Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

HER ŞEY CEHALETTEN   

HER ŞEY CEHALETTEN   

Konuk yazar :
Prof. Dr. Coşkun Özdemir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sayın okur kızma bana, bu sözcüğü kullanmaktan çekiniyoruz.Ama Doğan Kuban, Yılmaz Özdil, Özdemir İnce, Bekir Coşkun cehaletimizin  çok çarpıcı  örneklerini  veriyorlar. Ben de onlardan ilham alıp annelerin 700’üncü kez toplanacakları bu günde rahip sorunu ve ekonomik kriz sürerken bu yazıya oturdum.

Toplum bunalımdan bunalıma sürükleniyor. Televizyonda ardı ardına felaket haberleri trafik kazalarında ölü sayısının 107’ye vardığını bildiriyor. Erzincan’da iki araba çarpışmış 3’ü çocuk 7 ölü. Trafik kurallarına uymayı bilmiyoruz. Akşam saatleri yürüyüşe çıkıyorum. Yaya geçitlerinde bir tek araba yol vermiyor. Bir yabancı, “siz bunları birkaç kişiyi birden haklamak için yapmışsınız” diyor. Metroda engelli ve yaşlılar için yapılan asansörleri kullanmayı da bilmiyoruz. Her gün kadın cinayetleri okuyoruz. Her gün çocuklarını öldüren, intihar eden, balkondan atlayan… Kaybolan yüzlerce çocuk. Bazılarının cesedi bulunuyor.

Anasını babasını öldürenler, ayrıldığı karısına 28 bıçaklı ölümü reva gören erkek oğlu erkekler.. Denizde boğulanlar, rekor düzeyde işçi kaza ve ölümleri. En çok sigara içiyor, en çok cep telefonu kullanıyor, en çok televizyon seyrediyor, en çok kadın öldürüyoruz.

Yolsuzlukta en önlerde olduğumuza kuşku yok. Şu üniversite sınavları sonuçlarına bakın; onbinlerce çocuk sıfır çekiyor. Kadına saygı, kadına eşitlik tanımak bilmediğimiz şeylerden. Türk erkeği kadından itaat bekliyor. Çünkü erkeğe itaat, kadının ibadetidir. Buna inanıyor. Hoşgörü, anlayış, esneklik, sabırla çözüm aramak bilmediğimiz şeylerden. Karı-koca tartışmalarının cinayetle sonuçlanması bundan. Kadın yalnız sokağa çıkmasın, sesli gülmesin, hele kahkaha maazallah, nişanlılar el ele tutuşmasın (Diyanet’ten!).

Doğu ve Güneydoğuda töre cinayetleri süregeliyor. Bilenler Anadolu’da ensestin oldukça yaygın olduğunu yazıyor. Müziğin her türlüsü günahtır. Örtünmeyen kadın fuhuşu davet eder (ilahiyat profesörleri!)..

  • Hele şu Fetoculuğa kapılan yargıç ve generallere diyecek bir şey bulamıyorum.
    Havsalam almıyor. Çetin Altan havsalayı genişletin derdi. Hangi ortamda yetişti bunlar?

Göz zinasından ötürü kadın meslekdaşlarının yüzüne bakamazlarmış. Görüyor musunuz en yaşamsal kararlara imza atan yüksek yargıçlarımızı.?

Kadına saygıyı, eşitliği Atatürkle öğrendik.

Daha doğrusu öğrenmeye çalıştık. Ama Atatürk 100 yıl yaşayamadı. O mucizeyi çabuk yitirdik. O’nun ardından yobazlar, dini – islamı saptıranlar yönetimde hatırı sayılır bir yer kazandılar (Yaşar Nuri de çabuk gitti!) Neo-emperyalizm bundan büyük yarar sağladı.

  • Aydınlanmacı bir eğitimin önünü kestiler.
  • Köy enstitülerini, halkevlerini kapattılar.

    Ey Türkiyeyi yönetenler!   

    Ey Erdoğan, ey Bahçeli, ey Kılıçdaroğlu, ey Akşener..
    Ey Türkiye’nin  güçlü ayrıcalıklı insanları, işçi örgütleri, eğitimciler, psikolog   ve sosyologlar, yurdunu ve halkını sevenler, birçok olumsuzluğun nedeni olan temeldeki yozlaşmayı, bozukluğu, cehaleti yadsımadan halkımızın eğitim, aydınlanma, bilinçlenme yoksunluğunu hep birlikte göz ardı etmeden, illüzyona başvurmadan, bir çare bir çözüm aramalıyız.

    Kadın gayri  meşru çocuğunu boğuyor, intihar etmek istiyor yapamıyor. Bu ve benzeri sayısız dramları görüyor musunuz? Yazıktır insanlarımıza. İyi düşünelim, hapislerle, idamlarla hiçbir şey düzelmez. Bu iyice hasta, sağlıksız toplumun kurbanları bunlar. Yüzbinlerce, milyonlarca. Hamasetle, övünmelerle gerçeği değiştiremeyiz. Çok ama çok acı sayısız dram yaşanıyor bu ülkede.

    Demokrasiyi de bu koşullarda beceremiyoruz.

  • Hayır ayni gemide değiliz!

    Ülkede 505 hapishanemiz var. 3 bin çocuk (intihar edenler var!) ve 150 bebek hapiste. Bölünmüş, kutuplaşmış bir toplumuz.

    Gerçekleri görüp hep birlikte rasyonel çareler aramalıyız. Tez elden gecikmeden.
    =================================
    Dostlar,

    Sn. Prof. Dr. Coşkun Özdemir‘i sitemiz okurları tanıyorlar sanıyoruz.
    Bizim İstanbul Tıp Fakültesinden hocamız.
    Sonra yurtsever eylemlerde (örn. Silivri ziyaretlerinde, Uğur Mumcu anmalarında) dava arkadaşımız..

    Geçtiğimiz günlerde cep telefonuna bir what’s up iletisi yolladık. Sağlık Hukuku alanında tamamladığımız Yüksek Lisans (Master) tezimizin power point yansılarının web sitemizden indirilebilmesi için erişke (link) idi. Hocamız cepten aradı, görüşemedik, SMS yolladı, ”adını görüyorum ama bir şey açamıyorum!’‘ diye. Az önce kendisini aradık ve bilgi sunduk. Çok sevindi ve öğrenmenin yaşı mı olurmuş.. dedi. Bilgisayarında web sitemize girecek ve o erişkeyi tıklayacak.. Olmazsa dosyayı doğrudan yollarız e-ileti adresine..

Prof. Coşkun Özdemir hocamız hala, ülkemizin dertleriyle dertleniyor. Yukarıdaki yazısı da kanıtı.. Bize, 89 yaşında olduğunu, gelecek yıl 22 Mayıs’ta 90. yaşını kutlayacağını söyledi. Biz de O’na dalya (100 yıl) diledik. ”Gelirsin, değil mi?” dedi. Seve seve.. dedik. ”Not et” dedi, ettik.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir, yetkin bir Nöroloji uzmanı olarak, hala, KASDER’de (Kas Hastalıkları Derneği) çok zor durumdaki Kas hastalarına şifa vermeyi sürdürüyor gönüllü derneğinde.. Her yıl kira sözleşmesi bittiğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ”çık” diyor. Oysa orada karşılıksız bir halk sağlığı hizmeti veriliyor. Belediye yasaları bu tür hizmetlerin verilmesini ve verenlerin desteklenmesini uygun buluyor. Öte yandan, dinci – yandaş vakıf ve derneklere, Erdoğan’ın oğlu Bilal‘in girişimlerine bina bağışlandığını bile okuyoruz basından..

  • Bu ne acımasız, ilkesiz, vicdansız, hukuksuz, etiksiz ve din dışı ayrımcılık ve kin – nefrettir!

Dindar geçinen bir iktidara yakışıyor mu? Neden o binayı simgesel bir kira ile diyelim yılda 1 TL ile kamu yararına hizmet sunan bu Derneğe vermezsiniz? Boya – bakımını yapmazsınız?

Coşkun Özdemir hocamız, Cumhuriyet’in ürünü bir Aydınlanmacı hekimdir.
Bu ülke, Prof. Coşkun Özdemir gibilerin ölçüsüz özverisiyle sırtında ayakta durabilmektedir.
Bu kritik gerçekliği, başta AKP iktidarı olmak üzere herkesin, üstelik gecikmeden kavramasında büyük yarar vardır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

DEMOGRAFİK DİNAMİT

DEMOGRAFİK DİNAMİT

Konuk yazar :
Av. Hüseyin Özbek

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Babam, kısadan önü alınabilecekken ihmal nedeniyle ölümcül sonuçlara yol açan hastalıklar için; “Dirhem ile girer batman ile çıkmaz” derdi.
Benzetme, kişisel sağlık açısından olduğu kadar toplumsal sağlık açısından da geçerlidir.

Bireysel aymazlığın ceremesini kişiler çeker, toplumsal aymazlığın faturası ise tüm millete çıkar.
Bugünümüzü ve yarınımızı emanet ettiğimiz siyasal iktidarların hataları toplumsal geleceğimizin tümüyle yitirilmesine yol açabilir. Hatanın büyüklüğü hali ise tarih sahnesini sonsuza dek  terk etmeye dek gidebilir.

Ülkenin ve ulusun yazgısı, tarih bilinci ve yönetim ehliyetinden yoksun kimi idarecilerin keyfiliğine bırakılmışsa, çöküş kaçınılmaz demektir.

