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı.
Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış,
beş milyar adet satılmıştı.
Voltaire, bir kitabında şu ağır saptamayı yapmıştı:
“İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”
*
Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyacakmış…
Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun biraz!
OSMAN TÜRK OĞUZ HOCAMA TEŞEKÜRLER
İYİ Kİ VARSINIZ..
dr.aydemir@web.de Gesendet: Mittwoch, 31. Dezember 2014 um 02:35 Uhr Von: “Ömer AKBIYIK” <turtex@gmail.com> An: undisclosed-recipients:; Betreff: Fwd: BİLGİ ARZ OLUNUR
====================================
Dostlar,
Arkadaşlar Yılmaz ÖZDİL‘in 10.12.14 günü SÖZCÜ‘de yayımlanan çok başarılı makalesini
bir kez daha yollamışlar yayımlayalım diye..
Gerçekten de yayımlamaya değer bir kez daha..
AKP’nin bir gündem balonu daha patlatı / patlatıldı gitti..
Ama bir parça da olsa işe yarıyor, AKP’ye zaman kazandırıyor, az eğitimli halkımızı oyalıyor.
Ancak nereye dek ??
Yaşamın acımasız yüklenmelerini; başta YoksullaşTIRma – İşsizleşTİRme ve polis devleti ile özgürlükleri yok etme – korku yaratma, teslim alarak öğrenilmiş çaresizlik sendromuna itme, kendini seçeneksizmiş gibi sunma…
Bildik oyunlar..
Baskıcı tüm yönetimlerin klasik araçları..
Sonu yok.. AKP’lilerin de bu tarihsel ve bilimsel gerçeği akıldan çıkarmamaları gerekiyor.
Tersine yöntemler hem ülkeye hem de ilgili siyasal kadrolara çok ağır faturalar ödetiyor..
Gelin, Cumhuriyet’in temel değerlerine saldırmadan, sizi o makamlara getiren düzene
saygı ile ANADOLU AYDINLANMA DEVRİMİNİ tamamlamaya çabalayalım
hep birlikte..
Ateşle oynamayın..
Bu kadim Halk sizi de başından atmasını ve hesap sormasını mutlaka bilecektir.
Yakın tarihe bakın, DP iktidarını ve hazin sonunu anımsayın.. Dünya örneklerini de..
AKP’liler, aklınızı başınıza alın, el alemi akılsız, kendinizi de alim sanmayın..
Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslaşma sürecini tamamlayan Atatürk devrimlerinin
en önemlileri Cumhuriyet’in kuruluşundan 4 yıl sonra yapılan Harf devrimi,
ikincisi de Cumhuriyet’in kuruluşundan 9 yıl sonra yapılan Dil Devrimi‘dir..Dil Devrimi, 1928’de gerçekleştirilen Harf Devrimi ile birlikte,
Türkçe’nin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin iki temel taşından biridir.
Dil Devrimi Türk dilinin yabancı dillerden alınmış sözcük ve kurallardan arındırılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili durumuna
getirilmesini amaçlayan devrimdir.
Dil Devrimi Türkçe ile düşünmeyi, Türkçe’nin bütün, bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlamıştır.
Dil, ulusal yapıyı oluşturan, sağlamlaştıran en önemli ortak bağdır.
Dil ve Tarih, Mustafa Kemal Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı.
Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu.Atatürk, Türk Dilini kendi ulusal benliğine kavuşturmaya ve kendi benliği içinde varsıllaşarak büyük bir ekin (kültür) dili durumuna getirmeye çalışmıştır.
Atatürk, dildeki bağımsızlığı siyasal bağımsızlığın bir parçası sayıyordu.
Bu bakımdan Kültürün temeli olan dilde de millileşmek bir zorunluluktu:
“Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”Mustafa Kemal Atatürk, 1930
Bugün, Cumhuriyetimizin ilk büyük devrimi Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası‘nın 90. yılı.
Devrim yasalarını koruyan Anayasa’nın 174. maddesi ile güvence altında olsa bile, ortada Tevhid-i Tedrisat yasası kalmamıştır!
Yasanın günümüzdeki adı olan “Öğretim Birliği” söylemine bakarak,
öğretim hizmetlerinin tek bir çatı altında toplanması gibi algılanmamalıdır.
Burada kastedilen öğretimin ulusal nitelik ile tek disiplin, tek yetke (otorite) altında yürütülmesidir. Amaç tek tip insan yetiştirmek değil; ulusal nitelikli, çağdaş, laik
eğitim-öğretim sistemini yaratmaktır.
