Etiket arşivi: Dr. Ceyhun İrgil

Bir Salgın Üç Profesör 

Bir Salgın Üç Profesör

Op.Dr. Ceyhun  İrgil (1965 -  .... )Dr. Ceyhun İRGİL
Cumhuriyet, 19 Nisan 2020

Koronavirüs nedeniyle sağlığın, bilimin değerini ve önemini anladık. Televizyon ekranları bilim insanları ile dolu. Hocalar anlatıyor, dinliyoruz. Öğrencileri doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları sahada mücadele ediyor.

Cephede virüsle savaş var. Cephenin önünde yaralananları, şehit düşenleri duyuyoruz her gün… Aslında bu insanlar her zaman sahadaydı. Biz onları görmüyorduk. Görmediğimiz gibi geçmişte çok eziyet ettik.

Şiddete maruz kaldılar. Sadece fiziksel şiddet değil, çoğu zaman toplumun fark etmediği lince maruz kaldılar. İşten atıldılar. İtibarsızlaştırıldılar. Duymadık. Şimdi görünür oldular ve toplumun bazı gerçekleri ve öykülerini bilmesi gerekir. Biri Prof. Dr. Ahmet Saltık

ŞEHİT OĞLU

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi. Halk sağlığı camiasının saygı duyulan, hocaların hocası…

Özü sözü bir bilinen, doğru bildiğini korkusuzca söyleyen bir halk adamı…

Bilime, bilgiye ve öğrencilere adanmış bir hayat…

Ülkenin ve dünyanın konusu olunca, bu deneyimi ve birikimi ile herkesin ilk başvuracağı kişilerden biriydi. “Salgın yönetimi” konusunda doğal olarak televizyonlar ve medya, hocayı hemen buldu.

Oysa televizyonlara, medyaya çıkan biri değildi. Ahmet Hoca, salgın yönetimi konusunda iktidarı eleştirince, konu ile ilgili bilimsel gerçekleri de anlatınca, trollerin hoşuna gitmedi. Yaptığı açıklamada, iktidarı eleştirip “Siyasi otoritenin, Türkiye’deki tek adam rejiminin bir kez daha takkesini önüne koyup düşünmesi lazım..” deyince troller “vatan haini, Ermeni dölü, FETÖ’cü” gibi iftiralar atarak ölüm tehditleri savurdular.

Prof. Dr. Ahmet Saltık, siyasi iktidarın vahim bir hata içinde olduğunu belirterek “İzlediği politikalar daha çok insanın ölümüne, daha çok insanın hastalanmasına ve uzayan salgın nedeniyle ekonominin daha da ağır çöküşüne yol açıyor” ifadelerini kullanmıştı. Koronavirüse karşı yaptığı kritik uyarı ve önerilerine karşı, iftiralar ile ölüm tehditleri savurdukları, “vatan haini” dedikleri Ahmet Hoca ile ilgili bilmedikleri ve bu saldırıları yapanların utanacağı bir gerçek vardı: Ahmet Hoca, şehit çocuğuydu

Prof. Saltık’ın babası Başkomiser Halis Zeki Saltık, İstanbul’da görevi başında 7 Temmuz 1980 günü şehit olmuştu. (Halis Zeki Saltık şehit edildiğinde 47 yaşındaydı, oğlu Prof. Saltık, 27 yaşında tıp doktoruydu ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde uzmanlık eğitimi alıyordu. Üçüncü çocuğu Hülya Saltık ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi idi, onun mezuniyetini göremedi.) Ayrıca hakaret ettikleri Prof. Dr. Saltık’ın başarılı bilim yaşamı ve özgeçmişini bilselerdi daha çok utanırlardı.

Tüm okullarını birincilikle bitirenTTB Yüksek Onur Kurulu üyesi olan hoca, ülkemizde hem Tıbbiye hem de Mülkiye’den mezun olan ilk insandı.
****

“MİLLİ AŞI”

Öyküsü unutulan ama koronalı günlerimizde baş tacı edilen bir başka profesör… Ülkece koronavirüs ile tanışmamışken bu virüsün amcaoğlu SARS salgını yüzlerce can almıştı. SARS’ın da doğum yeri Çin’di. Dünya o dönem de harıl harıl laboratuvarlarda bu virüse kafa yordu.

2007 yılında genç bir profesör, aşı çalışmalarını yayımladı. “Milli aşı” ve kanser aşıları için çalışan bir laboratuvarın mesul müdürüydü.

O dönem “milli” proje hazırlayan diğerleri gibi birilerinin dikkatini çekti. Üstelik yürekli bir Atatürkçü ve Kuvayi Milliyeciydi. Malum FETÖ’nün Ergenekon kumpasında bir kulp buldular. 6 Temmuz 2008’de Ergenekon tertibinde önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı.

6 yıl 3 ay hapis cezası aldı. Üniversiteden attılar. Çalışmaları yarım kaldı. Adı, Prof. Dr. Ercüment Ovalı

12 yıl sonra ülkenin koronalı günlerinde tüm televizyonlarında umudun adıydı hoca… Kumpas davalar sürecinde her gün gazetelerinde “vatan haini”, televizyonlarında “halk düşmanı” ilan ettikleri genç profesöre şimdi güzellemeler yazılıyordu. FETÖ’cülerle el ele verip hayatını kararttıkları Prof. Dr. Ercüment Ovalı’nın fotoğraflarını manşetlere koyup “Türkiye’nin büyük başarısı” deniyordu.

Hapisten çıkınca işsizdi. Laboratuvarını, ekibini dağıtmışlardı. Yılmadı. Acıbadem Üniversitesi’ne başvurdu. Vakıf üniversitesi olduğu için çalışmasına izin verdiler. Tekrar laboratuvarda çalışmaya başladı. Kan ve kök hücrelerinden ürettiği “dermoplastik” çalışmasıyla ABD’de “Deneysel Araştırma” ödülünü kazandı. Yüzlerce çalışma arasında birinci oldu.

EREN’E ADANAN ÖDÜL

PKK’nın şehit ettiği çocuk Eren Bülbül“Biri de çıkıp demiyor ki Eren iyi ki varsın” diye bir paylaşımda bulunmuştu. Prof. Dr. Ercüment Ovalı, Orlando’da ödülünü alırken “Herkes Atatürk bakışlı çocuk için, Eren için ödülü kaldırdığımı bilsin. Ödülümü Atatürk bakışlı Eren’e adıyorum” dedi.

Hayat çok acımasız… Linç et, işinden at, aşı çalışmalarını engelle…

Mart 2020, şimdi hocanın aşı bulması için dua edip, yere göğe sığdıramayıp alkışlıyorlar. Prof. Dr. Ercüment Ovalı’nın ömür boyu hapsini, hatta idamını isteyenler, şimdi televizyonlarında, gazetelerinde “Türkiye’nin umudu” diyorlar. Alkış kıyamet hocanın bulmayı umut ettiği aşıyı bekliyor.

Siyasal İslamcıların tarihsel açmazı bu… Akıl ve bilimden uzak, hurafe ve tuzaklara yakın durmanın tarifsiz ızdırabı.
****

CASUSLUKTAN YARGILANDI

Salgının, öyküsü unutulan bir başka profesörü ise Prof. Dr. Tayfun Uzbay’dı. Her akşam TV kanallarında saygı ile dinlenen Profesör Tayfun Uzbay, Türkiye’nin saygın bir farmakoloji uzmanıydı.

Çok değil 7 yıl önce, GATA Tıbbi Farmakoloji’nin başkanıydı. TÜBİTAK Tıp Kurulu, Sağlık Bakanlığı Bilim Komisyonu, Eczacılık Akademisi Bilim Kurulu üyesiydi.

Roche Araştırma Ödülü vardı, Eczacılık Akademisi Ödülü vardı, Popüler Bilim Ödülü vardı. Yedi kitabı vardı…

7 yıl önce “ilaçlarımız Milli olsun, yabancıların eline bakmayalım” dediği için, ilaç tröstlerinin hedefi olmuş ve CIA maşası FETÖ tarafından “vatan haini” ilan edilip tutuklandı.

Casusluktan yargılandı. Hapse atıldı. Türkiye, koronavirüs belası ile yıllarca eziyet edilen ve haksızlığa uğrayan hocayı hatırladı ama ona yapılanlar unutulmuştu.

Hocayı hatırlatan Yılmaz Özdil’in ifadesi ile “Kendi canının derdine düşen sayın ahalimiz, canını kurtarsın diye Profesör Tayfun Uzbay’ın ağzının içine bakıyor”du.
****

Bir salgın… Üç profesör… Aynı iktidar döneminde önce “hain” denen iki hocaya, şimdi “kahraman” deniliyor.

Bir diğeri şehit oğlu, saygın hocaya da şimdi “hain” diyorlar. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi hainlikle suçlayanlar, tarihten hiç ders almıyorlar
===========================
Dostlar,

Bizi hak etmediğimiz ölçüde övgüye boğan meslektaşımız Dr. Ceyhun İrgil’e çok teşekkür ederiz. Ulusumuz için ne yapsak azdır; her şeyimizi borçlu olduğumuz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yarattığı Cumhuriyetimize borcumuzu ne yapsak ödeyemeyiz.

Sevgi ve saygı ile. 20 Nisan 2020

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

KORONA SALGININ TÜRKİYE SEYİR DEFTERİ..

KORONA SALGININ TÜRKİYE SEYİR DEFTERİ..

19 Nisan 2020, saat 23:53

1. Salgın iyi yönetilemiyor, hasta (86 bin +) ve ölüm sayıları (2017!) hızla tırmanıyor; S. Bakanı ise artma eğiliminin yavaşladığından söz edebiliyor!?
2. 10 Nisan 2020 gecesi faciasının 58 dolayında fazladan ölüme 25 bin+ ek hastaya yol açacağını, bu artışın yarısının 1. hafta sonunda görüleceğini, kalanının 2. haftaya yayılacağını TV’lerde öngörmüştük.
3. Dün İran’ı geçmiştik, bu gün Çin’i de geçtik, 3. sıradayız toplam olgu sayısı bakımından! Bunları da öncesinde TV’lerde öngörmüştük.
4. “Piknik karantinaları“nın beklenen yararı sağlamayacağını paylaşmıştık yine TV’lerde, sonuçları acıyla görüyoruz..
5. DSÖ Türkiye temsilcisine şöyle ya da böyle demeç verdirilebilir, verdirildi ama DSÖ Avrupa Bölge Bşk. ciddi uyarı yaptı İtalya ve Türkiye’ye..
6. Hürriyet’ten bir köşe yazarı bu gün adımızı vermeden sataşmış epeyice, dispepsi ciddi.. söylediklerimiz acıtıyor; halkta algı yönetimi sürsün isteniyor; saptamalarımız – önerilerimizle yüzleşme nerede?
7. En az 14 günlük tam “lock down” için her geçen gün 3,2 milyar $ mali yük biniyor. Son 3 gündür her gün gecikme ulusal gelirden %0,4 daha fazlasını götürüyor. (Yıl sonunda 800 milyar $ GSMH beklentisiyle; 3 gün önce ilan edilse idi %7,8 bedel, dün %8,2, bu gün %8,6.. Yarın??? Artan hasta ve ölümlere ek ne yazık ki..)
8. Test tekniğinde / güvenilirliğinde bir iyileşme yok.
9. Bereket OH klorokin + kombinasyonlar işe yaradı! Yaramayabilirdi de..
10. Önümüzdeki hafta da böyle 100+ ölüm / gün giderse, -ki gidebileceği kaygısı içindeyiz- Ülkeyi 14 günü kapatmayı artık ciddi ciddi düşünebilirler, düşünmeliler.
11. Bu gün Cumhuriyet 2. sayfada Dr. Ceyhun İrgil bizi epey şımartmış..
12. 1 düzine saptama yeter sanırız.. 12 “kutsal” (!) sayı imiş..

İşimiz rastgele..
****
NE YAPMALI??