Stratejide yapılan hataları taktikle düzeltmenin olanaksızlığını tarih bize göstermektedir. Sözü daha çok uzatmadan yakın geçmişte, “Stratejik Derinlik” makyajıyla pazarlanan “Stratejik Cinnetin” faturasını, batman ve dirhem üzerinden ele almanın zamanıdır.

Çizilen pembe tabloların, köpürtülen hayallerin, yükseltilen beklentilerin, Şam’da Emevi Camisinde kılınacak Cuma Namazının erken alınıp, tazelenmeyen abdestinin Türk Milletine maliyeti hiç kuşkusuz bu yazının boyutlarının çok ötesindedir.

Mantıksal içerikten yoksun tekrarların, uluslararası güç denklemini ve ülke gerçekliğini dikkate almayan anlamsız vurguların, kimi dönemler kitleler üzerinde toplu hipnoz etkisi yarattığını tarih bize göstermektedir.

Nasreddin Hoca’nın tantanacılarca iç edilen yorganı misali, Şam’da Cuma Namazı hayaliyle başlayan uzun rüyanın sabahının gerçekliği, 4 milyona yakın Suriye’linin Türkiye’yenin kentine köyüne, dağına ovasına yayılmış olmasıdır!

Toplumsal huzur, ülke güvenliği, hukuk düzeni, demokratik rejim ve gelecek açısından ağır sorunlara yol açması kaçınılmaz bir demografik dinamit ne yazık ki Türkiye’nin kucağındadır! Daha vahimi, Türkiye’nin, her an patlamaya (patlatılmaya) hazır bu demografik dinamiti zararsız hale getirecek devlet aklından yoksun bir görüntü vermesidir!

Buraya dek yazdıklarımızı özetleyelim: Türkiye’nin Suriye’ye yönelik stratejik cinneti, akıl ve gerçeklik dışı bir siyasal şizofreninin kaçınılmaz sonucudur. Şark Meselesinin (Doğu Sorunu) güncellenmişi olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ise, oyun kurucu emperyal aklın stratejik atağıdır.

Türkiye’nin toplumsal dengelerini, uluslaşma sürecini, güvenlik ve huzurunu paramparça edecek dört milyona yakın Suriye’linin Türkiye’ye yığılmasının kamuoyuna onaylatılması, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü ve Ensar – Muhacirin söylemi üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Tarihten hiç kuşkusuz ders alınmalıdır. Fakat tarihte yaşananların, dönemin koşulları, tarafların konumları ve talepleri, sosyo-ekonomik yapı, neden – sonuç ilişkisi göz önüne alınmadan bire bir yinelenmesini beklemek bilim ve mantık dışı bir durumdur.

İslam Peygamberi Hz. Muhammed (M.S. 570-632) döneminde Mekke’nin nüfusu 25 bin, Medine’nin nüfusu 10 bin dolayındadır. Hz. Muhammed’in ardından Mekke’den Medine’ye göç etmek zorunda kalan Müslümanların (Muhacirin) sayısı 186 kişidir.

Bu denli az sayıdaki göçmenin (muhacirin), yeni göçtükleri kentin dengelerini alt üst etmeleri şöyle dursun, ekonomik ve sosyal yaşamın gelişmesine ciddi katkıları olmuştur. Üstelik Mekke ahalisi de Medine ahalisi de aynı dil ve etnisiteden gelmekte, Arapça konuşmaktadırlar! Bu nedenle her iki taraf açısından bir olumsuzluk yaşanmadan kolaylıkla uyum sağlanmıştır.

Hz. Muhammed’in M.S. 622’de hicreti ile 4 milyona yakın Suriye’linin kapakları açılan etnik barajdan boşalan demografik sel örneği bütün Türkiye’yi kaplamasını aynılaştırmak, akıl ve izan tutulmasından başka türlü tanımlanamaz.

Hukuksal olarak mülteci veya göçmen olarak tanımlanamayacak 4 milyona yakın homojen bir etnisite, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal dengelerini alt üst etme potansiyeli taşıyan demografik bir dinamit olarak önümüzdedir.

Siyasal Kürtçü etnik kalkışmanın ağır maliyeti ortada iken Siyasal Arapçı yeni bir kalkışmanın Türkiye’ye olası maliyetini kestirmek zor değildir.

Cumhuriyet’in çok zengin hukuksal, bürokratik, diplomatik, askeri potansiyeli yok edilip bu zor coğrafyada ülke ve millet olarak var olabilmenin olmazsa olmazı olan devlet aklı bir yana atıldığında neler yaşanacaksa onlar yaşanmaktadır.

Stratejik cinnetin yarattığı narkozun etkisi geçtiğinde ortada görülen, 4 milyona yakını Suriye’li olmak üzere 8 milyon yabancı ile yol geçen hanına dönmüş, kucağına konmuş demografik dinamiti nasıl etkisizleştireceğ konusunda hiçbir fikri olmayan bir Türkiye görünümüdür!
================================
Dostlar,

TÜRKİYE’de 4 MİLYONA YAKIN
SURİYE – IRAK İNSANI NE OLACAK?!

Sn. Av. Hüseyin Özbek‘in yukarıdaki kaygıları ve uyarıları yerindedir. Çok boyutlu, uzun erimli ve çok ağır faturaları olan ve olacak olan bir sorun kümesiyle yüz yüzeyiz..

Suriye’liler yaklaşık 3,5 milyon, Irak’lılar yaklaşık yarım milyon, toplam 4 milyon insan Türkiye nüfusunun 1/20’sidir. Her 20 insandan biri ülkemizde uluslararası hukuk açısından yurttaş, sığınmacı (mülteci) – göçmen statüsü olmaksızın bulunmaktadır. 3,5 milyon Suriye’linin 1,6 milyonu 0-18 yaş arası çocuktur. Bu kitlelerde akılları zorlayan bir yüksek doğurganlık yaşanmaktadır. AKP iktidarı doğum kontrolünü çağ dışı saydığından, ”Allah ne verdiyse” ilkelliği ile engellediğinden, bu hizmetleri gereğince vermediğinden (Anayasa md. 41 ve 2827 s. Nüfus Planlaması Yasasını suç işleyerek uygulamadığından), ”üretim” sınır tanımadan sürmektedir.

Bu insanlar için 30 milyar Doları aşan harcama yapıldığını Erdoğan dile getirdi. Bu rakam sürekli artmakta elbette. Ayrıca arada yandaş şirketler var ve onlar da zengin edilmekte! Günümüzde yaşadığımız ekonomik bunalımda uçan kuştan medet umarken, Katar’ın 15 milyar dolarlık yatırımı kim bilir hangi ağır ödünlerle sağlanacak!

Bir başka boyutu, 4 milyonu aşan bu  ”nitelikli olmayan” ezici bölümü Müslüman Arap kitle, Türkiye’nin AKP = Erdoğan karşıtı laik – Cumhuriyetçi kesimlerine karşı bir dengeleme, bu uygar insanların toplumda oransal olarak geriletilmesi amacı da taşıyor. Nitekim vatandaşlığa alınanların 30 bini aştığını biliyoruz. Bu kitleler herhalde kendilerini AKP = Erdoğan‘a medyun duyumsuyorlardır, nitekim bir AKP milletvekili bile taşındı TBMM’ye..

Bu kitle Türkiye’ye, Erdoğan’ın olağanüstü yanlış, ABD güdümlü Suriye politikası yüzünden taşınmıştır. Bu hatalar zincirinin uzantısı olarak ciddi askeri operasyon harcamaları yapılmıştır, yapılmaktadır.. Güncel ekonomik çöküş böylesine göz göre göre ve adım adım gelmiştir
Erdoğan hala, inatla, Esad ile el sıkışmaya yanaşmamaktadır. Oysa Suriye’de barış ve Suriyeli 3,5 milyon insanın ülkesine dönmesinin başkaca yolu gözükmemektedir. Aynı biçimde Irak’lı yarım milyon insan.. Bu kitle mutlaka ülkelerine gönderilmelidir yakın erimde. Türkiye bir yol geçen hanı olamaz. ”Ensar olduk” masallarına karnımız tok. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı öylesine ucuz değildir.

Öte yandan, 4 milyonu aşkın bu kitlenin bir yandan ülkemiz kültürüne – sistematiğine entegrasyonu (assimilasyonu değil!) çabasının özenle ve çok planlı olarak yürütülmesi zorunluğu da vardır. Buna ilişkin bir AKP planı, TBMM’en geçmiş yasa bilmiyoruz..

AKP = Erdoğan 16 yılda ülkemizi hemen her bakımdan ciddi yıkıma uğrattı. Tüm ama tüm çabalara karşın Erdoğan’da vahim – korkunç yanlışlarını görme ve düzeltme istenci görmüyoruz! Son olarak 26 Ağustos’u yok sayıp Malazgirt, Ahlat taraflarına gitti.. Ülke yangın yeri iken, bir de Ahlat’ta saray yaptıracakmış! Alpaslan’ın mirasçısı olacakmış Türkiye böylelikle. Akıllara seza!