Yasaya adını veren “Tevhid” sözcüğü birleştirme anlamında değil,
“Tek” anlamındadır. “Tevhid” sözcüğü “vahid (tek)” kökünden türetilmiştir.
Yasanın ne anlama geldiğini anlayabilmek için, bu devrim öncesine,
1923 yılında ülkemizdeki eğitim kurumlarının durumuna bakmak gerekir.
Cumhuriyet ilan edildiğinde ilkokuldan üniversiteye tüm öğrenci sayısı nüfusun %3’ü idi. Okur-yazar oranı ise yalnızca yüzde 6 idi. Darülfünun’da 185’i, kız yalnızca 2088 öğrenci vardı. Ülkede 1011’i erkek (5362 öğrenci), 230’u kız (543 öğrenci) 1241 lise vardı. 5005 ortaokul öğrencisi, 1743’ü erkek, 783’ü kız 2526 öğretmen okulu öğrencisi kayıtlıydı. İlkokullarda ise 273.107’si erkek, 62.954’ü kız toplam 336.061 öğrenci vardı.
Tevhid-i Tedrisat yasası çıkarıldığı sırada tarikatlarca yönetilen, kimilerinde yalnızca
5-6 öğrenci bulunan 479 medrese ve bunların 1800 öğrencisi vardı. Her biri,
kendi tarikatı doğrultusunda çağdışı eğitim (!) veriyordu. Bunun dışında farklı
Hıristiyan mezheplerine bağlı ve farklı ülkelerce desteklenen misyoner okulları da vardı.
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı başlarken ülkede ABD’ye ait 45 konsolosluk,
bunların denetiminde 17 dinsel misyon, bunların 200 şubesi ve 435 okulu vardı.
Yine bu yıllarda, Fransızların denetimindeki 94 okulda 22.425 öğrenci,
İngilizlere ait 2996 öğrencili 30 okul, Almanlara ait 1600 öğrencinin okuduğu 10 okul, İtalyanlara ait 4, Ruslara ait biri lise olmak üzere 3 okul vardı.
Bu dönemde Türklerin denetimindeki İdadi (Lise) sayısı ise yalnızca 23 idi.
Yabancıların denetimindeki okullar başlangıçta azınlık çocuklarını okutmak gibi bir amaçla kurulmuş olsa bile, daha iyi eğitim verdikleri gerekçesiyle giderek
Türk çocuklarını eğiten misyoner okullarına dönüştü. Bu okullarda okuyan
Türk öğrencilerinin okumakta olan tüm Türk öğrencilere oranı 1900 yılında %15 iken, 1910’da %60, 1920’de ise %75 idi.
Yani her 4 öğrencimizden 3’ü misyoner okullarında okuyordu.
Devlet okulları, medreseler, misyoner okulları ve daha adı, amacı bilinmeyen
sayısız “eğitim” kurumunun nasıl ve ne biçimde olduğu bilinmeyen bir eğitim sistemi vardı. Ortada tek bir millet değil, onlarca farklı millet var imiş gibi bir durumla
karşı karşıya idik.
Tevhid-i Tedrisat Yasası işte bu kabul edilemez tabloyu değiştirmek için çıkarıldı.
Cumhuriyet bu olumsuz tabloyu hızla değiştirdi. Değiştirdikçe de başta tarikat ve cemaatler olmak üzere yabancı destekli misyonerleri karşısında buldu. Her fırsatta
bu yeni, çağdaş ve ulusal eğitim sistemini bozup eskiye döndürmek için adımlar attılar.
Bu adımların kalkışmaya dönüştüğü dönemler de oldu.
Harf Devrimi, okuma-yazma kursları, Millet Mektepleri, 1933 Üniversite Reformu
hep bu devrimin büyük atılımları idi. En büyük atılım ise köy çocuklarını eğitmek için kurulan Köy Enstitüleri ile yapıldı. Ne yazık ki bu atlımın, büyük başarı kazanmasına karşın kısa sürede önü kesildi. Bu okullardan mezun olanlar damgalandı. Buralardan mezun olanlar arasından ozanlar, yazarlar sanatçılar çıkmasına karşın, bu insanlara yıllarca acı çektirildi.
Eğitim devriminin geri döndürülmesinin başlangıcı Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla olmuştur (1954). Bu tarihten sonra imam okulları, tarikat okulları, misyoner okulları
hızla her tarafı kaplamış, parasız ve laik eğitimin yerini paralı dini eğitim almıştır.
Bugün ülkemizde F-tipinden Süleymancısına, Nakşisinden İsmail Ağa cemaatine, Amerikanından Fransızına her dilden, her dinden, her tarikattan eğitim vardır.