1. Bilim kurulu kararları her akşam resmen açıklansın.
2. İktidar bu önerileri uygulama / kısmen uygulama – uygulamama gerekçelerini açıklasın.
3. Hızla, 1 hafta içinde bir antikor taraması (sero-prevalans çalışması) yapılsın Türkiye’yi temsil edecek büyüklük ve bileşimde bir örneklemde. Toplum bağışıklığı (herd immunity) düzeyi ortaya konsun. Bu hız (rate) diyelim ki % 10 ise, 88 milyon nüfus X.10 = 8,8 milyon insanın bulaşlı olduğunu gösterir. Toplum bağışıklığı bakımından 11 Mart’tan bu yana 40 günde geldiğimiz yeri saptar. Salgın yönetim stratejisinde iktidarın bir dayanağı, umudu da bu. Yani bir yandan bulaş toplumda yayılsın, zaten %80-85’i ayakta – belirtisiz – hastaneye başvurmadan geçiriyor, hastanelere başvuran %15’i nasılsa göğüslerim, zamana yayarım, toplumda bağışıklık oranı hızla yükselir ve salgın eğrisi inişe geçer beklentisi.. Önümüzü görürüz böylesi bir sero-prevalans çalışmasıyla.. %50-60 toplum bağışıklığını bekleyecek gücümüz var mı, daha ne denli zaman gerek, daha ne denli insan ölecek… bunu kestirebiliriz.
3. Aktif sürveyansı bir kez daha anımsayalım; çoooooooook olgu var toplumda ve habire hastanelik vaka oluşuyor; Ro 4,1’in üzerinde. Aktif sürveyans yapmadan bunca hasta birikimini eritmek çok zaman alır ve bedeli çok yüksek olur. Almanya’da 83 m nüfus için test sayısı bizim 3 katımız, nüfusumuzun 5 m fazla olmasına karşın.
5. S. Bakanı çaresiz / iki arada bir derede.. Artış eğiliminde azalma var.. derken İran ve Çin’i geçtik ve ölüm  / gün sayıları 120’leri aştı.. Şakası yok; her gün RESMEN 120+ masum insan ölüyor! Oysa bu ölümler ciddi oranda azaltılabilir, engellenebilirdi; öyle olmalıydı!
6. Hafta sonları gündüz saatlerinde 2 gün, arka arkaya 2-3 hafta kapı kapı dolaşıp test örneği alınsa idi, -ki 3-4 haftadır çığlık çığlığa söylüyoruz- şimdi tepeyi görmüştük, platoyu yakalayabilirdik. 2000 yılı öncesi nüfus sayımlarında olduğu gibi halkımıza hafta sonu gündüz evde kalması rica edilir, birkaç milyon insandan test örneği alınabilirdi.. Almanya şu günlerde trafikte arabanın içindeki insanlardan test örneği alıyor.. Çok sayıda mobil test alma birimleri var… 1,7 milyonu aştılar test sayısında.
7. Muhalefetten “TIK” yok.. ancak biz de yalnız değiliz. Tıp eğitimi aldığımız HÜTF ve İÜTF 77 gurubumuz hep bizimle. Binlerce mezunumuz hekimlerimiz de, sayısız meslektaşlarımız da.. üyesi olduğumuz TTB de, üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği de, üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ de, üyesi olduğumuz ADD de, üyesi olduğumuz HASUDER de (Halk Sağlığı Uzmanları Derneği), yurtsever basın da..
8. İktidarın söylemlerimizi, önerilerimizi dinlediğini biliyor ve görüyoruz; ancak kendi fikirleri imiş gibi sunarak ve epey gecikme ile uyguluyorlar; yazık oluyor.
9. Bilim Kurulu üyesi meslektaşlarımızın da önerileri dikkat izlediklerini biliyoruz ancak iktidar onları kullanabilir; TV’lerde üstü kapalı anımsattık. Yarın iktidar, “Bilim Kurulu ne dediyse biz onu yaptık..” deyip acı bir fatura kesmesin bu değerli meslektaşlarımıza.. Danışmanlığın da bir sınırı olmalı..
10. İktidardan SAYDAM yönetim istenmeli.. Salgın verilerini ayrıntılı yayınlamalılar webde ve sürekli güncelleyerek.. Günde en az 2 kez..
11. Kriz yönetim merkezi kurulmalı.. Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında; orada tarım, turizm, istihdam, yoksulluk….. uzman kurullar somut çözümler üretmeli. Tıp Bilim kurulu sürmeli; sağlık sisteminin 1. Basamağı bu süreçte özellikle ve hızla güçlendirilmeli. Refik  Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aynı adla yeniden açılmalı ve BSL4 Viroloji Laboratuvarı kurulmalı..
12. Öneri sayısı da 12 oldu… biz bu gün 12’ye takıldık galiba (!)..
*****

Umudu elden bırakmamalı, zaman iktidarı köşeye sıkıştırıyor; aşacağız bu bunalımı da..
Bu ay sonu, Mayıs ortası tepeyi görürüz sanırız (çok sınırlı bilgi ile öngörümüz)..
Yavaş yavaş normalleşiriz izleyen aylarda..
Aşı ve yeni ilaç umudumuz da var.
Hiçbir şey yapmasak çoooooooooooook kurban vererek toplum bağışıklığı % 50-60’ı aştığında yangın gene sönme evresine girer 2-3 ayda.

Sonbaharda okullarımızı açabiliriz, epey normalleşmiş oluruz..

Dayan ha dayan Türkiye’m; ama salgın yönetimi de yukarıdan beri yazageldiklerimizi, 23 Mart’tan bu yana 30’a varan TV programlarında aktarageldiklerimizi dikkate almalı..

Not : Zonguldak valisi mutlaka görevden alınmalı ve disiplin cezasına çarptırılmalı..

Sevgi ve saygı ile. 19 Nisan 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dr. Güle Çınar ve Dr. Lee Tarih tekrar ediyor

Dr. Güle Çınar ve Dr. Lee
Tarih tekrar ediyor

Dr. CEYHUN İRGİL
Cumhuriyet
20 Mart 2020

Soruşturma sonucu ne olursa olsun; toplum ve biz meslektaşları Dr. Güle Çınar’ın yanındayız. Aynen Dr. Lee gibi düşüncesini ve uyarılarını söylemiştir. Bu çabaları ve bugüne dek topluma verdiği emekler için soruşturma açmak değil, aslında madalya vermek gerekir.

Tarih tekerrür ediyor. Dr. Çınar’ın başına gelenler daha 3 ay önce Çin’de salgını ilk duyuran Dr. Lee’nin de başına gelmişti. Aralık 2019’da Çin’de başlayan ve tüm dünyada salgına neden olan koronavirüs pandemisinde tüm uzmanların üstünde ısrarla durduğu konu;

  • toplumun bilgilendirilmesi.

Bilgilendirme konusundaki duyarlığın nedeni nedir?

Hastalığın şu an bilinen bir tedavi ve aşısı olmadığı için korunma önlemlerinin ve bulaş sayısının azaltılması çok daha önemli. Bu nedenle toplumun bilgilendirilmesi ve bulaşmanın azaltılması en iyi önlem. Özel anlamda bir başka neden ise yaşadıklarımız, yaşananlar…

Çünkü hastalığın ilk görüldüğü Çin’de ve sonra yayıldığı İtalya’da konunun ciddiye alınmaması, örtbas edilmeye çalışılması, toplumun bilgilendirilmemesinin sonuçları çok ağır oldu. Çin ve İtalya’da binlerce insan bu ihmal ve gecikmenin bedelini yaşamı ile ödedi, ödüyor. Ülke ekonomileri altüst oldu. Dengeler bozuldu.

18 Mart 2020’de sosyal medyada bir görüntü paylaşıldı :

Ankara Üniversitesi’nde hizmet içi eğitimde hastanenin çalışkan ve deneyimli uzmanı Dr. Güle Çınar bu salgına karşı sağlık personeline yönelik bir eğitim toplantısında salgının ulaşabileceği boyutu ve korunma önlemlerini anlatıyordu. Toplantıya katılan, izinsiz ve gizli çekim yapan biri bunu paylaştı.

Dr. Çınar’ın uyarı ve öngörüleri toplumda karşılık bulunca bundan rahatsız olan bir kitle tarafından linç edilmeye başlandı. Üniversite yönetimi bilimsel doğrular ve kendi hekiminin itibarını hiçe sayarak ve iktidara karşı zor duruma düştüğünü düşünüp statükoyu kurtarma endişesi ile alelacele, gizli çekim yapıp, konuşmanın bir bölümünü yayımlayan kişi ile ilgili değil, Dr. Çınar’a soruşturma açtı.

Dr. Lee olayı nedir?

Dr. Çınar’a belli ki zorla bir özür mektubu yazdırıp, bir de “özel” dilekçesini, kişisel verilerin korunma hakları da çiğnenerek, adeta itirafname gibi sosyal medya hesabından paylaşarak “evin küçük kızını” topluma hedef gösterip, konuyu bilmeyen nice cahil cühelanın önüne atıp linç edilmesine yol açarak, adeta günah çıkarmaya çalıştı. Ancak toplumun tepkisi tam tersi oldu. Toplum Dr. Güle Çınar’a sahip çıktı. Aksine bu tutumu nedeniyle Ankara Üniversitesi yönetimini kınadı, eleştirdi.

Olayın ilginç yanı, aynı sorun ve yaşananlar tam 3 ay önce Çin’in Wuhan kentinde hastanede çalışan ve koronavirüsü ilk duyuran, salgına dikkat çeken Dr. Lee Wenliang’ın başına gelmişti. Adeta tarih tekerrür etti.

Peki, Dr. Güle Çınar, Dr. Lee ve koronovirüs salgını arasındaki bu benzerlik nedir? Dr. Lee olayı nedir?

Wuhan Devlet Hastanesi’nde doktor olan Lee, virüs salgınını ilk fark eden ve yetkilileri uyaran paylaşımlarına ve virüs tehdidi için halkı uyarmaya devam edince, polis tarafından sorgulandı. Polis ayrıca Lee’nin de aralarında olduğu sekiz kişi hakkında söylenti yaydıkları gerekçesiyle soruşturma açmıştı.

Kamu Güvenliği Kurumu, “toplum düzenini şiddetle sarsan yanlış iddialarda bulunmakla” suçladıkları Dr. Lee’ye yalan iddialarda bulunmakla suçlandığı bir belge imzalatmıştı.

Yetkililer Dr. Lee ve arkadaşlarını korkutmak ve susturmak için tehdit ettiler. Bir belge hazırlayarak şöyle yazdılar; “Sizi uyarıyoruz: Aynı küstahlık ve inatla bu yasa dışı faaliyete devam ederseniz hakkınızda işlem yapılacaktır. Anlaşıldı mı?”

Dr. Lee ve arkadaşları baskı ile belgelerin altını imzaladılar ve el yazısıyla “anlaşıldı” yazdılar. Ancak bu olaydan 3 gün sonra ölümler başladı. Salgının boyutu arttı ve sonunda Çin yönetimi başlangıçta örtbas etmeye çalıştığı salgını kabul etti ve acil durum ilan etti.

  • Toplumu uyaran Dr. Lee’den özür dilendi.

Ama artık çok geç kalınmıştı. Çünkü Dr. Lee devleti ve halkı 2019 Aralık ayı sonunda uyarmıştı.

Böylece neredeyse 1 ay geciken Çin yönetimi salgının yüzbinlerce kişiye bulaşmasına yol açtı ve dünyaya yayılmasına neden oldu. Ve maalesef hastalığı ilk duyuran ve toplumu uyaran

  • Dr. Lee Wenliang 7 Şubat günü Korona virüs enfeksiyonu ile öldü.

Çin halkı tarafından kahraman ilan edildi ve Dr. Lee’yi haksız yere suçlayan, soruşturma açan ve O’na zorla belge imzalatanlara büyük bir toplumsal tepki oldu.