AKP = Erdoğan’a şunları söylemek ve anımsatmak isteriz çok işe yaramasa da :

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.” (Falih Rıfkı Atay Çankaya, syf. 363)
  • 26 Ağustos’ta Dumlupınar yerine başka yerlere gidenler… Alpaslan’ın 1071’de bize sunduğu Anadolu’yu, sizin övündüğünüz Osmanlı, Sevr ile Batı’ya terketti. Malazgirt ve İstanbul dahil. 3,5 yıl süren işgali, Osmanlı’nın düşmanla işbirliğine karşın Mustafa Kemal önderliğinde bu halk sonlandırdı. Osmanlının kabul ettiği Sevr’i 1. Meclis yırtıp, onay verenleri vatan haini ilan etmese idi, bu gün ne Erdoğan ne de kulları olurdu.. ve Malazgirt Türk toprağı değildi! Tarihe ve bu toprakların mazlum insanlarına ihaneti bırakın.. ATATÜRK havalanını hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç mi hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken kapatıp – taşıtıp, adını silip, Alpaslan Havaalanı yapmak, ülke ekonomik bunalımda iken Ahlat’ta saçma sapan gerekçe ile Saray hülyası kurmak.. çok yönlü oyunlar ve tarih gerçekleri yazacak, bunları yapanları ise bu Ulus asla bağışlamayacaktır!

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

KURBAN OLAYIM SANA… 

KURBAN OLAYIM SANA… 

Dr. Alper Akçam, 21 Ağustos 2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İslam dünyası Kurban bayramını kutluyor… Öncelikle tüm halkımızın bayramını kutlayalım… Bayramlar halkın gülme, eğlenme, kucaklaşma, barışma, kaynaşma, yasaklara karşı çıkma ve kimi asık yüzlü kurallardan kurtulma günüdür.
İlk çağlardan bu yana, özellikle de hayvan ehlileştirilmesinin ekonomide ve geçimde esas olduğu Orta Barbarlık döneminden sonra, kurban, çok tanrılı dinlerde, animist dinlerde (canlıcılık) de, tanrılara sunulan bir can ile kendini bağışlatma arzusunu ilke edinir.
İslam’daki kurban geleneği de, İslam’ın çok öncesine, İbrahim peygambere kadar dayanır.
Kurban Bayramı denince, yalnız tarihi olarak değil, güncel olarak da çok anlamlı görüntüler çıkıyor ortaya…
İlk görüntülerden birisi, bayram öncesi piyasada derin dondurucu kalmamış olmasıdır! Demek ki, halkımız, bu dinsel ritüeli bir tür ekonomik olanağa da dönüştürmekte, bir taşla iki kuş birden vurmaktadır. Hem kurbanını kesmiş olmakla kendince sevabını kazanmakta, hem de uzun süre yiyebileceği bir et stoku yapmış olmaktadır.
Bu arada ABD’nin NED’iyle (National Endowment for Democracy) dirsek temasında oldukları kuşkusuzca ortada olan, adı STK (sivil toplum kuruluşu) olmakla birlikte din ve merhamet duygusu üzerinden faaliyetlerini sürdüren, Deniz Feneri gibi bazılarının sicilinde usulsüzlük ve yolsuzluktan Avrupa ülkelerinde alınmış mahkumiyetler bulunan, 12 Eylül 1980 sonrasında hızlanmış Şarkiyatçı Emperyalist politikalarla gökten zembille iner gibi inip birden çok büyük parasal ve siyasal güçlere ulaşmış, şu anda da bir kısmı Milli Eğitim Bakanlığı ile “değerler eğitimi” adı altında genç kuşaklara Sünni İslam üzerine eğitim protokolü yapmış bulunan, arada bir basında adları taciz ve benzeri sansasyonel haberlerle geçen vakıf ve dernekler kurban derisi gelirleriyle önemli bir kan kazanmaktadır.
2013 yılında yapılan bir düzenleme ile kurban derisi toplama yetkisi Türk Hava Kurumu’ndan alındı; zaten deri toplamada ve şehirleri çevreleyen semtlerde örgütlenmede epeyce mahir olan bu kurum ve kuruluşlarla cemaat ve tarikatların da önü epeyce açılmış oldu.
Bugün elde kesin veriler bulunmuyor olmakla birlikte, kurban derisi yoluyla yüz milyonları bulan bir para bu tür vakıf ve derneklerin kasalarına girmektedir (Suriyeli sığınmacılar için harcandığı söylenen 30 Milyar doların üstündeki paranın üç milyar dolara yakını da bu vakıf ve derneklere gitmişti)…
Bu gerçekler ışığında, İslam’daki kaynağı paylaşma, et bulmakta zorlanan yoksulların karnını doyurma gibi insanı değerler de içeren kurban geleneğinin, aynı zamanda emperyalist çıkarlar için İslam dünyasının kendini kurban etmesi ve bir ucu silahlı teröre dayanan iç çatışmalara sürüklenmesini de birlikte getirdiği anlaşılıyor.
Şehirleri süsleyen büyük reklam panolarına, üst geçitlere, köprülere asılmış koca duyurulara baktığımızda, kurban geleneğinin arkasındaki bu gerçeği açıkça görebilmekteyiz.
2 Temmuz 1798 günü Mısır’ı işgal için İskenderiye’ye çıkmış Napolyon’un söylediği “nous sommes les vrais Musulmans” (biz gerçek Müslümanlarız) sözünden ve kendinden sonra gelecek vekili Kleber’e verdiği öğütten sonra İslam dünyasının günlük dili bile Batı’dan kurgulanır gibi oldu… “Napolyon vekili Kleber’e kendisi ayrıldıktan sonra Mısır’ı Şarkiyatçılar ile kendi yanlarına çekebildikleri Mısırlı dini liderler aracılığıyla yönetme talimatı verdi; başka bir siyaset fazla pahalıya patlar, akılsızlık olurdu.” (Edward Said, Şarkiyatçılık, s 92)
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Fransız ve İngilizlerin gücü azaldı. Onların yerini ABD emperyalizmi aldı. Petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinden Suudi ortakları ve Arap şeyhleri aracılığıyla vurgun vuran ABD emperyalizmi, İsrail’i de kullanarak bölgeyi kan gölüne de çevirdi. Napolyon’u hiç aratmayacak ince oyunlar döktürdü.
Kandil kutlamalarından Cuma kutlamalarına, kutlu doğum haftalarına, pıtrak gibi doğup büyüyen dini cemaat, tarikat, dernek ve vakıflara kadar bu alandaki gelişmenin en büyük mimarlarından biri de halen ABD’de yaşayan FETÖ terör örgütünün onlarca yıl devlet desteğiyle yürüttüğü çalışmalar olmuştur… Bu süreçte inanç ve geleneklerin birleştirici, kaynaştırıcı öğelerinin üzeri silinip kadın geri plana atıldı, ayrıştırıcı, ötekileştirici bir düşünce egemen kılındı; günler bile işaret olsun diye birbirinden ayrıldı…
Biz bu rengarenk görüntü ve çelişkili kültürel ortam içinde Anadolu analarının sevgisini ifade eden “Kurban olayım sana,” deyişini hiç unutamayız; bu deyiş, sevdikleri için canını vermeye hazır bir analık duygusunun dile gelişidir.

Selam olsun emperyalizmin bin türlü dolapla soyup soğana çevirdiği, şehirlerini betona boğduğu, derelerini tutuklayıp yayla ve ormanlarını talan ettiği, insanlarını birbirinden kopardığı, üreticinin anasını ağlatan bezirgânların saltanat sürdüğü güzel Anadolu’nun ateş bekçisi analarına.

Şimdi biz taşıyacağız o ateşi; bayramların bütün hiyerarşilere karşı çıkan, zengin fakir, yaşlı genç, kadın erkek bütün farklılık ve karşıtlıklarını bir araya getirip harman eden insancıl ve isyancı geleneğine biz sahip çıkacağız.

Yolumuz iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, kardeşliğin, birliğin yolu olsun; halkımızın Kurban Bayramı kutlu olsun…
===================================
Dostlar,

Bir ”Kurban bayramı” daha geride kaldı..

Her yer kan – revan..
Kimi insanlarımız Afrika’nın ilkel kabilelerinden farksız..

Çok acı verici, utandırıcı, bizleri çağdaş dünyaya rezil eden görüntüler..
Hele derin dondurucu satışlarının tepe yapması, tam bir ahlaksal sefillik.
4 milyon dolayında hayvan birkaç günde boğazlandı. Muazzam bir çevresel yük. Üstelik ağır ekonomik bunalım içinde bir ülkede ve epey bir canlı hayvan dışalımıyla..

Hafta başında bu kez bir başka saçmalık başlayacak :

  • ‘Geçmiş bayramınız mübarek olsun…”

    Neresinden tutacağız ? Kurban bayramı zaten ”mübarek” sayılmaktadır her nasılsa. Şimdi ”mübarek olması” dilenecektir bir kez daha ve üstelik geriye dönük olarak!

    Bu toplum neden böylesine sersem sepelek duruma sürüklenmiştir ?
    Aklını kullanmayı unutmuştur, aklını kullanması kitlelere unutturulmuştur ve bu feci duruma ikincil, acınası durumlar yaşamaktadır.. Hem de kanıksamış olarak!

    İmmanuel Kant, mezarında ters dönebilir Türkiye’de olup bitenden haber alsa.

    …..
    Bir de KANYOLLARIMIZ var…ilk 8 günde 125 insanımızı yitirdik trafik cinayetlerinde.. 700’e yaklaşan yaralı var. 25.8.19 akşamı 17:00’ye dek bu rakamlar vardı elde. Sanırız şimdilerde de yüzbinlece insan dönüş yollarında ve 27.8.18 sabahına dek neredeyse 30 saati bulan çok riskli bir zaman dilimi daha var..