Bakanlığın adı “Milli Eğitim Bakanlığı” olsa bile eğitim sistemimizde olmayan tek nitelik “milli” liktir.
Tevhid-i Tedrisat Yasası‘nın Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında iken eğitim sistemimizin 90 yıl öncesine savrulması daha da acıdır.
Bugün Cemaat ile AKP iktidarı arasındaki büyük kavganın,
eğitim sistemimize kimin egemen olacağından çıkmış olması öğreticidir.
Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin AKP tarafından “AÇILIM -SAÇILIM” saçmalığı bağlamında “Türk abecesine 3 yeni harf eklemesi” hakkındaki
basın açıklamasını paylaşıyoruz..
AKP “proje parti – taşeron” işlevini inanılmaz bir sadakatle, benzetmek yerinde ise (teşbihte hata olmazmış!) “burnunda metal halka varmışçasına” yerine getirmeye çırpınıyor..
“Deliğe süpürülmek” istenmiyor; Cüneyt Zapsu‘nun telkiniyle ABD’lilece kullanılıyor..
(ZAPSU’NUN TEYP DEŞİFRESİ: ‘KULLANIN’ AKP yetkililerinin yalanlama çabalarına karşılık, Washington’daki toplantının teyp kayıtları, Cüneyd Zapsu’nun Başbakan Erdoğan için Amerikalılara iki kez “use…” ‘kullanın’ dediğini ortaya koyuyor. http://www.milliyet.com.tr/2006/04/12/siyaset/axsiy02.html)
AKP’nin RTE’si – RTE’nin AKP’si de bu yöntemi seçiyor.. Öylesine suça bulaştılar ki, elleri öylesine kanlandı ki, dokunulmazlık denen kepazelik kalktığında yaptıklarının altından kalkamayacaklarını çoook iyi biliyorlar…. Fakat gözler de öylesine kararmış ki, giderek daha ağır anayasa çiğnemleri (ihlalleri) yapıyorlar.. Bir yğın bürokratı da toplu özekıyıma (intihara) sürükleyerek..
Örneğin Cumhuriyet Başsavcılarını!..
Bir kez daha uyarmış olalım..
Tarih Diktatörlerin kendiliklerinden çekildiklerine ilişlin örnek içermiyor ne yazık ki!
RT Erdoğan bir istisna olabilir mi?
Hayalci olmayalım..
Hedef 2023; ANADOLU FEDERE İSLAM CUMHURİYETİ!
ANADOLU TAYYİBAN – TAYYİBİSTAN KRALLIĞI
Öylesine hedefe kilitliler ki, böylelikle kendilerinden sonsuza dek
hesap sorulamayacak!?
Türkiye, çağdışı vehhabi Suud ailesinin krallığındaki gibi rezil – sefil bir yönetim altına konacak..
Evdeki hesap bu..
Bakalım çarşıya uyacak mı??
AKP ve şürekası aklını başına alsın, burası tekin bir coğrafya değil..
Burası Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti!
Biz onu sonsuza dek yaşatmak üzere kutsal bir emanet olarak aldık.
Gereği yapılacaktır; tarihin bu kadim coğrafyada akışı çizilmiştir.
DEVLETİN DİLİ TÜRKÇE, SİYASAYA ARAÇ YAPILAMAZ! SİYASAL ÇIKAR İÇİN TÜRK ABECESİNE HARF EKLENEMEZ!
Mustafa Kemal Atatürk, 93 yıl önce TBMM’yi, 90 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş; 85 yıl önce Harf Devrimini, 81 yıl önce Dil Devrimini yaşama geçirmiş; birbirini izleyen devrimlerle yüzyıllarca “kul” olan halkayurttaşlık bilinci kazandırmıştır. Bu nedenle bize hak ve özgürlüklerimizin ne olduğunu öğreten Atatürk’le hesaplaşanları, inanç ve köken farkı gözetmeden hepimize çağdaş dünyada yer açan Türk Devrimini karalayarak yok etmeye çalışanları şiddetle kınıyoruz!
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini, inancı ve kökeni farklı yurttaşların
yurdun her bölgesindeki yaşama biçimlerini göz önüne almayan; ortak çıkarın güvencesi “yurttaşlık” bilincini korumayan, “yurtseverlik” duygusunu pekiştirmeyen “iki dilde eğitim” tartışmaları, kaygı verici ölçüde siyasallaştırılmıştır. 1 Kasım 1928’de yasayla kabul edilen, Anayasayla korunan
Harf Devriminin devlet eliyle çiğnenecek olması, dilin ve eğitimin özgün bilim alanları olduğunu önemsemeyen politikacıların halkın 90 yıllık kazanımlarını pazarlık konusu yapması, 21. yüzyıl Türkiyesi için utanç verici bir durumdur.