Dr. Çınar’a yapılan haksızlık

Yıllarca kurumda hizmet etmiş, çalışkan, başarılı ve sokağa çıkılmayan, el sıkışmaktan bile korkulan bu günlerde işinin başında, o kalabalık toplantıda salgın ile mücadele için çabalayan Dr. Güle Çınar olayına gelince;

Sağlık personeline yönelik, kapalı bir hizmet içi eğitim toplantısında söylediklerinin doğruluğu bir yana –ki yanlış olsa bile, yıllarca doğru düzgün hizmet eden insanların bir cümle, bir yanlış ile toplumsal linçe maruz kalması kabul edilemezetik açıdan asıl sorun, gizli çekim yapıp sosyal medyada paylaşmak ve sonrasında zorla dilekçe yazdırmak ve kişisel bir dilekçeyi resmi sosyal medya hesabında paylaşarak, toplumsal linçe önayak olmaktır.

Hangi açıdan ve yasa çerçevesinden bakılırsa bakılsın üniversite yönetiminin, yıllardır hizmet veren ve herkesten çok karakterini bildiği bir hekimini, üstelik hekimlerin en korunması gereken bu salgın hastalık döneminde kendi hekimine yaptığı bu muamele toplumdan tepki görür.

Üniversiteye yakışan, bir satırlık; “Hastanemizdeki hizmet içi eğitim toplantısında gizli çekim yapan ve sosyal medyada paylaşanlar ve konu ile ilgili soruşturma başlatılmıştır. Kamuoyunun bilgisine arz ederiz.” demekti. Ancak panik ile bu basit liyakatli yaklaşımı bile gösteremedikleri gibi, Dr. Çınar’ın dilekçesine attığı “18 Mart 2018” yanlış tarihini bile fark etmeden ve düzeltmeden yayımlayacak ölçüde kendi dertlerine odaklandıkları görülüyor. Kaldı ki, Dr. Çınar’ın bu yanlış tarihlemeyi bilinçli veya bilinçsizce yapmış olması tarihe bir nottur. Dilekçenin zorla, alelacele ve gönül rızası ile yazılmadığının “tarihi bir işareti” olmuştur.

Toplumsal anlayış ve vicdan önemli

Ülke olarak zor ve sıkıntılı dönemlerden geçiyoruz. Bu dönemde fedakârca (AS: özveriyle) işini yapmaya çalışan herkese daha anlayışlı ve hoşgörülü olmak zorundayız. Bunu yalnızca sağlıkçılar için değil, siyasetçiler, gazeteciler, işçiler.. tüm çalışanlar için söylüyorum.

Vicdan, hoşgörü, anlayış denilince mangalda kül bırakmıyoruz.

  • Dr. Çınar’ın bir yanlışı olmadığını düşünüyorum.

Bir insanı anlamadan dinlemeden ve aslını öğrenmeden yanlış anlamaya, karalamaya hazırız ve toplumsal olarak linç ediyoruz. İnsanların emeğini, biriktirdiklerini, ailesini, çocuklarını bir kalemde harcıyoruz. Ülkeye, insanlara küstürüyoruz. Aslında bu kadar kolay harcayan ve değer bilmez tutumumuzla kendi hastalıklı halimizi de deşifre ediyoruz. Ancak Devletin, ortak aklın, kurumların daha dikkatli, özenli ve topluma, bireylere örnek olması gerekir. Bu tutumu ile üniversiteler ve akademi camiası uzun yıllardır içinde olduğu ruh halini, bilimle, toplumla değil erk ve güç ile yan yana olmanın getirdiği ayrıcalık ve huzuru tercih ettiğini bir kez daha gösterdi.

Soruşturma sonucu ne olursa olsun,

  • Toplum ve biz meslektaşları Dr. Güle Çınar’ın yanındayız.

Aynen Dr. Lee gibi düşüncesini ve uyarılarını söylemiştir. Bu çabaları ve bugüne dek topluma verdiği emekler için soruşturma açmak değil, aslında madalya vermek gerekir.
================================
Dostlar,

Bizim de çalıştığımız AÜTF’de (Ankara Üniv. Tıp Fak.) meslektaşımız Dr. Güle Çınar‘a dönük uygulama çok üzüntü vericidir. Yine değerli meslektaşımız Dr. Ceyhun İrgil yukarıdaki nefis yazısında gereken her şeyi söylemiş durumda.. Kendisine teşekkür ederiz, aynen katılıyoruz makalesine.

Ek olarak, şu noktanın bilinmesinde yarar var :
AÜTF Dekanlığı resmi instagram hesabından aşağıdaki açıklamayı yayınladı :

Kamuoyu bilgilendirmesi              :

Kurum içi bir çalışmanın izinsiz olarak yapılan kaydının dün gece sosyal medyada paylaşılması bu süreçte canla başla çalışan bir öğretim görevlimizi ne yazık ki gereksiz bir gündemin içine sokmuştur. İzinsiz paylaşımı yapan çalışanımız hakkında gerekli işlemler başlatılmıştır.
Öğretim görevlimiz bu süreç içinde olağanüstü çalışmalar gösteren çok değerli bir insandır. Gündeme esas olarak gelmesi gereken nokta kendisinin çalışkanlığı ve özverili çalışmaları olmalıdır.
İçinde bulunduğumuz günler topyekün kenetlenme ve sağlık ordumuzun yıpranmadan, yıpratılmadan, kendi hayatlarını düşünmeksizin gerçekleştirdikleri azimli çalışmalara destek verilmesi gereken günlerdir.
Merak edilmesin, toplumumuzun desteği ile ve sizlerden aldığı güçle sağlık ordusu görevinin başındadır ve birlik ve beraberlik içinde memleketimizi sağlık ve esenlik dolu günlere ulaştırmak hepimizin misyonudur.
Bilgilerinize sunarız. 19.03.2020

Tıp Fakültesi Dekanlığı
https://www.instagram.com/p/B96KqqWpInG/?igshid=1mezpgrwb85we
******

AÜTF Dekanlığının bu açıklaması yerinde oldu. Böylelikle, Dr. Güle Çınar’a yönelik kabul edilemez, tıp etiğine sığdırılamaz uygulamanın kaynağının AÜTF Dekanlığı olmadığı anlaşıldı..

“Özür” iletisi yayınlama sırası onlarda..

Sevgi ve saygı ile. 21 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Şehir Hastaneleri : “Yap, İşlet, Ben Öderim. Bir Koy Üç Al”

Şehir Hastaneleri :
“Yap, İşlet, Ben Öderim. Bir Koy Üç Al”

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Şehir Hastaneleri ile gerçekleşen kazanım ve kayıplar ülke gündeminde. 10 Şehir Hastanesi açıldı, 11 hastane de açılmak üzere yapım aşamasında. İlk göze çarpan sorular;
şehir hastaneleri devlet hastanesi mi?
– Neden devlet hastanelerini kapatıyoruz ?
Devlete ait sağlık hizmetini neden şirketlere devrediyoruz?”

“ Yap, işlet, ben öderim. Bir koy üç al”

Dr. Ceyhun İrgil

Şehir Hastaneleri sürecine kadar AKP hükümetlerinin sağlık politikalarını kısaca gözden geçirmek gerekir. Başlangıçta kamu sağlık hizmetlerini rehabilite etmek ile başlayan hükümetler zaman içinde liyakatsiz ve kifayetsiz kadroların elinde yap boza dönen sağlık sistemini içinden çıkılmaz hale getirince, her alanda olduğu gibi salt izlemci koltuğuna çekilip, hizmet üretimi ve yönetimini özel sektöre devretmenin kolaycılığına teslim oldular.

Global sermayenin, neoliberal ekonominin baskıları ile hem inşaat hem yeni rant alanı hem de popülist siyaset için verimli sonuçları olan “sağlık sektörü” enerji, eğitim gibi patronların yeni oyun sahası oldu.

Şehir hastaneleri devlet hastanesi midir?

Bu yapılanma ile değildir. Her ne kadar yönetim erki ve denetimini Sağlık Bakanlığı yapacak deniyorsa da, “parayı veren kuralı koyar”. Yani hastanenin bir sahibi var. Devletin kira ödediği bir patronu olan hastanelerin asıl yöneticileri hiç kuşkusuz şirketin yöneticileri olacak. Kiracısı olduğunuz evde hükmünüz ne kadarsa o kadar… Şirket devlet değildir. Kazancı gözetir. Kar elde edemeyen şirket batar. Yöneticinin işine son verilir. Açmaz burada. Devlet eliyle şirkete verilen hastanenin batmaması, iktidarın siyasi açmaza düşmemesi, popülist siyasetin devamı için “ne olursa olsun”, “ne pahasına olursa olsun” bu hastaneler (şirketler) kazanmak zorunda. Oysa devlet eli ve aklıyla yürütülen sağlık hizmetlerinde kar amacı güdülmez. Sağlık, eğitim, güvenlik, hatta bir parça ulaşım kamusal hizmettir. Sosyal devletin gereği ve görevidir.

Sağlıkta dönüşüm rüyası ile başlayan KHB fiyaskosu ile sonuçlanan kabus süreci bir gecede masal oldu

Sermayenin yeni rant kapısı şehir hastaneleri iktidarın çok öğündüğü sağlık yatırımları. AKP iktidarının ilk yıllarındaki kamusal sağlık hizmetlerinin ortaklaştırılması gibi yıllardır beklenen hizmetler başlangıçta kamusal sağlık hizmetlerine “ulaşılabilirlik” konusunda rahatlama getirirken, sağlık kalitesi, çalışma huzuru, çalışanların özlük hakları gibi konular göz ardı edildi.

Siyaseten çokça ekmeğini yedikleri ve çok övündükleri ”sağlıkta dönüşüm” projesini sessiz sedasız bir gecede KHK ile kaldırdılar. Yıllarca reklamı yapılan, emek harcanan ve sağlık sistemini alt üst eden Kamu Hastaneleri Birliği gibi yapılanmalar bir gecede yok edildi.

Ücretsiz denilen sağlık hizmetlerinde 10’dan çok aşamada ödeme ve katkı payı getirildi. Özel hastaneler teşvik edilirken, kamu hastaneleri salt modern bina (inşaat işleri) olarak görüldü. Sağlık hizmetinin niteliği düştü. Binlerce uzman doktor istifa ederek ya emekli oldu ya da özel sektöre geçti. İlçe hastanelerinde yalnızca küçük ve orta ameliyatlar yapılabilirken, büyük kent hastanelerinde bile büyük ve özellikli ameliyatlar sekteye uğradı. Özel hastane katkı payları %200’e çıkartılırken, devletin mücadele etmesi gereken, mücadele ettiğini iddia ettiği “ek ödemeler” (bıçak parası vb.) legalize edildi. Bizzat devlet eliyle tarifeye bağlandı. Sağlık atamalarındaki liyakat terkedildi. 2005 sonrası artan istifalar ile liyakatli ve deneyimli kadrolar kamu sağlık hizmetlerini terk ettiler.

  • Sağlık Bakanlığı cemaatlerin, siyasetin koşu alanı oldu.

Deneme yanılma yolu ile sağlık sistemi yürüyen ama işlemeyen bir yapıya büründü.

  • Sağlık Ocaklarının kapatılması kırsalda sağlık hizmetlerini felç etti.

Köyünde, beldesinde insanlar bir iğne yaptırmak için ilçe veya kente gelmek zorunda kaldılar. Kentte reçete yazdırma gibi sağlık evrak işlerinin ulaşılabilir ve kolay olması gibi basit bürokratik konular mesele edilip düzenlenen anketlerde sağlıkta memnuniyet algısı çokça işlendi. Oysa 2. ve 3. Basamak tedavilerde sağlığın bürokratları ve siyasiler de dahil olmak üzere, olanağı olan herkes özel sağlık kurumlarını veya üniversite hastanelerini öncelediler. Kasabasında hatta kendi yaşadığı kentin devlet hastanesinde büyük ve özellikli ameliyat olan kaç siyasi, varsıl veya bürokrat vardır?

Köyden sağlık ocağını kaldırıp yurttaşı kente göçüren iktidar, şimdi de kentte devlet hastaneleri kaldırıp kentliyi ya kent dışındaki şirket hastanelerine ya da kentin içindeki özel hastanelere zorunlu bırakıyor. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe…

bursa-sehir-hastanesi

Nüfus 80, acil 110..