    Önceki yılların sayısal verilerine göre günlük ortalama 15 ölüm yaşanıyor.. 9. gün sonunda 135 ölüm ne acıdır ki aşılabilir..

    Yurttaşlar bir de adına ”karayolları” denen gerçekte ”KANYOLLARI”nde kurban olmaktalar.. Tren ve deniz yolu toplu taşımacılığı tu kaka ilan edilip herkese otomobil furyası ürünü olarak..

    ….
    Değerli meslektaşımız Dr. Alper AKÇAM‘ın yazısı bize geç ulaştı..
    Ne diyelim, ‘‘geçmiş bayramınız mübarek olsun’‘ !!??

    İronisi ve acı şakası bir yana, toplumun bir an önce akla – bilime dayalı – sorgulayan – karma – uygulamalı – laik – çağcıl – kamusal bir eğitim dizgesine (sistemine) kavuşturulması gerek yeniden.. hem de hızla ve kararlılıkla..

  • ”Sürü toplum” ile T.C.’nin 21. yy’da ”beka’sı’ hayaldir!

Sevgi ve saygı ile. 26 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

ÇANLAR SUSMAZ BAYRAKLAR İNMEZ

ÇANLAR SUSMAZ BAYRAKLAR İNMEZ

Rıfat Serdaroğlu

Rifat Serdaroğlu
https://rifatserdaroglu.com/, 24.08.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Dünyanın yeni delisi Trump, Avrupa Birliği Ülkeleri için de yaptırım kararı aldı ve uygulamaya başladı!
Siz, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden örneğin Almanya Şansölyesi Merkel’den; (hani tesadüfen zengin olmuş, 300 Milyar Avro bütçe FAZLASI veren ülke var ya hah işte tam orası) “Eyy Almanlar; Trump’ın bu yaptığı, doğrudan kilisedeki çanlarımıza ve bayraklarımıza karşı yapılmış ekonomik bir saldırıdır” dediğini duydunuz mu?

Duyamazsınız! Çünkü Avrupalı yöneticiler hayal aleminde yaşamazlar.
Plan yaparlar, strateji geliştirirler ve sonuca giderler.
“Yol bulmak”, “Sıfırlamak”, “Hırsızlık oğuldan babaya değil babadan oğula geçer”, “Fakir, çalmasını bilmediği için fakirdir” gibi ahlak dışı anlayışları yoktur! Vatandaşlarına asla yalan söylemezler.
Almanya, bankalarının tamamını yabancılara satmaz. Stratejik Kuruluşlarını dağıtmaz. Bir otoyolu veya köprüyü, maliyetinin 5-6 katına mal edip milletini soydurmaz!
Avrupa’da bu soygunlara vatandaşları izin vermez. Bunları yapmaya yeltenen, yoldan çıkan bir yönetici olursa, kamuoyu ile basını ile yargısı ile ona dünyayı dar ederler.

Saatçi Zafer-
Eskort Egemen-
Boyunsuz Muammer-
İ. Melih Gökçek-
Okçu Bilal-
alışveriş için mağazayı tümden kapatan eşler

gibilerini orada asla göremezsiniz. MAN Adası ve Malta Dövizleri gibi rezilliklere meydan verilmez. Niyetlenen kendini yargıcın karşısında bulur. Deniz Feneri e.V gibi soygunlara anında müdahale edip, karara bağlarlar. Avrupa’da kimse hırsızı korumaz!

Peki, ne yapar bu Avrupalılar?
ABD’ye nasıl karşılık vereceklerini veya vermeyeceklerini, ekonomilerinin dayanma güçlerini, ilmi olarak belirlerler ve diplomasiyi kullanarak bu sıkıntılı durumdan çıkmaya çalışırlar…

Biz ne yapıyoruz?
Yıllarca borç aldık, borcu üretim ve istihdam değeri olmayan yerlere gömdük. Yandaşları beslemek için, gereksiz büyüklükte yatırımlar yaptık, sonunda duvara dayandık!
Sonra zavallılar gibi başladık, ezanımıza bayrağımıza saldırıyorlar diye bağırmaya!
Gerçek şudur :
Akşamdan yediğin hesapsız hurmalar, sabah kıçını tırmalar. Bizimkisi de o hesap. Göm borç aldığın parayı taşa toprağa, benden sonra ne olursa olsun.

Size iki örnek vereyim :
-Bayburt-Gümüşhane Havaalanı için müteahhite yıllık 2 milyon yolcu garantisi verildi. 20 yıl boyunca bu garantiyi döviz olarak ödeyeceğiz.
Bayburt 80 bin nüfuslu, Gümüşhane 170 bin nüfuslu. İki il 250 bin kişi. Bu 250 bin vatandaşımız, yılda 8’er defa uçsalar ancak yandaş müteahhite verilecek para tamamlanacak. Uçmazlarsa Türk Milleti olarak bu parayı bizler uçacağız! Bu iki ilimizin yakınında rahatlıkla kullanabilecekleri 1,5 saat mesafeli Trabzon ve Erzurum Havaalanları da var. Bu parayı bir fabrika, bir üretim tesisi için kullansak daha akılcı olmaz mıydı?

-Tüm statlarımıza bakın! Üç büyüklerinkiler hariç, tamamının maç başına seyirci ortalaması 3-5 bin kişidir! Stat kaç kişilik? 40 bin-50 bin-60 bin! Ne gerek var? Her ile 15-20 bin kişilik statlar yap, artan para ile üretim tesisleri aç. Yoo olmaz! Niçin olmaz? O zaman avantayı, ortaklığı nasıl kapacağız?

  • Behey Müslüman, kendi insanını, kendi ülkeni soyuyorsun, hiç utanmaz mısın?

Değerli Okurlar;
Türk Milleti olarak iki önemli işimiz var!

-AKP’nin bizleri bilerek düşürdüğü bu durumdan, egemenliğimizi tamamen kaybetmeden nasıl çıkarız?
-Bizi hangi siyasi parti bu çukurdan çıkarır?

Yanıtınız varsa lütfen gönderin!
Özellikle CHP ve İYİ Parti yetkilileri! Tatiliniz bittiyse, ne düşündüğünüzü
Türk Milletine lütfen anlatır mısınız? Biz düşüncelerimizi yine açıkça ve mertçe pazartesi günü sizlerle paylaşacağız…

Sağlık ve başarı dileklerimle.
====================================
Dostlar,

Bir kez de biz soralım :

  • Behey Müslüman, kendi insanını, kendi ülkeni soyuyorsun, hiç utanmaz mısın?

ATATÜRK, 1 $ = 1,26 TL olarak bıraktı 1938’de. Erdoğan 2002 sonunda 1 $ = 1,61 TL’den aldı, 1 $ 6 TL’yi buldu.

Gerekçe hep aynı ve hazır : “Dış güçler!”
Reçete de şablon : “Bizim Allahımız var”
İslam inancına göre Allah tüm insanları yaratmadı mı?
Erdoğanizm, Allah’a da el koyacak!
Bayram iletisinde ABD’nin yaptığı ‘bayrağa ve ezana saldırı’ dır dedi..

  • Mide bulandıran, sınır tanımaz, damardan hamaset ve aldatma nereye dek?

Halk elbet uyanacak, yoksullaştırma diz çökertiyor!

Siyaset etiği
 en başta halka doğru söylemeyi, dürüstlüğü gerektirmiyor mu?

Dindar değil dinci, hatta din sömürgeni, dinbaz AKP siyaseti bu kuraldan bağışık mı
(muaf mı)??

İnsanlığın 1. kuralı DÜRÜSTLÜK değil mi! AKP İslamında Dürüstlük yer almıyor mu?
Kur’an
müslümanlara DÜRÜST olmayı emretmiyor mu?

Yoksa, ‘dar-ül harp’ ilan ettiğiniz Türkiye’de, her taraf viraneye döndürülene dek Kur’anı askıya mı aldınız? Kim ve hangi yetkiyle?

Cihat hukuku mu ilan edildi Anadolu’da? Nedir bu yaptıklarınız??
Nerede duracaksınız??
*****

Durum ”kritik” aşamadadır ve Muhalefet ortak davranmalı ve bu ağır bunalım için TBMM’yi hemen toplantıya çağırarak çare üretmelidir. Israrla şu isteği öncelikli gündemde tutmalıdır :

  • Emekçilerin ücretlerinde, yıl sonu beklenmeden enflasyonun altında kalmamak üzere hemen iyileştirme (zam!) yapılmalıdır. 
  • On milyonlarca masum insanı göz göre göre yoksullaştıramazsınız. 
  • Haramzadelerin borçlarını Devlet olarak yüklenemezsiniz!
  • Bedeli rantiye sınıfı ödemeli. Çünkü bu çöküşten masum Halk değil, iktidar ve onlar sorumlu.
  • Basın, bu sefillikten kendini kurtarmalı; evrensel görevini yapmalıdır. Basın etiğinin tüm dünyada geçerli kuralı, DÜRÜST – DOĞRU HABER, özgür yorumdur.. Haber ver kardeşim, halka gerçek – çıplak haberleri ver ve.. Dilediğince yorumla. Halkın beynini yıkama!

    Öyle sanıyoruz ki, yandaş basının içine düştüğü , düşürüldüğü ahlaki sefaletin bir örneği daha tarihte yoktur ve olmayacaktır.