Değişik kökenden insanların bir arada yaşadığı ülkelerdeki gibi ülkemizde de
kimi yurttaşlar “ikidilli”dir; bireysel ikidillilik, gelişmiş ülkelerde ayrışma aracı değil, varsıllık olarak değerlendirilir. Gelişmiş ülkelerde de anaokulundan başlayarak eğitim, resmi (ortak) dille yapılır; birey, devletle olan tüm ilişkilerinde ortak dili kullanır.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak dili Türkçedir.
Ortak dil, başta sağlıklı iletişim olmak üzere, ortak akıl ve bilgi üretilmesinin;
bilginin yayılmasının ve paylaşılmasının; her yurttaşın eğitim, sağlık, adalet kurumlarından ve ulusal gelirden hakça pay almasının aracıdır.
İktidarın tutarlı eğitim-kültür siyasası olmaması, düşünce özgürlüğünün ve yaratıcı aklın engeli olarak önümüzde durmakta, yurttaşların çoğu ortak dil Türkçeyi öğrenememekte, düşüncesini doğru aktaramamaktadır.
Yabancı dille öğretim, anaokullarına dek inmiş; 4+4+4’lük sistemle
eğitim dinselleştirilmiş; köken ayrımı gözetmeksizin bütün yurttaşları
çağdaş olanaklarla donatması gereken ulusal eğitim anlayışı çökmüştür.
Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizde de ortak (resmi) dille eğitim zorunludur. Bütün aydınlar, politikacılar, bu konuya bilimsel akıl ve sağduyuyla yaklaşmalıdır;
çünkü ülkemizde Türkçe ve Kürtçeden başka diller de konuşulmaktadır;
ortak dille birbirini doğru anlayan her yurttaş, ikidilli olan herkese saygı duyma kültürü edinir.
Türk abecesine “x – q – w” eklenemez! Bu konuda AİHM kararı da bulunmaktadır.
Aynı dil ailesinden olmayan Türkçe ile Kürtçenin ses, biçim ve anlam özellikleri birbirine benzememektedir; bu nedenle iki dili aynı abeceyle yazmaya çalışmak,
iki dili de bozacak bilgisizliktir.
Bugün eğitim, sağlık ve adalet açısından yaşanan sıkıntılar, bütün yurttaşların sorunudur; asıl sorun da budur. Sınıf farkını derinleştiren, toplumsal barışı zedeleyen bu sorunun aşılması için inancı ve kökeni farklı
bütün yurttaşlar, ortak dille düşünerek ortak akılla birlikte savaşım vermelidir.
Bu duygularla kamuoyuna saygılarımızı iletiyoruz. 1.11.13
Geçen yıl bu gün sitemizde yayımladığımız yazımızı dikkatinize getiriyoruz :
Bir “küçük” farkla..
Artık Türk Abecesi 29 değil 32 harf!
Q, W ve X.. de harflere katıldı..
Nedenleri belli..
Anayasal Resmi Dil Türkçe‘nin yazımı için gerekmiyor bu harfler dilbilim açısından..
Kürtçe için isteniyor, Kürtler istiyor..
Bir başka dilin yazımı için bir başka dilin abecesi bozuluyor..
Bu denli bilgi birikimi, dil uzmanlığı, yurtseverlik, tarih bilinci, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık ve Anayasa’nın 174. madesi ile korunan Devrim yasalarına saygı olsa olsa AKP iktidarında olurdu değil mi??
İmralı sakiniistiyor “tak”;
AKP yerine getiriyor “şak”!
Tak-şak paşa olarak adı çıkan eski genelkurmay başkanlarından Doğan Güreş ve
eski başbakanlardan Tansu Çiller ilişkisi gibi..
Ey AKP’liler bilesiniz; gidişiniz hayırlı değil..
Günahlarınız Kaf dağının ardından görülüyor..
Bu gün, 1 Kasım, Devim tarihimizde aynı zamanda HARF DEVRİMİ‘nin de yıl dönümü.
Az önce 1 Kasım 1922’de Saltanatın Kaldırılması ile ilgili yazımızı sizlerle paylaştık.
Şidi de Saltanatın hallinden 6 yıl sonra bir başka köklü devrime değinmekteyiz; HARF DEVRİMİ..