Sonuç olarak; Birinci Basamaktaki hizmetlerin aile hekimlerinin, toplum hekimlerinin çabası ve özverileri ile memnuniyet algısı ve bu algının medya, siyaset eliyle köpürtülmesi ile iktidar sağlığın geçmiş dönem günahlarının da yaygarası ile tepe tepe kullandı. Bu kadar reklam, performans uygulamaları ve iktidarın skora dayalı politikaları ile sağlık talebi (zorunsuz talep) arttı. Performans dayatmaları ile istenen skorlar oldu ama gereken tedaviler olunamadı. Gereksiz tetkik, gereksiz muayene, zorunlu olmayan girişim, yazılan ilaç, yatılan gün, doktora başvuru sayıları arttı. Öyle ki doktora başvuru sayısı 8 kat artınca, iktidar ek para isteyerek yolu kesmek istedi. Yurttaşlar ek ödeme yapmamak için acil olsun olmasın acil servislere akın etti. Ve ülke kendi nüfusundan daha çok acile başvuru yapılan ülke rekorunu kırdı( 2015 yılında Türkiye’de acile başvuru sayısı 110 milyon – 324 milyon nüfuslu ABD’de acil servise başvuruların sayısı yıllık 130 milyon. 53 milyonluk İngiltere’de bu rakam yılda 25 milyon. 2015 yılında 78.7 milyon nüfuslu ülkemizde bir yılda 110 milyon acil başvurusu yapıldı)

Sağlık Dönüşüm Projesi olmadı “Şehir hastanesi” deneyelim

Sağlığın vazgeçilmez, kullanışlı, karlı bir alan olduğunu anlayan ve deneme – yanılma yöntemleri ile sorunu anlayan iktidar, sağlığın ciddi bir rant alanı olabileceğini gördü.
“Kamu sağlık hizmeti kötüdür, sağlığın özeli iyidir” ön yargısı ve ön koşulu ile AKP, daha önce İngiltere’de denenen ancak başarılı olamayan Kamu-Özel Ortaklık modeli (KÖO) adı altında Şehir Hastaneleri projesini, aynen 2-3 yılda iflas eden “sağlıkta dönüşüm” gibi topluma büyük bir hizmet ve siyasetin yeni algı aracı olarak sundu.

2003 yılında başlatılan Sağlıkta Dönüşüm Projesi için en güzel saptamalardan biri, Şehir Hastaneleri konusunda çalışan, Sağlıkta Dönüşüm politikalarına karşı mücadelesi ile bilinen akademisyen Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın saptamasıdır;

“Sağlıkta Dönüşüm Programı adıyla yürürlüğe konulan neo-liberal sağlık reformları temel olarak, sağlık hizmetlerinin finansmanının genel sağlık sigortası ile sağlanması, kamusal Birinci Basamağın tasfiye edilerek Sağlık Ocaklarının kapatılması ve bunun yerine Birinci Basamağın özelleştirilmesi yaklaşımına uygun bir aile hekimliği modeline geçilmesi ve kamu hastanelerinin işletme haline dönüştürülerek piyasalaştırılması uygulamalarını içermektedir. Sağlıkta Dönüşüm Programının propagandası yapılırken Sağlık Bakanlığı tarafından dile getirilen “Yaygın, erişimi kolay sağlık hizmet sistemi” iddiası gerçekleştirilememiş; Sağlıkta Dönüşüm Programı uygulamaya konduğu ilk on yılda sağlık hizmetlerinde eşitlik ve sağlık hizmetlerine erişim açısından başarısız bir sınav vermiştir.”

“Yap, işlet, kırışalım” mı? Yoksa “bir koy üç al mı?”

Devasa, cafcaflı binalar, ışıl ışıl görüntüler ile bina, inşaat ve maketlerle toplumda algı yaratmayı başardılar. Çok inşaat az insan, büyük ama niteliği (kalitesi) sorunlu projeler bir bir açıklandı.

Önce “yap – işlet – kırışalım” mantığı ile planlanan Şehir Hastanelerinin ayrıntılar sızdıkça (sızdıkça diyorum çünkü iktidar sözleşmeleri gizliyordu) “bir koy üç al” projeleri olduğu anlaşıldı. Üstelik Hazine garantili… İnşaat ve yollardan yolunu bulan, sağlıktaki ballı kazancı gören şirketler, inşaat krizi riskine karşı, kar için yeni yollar ararken, hastane yolunu buldular. Devletin sağladığı tuhaf ve inanılması zor imtiyazlar, inşaat maliyetine sağlık gibi bir tekeli ele geçirme, garantili kazanç ve güvenceler ile, hastalıktan dertten deva değil, kazanç çıkacağını anlayan şirketler bu sisteme “hasta” oldular.

İnşaat dışında deneyimi olmayan bu şirketler zaten bildikleri inşaatı yapıp devlete devretmektense, garantili devlet desteğiyle, yandaş ve taşeron firmalar aracılığı ile bu hastaneleri işletmeyi değil “yap, işlet, kırışalım” modeli ile kazancı kırışmayı, salt inşaat maliyeti ve cefası ile en az çeyrek yüzyıl hazinenin ve işletmenin akıtacağı paranın sefasını sürmeyi planlıyorlar.

Macera ve yağma 2013 yılında çıkarılan yasa ile başladı (AS: 6428 sayılı yasa!). Bu yasa ile yaşama geçen Şehir Hastaneleri ile artık sağlık hizmeti veren devlet yerine, emlakçı ve pazarlamacı devlet modeline geçildi. Devlet temel ve vazgeçilmez görevi olan eğitim, sağlık, güvenlik gibi alanları özel sektöre devrettiği ölçüde devlet olmaktan çıkar.

Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) anamalcı Milton Friedman’ın fikridir. KÖO kitleler uyanmadan, üstelik şaşalı hizmet alırken sermayenin çarkını döndürmesi için bulduğu devlet kaynaklarının sermayeye pazarlanmasının incelikli bir yoludur. Neo-liberal yamyamlar için artık

– devletler şirket,
– siyasi erk CEO,
– bürokrasi ve çalışanlar taşeron,
– halk müşteridir.

Küresel sermaye ve pazarlamacıları 1970 – 80 sonrası yoğun bir biçimde kamu kaynaklarına yöneldiler. Ulusal boyuttaki sermaye için büyük lokmalara yönelen Neo-liberal şirketler;

– ulusal şirketlere kazancın kırıntılarını,
– projelerini onaylayan ve ödemelerini yapan erklere de böbürlenmeyi,
– siyasette kullanılacak algıyı,
– siyasetin finansmanını paylaştırdılar.

Pastanın kek tabağını getirip, neredeyse pastanın tümünü alacak (üstelik Hazine güvenceli) şirketler için Şehir Hastaneleri bulunmaz fırsattır.

bursa-sehir-hastanesi

Kamu – Özel Ortaklığı lafın gelişi

Aslında ortaklık yok!

  • İşleten kazanan şirkete karşın her koşulda ödeme yapan devlet var.

Hastane yeri, personeli devletten, üstelik hasta “garantili”, bir de üstüne kira vermeyecekler, kira alacaklar, hastane içindeki tüm işletmeler, tetkikler, laboratuvarlar aklınıza gelen gelmeyen para kazandırabilecek her türlü iş, hizmet ve işletme hastaneyi yapan şirketin olacak. 25 yıl garanti, 49 yıla kadar senin… 1 maliyet 3 kazanç… Güzel iş. Risk yok. Yalnızca inşaatı yap, gerisini devlete bırak. Ödemeni al, keyfine bak. Sistem aksarsa, zarar ederse sorun yok alınan yurt dışı krediler devlet garantisi altında (AS: Kur garantili olarak üstelik!). İşler yolunda giderse de gitmezse de faturayı kim ödeyecek? Elbette halk… Hatta çocuklarımızı da aşarak torunlarımıza dek yansıyacak bir borç olduğu ortada. Kalkınma Bakanlığı’nın Ocak 2016’da yayınladığı verilere göre; 17 hastane için şirketler 9 milyar 869 milyon $ (yaklaşık 10 milyar USD) harcayacaktı. Buna karşın devlet şirketlere (2015 rakamlarıyla) 27 milyar $ ödeyecek (yazı ile yirmi yedi milyar $ – S-400’ler için 2.5 milyar $ ödediğimizi, 50 milyon $ bulunamadığı için Tank Palet Fabrikasının, Şeker Fabrikaları gibi yüzlerce fabrikanın satıldığını anımsayalım).
Örneğin; Isparta Şehir Hastanesi’nin yatırım bedeli dikkate alınırsa, 25 yıllık kira ödemesi ile 50 adet Devlet Hastanesi yapılabilirdi.

Bir başka örnek ise; Erzurum Devlet Hastanesi devlet eliyle tam donanımlı olarak 193 milyon Türk lirasına (TL) yapıldı. Oysa Adana’da aynı çaptaki hastane için şirketler 430 milyon Euro ( dikkat TL değil) fiyat çıkardılar. Buna şaşırmak gerek, şirketler bu hastane işine neden balıklama atlıyor ki? Elbette kazançlı olduğu için. Sermayenin amacı kar etmektir. Gereğini yapıyorlar.

  • Burada sorunlu olan, temel görevi sağlık hizmeti sunmak olan devletin iktidar eliyle devlet hazinesinden bu işleri şirketler aracılığıyla özel sektöre devretmesidir. Hem de yüksek maliyet ve halka çok pahalıya mal olacak bir yöntemle adeta sağlık hizmetini peş keş çekmesidir.

Kamu-Özel Ortaklığı (KÖO) projesiyle kurulmaya başlanılan Şehir Hastaneleri’nin çoğunda yatak sayısı 1500-2000 arasında. Oysa tüm dünyanın kabul ettiği ölçütlere göre, ideal olan hastane yatak sayısı 200 – 600 arasında olmalıdır. Büyüklük övünme ve algı için yararlı olabilir ancak işletme, maliyet ve kolaylık açısından ciddi bir sorun. Düşünün 200 m2 bir ev size yetebilecek ve kolayca maliyetlerini karşılayabilecekken, sizi 2000 m2 bir evde yaşamaya zorlasalar neler olurdu? Daha çok elektrik, daha çok su, daha çok ısınma ve soğutma, daha çok temizlik, daha çok işletme gideri, daha çok, daha çok maliyet… ve 200 m2 evden alamayacağınız verim, konfor ve rahatlık…

Bakanlık verilerine göre, Şehir Hastaneleri’nde bir yatağın maliyeti 243 bin $. Kuzey Anadolu Kalkınma Ajansı’nın 2016 raporunda 150 yataklı bir özel hastane için bir yatağın maliyeti ise yalnızca bunun 1/4’ü kadardır.

Köprüde “geçiş” hastanede “yatış” garantisi!

Şehir Hastaneleri’nde aynen köprülerdeki “geçiş garantisi” gibi “hasta yatış garantisi” de verilmektedir. Sızan bilgilere göre, hacme dayalı hizmetler için verilen %70 “doluluk” garantisi, iki sorun içeriyor. Hastane dolmazsa devletin ödeyeceği ekstra ücretler ve “ihtiyaç dışı, gereksiz hasta yatışı” gibi etik dışı sorunlara yol açacaktır.

  • Arsa ver,
  • personel ver,
  • imtiyaz ver,
  • hasta ver,
  • garanti ver,
  • işletme hakkı ver,
  • rant sağla ve
  • bir de üstüne kira öde!

modelli Şehir Hastanelerinde bir başka sorun ise hastanelerin kent dışına yapılmasından çok kentteki halkın bildiği, tarihi, işlerliği olan devlet hastanelerinin “zorla” kapatılarak, halkın bu hastanelere zorlanmasıdır. Birçoğunda ulaşım sorunu olan hastanelerin ulaşım sorunları belki zamanla çözülebilir. Ancak onca yıldır zorla kapatılan hastanelerin çevresinde oluşan yaşam (esnaf, işletmeler, taksi durakları, eczaneler vb.) ne olacak? Maalesef büyük sermaye tekeli için kent içindeki yaşam ve binlerce insan feda ediliyor.