Bir yandan vahşi devalüasyon ile gazete – TV…. yayıncılığının maliyetleri katlanacak, öbür yandan RTÜK ha bire cezalar yağdıracak ve sermaye de reklam ambargosu uygulayacak; Saray’ın sesi basıncık ile demokrasi olacak öyle mi? Bu senaryo 1800’lerde çökertildi!

Sevgi, saygı ve endişe ile. 25 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

ESFENDER KORKMAZ : BİR GECEDE NASIL YOKSULLAŞTIK

BİR GECEDE NASIL YOKSULLAŞTIK

Esfender KORKMAZ

Prof. ESFENDER KORKMAZ
esfender@esfenderkorkmaz.com  Yeniçağ – 19.08.2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Doların 7 liraya çıkıp sonrada 6 liranın altına düşmesini bazı yetkililerin piyasa ekonomisinde bir işleyiş olarak yorumladıkları anlaşılıyor.

Piyasa ekonomisi“Yatırım, üretim ve dağıtım ile ilgili kararların arz ve talebe dayalı olduğu, mal ve hizmet fiyatlarının serbest fiyat sistemi içinde belirlendiği ekonomidir.” Ancak piyasanın kendi halinde bırakılması piyasa anarşisi doğuruyor. Zira sermaye karını maksimize etmek için tekelleşme, kartelleşme ve spekülasyon yapma eğilimindedir. Bu nedenle devletin asıl işi gerektiğinde piyasaya müdahale etmek ve rekabet kurallarını çalıştırmaktır. Bizim Anayasamızda da Devlete bu görev verilmiştir.

Bu nedenle eğer dövizde bir spekülatif hareket oluyorsa bunun suçunu spekülatörlere iç ve dış güçlere atmak yanlıştır. Eğer bizim bilmediğimiz tersine bir müdahale yoksa, bu sorun devletin işlevsiz kalmasından kaynaklanan bir sorundur. Hükümet edenlerin kur politikası, faiz politikası, bütçe politikası ve devlet anlayışlarındaki yanlışlar spekülasyona izin vermiştir.

Spekülasyon, bir kısım insanların spekülatif kar elde etmesine, buna karşılık diğerlerinin aynı oranda kayıp vermesine neden olur. Kur hareketinde iki türlü sorun var; Birisi TL’nin düşük değerde olması diğeri de bir gecede kur artışından yüksek para kazananlar ve kaybedenlerdir.

  • TL, Dolara göre %40 daha düşük reel değerdedir. TL / Dolar kurunun 3.80 dolayında olması gerekir. Dolar 6 lira ise 2.20 lira daha pahalı demektir. Kamu kesiminin 142 milyar $ dış borcu var. TL bu değerde kaldığı sürece kamunun TL olarak dış borç karşılığına bugünkü değerle 312 milyar ek yük geldi demektir. Bu fark bütçeden yani halkın vergileri ile ödeneceği için, sonuçta yük topluma yayılmış oluyor.
  • Özel sektörün 217.3 milyar $ döviz pozisyon açığı var. Kazancı TL olduğu için bu kesimin TL karşılığı dış borç yükü de TL’nin düşük değerde kalması halinde % 40 artmıştır.
  • Dünyada yap- işlet – devret modeline göre özel sektöre yaptırılan kamu altyapı yatırımlarında risk, özel sektöre aittir. Bizde ise, rasyonel hiçbir esasa dayanmayan risk paylaşımı söz konusudur. Devlet talep garantisi vermiş ve ayrıca özel sektörün dış borçlarına kefil olmuştur. Üstelik Türkiye’de dolarla talep garantisi vermiştir.

2005 – 2017 Kamu – Özel İşbirliği projeleri yatırım tutarı 48 milyar dolardır. Bu yatırımdan beklenen gelirlerin bugünkü değeri, yani sözleşme değeri 115 milyar dolardır. Bunlar içinde çoğunluğu risk paylaşım yöntemiyle yapılmıştır. Kalkınma Bakanlığı kayıtlarında bu ayırım proje sayısı olarak yapılıyor ve fakat maalesef yatırım değeri olarak yapılmıyor.

Devletin riski paylaşması nedeniyle:

Yatırım pahalıya çıkmıştır. Devlet borç alarak bu yatırım yapsaydı % 15 kar payı ödemeyecekti ve bu nedenle yatırım 7.2 milyar $ daha ucuza çıkacaktı. Devletin talep garantisi her yıl değişir. Genel olarak projenin yarısı kadar dersek takriben 57 milyar $ bütçeden para ödenecektir.

Devlet ayrıca bu projelerin toplam 115 milyar $ gelirinden yoksun olacaktır. Eğer bu yatırımları Devlet borçlanarak yapsaydı, bu borcu yatırım gelirleri ile geri öderdi. Proje geliri Dolarla hesap edildiği için de ek olarak geliri artardı.

Bu haliyle devletin kaybı bütçeden ödenen 57 milyar $ talep farkı ile 7.2 milyar $ yatırım maliyet farkı olarak toplam 64.2 milyar Dolardır. Başka bir ifade ile devletin risk paylaşımına girmesi gibi yanlış bir kararı halka 64.2 milyar dolara mal olmuştur. TL düşük kaldığı sürece bu farkın TL maliyeti de daha yüksek olacaktır.

  • Doları bir gecede 7 liraya çıkarıp o gün dövizini bozduranlar, yüksek spekülatif karlar elde ettiler. Muhtemeldir ki, bu karlarla şimdi zora düşecek şirketleri satın alacaklardır. Söz gelimi bir bankanın 100 olan hisse senedi, şimdi 40 geriledi. Hisselerini kim toplar, bakmak gerekir.

Kesin sonuç “kim olursa olsun manüpülasyon yapanlar, spekülatörler kazandı hepimiz kaybettik şeklindedir.
================================================
Dostlar,

AKP DEVALÜASYONU HAKKINDA
YURDUM İNSANINA 10 SORU ve….

Çok kıdemli ve yetkin Ekonomi hocası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi önceki Dekanlarından Sn. Prof. Korkmaz’ın bu irdelemesi son derece önemlidir, net ve muazzzam büyüklükte sayısal verilere dayalıdır.

Halkın cebinden en azından 64,2 milyar $ servet çalınmıştır. 

Hırsız kimdir ?

Peki Devletin – Hükümetin temel görevlerinden, varlık nedenlerinden değil midir halkın refahını, can ve mal güvenliğini sağlamak!??

Bu görev yerine getiril(e)memiştir. Görevini yapmayan siyasal iktidar, halk yığınlarının kitlesel olarak yoksullaştırılmasından sorumludur ve bu suçunun yasal – siyasal hesabını vermelidir.

Alman basınında bu hazin tablodan doğrudan Erdoğan sorumlu tutulmaktadır..

Yaşananların, olağanüstü yanlış ekonomi politikaları yüzünden zorunlu duruma gelen yüksek oranlı devalüasyon için bir mizansen olduğu yaygın kabul görmektedir.

İlk iş istifadır!

Ayrıca şu soruların mutlaka yanıtlanması zorunludur       :

  1. AKP – Erdoğan iktidarı gene kandırılmış mıdır?
  2. Kandırıldı ise bu kaçıncı kandırılmadır?
  3. AKP – Erdoğan, kandırılmak için mi iktidar olmuştur?
  4. Yeryüzünde kandırılmak için iktidara gelen hükümeti olan başka ülke var  mıdır?
  5. AKP = Erdoğan, ülke yönetiminin 16. yılında ustalık döneminde bu ”oyuna” (!) nasıl gelmiştir?
  6. Ha bire kandırılan ehliyetsiz – basiretsiz kadroların görevi bırakması ve halka hesap vermesi ülkenin bekası açısından zorunlu değil midir?
  7. AKP = Erdoğan; dış güçler, ekonomik savaş, bayrağa – ezana saldırı.. retorikleri (gerçek dışı laf kalabalığı) ile nereye dek halkı oyalayabileceği / kandırabileceği kanısındadır?
    İlk etapta yerel seçimlere dek mi?
  8. İktidarın ekonomideki yangın ve çökmeyi halka anlamak için bulabildiği en ”akıllıca” (!) yol, damardan hamaset ile  7. sorudaki masallar mıdır?
  9. AKP yandaşı ve soyguna – talana ortak olanlar, Müslüman ve bu ülkenin yurttaşı değil midir?
  10. İktidar; bu muazzam çapta, onlarca milyar $ düzeyinde halkın soyulması zulmünde gerçekten çaresiz durumda mıdır; yoksaaaaa ??????
    Bugün değilse bile bu soruların yanıtları yakın – orta – uzun erimde verilecektir.Demokrasiye yaraşır, onu hak eden bir toplum, millet olmak, sürü – mürit – talancı bir güruh olmaktan çıkabilmek, görüldüğü gibi, ne yazık ki, çoooook dayak – kazık yemek, soyulmakla öğrenilebiliyor.. Bedel çook ağır. Avrupa’da da Rönesans, Reform, Aydınlanma çooook kanlı oldu ve çoook uzun yüzyıllar sürdü. Ama bizim önümüzde hiç yoktan bu acı ve dev deneyim var.. Aynı yollardan birebir geçmek zorunda değiliz..

Eyyyy Yurdum insanı;

  • Bu son dinci – kinci çatal mı çatal kazıktan sonra, zangır zangır titre ve artık tebaa – kul olmaktan çık; Kant‘ın altın öğüdünü anımsa, ‘‘AKLINI KULLAN” (Sapere aude!) in-san-laş!
  • Ülkede bağımsız – tarafsız  yargı, Sayıştay, etkin TBMM, özgür basın, demokrasi olsaydı; yani kadir-i mutlak TEK ADAM rejimi olmasa idi; bu muazzam kazığı sana kim atabilirdi??!!