Söylemesi dile kolaydır.. Milyonlarca insanın, okuma-yazma oranı % 7’yi geçmemesine karşın, yüzlerce yıldır kullanageldiği en temel yaşam ve iletişim araçlarından biri olan ABECE’yi (alfabeyi) değiştiriyorsunuz.. Bir seferberliktir, yürek işidir. Geçmişle anlamsız takıntıları kopararak ülkeyi ve ulusu çağdaş Batı uygarlığına döndürmektir. Tam anlamıyla devrimci bir eylemdir..
Yapıp edenlere selam olsun!
ATATÜRK, yeni Abece tanıtımı için Başbakan İnonu ile Kayseri’de
Özlü değerlendirmemizi aşağıda bilgi ve ilginize sunarız..
Dil; insanların zihinsel etkinliklerini oluşturması ve aktarması için bir araçtır.
Zihinsel etkinliklerin çok önemli bir kesiminin dil tarafından oluşturulması ve ifade edilmesi, dili insan için yaşamsal kılar.
Bir devlet içinde yaşayan halkın aynı resmi dili yazıp, konuşması ve bu dilin
bütün bireylerce anlaşılır olması gerekir ki; o devlet düzen ve dirlik içine yaşayabilsin. Osmanlı devletinde “dil birliği” yoktu. Saray halkı ve aydınlar Arapça ve Farsça’dan oluşan “kokteyl ya da salata” bir dil olan Osmanlıcayı kullanırken; halk çoğu yerde Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan’ın duru Türkçesini yer yer de Arapça’yı kullanıyordu. Dolayısıyla ne halk Saray çevresini ve aydınları anlayabiliyor ne de birbirleriyle anlaşabiliyorlardı.
Okuma-yazma oranı, Arap abecesinin çok zor ve karmaşık oluşu, çocukların
6 aydan önce sökemeyişleri, Osmanlı yönetimim eğitimi ihmali gibi nedenlerle % 7 dolayında idi. Kadınlarda %1’lere düşmekteydi ve okur-yazarların çoğu gerçekte
salt okuyabiliyor fakat yazamıyordu.
Mustafa Kemal Atatürk bu karışıklığın giderilmesi ve çağdaş laik düzene geçişte dilin önemini bildiği için, Türk abecesine (alfabesine) yakın olan Latin kökenli, 29 harfli yeni bir abece ortaya çıkardı.
1 Kasım 1928’de Latin esasından alınan harfler, (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) “Türk harfleri” adıyla 1353 sayılı yasayla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap abecesi yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.
Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul Sarayburnu Parkı’nda düzenlenen bir şenlikte, Harf Devrimi’ni halka şu sözleriyle duyurmuştur:
“Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki; Milletimizin yazısıyla, kafasıyla bütün uygar alemin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz..” demiştir.
Atatürk, 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu Parkı’nda
Harf Devrimi, büyük bir tarihsel olaydır. Sosyal, kültürel ve siyasal alanda geniş yankıları olmuştur.
1 Kasım 1928’de “Türk Harfleri Hakkındaki Kanun” çıkarılarak Harf Devrimi yürürlüğe konulmuş; Yurt çapında çok yoğun çalışmalar yapılarak, Başöğretmen Atatürk önderliğinde yeni abece hızla halkımıza öğretilmiştir. Yeni Türk Alfabesi’nin benimsenmesinin ardından, 24 Kasım 1928’de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi’ne göre, yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış, halka
yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara “Millet Mektepleri Başöğretmeni” sıfatıyla katılmıştır.
İnsanlık tarihinde, Ulusu’na öğretmenlik yaparak okuma-yazma öğreten bir “Başöğretmen-Ulusal Önder” örneği görülmemiştir.
Latin harfleri üzerinden, çağdaş Batı dünyası ile köprü kurma olanağı böylelikle sağlanmıştır. Günümüzde, Latin harflerini kullanmayan ülkeler ve halkları, büyük güçlükler çekmektedir. Neredeyse evrensel iletişim aracı durumuna gelen İngilizce’nin Latin harfleriyle okunup-yazılması, Atatürk’ün uzak görüşlülüğünün bir başka kanıtıdır.
Atatürk, Dil Devrimi’nin yaşatılması ve kökleşmesi için, kendi parasıyla “Türk Dil Kurumu”adıyla bir dernek de kurmuştur (12.07.1932). 12 Eylül 1980 darbesiyle Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek devlet dairesine dönüştürülen Atatürk’ün vasiyeti olan bu Kurum eski durumuna dönüştürülmeli; Dil Devrimi, ulusal birliğin en temel aracı olarak titizlikle korunmalı ve sürdürülmelidir.