Taşeronlaşan sağlık çalışanları

Devlet Hastaneleri ve uzmanlaşmış kimi hastanelerin kapatılması ile Şehir Hastanelerinde çalışmaya zorlanan personelin (doktor, hemşire, ebe, sağlık memuru, sağlık teknisyenleri vd.) durumu çok daha ciddi bir sıkıntı. Hem de hiç konuşulmayan sorun. İstekleri veya isteksizlikleri göz önüne alınmayan binlerce sağlık emekçisi bir kalemde özel şirketlerin kucağına bırakılıyor. Bundan sonraki aşama sağlık emekçilerinin iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, ucuz iş gücü haline getirilmesidir. Zaten genç sağlık çalışanlarını sözleşmeli çalıştırmaya başladılar.

  • Mutsuz ve huzursuz sağlık çalışanları ile mutlu ve huzurlu sağlık hizmeti veremezsiniz.

Sağlık çalışanları mutlu olmadıkça, hastaların ve yakınlarının mutlu olması beklenemez. Bu kaygı ve gerilimli çalışma ortamı hizmetleri aksatır, sorun yaratır. Nitekim sağlıkta şiddete giden yolun köşe taşları bu huzursuzluklar ve mutsuz, güvencesiz çalışma ortamıdır.

Sağlık çalışanları idarenin ve hükümetin baskılarından, takdirsiz, tedbirsiz, tedariksiz, plansız, öngörüsüz, hoşgörüsüz, devamlı tehdit ve performans baskısı ile yaşamaktan/çalışmaktan yorgun düştü. Sağlık çalışanlarına yalnızca “taşeron” gözü ile bakan, bu yöntemle kadrolu kadrosuz herkesi, hatta sağlık idaresi ve bürokrasiyi bile taşerona dönüştüren bu işletme modelini bugün en çok savunan, reklamını ve kalfalığını yapanların, bir süre sonra nasıl çırak çıkacağını göreceğiz. Kısa vadede bu sistemin kurbanı olan veya zararını gören birçok insanın, çalışanın ve bürokratın haberini duyacağız.

  • Orta ve uzun vadede en çok bağıranlar, canı yananlar bugün en çok alkışlayanlar olacak.

“Yap, işlet, ben halka ödetirim”

“Senin beton makinan, işçilerin, çimento fabrikaların boşta kalmasın, gel hastane yap, ben sana para ödeyeyim” Beton ve amele ekonomisi için, süslü algı çağı uğruna, bir hak olan sağlık hizmetinin lüks tatil gibi sunulduğu, sağlık hizmetinin niteliğinden çok, lüks otelcilik hizmetlerinin ön plana çıkarıldığı Şehir Hastaneleri maalesef artık bir realite ve ortada yapısı bitmiş, hatta işletmeye başlamış durumdalar. İktidar daha hastanelerin yarısı bitmemişken bazı yanlışlarını fark etti ve Meclise getirdiği bir torba yasada şimdi revizyon yapmaya çalışıyor. Aynen “Sağlık Dönüşüm Projesi” ve Kamu Hastaneleri Birliği gibi daha on yılını doldurmadan bakalım başka ne dönüşler olacak? Elbette sermaye yaptığı yatırımın karşılığını almak isteyecek, kazanç için veya en azından eldekini tutmak için iktidarları, çalışanları zorlayacaklar. Şehir Hastaneleri gerilimli bir iklimde başladı. Başındaki kara bulutlar ve fırtınalar biter mi? Muhtemelen sistem kezlerce revize edilecek. Şirketlerin güvencesi “hazine garantisi” ve uluslararası “tahkim”… Gelecek süreçte şirketler, devlet, iktidar, çalışanları ve bürokrasi ile sürekli bir gerilim, tartışma içinde olacak gibi görünüyor.

Planlanan Şehir Hastanesi yükümlülükleri yarım yüzyıla uzanacak, en azından garanti 25 yıl kira ödenecek, kamucu sağlık hizmetlerinin özele devredildiği, faturasını halkın ödediği ve bugün yaşayanların torunlarının bile borçlu olduğu, Devlet Hazinesine hep yük olacak, sağlık hizmetlerini gelecekte pek çok tartışmalı konu durumuna getirecek bir yapılanmadır. Zaman gösterecek. Ancak haklıysak devlete de halka da çok pahalıya, çok cana mal olacak. Dilerim bizler yanılırız.
====================================
Dostlar,

Yazı epey uzun ve kapsamlı ancak gene de bizim zorunlu söyleyeceklerimiz var..

Dr. Ceyhun İRGİL önceki 26. dönem CHP Bursa milletvekili idi. Çok verimli bir dönem geçirdi TBMM Sağlık ve Sosyal İşler Komisyonunda. Başarılı bir Genel Cerrah olarak iyi sınav verdi. Meslek örgütü TTB ile sürekli iletişim içinde oldu. Sanırız, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden eşi Prof. Dr. Emel İrgil’in de epey katkısı olmuştur..  Milletvekilliği döneminde Dr. Ceyhun İrgil, zamanın Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ın Bakanlığının bütçe önerisini sunarken verdiği Bebek Ölüm Hızı rakamına itiraz etmişti. Bakan Akdağ, binde 7,3’e indirdikleri (!?) bebek ölüm hızı ile övünüyor ve dünyanın bunu nasıl başardığımızı (!?) kendisine hayranlık ve şaşkınlıkla sorduklarını… aktarıyordu.

DB – IMF – ABD – AB dayatması olan kökü dışarıda Sağlıkta Dönüşümde (Health Transformation!) Türkiye, Akdağ’ın Bakanlığı ile öylesine başarılı (!?) olmuştu ki, dünyanın her yerinden Bakan Akdağ konferansa çağrılıyordu bu başarı öyküsü için ve yetişemiyordu!?

Dr. Ceyhın İrgil söz alarak, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nca yürütülen bir bilimsel çalışmadan veri sundu. Bu çalışmada Bursa’daki mezarlıklar dolaşılmış, bebek mezarları ve mezarlık kayıtları incelenmiş ve bu kentte bebek ölüm hızı, Bakan Akdağ’ın Türkiye için verdiği binde 7,3’ün 4 katı dolayında, binde 28’in üzerinde hesaplanmıştı. Türkiye’nin batısında, ülkenin 4. büyük kenti ve gelişmiş, varlıklı bir kent olan 3 milyonluk Bursa’da bebek ölüm hızı gerçekte en az binde 28 iken, Türkiye genelinde nasıl binde 7,3 olabilirdi ki!? Nitekim izleyen yıllarda bu rakam TÜİK ve Sağlık Bakanlığınca 9-10’un üzerinde yayınlanmaya başlandı. Doğallıkla, Bakan Akdağ’ın verebileceği iler tutar bir yanıt yoktu..
******
Bu gün web sitemize 4-5 belge koyduk ŞEHİR HASTANELERİ TALANI hakkında. Bu söylem bize ait. Türkiye’de ilk olarak;

“Şehir hastaneleri talandır!”

diyen biz olduk. Yineliyor ve AKP iktidarını yıllardır yapageldiğimiz biçimde bir kez daha uyarıyoruz. Hekimlik mesleğinde 43. yılına girmiş, tıbbın Halk Sağlığı dalında yani sağlık hizmetlerinin planlanması, yönetimi, ekonomisi, politikası alanlarında uzmanlaşmış, ek olarak Sağlık Hukuku alanında tezli yüksek lisans yapmış, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünden de mezun olmuş çok kıdemli bir akademisyen, çeyrek yüzyıllık bir Tıp Profesörü olarak…  eğer bunlar azıcık LİYAKAT anlamına geliyorsa AKP = RTE için, bizleri de dinlemelidirler.

Daha fazla gecikmeden… Kimi çevrelere söz vermedi iseler, açıkları – tutsaklıkları yoksa!

Erdoğan, “Şehir hastaneleri benim hülyam – rüyam..” buyuruyor!??

En iyimser senaryo ile bir kez daha kandırılıyor! Ancak artık bu gerekçeye kimsenin kanası yok. Erdoğan, Şehir Hastaneleri için ivedilikle bir SAĞLIK KURULTAYI toplamalı ve nesnel olarak sonuçlarını değerlendirmeli ve bu hazin kandırılışına (?!) hızla son vermelidir.

2. senaryo; Erdoğan’ın, bunca uyarıya karşın bildiğini okuması durumunda; gerçekte kandırılmadığını ama bu ağır stratejik suça “ortak” olduğu düşünülecektir doğallıkla.

Tarih tanığımız olacak ve herkes yapıp ettiğinin bedelini kuşku yok, ödeyecektir! Ama ne acı ve ne yazık ki olan caaaanım Türkiye’mize ve necip milletimize olacaktır bu arada ve geciktikçe.

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile. 26 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

BU ÜLKEYİ KENDİNE DÜŞMAN ETMEYİN ARTIK

Dr. CEYHUN İRGİL’DEN İKTİDARA
DUYARLILIK ÇAĞRISI :

BU ÜLKEYİ KENDİNE DÜŞMAN ETMEYİN ARTIK!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız aşağıdadır..)

CHP Bursa Milletvekili Dr. Ceyhun İrgil, “Siyasette kutuplaştırma ve ötekileştirme söylemlerinin giderek artmasından çok rahatsızım” diyerek iktidara duyarlılık çağrısında bulundu: “Bu kadar ayrıştırmadan sonra ülkenin dar ve zor zamanında bu insanları nasıl bir araya getireceksiniz? Bu ülkeyi kendine düşman etmeyin artık!”

Meclis’te bir basın toplantısı düzenleyen CHP’li İrgil, iktidar tarafından yaratılan kutuplaştırma, ötekileştirme ve düşmanlaştırmanın artık bir son bulması gerektiğini söyledi. “Bu ülkenin tamamının Cumhurbaşkanı olan kişinin ya da bu ülkenin tamamı için çalışması gereken iktidar partisinin üyelerinin söylemleri giderek daha tehlikeli boyutlara varıyor” diyen İrgil, beka sorunun olduğu bir dönemde, televizyonlar ve basın aracılığıyla kişilerin düşman gösterilmesinin çok tehlikeli olduğunu vurguladı.

HAKARET VE HAKSIZLIK

İrgil şu açıklamada bulundu:

“Vatanseverlik konusunda bu ülkede kimsenin yarışa girmesine gerek yok. Bu ülkede şu an düşmanlaştırılan veya şeytanlaştırılan bütün muhalif grupların söylediği şey, tek istediği şey daha az şehit olması. İnsanların hepsi iktidarla veya bizimle aynı fikirde olmayabilir, bu yüzden iktidar ve muhalefet var. Ama bu kadar kutuplaştırma, üstelik doğrudan hedef göstermeler asla doğru değil. Salt bu söylemlerle yapılan bir saldırı olursa bunun hesabını kim verecek! Ülkenin doktorlarının, hukukçularının, avukatlarının, sanatçılarının, aydınlarının, mühendislerinin, eczacılarının hükümetle veya tasarruflarıyla ilgili beyanlarında bu kadar düşmanlaştırma ve hedef haline getirmek bu ülkeye zarardır. Bu kadar ayrıştırmadan sonra ülkenin dar ve zor zamanında bu insanları nasıl bir araya getireceksiniz? Meslek kuruluşlarının önündeki ‘Türk’ ve ‘Türkiye’ ifadesini silmekle vatandaşlığımızdan bir kaybımız olmaz ancak bu ifadelerin kaldırılmasını kendi adıma hakaret ve haksızlık olarak görüyorum.”

GENEL KURUL’DA TTB TEPKİSİ

Öte yandan TBMM Genel Kurulu’nda iktidar partisinden bir milletvekilinin TTB ile ilgili ifadeleri üzerine söz alan CHP’li İrgil, “En sonunda bir fanatik çıkacak birini vuracak. Göz göre göre yalan söylüyorsunuz” diye tepki gösterdi.