Kadim Socrates‘e saygı ile..
O, sorular sorarak insana kendi gerçeğini buldurma yolunda egemenlere canını verdi..

Sevgi, saygı ve ENDİŞE ile. 22 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Beyaz Saray, Wall Street Journal’a sızdırdı: Türkiye, Brunson karşılığında Halkbank cezasının kaldırılmasını istedi!

Beyaz Saray, Wall Street Journal’a sızdırdı: Türkiye, Brunson karşılığında Halkbank cezasının kaldırılmasını istedi!

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Wall Street Journal (WSJ) gazetesine konuşan Beyaz Saray’dan üst düzey bir yetkili, ABD’nin Halkbank hakkındaki soruşturmayı ve para cezasını düşürmesi karşılığı Brunson’ın serbest bırakılması teklifinin Trump tarafından reddedildiğini söyledi.

Türkiye’de 2 yıl tutukluluktan sonra evhapsine çıkarılan ABD‘li rahip Andrew Brunson ‘ın serbest bırakılmaması gerekçesiyle yaptırım uygulamaya başlayan ABD Başkanı Donald Trump’ın, Ankara’nın bu konudaki pazarlıklara Halkbank’ı karıştırmasına karşı çıktığına dair yeni bir haber geldi. WSJ’ye konuşan Beyaz Saray’dan üst düzey bir yetkili, Ankara’dan ”Halkbank hakkındaki soruşturmayı düşürün, rahibi serbest bırakalım” teklifi geldiğini söyledi.

Buna göre öneri, ‘Brunson hakkındaki terör suçlamalarının düşürülmesi karşılığı ABD Hazine Bakanlığının Halkbanka getirdiği milyarlarca dolarlık cezanın geri çekilmesi’ istemini içeriyordu.

‘TÜRKİYE GERÇEK MÜTTEFİK DEĞİL’

Teklifin reddedildiğini aktaran Beyaz Saray’dan üst düzey yetkili, ”Gerçek bir NATO müttefiki, zaten Brunson’ı tutuklamazdı’‘ dedi.

Trump yönetimi teklifi reddederek Türkiye’ye karşı yeni yaptırımların da önünü açtı. Ucu Türkiye’ye kadar uzanan İran’a yeni yaptırımlar getiren Trump’ın Türkiye ile ilgili son açıklamalarından birinde ”Masum bir adam olan rahip Brunson’ın serbest bırakılması için hiçbir şey ödemeyeceğiz, Türkiye’den kesintiye gideceğiz” demesi dikkat çekti.

Donald J. Trump
@realDonaldTrump

Turkey has taken advantage of the United States for many years. They are now holding our wonderful Christian Pastor, who I must now ask to represent our Country as a great patriot hostage. We will pay nothing for the release of an innocent man, but we are cutting back on Turkey!

85.4K
43K people are talking about this

Öncesinde Trump, Türkiye’nin içişleri ve adalet bakanlarına yaptırım getirmesinin ardından Türkiye’den ithal edilen alüminyum ve çelik için de gümrük vergilerini ikiye katlamıştı.

Donald J. Trump
@realDonaldTrump

I have just authorized a doubling of Tariffs on Steel and Aluminum with respect to Turkey as their currency, the Turkish Lira, slides rapidly downward against our very strong Dollar! Aluminum will now be 20% and Steel 50%. Our relations with Turkey are not good at this time!

122K
88K people are talking about this

WSJ’den evvel İngiliz gazetesi Financial Times bu pazarlığı aktarırken “Eski Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla, İran’ın yaptırımlarından kaçınmak için düzenlenen bir komplodaki rolü nedeniyle ABD’de mayıs ayında 32 ay hapis cezasına çarptırıldı. Devlet bankası olan Halkbank , ABD üzerinden İran petrol gelirlerine 1 milyar dolarlık para aklama suçlamasıyla karşı karşıya kaldı” hatırlatması yapmıştı.

Halkbank konusunda olası cezaya ABDHazine Bakanlığı’na bağlı Dış (Yabancı) Varlıklar Kontrol Ofisi (OFAC) karar veriyor.

ERDOĞAN 29 TEMMUZ’DA “BİZ BRUNSON’U PAZARLIK KONUSU YAPMADIK’ DEMİŞTİ

“Brunson da konuşuluyor. Biz Brunson’ı hiçbir zaman bir pazarlık konusu yapmadık. Her ülkenin yargısı var. ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de yargı var. Türkiye’deki yargı, Brunson hakkında, hastalığını göz önüne alarak, iyi niyetle ev hapsi yönünde karar vermiş. Yargı kararına saygı duymak yerine konuyu Türkiye’ye yaptırım meselesi haline getiriyorlar. Geldikleri noktada, 6 senatör Dışişleri Komisyonu’na Türkiye’ye yaptırım öngören bir teklifte bulunuyorlar. Yaptırımlarla Türkiye’ye geri adım attıramazsınız. Şunu da bilmeleri lazım, biz halkımızla milletimizle bugüne kadar nasıl el ele dayanışma içinde olduysak aynı şekilde yolumuza devam ederiz. ABD, bu tavrı değiştirmez ise, Türkiye gibi güçlü ve samimi bir ortağı kaybedeceğini de unutmamalı.” (Cumhuriyet internet, 20.08.2018)
====================================
Dostlar,

Günlerdir web sitemizin manşetinde üzülerek tutuyoruz :

ABD, AKP kendisiyle kirli pazarlık yapıyorsa, bunu dünya kamuoyuna açıklamalıdır.

Gelişmeler bize bu olasılığı işaret ediyordu. AKP – Erdoğan bu pazarlıktan somut sonuç alamasa bile, gerilimi tırmandırır ve kaçınılamayacak olan ekonomik çöküntüyü ABD’yi hedef – düşman –  saldırgan göstererek sisleyebilir hatta doğrudan ABD’nin bayrağa – ezana saldırısı olarak sunup az eğitimli kitlelere deyim yerinde ise ”damardan” algı operasyonu uygulayabilirdi. Tam da böyle oldu diyebiliriz.. Halkbank’ı ve yöneticilerini adeta maşa gibi kullanıp ABD’yi atlatmaya (kara para aklamaya!) çalışan akıl dışı manevraları ABD – CIA – FBI yutacak mıydı? Olacak şey midir? Siz kiminle aşık atıyorsunuz?
Yine web sitemizde manşetten uyarmış ve

ABD’ye şantaj yapmaya kalkışmayın, yemezler ama yedirirler.. demiştik.

Mızrak çuvala sığmıyor. ABD yönetimi Trump ile epey sakil ama biz onları bile isyan ettirecek durumdayız. Çok yazık, çok acı.. AKP – Erdoğan yönetimi Türkiye’yi olağanüstü kötü, hatalı, uluslararası hukuku çiğneyerek yönetmeye çabalıyor ve başımız dertten kurtul(a)mıyor. AKP içinde sağduyulu kesimler bu sürdürülemez gidişe bir çare bulabilir mi acaba? Bu arada muhalefet halka bunları anlatıp, AKP tarafından acımasızca istismar edilen kitleleri uyandırma çabası gösterse ne iyi olur..

Hem akılsızca oyunlarla ülkeyi çökert, hem halkı kandırıp mağduru oyna ve siyasal avantaj sağla.. Bu ülke ve halk tarihin hiçbir döneminde bunca aptal yerine kon(a)madı.

  • Şimdiye dek ülkemizi ekonomik bunalıma sürükleyen tüm iktidarlar bedelini ödedi.
    AKP de ödemeli, görevi bırakmalı, hesap vermeli. Muhalefet ülkeyi ayağa kaldırmalı!
  • Bu gün çok sayıda emeklinin, dul – yetimin aylıkları ödenmedi / ödenemedi..
    Bayrama parasız giriyorlar.. Yangın büyüyor mu!?

Sevgi ve saygı ile. 20 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com


Mülkiyeliler Birliği : 2018 YILI DÖVİZ KURU KRİZİ’NE İLİŞKİN GÖRÜŞ

Mülkiyeliler Birliği

2018 YILI DÖVİZ KURU KRİZİ’NE İLİŞKİN GÖRÜŞ

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM)17 Ağustos 2018

2018 Yılı Döviz Kuru Krizi’ne İlişkin Görüş

Türkiye ekonomisi döviz kurlarında ani ve keskin yükseliş ve düşüşlerin karakterize ettiği bir kur krizi deneyimlemektedir. Ülkenin yakın gelecekteki gündemini bu krizin bir finansal krize, giderek de bir ekonomik krize dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun işgal edeceği tahmin edilebilir. Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) krizin nedenlerinin, sonuçlarının ve krizden çıkış yollarının soğukkanlılıkla tespit edilmesi, bu yolla tüm toplum kesimlerinin krizden asgari düzeyde etkilenmesinin sağlanmasının ancak sağduyuyu, evrensel etik değerleri esas alan ortak akılla mümkün olduğu inancıyla krize ilişkin görüşünü kamuoyu ile paylaşmaktadır. Krizden asgari zararla çıkılmasını sağlayacak alternatif politika önerilerinin oluşmasını engellediği düşünülen politik konjonktüre değinildikten sonra, krizin nedenleri, muhtemel sonuçları ve krizden çıkış yolları tespit edilecektir.

Komplocu Akıl ve Yapısal Sorunlar

Türkiye kamuoyu on yılı aşkın süredir e-muhtıralar, kumpaslar, siyasi operasyon ve davalar, darbe girişimleri, olağanüstü hâl uygulamaları, tasfiyeler, ihraçlar, neredeyse her yıl gerçekleştirilen seçimler, referandumlar, göçler, cinayetler, büyük kayıplara yol açan terör olayları ile felce uğratılmış durumda.

Ülkeyi sürekli bir istikrarsızlık sarmalında tutan bu olayların, siyasi istikrarın göstergesi olarak kabul edilen bir tek parti iktidarında gerçekleşmesi, ironik bir biçimde tek parti iktidarını sürekli kılmıştır. Söz konusu sürekli istikrarsızlık sayesinde mevcut toplumsal-siyasi bağları sürekli olarak çözüp yeniden düğümleyen Adalet ve Kalkınma Partisi, gittikçe tek elde topladığı propaganda aygıtını kullanmak suretiyle her hükümet döneminde, (yeri geldiğinde kendi destekçi ve mensuplarını da ötekileştirip) kendisiyle kendinden öncesi arasına keskin ayrımlar koyarak iktidarını sürekli kılmış, bu sayede nüfuz edilemez bir sorumsuzluk zırhına sahip olmuştur. Karizmatik lider, geniş bir toplumsal koalisyon, zayıf muhalefet, uluslararası konjonktür, iktisadi çevrimler, siyasi sonuçlara tahvil edilebilir bölüşüm modeli ve benzeri etkenler, toplumun büyük kesiminin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ve liderini hiçbir tercihinden sorumlu tutmamasına yol açmıştır. Bu tercihlerin yıkıcı sonuçlara yol açtığı durumlarda ise “kandırıldıkları” itirafı, hükümet mensuplarını sorumsuz kılmıştır. Ancak toplumsal dokuda ve ülke geleceğinde büyük yıkıma neden olan gelişmelerin yine de sorumluları olmalıdır. Bir yandan uzak, dolayısıyla zararsız ve seçmen konsolide eden bir geçmişle (ecdad) kurulan bağ, diğer yandan kendi iktidarının farklı dönemleri dâhil politik sonuçları olacak kadar yakın geçmişle yapılan sürekli ayrım, dünyayı, dünyanın, ülkenin sorunlarını kavramanın bir yolu olarak ‘yapı’ mefhumunu etkisizleştirip bütün sorumluluğun, sorunların hemen arifesinde düğmeye bastığı iddia edilen ‘üst akla’ yıkılmasını sağlamaktadır. Uluslararası düzen her ne kadar ulusların birbirlerinin iç işlerine müdahil olmaması ilkesine dayansa da bütün uluslar ekonomik, siyasi, kültürel, askeri yollarla birbirlerinin içişlerine müdahale ederler, üstelik bunu kasten yaparlar, bu iş için kurumlar oluşturur, bütçe ayırırlar. Dolayısıyla ulusların ortak kararıyla kurulan, tabi olmayı kabul ettikleri uluslararası düzenin ihlal edilmesi istisna değil kuraldır. Yani ‘üst akıl’ olarak adlandırılan iç işlere müdahil iradi (kasti) unsurlar, bizzat uluslararası düzen tarafından öngörülür. Türkiye’nin de dâhil olmakla peşinen kabul ettiği uluslararası düzen zaten bir üst akıllar birliğiyken, yapıyı dikkate almayan, üst akılların inayetine terk edilmiş, başlıca önceliği seçim kazanmak olan bir yönetici kadronun, politik tercihlerinin sorumluluğunu üstünden atmak üzere ‘üst akıl’ metaforuna tutunmasının çaresizlik işareti olarak görülmesi kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, hemen her önemli sorunda iç ve dış düşmanların asıl sorumlular olarak gösterilmeleri, yapısal sorunları derinleştirdiği gibi, yapısal bir sorun olmaya da yüz tutmuştur. Bu nedenlerle Türkiye’nin an itibarıyla karşı karşıya olduğu döviz kuru krizinin ve ardılı muhtemel krizlerin üstesinden gelinmesinin başlıca koşulu, tartışmayı ve evrensel etik değerlere dayalı ortak aklı teşvik etmek iken, hükümete tercihlerinin sorumluluğunu almama imtiyazı bahşeden komplocu akıl, böyle bir ortamı imkân dışı kılmakta, politika yapıcıları, ilgili kurumları ve sivil toplumu kendi denetimlerinde olmayan araçlarla retorik tartışmalar üzerinden çözüm önerilerinde bulunmaya sevk etmektedir. Sonuç olarak sürece iradi müdahalelerin olabileceği kategorik olarak kabul edilip, ekonomiyi, ülkeyi iradi müdahalelere karşı bu denli zayıf hale getiren yapısal nedenlerin ortaya koyulması, hükümet ve bağlı medyanın teşvik ettiği komplocu aklın terk edilmesine bağlıdır.

Türkiye Ekonomisinin Karşı Karşıya Olduğu Kırılganlıkların Nedenleri

Hiç kuşkusuz, Türkiye ekonomisinin yapısal olarak karşı karşıya olduğu kırılganlıkların gerisinde Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri ile daha önceki hükümetlerin ekonomik ve politik öncelikleri ve tercihleri vardır. Bu konudaki herhangi bir çözümlemeyi manidar kılacak tutum, söz konusu öncelik ve tercihlerin keyfi olmayıp büyük oranda siyasal, iktisadi, toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini kabul etmektir.

a) Büyüme Modeli

1980 Askeri Darbesi’ni takip eden Turgut Özal hükümetlerinin benimsediği iktisadi büyüme modeli, ihracata dayalı büyüme modeliydi. Bu model, siyasi ve iktisadi kriz ile döviz darboğazı yaşayan Türkiye’ye esasen uluslararası finans kuruluşları tarafından önerilmiştir. Zamana yayılan bir biçimde dış ticaret serbestîsi, sermaye hareketleri serbestîsi, ücretlerin baskılanması, KİT’lerin tasfiyesi, fiyat denetimlerinin kaldırılması, bütçe denkliğinin sağlanması gibi tedbirlerle serbest piyasa ekonomisine geçişin eşlik ettiği bu modelin “başarılı” olduğu örneklerde, işgücü ucuzdur ve katma değeri yüksek mal üretilmektedir. Türkiye’de ise söz konusu dönemin başlarında ücretlerde önemli bir aşınma yaşanmasına karşın, 1990’ların başlarında güçlü sendikal mücadelelerle sağlanan iyileşmeler, sermaye girişlerinden sağlanan kaynakların sunduğu olanaklarla bu aşınmanın telafi edilmesi kısmen mümkün olduğu için, ekonomi temel girdiler açısından “yeterince” rekabetçi değildi. Öte yandan sermayesinin komisyoncu/mümessil niteliği, rekabetçi, ileri teknoloji ürünü, katma değeri yüksek mal üreten bir karakter kazanmasına engel olmuştur. Öteki örneklerde olduğu gibi, devlet dış ticaret üstünlüğü sağlayacak katma değeri yüksek ürün teşvikini sağlayacak imtiyazlar dağıtmamış, bunun yerine seçim çevrimlerinin dağıtımında belirleyici olduğu, her hükümetin kendi sermayedarını yaratmasını sağlayan rant odaklı imtiyazlar dağıtmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi tamamlayamadığı ithal ikameciliğin ilk aşamasından fiilen çıkamamış, ekonomik büyüme, mal ve sermaye piyasaları dışa açık ekonomide iç talep tarafından belirlenegelmiştir. Denetimsiz dışa açıklık, ekonomik büyümesini iç talebin belirlediği bir ekonomi için iki temel soruna yol açmıştır: İthalat talebi iç talebin önemli bir bileşeni olmuştur; ayrıca muadillerine göre yüksek, ancak ülke şartları açısından düşük reel ücretlerin daha fazla aşağı çekilememesi nedeniyle iç talep dış kredilerle (bir noktaya kadar kamu borçlanması, daha sonra hanehalkı ve şirketlerin borçlanmasıyla) sağlanmıştır. Borçlanmanın, emek üzerindeki egemenliği sağlamanın başlıca hegemonik yollarından biridir aynı zamanda.