AKP Milletvekili İsmail Tamer’in 2015 yılında şehit edilen Dr. Abdullah Biroğlu ile ilgili açıklamada bulunmadığını iddia ettiği TTB’nin gerçek vatansever tabipleri temsil etmediğine ilişkin ifadesini eleştiren İrgil şunları söyledi:

“Son günlerde, bu terör eylemlerini ve terörle mücadeleyi bahane ederek çok ciddi bir düşmanlaştırma ve ciddi bir algı üretme çabası var. Türk Tabipleri Birliği sitesinin ana sayfasındaki 2 Eylül 2015’teki açıklamada; 

TTB : Acımız derin, öfkemiz büyük, bir terör eylemine kurban verdiğimiz meslektaşımız Doktor Abdullah Biroğul’a veda ettik. PKK terör örgütü tarafından yolu kesilerek, aracı taranarak katledilen meslektaşımız…’ deniliyor. Geçen hafta gözaltına alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi de bizzat cenazesine katılmış. Üyesi olmaktan onur duyduğum Türk Tabipleri Birliğinin binlerce üyesi gibi hepimiz vatansever insanlarız. Bizleri bugüne kadar tedavi ettiğimiz, ameliyat ettiğimiz hastalarımıza sorun. Bu ülkenin insanlarını ayrıştırmayın.”
(http://www.chp.org.tr/Haberler/4/ceyhun-irgil-bu-ulkeyi-kendine-dusman-etmeyin-artik-67773.aspx, 10.02.2018)
=========================================
Dostlar,

Geldiğimiz yer artık APAÇIK FAŞİZM..
Peki sürdürülmesi olanaklı mı?

TBMM çatısı altında zaman zaman “ilginç” olaylar yaşanıyor. Ne var ki AKP yönetimi Meclis çalışmalarının kamuoyuna yansıtılmasını çok sınırlamış durumda. Halkın vergileri ve elektrik faturalarına eklemelerle finanse edilen TRT’nin kamuoyunun bilgi edinme hakkının gereğini yerine getirmekten iktidar tarafından alıkonması demokrasi ile bağdaşmaz. AKP’nin, TBMM’de yaşananları halkın yeterinde öğrenmesini engellemesi nasıl açıklanabilir?

TBMM, güçler ayrılığına dayalı parlamenter demokratik rejimin kalbidir. Halkın, seçip gönderdiği vekillerin neler söylediğini izleme hakkı engellenebilir mi? Ayrıca TBMM çatısı altında olup bitenlerin demokratik tartışma, hoşgörü, uzlaşma, azınlık oylarına da saygı ve  korunması… gibi izlenerek toplumda da bu davranış kalıplarının yerleşmesi ve demokrasinin yaşamın tüm alanlarında benimsenmesi için son derece önemli bir halk eğitimi aracıdır. AKP’nin TBMM çatısı altında Komisyonlarda ve Genel Kurulda pervasızca şiddette başvurduğu pek çok kez görüldü. Hem sözel hem fiziksel şiddet!

Özellikle eğitim sitemini parçalayıp ilkelleştiren, dincileştiren… 4+4+4 yobaz dayatmasında CHP’li vekiller “resmen” dövülerek salonların dışına atıldı ve deyim yerinde ise, tepelerden talimatlı bu yasa değişikliği “tekme – tokat” TBMM’den geçirildi..

16 Nisan 2016 halkoylaması öncesi Anayasa değişiklikleri görüşmeleri de TBMM’den yayınlanmadı ve CHP’li İstanbul Vekili Dr. Ali Şeker’in özel teknik çabasıyla adeta TBMM Genel Kurulu salonundan dünyaya pencere açılmış oldu.

Böylesi bir anlayış, kadro ve iktidarın demokrasi – halk – yerli – milli olmakla ilişkisi olabilir mi? Son olarak TTB ve TBB ile ilgili Erdoğan’ın doğrudan şiddet söylemleri gündemde ve zincirleme etkisi gözleniyor. AKP grubundaki kimi kurşun askerler görevdedir.. TTB için yapılan iftira ve söylenen yalanı hekim meslektaşımız Dr. Cüneyt İrgil, belgeli olarak çürütmüştür. Yukarıdan bir kez daha aktaralım :
*****

AKP Milletvekili İsmail Tamer’in 2015 yılında şehit edilen Dr. Abdullah Biroğlu ile ilgili açıklamada bulunmadığını iddia ettiği TTB’nin gerçek vatansever tabipleri temsil etmediğine ilişkin ifadesini eleştiren İrgil şunları söyledi:

“Son günlerde, bu terör eylemlerini ve terörle mücadeleyi bahane ederek çok ciddi bir düşmanlaştırma ve ciddi bir algı üretme çabası var. Türk Tabipleri Birliği sitesinin ana sayfasındaki 2 Eylül 2015’teki açıklamada; ‘TTB : Acımız derin, öfkemiz büyük, bir terör eylemine kurban verdiğimiz meslektaşımız Doktor Abdullah Biroğul’a veda ettik. PKK terör örgütü tarafından yolu kesilerek, aracı taranarak katledilen meslektaşımız… deniliyor. Geçen hafta gözaltına alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi de bizzat cenazesine katılmış. Üyesi olmaktan onur duyduğum Türk Tabipleri Birliğinin binlerce üyesi gibi hepimiz vatansever insanlarız. Bizleri bugüne kadar tedavi ettiğimiz, ameliyat ettiğimiz hastalarımıza sorun. Bu ülkenin insanlarını ayrıştırmayın.”

Erdoğan, ülkedeki gerilim “politikası“nın ne yazık ki başlangıç odağıdır ve zincirleme olarak tabana dek yayılmakta, Ulusumuz düşman kamplara ayrıştırılmaktadır. Bundan asla hayır çıkmaz ülkemize. Ayrıca “bu politika” demek de gerçekte siyaset bilimi bakımından tam doğru değildir. Batı dillerinde, örn. İngilizcede “poitika” için 2 ayrı sözcük var..

1. Politics
2. Policy

Türkçede, Arapçadan alınma “siyaset” ve Batı dillerinden alınma “politika” olmak üzere 2 sözcük eşanlamlı olarak kullanılmakta. “politics” gündelik siyaset anlamında ve Türkçedeki 2 sözcük de buna denk düşmekte. Ancak “Policy” sözcüğü, sorunların çözülmesinde  kullanılabilecek bilimsel politika seçenekleri anlamındadır. Ne var ki Türk siyasal yaşamı bu boyutu ve işlevi ile politikaya epey yabacı ve uzaktır.

Bu sitede epey yazdık.. Bir kez daha yazalım :

  • Siyaset kurumu başına buyruk, “ben seçimle geldim” diye pervasız davranma hak ve yetkisine sahip değildir!
  • Bir kez hukuk devletinde hukukun üstünlüğü sınırlayıcıdır.
  • Demokrasilerde demokratik toplum düzeninin gerekleri ve bu düzenin evrensel kabul gören kuralları ve
  • küresel toplumda uluslararası hukukun bağlayıcı düzenlemeleri söz konusudur.

Halk, siyasal partilere – kadrolara oy verirken temelde pragmatik beklentisi, “kendisi için en iyisinin yapılması” dır; desteklenen siyasal kadronun başına buyruk dilediğini yapması değildir!

AKP kadrolarının tümünün bu siyaset bilimi temel ilkelerinden bütünüyle habersiz olduğu varsayılamaz. O zaman son ve 2. seçenek geriye kalmaktadır ki, AKP iktidarı, başta Erdoğan olmak üzere bilerek ve isteyerek bu yöntemi, şiddet – nefret – kin – ayrıştırma – düşmanlaştırma – kutuplaştırma söylem ve eylemini bilerek ve tasarlayarak kullanmaktadır. Hem siyaseten hem hukuksal olarak bu davranış demokrasi – hukuk dışı hatta suçtur. Nitekim Dr. İrgil de kaygısını açıkça dile getirerek, insanların hedef gösterildiğini, bir fanatiğin çıkıp birini vurabileceğini endişe ile belirtmiştir.

Dr. İrgil, CHP’nin Bursa milletvekili, başarılı ve saygın – ağırbaşlı bir siyasetçi ve yine aynı ölçülerde başarılı – saygın – hümanist bir genel cerrahtır. Yukarıya aktardığımız söylemini TBMM’de bir basın toplantısı ile kamuoyu ile paylaşabilmiştir; TBMM genel kurulunda değil. Bilindiği gibi AKP, TBMM İçtüzüğünde değişiklik yaparak vekillerin söz alma hak ve sürelerini oldukça kısıtlamıştır.

Basın aracılık etmese idi bizler Dr. İrgil’in bu son derece önemli sözlerini nasıl öğrenecektik? Dolayısıyla anayasalarda basının özgür olduğu ve sansür edilemeyeceği kuralları vardır. Bizim 1982 Anayasamızda da açık kurallar konmuştur. Dahası, Basın Osmanlı döneminde 24 Temmuz 1876’da sansürden kurtulmuştur. Oysa günümüzde AKP iktidarı, her geçen gün hak ve özgürlükleri sınırlamakta, baskıcı – totaliter- despotik bir düzene Türkiye’yi sürüklemektedir. Nereye dek? Bunun bir sınırı olmayacak mıdır?

  • Geldiğimiz yerde Erdoğan’ın ağzından çıkan da – çıkmayan da yasa olmuştur açıkça!

Erdoğan açıkça, “öfke de bir hitabettir..” anlamında sözler kullanmıştır. Bilerek ve isteyerek bu sakıncalı yöntemi kullanmaktadır. Ama artık bıçak kemiği kesmeye başlamıştır. Bunca uyarı ve olumsuz gelişmelere karşın AKP = RTE baskıcılığı sürdürür ise, ülkemizde çok daha kaygı verici gelişmeler yaşanabilir. Öküzün altında buzağı arandığı günlerdeyiz ne yazık ki. Sözlerimiz çarpıtılıp sündürülerek “halkı …….. na teşvik etmek… teröre teşvik – destek…” gibisinden akla – vicdana sığmaz yaftalarla nitelenebilir. Oysa tam da tersine, böylesi sıkıntılar doğmasın diye yurttaş sorumluluğu ile kaygılarımızı paylaşmaktayız. Aydın sorumluluğumuzun kaçınılmazıdır yazdıklarımız.

Anayasaların başlangıç bölümlerinde, baskıcılıkla meşruluğunu yitiren iktidarlara karlı halkın meşru direnme hakkını kullandığı.. tümceleri yer alır. İçtenlik ve iyiniyetle bir kez daha uyarıyoruz : AKP iktidarı bu sınırları zorlamaktadır hatta aşmıştır. Bu acı ve tehlikeli gerçekle yüzleşmesi gereklidir. Ülkemizde daha büyük acıların yaşanmaması için demokratik toplum düzenine hızla dönülmesi zorunludur. Yazımızın başında yer alan soru tümcesini yanıtlayalım :

Geldiğimiz yer artık APAÇIK FAŞİZMDİR ve Türkiye’de sürdürülmesi olanaksızdır!

 Sevgi ve saygı ile. 10 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

“Eğitimimizin Son 15 Yılı ve Seçeneklerimiz” Eğitimde 15 yıldır yapılanlar Anayasayı ihlâl suçudur

EĞİTİM-İŞ, ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ve TÜMÖD EĞİTİM KURULTAYI

“Eğitimimizin Son 15 Yılı ve Seçeneklerimiz”
Eğitimde 15 yıldır yapılanlar Anayasayı ihlâl suçudur

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Ulusal Eğitim Derneği, Eğitim İş Ankara 1 ve 2 no’lu Şubeleri ile Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD)’nin girişimiyle 07 Ekim 2017 Cumartesi günü Ankara’da düzenlenen “Eğitimimizin Son 15 Yılı ve Seçeneklerimiz” konulu sempozyumda (AS: kurultayda) AKP iktidarları süresince yaşanan eğitim sorunları gündeme taşındı. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde gerçekleşen üç oturumluk sempozyumun ilkinde Eğitimde Gericileşme konusu işlendi. Ulusal Eğitim Derneği Genel Başkanı Nazım Mutlu’nun yönettiği oturumda Prof. Dr. F. Dilek Gözütok ders programlarına, Prof. Dr. Firdevs Gümüşoğlu da ders kitaplarına yansıyan boyutlarıyla konuyu ele aldı. Bu oturumda Eğitim İş Ankara 2 no’lu Şube Başkanı Banu Günüç okullardaki gerici uygulamaları, CHP milletvekili Dr. Ceyhun İrgil de gerici kadrolaşmayı anlattı. (danışmanı – temsilcisi aracılığıyla).

Sempozyumun “Eğitimde Özelleştirme” başlıklı ikinci oturumunu ise Prof. Dr. Tülin Oygür yönetti. Bu oturumda Dr. Ayhan Ural özel okulları, Hüseyin Canerik hizmetlerin özelleştirilmesini, gazeteci-yazar Rıza Zelyut ise MEB’in çeşitli kuruluşlarla (dinci vakıflar vd.!) işbirliğini ele aldı.

Sempozyumun “Biz Ne İstiyoruz?” başlıklı üçüncü ve son oturumunu Suay Karaman yönetti. Bu oturumun konuşmacılarından Prof. Dr. Semih Koray “Nasıl Bir Eğitim İçeriği?”, Prof. Dr. Recep Akdur “Nasıl Bir Öğrenme Ortamı?” ve Prof. Dr. Hüseyin Başar da “Nasıl Bir Öğretmen?” sorularına yanıt aradı. Elçin Güneş’in sunuculuğunu yaptığı sempozyum, Ayhan Sarıhan’ın yönettiği tartışma ve sonuç bildirgesinin okunmasıyla sona erdi.

Sonuç bildirgesinde aşağıdaki saptama ve önerilere yer verildi:

SAPTAMALAR

  1. Eğitimin temel araçlarından biri olan ders programları yetkin olmayan kadrolarca Türk Milli Eğitiminin amaçlarına ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak hazırlanmıştır. Programlar gericileştirilmiş, bilim dışına kaydırılmış, Cumhuriyet, Atatürk ve bilim karşıtı bir içeriğe büründürülmüştür.
  2. Eğitimin bir kamu hizmeti olması gerekirken özel okulculuk desteklenmiş, kamu kaynakları bu alana aktarılmış, eğitime erişimde derin bir fırsat eşitsizliği yaratmıştır.
  3. 4+4+4 modeliyle eğitim kesintili hale getirilmiş, açık okullar aracılığıyla öğrenciler örgün eğitimin dışına çıkarılmıştır.
  4. Ders kitaplarında toplumsal roller ve işlevler cinsiyete göre farklılaştırılmış, kadının işlevi ev işleriyle sınırlandırılmış, kadın toplumsal yaşamın dışında bırakılmıştır. Öğrencilere böyle bir rol benimsetilmek istenmiştir. 70 yıl önce başlayan bu süreç, son 15 yılda önemli ivme kazanmıştır.
  5. Eğitim kurumlarındaki yöneticilerinin belirlenmesinde liyakat terk edilmiş, siyasal tercihler öne çıkmıştır. Eğitim yöneticilerinin yüzde 84’ü iktidarın güdümündeki bir sendikanın üyesidir.
  6. Bir yandan imam hatip okullarının sayısı artırılmış bir yandan da eğitimin her kademesi ve türündeki okullar dinsel içerikli seçmeli derslerle ve uygulamalarla imam hatipleştirilmiştir.
  7. Din eğitimi anaokuluna dek indirilerek somut öğrenme dönemindeki çocuklar soyut kavramlarla dinsel inanç bağlamında şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
  8. MEB, müftülükler, tarikat-cemaat vakıfları ve benzer kuruluşlarla protokoller imzalayarak bir yandan eğitimin laik ve bilimsel yapısını ortadan kaldırmış öbür yandan da kamu kaynaklarını bu kuruluşlara aktarma olanağı sağlamıştır.
  9. Karma eğitimden aşamalı olarak vazgeçilmekte; okullarda, yurtlarda erkek ve kız öğrencilerin kullandığı mekânlar (sınıf, kat, yurt binası, merdiven, kantin vb.) cinsiyete göre ayrılarak kız ve erkek öğrenciler birbirine yabancılaştırılmaktadır.
  10. Eğitim kuruluşlarında hemen her tür hizmet, hizmet satın alma yoluyla gerçekleştirilmekte; bu da hizmetin denetlenebilirliğini ortadan kaldırmaya ve hizmetin gereği gibi yapılmamasına yol açmaktadır.
  11. FATİH Projesi, okullarda bir teknoloji çöplüğü yaratmıştır. Projenin ihaleleri Kamu İhale Yasası’nın dışında tutulmuş; harcamalarda saydamlığın, hesap sorulabilirliğin ve hesap verilebilirliğin önü kapanmıştır.
  12. Ders programlarının hazırlanmasında yabancı emperyal kuruluşlar söz sahibi kılınmıştır.
  13. Her yıl değişen ders programları nedeniyle yıl sonunda biriken atık kitap ve yardımcı materyaller büyük bir kamu israfına yol açmaktadır.
  14. Ulusal ve uluslararası ölçmeler, öğrencilerimizin her alandaki başarı düzeyinin sürekli gerilediğini göstermektedir.
  15. Üniversitelerin gereksinimlerini karşılamada bağımsız davranabilme yetenekleri ellerinden alınmıştır.
  16. Eğitim alanında son 15 yıldır yapılagelen işler, Anayasayı ihlâl suçu oluşturmaktadır.

ÖNERİLERİMİZ

  1. Eğitim; uluslaşma, aydınlanma ve demokratik devrime hizmet edecek biçimde kurgulanmalıdır.
  2. Eğitimin içeriğinin kurgulanmasında Atatürk ilke ve devrimleri esas alınmalıdır.
  3. Ders programları ulusal, bilimsel ve laik bir yaklaşımla yeniden yazılmalı, alan bilgisinin gerekleri doğrultusunda yapılandırılmalıdır.
  4. Eğitimin her alanında Köy Enstitülerinin zengin deneyimlerinden yararlanılmalıdır.
  5. Özel okullar kamulaştırılmalı ve kamu kaynakları devlet okullarına aktarılmalıdır.
  6. Eğitim, okul öncesinden üniversite sonuna kadar parasız olmalıdır.
  7. Eğitim-öğretimi kesintili hale getiren 4+4+4 modeline son verilmeli,
    temel eğitim zorunlu ve kesintisiz kılınmalıdır.
  8. Açık okullar aracılığıyla örgün eğitimden alıkonan öğrencilerin tümü örgün eğitimin içine alınmalıdır.
  9. Özerkliği kaldırılmış üniversiteler yeniden özerk yapısına kavuşturulmalıdır.
  10. Nitelikli öğretmen yetiştirilebilmesi için eğitim fakülteleri bütün yönleriyle yeniden programlanmalı, öğretmen formasyonlarına dönük ciddi önlemler alınmalıdır.
  11. Öğretmen yetiştirmede kuramsal bilgilerin ezberletilmesi terk edilmeli, mesleksel uygulamaya ağırlık verilmelidir. Öğretmen, öğrenciye öğrenmeyi öğretecek nitelikte yetiştirilmelidir.
  12. Öğretmen yetiştiren kurumlar, öğretmen adaylarını halka hizmet ve önderlik edecek nitelikte yetiştirmelidir.
  13. Özgür düşünceli, bilime inanan, kişilikli kuşakların yetiştirilebilmesi için öğretmenler de bu nitelikleri taşıyacak biçimde yetiştirilmelidir.
  14. Ders kitaplarının hazırlanmasında alanlarının uzmanı olan öğretmenlerle çalışılmalı;
    içerikler laik, modern, çağdaş yaşamın gereklerine dayandırılmalıdır.
  15. Bilgi yanlışlıkları ve anlatım bozukluklarıyla dolu ders kitapları yeniden gözden geçirilmelidir.
  16. Nitelikli bir eğitim için fiziksel koşullar, insan gücü ve düşünsel yapı bakımından uygun,
    sağlıklı eğitim ortamları yaratılmalıdır.
  17. Ülkemizin gereksinimlerini karşılayacak büyüklükte ve bilimsel ilkelere uygun eğitim programları, öğretim teknolojisi, ölçme-değerlendirme merkezi kurulmalı;
    ölçme-değerlendirme merkezi özerk olmalıdır.
  18. Büyük bir kamu israfına yol açan atık kitap ve eğitim materyalleri yıl sonunda toplanıp
    yeniden kullanımı sağlanmalıdır.
  19. Kolej ve temel lise tipi okullar yeniden düzenlenmeli, imam hatiplere dönüştürülen okullar ise önceki konumuna kavuşturulmalıdır.
  20. Yarışmacı, rekabetçi ve sınav odaklı bir sisteme karşı olmakla birlikte;
    yalınlaştırılmış, uzmanlara danışılarak nesnel bir ölçme sistemi yapılandırılmalıdır.
  21. Bilimle, halkla, üretimle bütünleşmiş, Atatürk’ün yolunda bir eğitim sistemi inşa edilmelidir.
  22. Bu sempozyumdan düzenleyici kuruluşların başını çektiği bir eylem planı çıkarılmalıdır.
    ======================================
    Dostlar,

    Düzenleyici her 3 kuruluşun da üyesiyiz. Kurultaya sabahtan – akşama katıldık, özenle dinledik ve notlar aldık. Kapanış oturumunda, tanınan 5 dakika içinde sonuç bildirgesine ve toplantının bütününe dönük önerilerimizi kurula sunduk. Emek veren herkese teşekkür ederiz. Ne yazık ki yandaş ve yanaşma kokuşmuş basın ilgi göstermedi. Aydınlık ve Ulusal Kanal sınırlı yer verdi. Oysa gün boyu alanın uzmanları son derece önemli saptamalarda bulundular ve çooook işe yarayacak öneriler sundular.

    CHP’nin “EĞİTİM’in ÜÇ ŞARTI” kurultay raporunu değerlendirirken de bu metnin özetinin altında değerlendirmeler yapmıştık. Bu içeriği 07 Ekim 2017 Kurultayı sonunda da özetle sunduk :
    *********
    http://ahmetsaltik.net/2017/10/10/chpnin-egitim-calistayi-raporu-tamamlandi-egitim-cemaatlere-teslim-edildi/

    • AKP’nin ülkemize en çok zarar veren – yıkım getirecek olan dayatması hatta saldırısı,
      Ulusal EĞİTİM SİSTEMİNE yapılan ihanettir. Evet, bu girişim tam bir İHANETTİR!

    BİLEREK VE İSTEYEREK, TASARLANARAK YAPILMAKTADIR ve

    • Tam anlamıyla CUMHURİYETE ŞAH MAT HAMLESİDİR!

    Bu bağlamda yazdığımız makaleyi daha önce sitemizde yayınlamıştık, okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

    MÜFREDAT DEĞİŞİKLİĞİ CİHAT İLANI İLE “ŞAH MAT” HAMLESİ Mİ??!

    07 Ekim 2017 günü Ankara’da, 3’üne de üye olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği, EĞİTİM-İŞ TÜMÖD‘ün bir Eğitim Kurultayı yapıldı. Bu toplantıda da benzer düşüncelerimizi dile getirdik. AKP’yi bu akıl ve bilim dışı vahşi – acımasız – dinci – kinci – yıkıcı saldırıyı durdurmaya çağırdık. Topluma, ülkemize yönelttiği malign enerjiye son vermesi çağrısı yaptık.

    Bu saldırının mutlaka def edilmesi gerek..

    Aileler (veliler) + Öğretmenler + öğrenciler birlikte direnmeli..
    Bu tutum ulusal ve uluslararası hukukta meşru bir direnme hakkıdır.

    AKP’nin bu insanlık dışı dayatması yalnızca akla ve bilime aykırı değil!
    Anayasa’nın Başlangıç bölümü, 2, 5, 10, 24, 42, 90 ve 174. maddelerine açıkça aykırı!
    Bu durumda Danıştay’ın ilgili Yönetmeliği oyala(n)madan mutlaka iptal etmesi beklenir.
    AKP yasal düzenleme ile ısrar ederse bu kez Anamuhalefet CHP Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu yapmalıdır (AY md. 150).

    Ayrıca başta AİHS, İHEB, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi olmak üzere Anayasa md. 90/son uyarınca iç hukukumuza malolmuş uluslararası anlaşma ve sözleşmeleri de AKP = RTE zerrece takmamaktadır! Zorunlu din derslerinin kaldırılmasına ilişkin AİHM’nin Büyük Dairede kesinleşmiş 3 kararını AKP = RTE inatla ve pervasızca uygulamamaktadır.

    Bu tutum Türkiye’yi, hukuk tanımayan  “haydut devlet” statüsüne düşürebilir.
    Ardından da uluslararası toplum ve sistem ülkemize kapsamlı yaptırımlar uygulayabilir.

    Hedef açıkça ilan edilmiştir :

    • DİNCİ – KİNCİ molla, meczup ve de mensup müritler yetiştirmek!

    Bu yolla kitleleri devşirip oy deposu yapmak ve bir din devleti – sultanlık kurup ölene dek iktidarda kalmak, hesap vermemek, sonrasında da cülus! (İktidarın babadan oğula geçmesi..)

    Tasarım korkunç, dehşet verici, mide bulandırıcıdır, isyan ettiricidir.
    Bu dayatma ayrıca açık suçtur, üstelik insanlığa karşı suçtur, zaman aşımı yoktur.
    Uluslararası toplum ve kurumların BM sistemi bağlamında ülkemizin içişlerine karışmadan AKP = RTE‘yi uyarması gerekmektedir.

    • Ortadoğu’da, Avrupa’nın bitişiğinde, Türkiye’de yepyeni bir dinci – karanlık – şeriat devleti ciddi bir stratejik küresel tehdittir!

    Gerçekte AKP iktidarının meşruluğu da kalmamıştır!

    16 Nisan 2017 halkoylamasına YSK eliyle hile karıştırıldığı ve sonucun tersine döndürüldüğü iç ve dış kamuoyunda ezici bir kabul görmektedir. AKP iktidarı böylesi bir zeminde, yitirdiği iktidar kaynağını meşruluğunu son derece şaşkın durumda ve patolojik yollarla sürdürebilme hezeyanı içinde!

    Durum çooook kritik..

    Sevgi, saygı ve derin kaygı – endişe ile. 10 Ekim 2017, Ankara
    *****

     

     

    Sevgi, saygı ve derin kaygı – endişe ile.
    11 Ekim 2017, Ankara


    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

Başkan girmeyen eve doktor girer!

Aman diim ha…
Başkan girmeyen eve doktor girer!

portresi_Yimaz_Ozdil_yazdi

Yılmaz ÖZDİL, 09.01.2016, SÖZCÜ

Meclis’in çoğunluğu saçma sapan tiplerden oluşuyor ama, varlığıyla onur duyduğumuz milletvekilleri de var. Dr. Ceyhun İrgil mesela… Bursa milletvekili. Hekim.
Çıktı meclis kürsüsüne “yeni anayasa” tartışmalarıyla resmen uyutulan, gerçekleri görmemesi için adeta uyuşturulan milletimize hitaben, tek tek anlattı.

  • “Devlet hastanelerindeki ölüm oranı %40 arttı. Devlet hastanelerinde 2010’da 83 bin kişi yaşamını kaybederken, 2014’te 114 bin kişi yaşamını yitirdi. Çünkü… Durumu kritik hastaların çoğuna özel hastanelerde bakılmıyor, zordaki hastalar Özel’den devlete sevkediliyor, ;
    devlet hastanelerinde yeterli bakım sağlanamıyor, bu ağır istatistikler oluşuyor.”
    *
    “Hekime başvuru rakamlarına bakalım… AKP iktidara geldiğinde 2002’de 209 milyon insan hastaneye gitti. 2014’te bu rakam 644 milyon oldu! Ülke nüfusunun neredeyse dokuz katı.”
    *
    “2002’de 769 milyon kutu ilaç satıldı. 2014’te 1 milyar 970 milyon kutu ilaç satıldı.”
    *
    “Acil servise başvuran vatandaş sayısı kaç biliyor musunuz? 100 milyon! Ülkenin nüfusu 78 milyon… Dünya rekorudur bu. Dünyada nüfusundan daha çok acile başvuran tek ülke, biziz.”
    *
    “Çünkü… Acil servise gidince fark ödemiyorsun. İnsanlarımız iki – üç lira farkı bile ödeyemeyecek durumda olduğu için, acil servislere yığılıyor. Kadının çocuğu ateşleniyor,
    farkı ödeyebilecek durumda olmadığı için mecburen akşamı bekliyor, acil servise götürüyor.”
    *
    “2002’de bu ülkede 2 milyon kişi ameliyat olmuştu. 2014’te kaç kişi ameliyat olmuş? 14 milyon! Bunun nedeni ne? Halka hizmet mi? Hayır. Bunun adı, performans… Hükümet, performans
    adı altında, doktorlara hastanelere ameliyat karşılığı para ödüyor, bu yüzden habire ameliyata yükleniliyor.”
    *
    Bıçak parası kaldırıldı deniyor. Halbuki, bıçak parası resmileştirildi. Özel hastanelere giden vatandaşlar %200 fark ödüyor. (AS: 2008’de % 20 ile başlanmıştı..) Bu farkın adı ne Allah aşkına? Bıçak parası işte o… Açıktan alınan bıçak parası, resmi bıçak parası haline geldi.“
    *
    “Bu performans sistemi nedeniyle, bu gidişle, memlekette neşter değmeyen insan kalmayacak!”
    *
    “Milleti kandırmayalım. Madem sağlık sisteminde her şey yolunda… O halde neden insanlarımız hastanede yer bulabilmek için, ameliyat olabilmek için habire bizi,
    milletvekillerini arıyor?”
    *
    “AKP yalnızca parası olanların sağlıklı hizmet alabildiği bir sistem yarattı. Katkı payı,
    katılım payı, reçete parası gibi çeşitli yollarla fark ücreti alarak, hasta vatandaşları
    müşteri konumuna getirdi.” (AS: AKP’nin ilk Sağlık Bakanı R. Akdağ bunu açık açık söylemişti; Milliyet, 26 Temmuz 2003)
    *
    “Piyasacı sağlık hizmetiyle anne ve bebek ölüm hızları arttı. Anne ve bebek ölümlerini bile küçük göstermeye çalışıyorlar, TÜİK rakamlarını bile küçük göstermeye çalışıyorlar.”
    *
    “Şimdi ne yapıyorlar? Şehir hastaneleri yapıyorlar. Şehir hastaneleri, özelleştirmenin
    Truva atıdır. Adama arsayı buluyorlar, adam o arsaya bina yapıyor, o binayı o adama
    49 yıllığına kiralıyorlar, %70 doluluk güvencesi veriyorlar, doktoru hemşireyi Devlet veriyor, doktorun hemşirenin maaşını Devlet veriyor, hastanenin gelirini o adam alıyor;
    binadaki kafeterya, kuaför gibi işletmeler bile o adama ait oluyor.
    Böyle bir şey dünyada nerede var?”
    *
    “Şehir hastaneleri, kamu-özel ortaklığı kisvesi altında, kamu adını kullanarak,
    küresel sermayeye kaynak yaratıyor. Halkın sağlığı, yandaş işadamlarına pazarlanıyor.”
    *
    “Sağlık çalışanlarının özlük hakları verilmiyor. Fazla mesaiye zorlanıyor.
    İtiraz edenler sürülüyor, taciz ediliyor.”
    *
    “Altı bin doktor istifa etti. Şu anda devlet hastanelerinde kritik ameliyatları yapacak adam yok. Bursa Devlet Hastanesi’nde mesela, neredeyse beyin ameliyatı yapılmıyor, tümör ameliyatı yapılmıyor.”
    *
    “Sağlık personeli mutsuz, bıkkın… Nasıl sağlık hizmeti verecekler?”
    *
    “Her dört sağlık çalışanından biri taşeron… Taşeron kafayla sağlık hizmeti olur mu?”
    (AS: “Taşeron” değil “Taşeron elemanı” demek gerekiyor.. Taşeron altişverendir,
    çalışan değildir.. İnsan çalıştırır.. Çalışanlar taşeron değil, taşeron elemanı olabilirler..)
    *
    “Eğer sağlığı bu taşeron kafayla yürütmeye devam ederseniz, bunun acı sonuçlarını gün gelir, herkes sevdikleriyle öder. Sağlık denilen kavram, ne ekonomiye benzer, ne siyasete benzer. Unutulmasın… Dünyada sağlıktan, hastalıktan daha demokratik bir şey yoktur.
    Bu meclis bile hastalıktan daha demokratik değildir.”
    *
    (Nedir bu hastalık-demokrasi ilişkisi diye merak ettim. Biraz daha açması için değerli vekil Ceyhun İrgil’i aradım. İzah etti.)“Dünyada en demokratik kavram, hastalıktır. Etnik köken, mezhep, cinsiyet, zengin-fakir ayırmaz, herkese eşit davranır, kimseye ayrıcalık tanımaz. AKP’linin prostatı da aynıdır, CHP’linin prostatı da… MHP’linin diabeti de aynıdır, HDP’linin diabeti de… Bu nedenle, sağlığın siyaseti olmaz. Asla olmamalı. İngiltere kraliçesine hangi ilacı veriyorsan,
    aynı hastalıktan muzdarip Fatma teyzeye de aynı ilacı verirsin. Sağlık hizmetinde lüks olmaz. İnsanlarımız parası olsa da olmasa da ilacını alabilmeli, hekimine ulaşabilmeli.
    İnsan için daima en iyisi olmalı. Eğer sağlığı bu kafayla yürütmeye devam edersek,
    bunun acı sonuçlarını gün gelir, herkes sevdikleriyle öder.”
    *
    Benim anladığım şu :

Asrın liderimizi Başbakan seçtik, Cumhurbaşkanı seçtik, sonuçta turp gibiyiz maşallah…
Yılda  644 milyon kez doktora gidip, 100 milyon kez acil servise yatıp, 14 milyon kez
ameliyat olup, 2 milyar kutu ilaç içiyoruz, sağlık sıhhat afiyetteyiz.

Üstüne başkan seçelim.. Yanaklarımıza renk gelsin.. Ay parçası olalım!

=======================================

Dostlar,

Usta gazeteci, araştırmacı yazar, yurtsever insanımız Sayın Özdil dün de SÖZCÜ‘deki köşesinde son derece başarılı yukarıdaki yazıyı yayımladı. Kendisine teşekkür borçluyuz. Konuşmasını alıntıladığı meslektaşımız Dr. Ceyhun İrgil ve bizim gibi Halk Sağlığı öğretim üyesi olan
hekim eşlerii yakın dostlarımızdır. Dr. İrgil’e bu çok öneml – sağır uyandıracak uyarısı için sağolsun diyoruz..

Umarız AKP’li yetkililer de duyar.. Dünya Bankası – IMF güdümünde sürdürülen
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM saçmalığının daha fazla daytılmasının olanaksılığını
ya da olağansütü yüksek – sürdürülemez faturasını
algılayabilirler..

Hastalar_musteri_olacak_Recep_Akdag

Yıllardır bu sitede yazıyoruz, konferanslarda, derslerde anlatıyoruz..
17 Ocak 2016 Pazar günü Ulusal Kanal’da Alternatif Programında Sayın Sebahattin Önkibar’ın konuğu olacağız (Sabah saat 11:00’e doğru).. Sağlık sisteminde neler yaşandığını, talanı, rantı.. bir kez daha anlatmaya çabalayacağız..

AKP iktidarını bir kez daha, iyice geç olmadan, bu dış güdümlü ve ancak dayatanlara
yararı olacak, ülkemiz – halkımız için ise yıkımdan başka sonuç vermeyen SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM politikasına son vermeye çağırıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
10 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com