Her ne kadar ihracata dayalı olduğu kabul edilse de temelde iç talebin çekici gücünü oluşturduğu bu büyüme modelinin en temel ve sorun yaratıcı sonucu, ekonominin genel dengesi üzerinden takip edilebilir. Keynesgil ulusal hesap denkliklerinden rahatlıkla türetilebilecek söz konusu genel denge koşulu şudur: Bir ekonomideki tasarruf açığı ve bütçe açığı toplamı dış açığa eşittir. İç talebin çekici gücünü oluşturduğu, katma değeri düşük mal üreten, reel ücretlerin baskılandığı bir ekonomi, ister istemez dış açık ve tasarruf açığı verir, bu ekonomi, dış açığın tasarruf açığını (bütçe açığını) aştığı oranda bütçe açığı (tasarruf açığı) vermek zorundadır, yani borçlanacaktır.

b) Büyüme Modeline Eşlik Eden Yapısal Sorunlar

i) Türkiye ekonomisi, katma değeri yüksek mal üretimini sağlayacak bir eğitim sistemi tarafından desteklenmediği, Ar-Ge harcamaları yeterli olmadığı, piyasa yönlendirici etkin kaynak kullanımını sağlayamadığı için katma değer transferine yol açan bir ödemeler dengesi yapısına sahiptir.

ii) İhracatının ithal girdi bağımlılığı yüksektir (Toplam ithalatın %71’i aramalı ithalatıdır). Söz konusu girdilerin en önemlileri petrol ve doğalgazdır. Türkiye ekonomisi enerji kaynakları bakımından dışa bağımlıdır.

iii) Türkiye tarım ve hayvancılığı, 2001 Finansal Krizi sonrası alınan tedbirlerle kendine yetemez hale getirilmiş, stratejik ürünlerin üretimi dış bağımlılık yaratacak şekilde engellenmiştir.

iv) Büyüme yaratan büyümeye yol açacak sektörel teşvikler yerine inşaat, ticaret, finans gibi rant ve komisyon geliri yaratarak büyümeye yol açan sektörler desteklenmiş, yatırımların dağılımı bozulmuştur. 

v) Hem iç hem de dış politika tercihleri, uzun yıllara yayılan bir tek parti iktidarının büyük kısmında ülkeyi siyasi istikrarsızlık sarmalında tutmuş, söz konusu sarmal, iktidar partisinin sürekli olarak seçilmesini sağlayacak kamu rantı dağıtan, belkemiğini hesapsız kamu ihalelerinin ve sosyal yardımların oluşturduğu kapsamlı bir bölüşüm mekanizmasıyla işlevli kılınmıştır.

Döviz Kuru Krizinin Nedenleri ve Sonuçları

Kur krizlerinin genel olarak, ulusal paranın aşırı değerlenmesine neden olan kur rejimleri, bütçe açıkları, cari açıklar, bankacılık kesiminin ve şirketlerin zaafları ve siyasal istikrarsızlıklardan kaynaklandığı kabul edilir. Buna göre açık bir ekonomi olarak Türkiye ekonomisi kur krizi şartlarının tümünü sağlamışa benziyor: siyasal istikrarsızlıklar, cari açık, bankacılık kesiminin ve şirketlerin zaafları, etkinlik yerine itibarı esas alan kamu yatırımları, kamu garantisindeki şirket borçları ve vadesi gelen büyük meblağlı borç geri ödemeleri dikkate alındığında muhtemel bütçe istikrarsızlıkları.

Türkiye ekonomisi yapısal kısıtları nedeniyle borçlanmak zorunda olan bir ekonomi. İlkin Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin seçim kazanma motivasyonu ile geçerli kıldığı rant ve komisyonculuğa dayalı bölüşüm modeli, ekonomik büyümenin gerektirdiği borçlanmayı zamanla tasfiye edecek üretken yatırımları dışlamıştır, bu nedenle dış açık ekonominin büyüyen kronik sorunu olmayı sürdürmüştür. İkinci olarak sürekli seçim ekonomisi ve yine benimsenen bölüşüm modeli, 2001 Finansal Krizi’nden sonra tutturulan faiz dışı fazla hedefinden sapılmasına yol açmıştır, böylece kamunun borçlanma gereksinimi artmıştır. Diğer yandan önceki krizde tüketilen özelleştirme geliri elde etme yolu, bir çözüm seçeneği olmaktan çıkmıştır. Üçüncü olarak iç ve dış politika tercihlerinin yarattığı siyasal istikrarsızlık ve tek parti iktidarının istikrarsızlığa çare olarak önerip hayata geçirdiği tek adam idaresinin, finans kapitale uygun bir yatırım ortamı vaat etmemesinin tetiklediği sermaye çıkışları, borçlanma maliyetini arttırmıştır. Dördüncü olarak bankacılık kesiminin ve şirketlerin döviz cinsi borçlarının çevrilemez borçlar olarak görülmesi, ulusal büyük şirketlerin dış yatırımlara yönelmesi ve bir kısmının borç yapılandırması talep etmesi borçlanma risk primini arttırmıştır.

Sonuç olarak Türkiye ekonomisi borçlanmak, borçlarını yeniden yapılandırmak zorunda olan ancak söz konusu gerekçelerle borçlanma maliyeti, yeniden borçlanmasını, mevcut borçlarını yapılandırmasını engelleyecek düzeyde artan bir ekonomidir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin ekonomik, politik öncelikleri, mevcut yapısal kısıtlar altında borçlanma maliyetini ve ilgili riskleri düşürmek bir yana arttıracak niteliktedir. Bütün bu gelişmelerin, ilk aşaması döviz kuru krizi olan zamana yayılan bir ekonomik krize yol açması kuvvetle muhtemeldir. Bütün krizlerin en büyük kaybedenlerinin en zayıf kesimler olduğu açıktır. Dolayısıyla krizden çıkış yolları önerilirken toplumun en güvencesiz, en zayıf kesimlerini en az zarara uğratacak tedbirler önerilmelidir.

Krizden Çıkış Yolları

a) Orta ve Uzun Vadeli Tedbirler

i) Türkiye’nin 1980’den sonra benimsediği ekonomik büyüme modeli, stratejik bir akılla aşamalı olarak terk edilmelidir. Yerine ithalat bağımlılığını düşürecek, katma değeri yüksek mal üretimini teşvik edecek, kendine her bakımdan yeter bir ekonomi tesis edecek bir büyüme modeli benimsenmelidir. Bu çerçevede organik tarım, sürdürülebilir enerji kaynakları, ileri teknoloji, yenilik, sağlık, eğitim temel yatırım alanları olarak seçilebilir. İstikrarlı bir iç talebi sağlamak için, tüketicilerin borçlanmadan temel ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlamak üzere, reel ücretlerin orta vadede en azından verimlilik düzeyine çekilmesi sağlanmalıdır. Eğitim müfredatı bu amaçlarla kısa vadede sonuç almak, motivasyonu dünya vatandaşı yetiştirme olmak üzere dönüştürülmelidir. Eğitim ve sağlık hizmetleri temel refah göstergeleri olarak tüm toplum için karşılıksız sağlanmalıdır. Hukukun üstünlüğü, ülkenin iç ve dış politikalarının temel düsturu haline getirilmelidir. 

ii) Tespit edilen stratejik sektörlerde, belirli yeterlikleri (sermaye büyüklüğü, yetişmiş eleman istihdamı) sağlayan işletmeler yetkilendirmeli, bu sektörlere yatırım oranı zorunluluğu getirilmelidir.

iii) Yatırımlar kamu tarafından koordine edilmelidir; kendine yeter, müreffeh bir ekonomi için kaynak tahsisinde planlama başlıca yol olarak benimsenmelidir.

iv) Doğrudan üretici ile son tüketici arasında komisyonculuk ve rantı engelleyecek ortaklık modelleri yaygınlaştırılmalıdır.

v) Zamana yayılan, tüketim üzerinden alınan vergilerin vergi gelirleri içindeki oranını düşürecek, üst gelirlilerin ve kurumların vergi yükünü artıracak bir vergi reformu hayata geçirilmelidir. Zorunlu tüketim malları ve temel gıda malları üzerindeki tüketim vergileri düşürülmeli, lüks tüketim malları üzerindeki vergiler artırılmalıdır.

vi) Finansal gelirlerin sadece stopajla vergilendirilmesine aşamalı olarak son verilmeli ve bu tür gelirler artan oranlı gelir vergisi sistemine dâhil edilmelidir. Bu yapılırken orta ve alt gelirlilerin finansal gelirleri dışarıda bırakılmalıdır. Yüksek finansın faiz gelirleri yüksek vergilere tabi kılınmalıdır.

vii) Yalın, ranta olanak tanımayan bir finansal sistem tesis edilmelidir.

viii) Konut hakkı bir insan hakkıdır. Hanehalkının konut rantı için uzun yıllar borçlandırılarak temel haklarından mahrum edilip bütün hayatının ipotek altına alınmasına son verilmelidir. 

ix) Sermaye hareketleri sektörel hassasiyetle, vade yapısı dikkate alınarak vergilendirilmelidir. İstihdam yaratıcı sektörlere yapılan dış yatırım teşvik edilmeli, uzun vadeli yatırımlara belirli düzeyde vergi muafiyetleri getirilirken, kısa vadeli spekülatif sıcak para hareketleri yüksek vergilere tabi kılınmalıdır. Kâr transferinin önlenmesi için, kârın bir kısmının ülkede yatırılması zorunluluğu getirilmelidir. Sermaye çıkışlarına yüksek vergiler koyulmalıdır. Bankaların ve şirketlerin dış borçlanmasını sınırlayacak yeterlik kriterleri uygulanmalıdır.

b) Kısa Vadeli Tedbirler

i) Ücretlilerin ödediği gelir vergisi ve tüketimden toplanan vergiler, toplam vergi gelirlerinin %74’ünü oluşturmaktadır. Kemer sıkma politikalarının ve iç talebin daralmasının vergi gelirlerini de daraltması beklenmelidir. Bu bakımdan krizle özel kesimin faaliyeti ve yatırım kapasitesi önemli düzeyde sınırlanmış ülke ekonomisinin kamu eliyle ayağa kaldırılması olanağı da sınırlanmış olacaktır. Bunun önüne geçmek için üst gelir gruplarından ve ciroları belirli bir meblağı aşan kurumlardan belirli bir büyüme trendinin sağlanması halinde yatırıma dönük imtiyaz ve teşvikler tanıma taahhüdüyle olağanüstü vergiler alınarak kamunun finansal olanakları genişletilmelidir.

ii) Başta KOBİ’ler olmak üzere şirketlere verilen ve borcun döndürülmesi dışında bir işlevi olmayan teşvikler kaldırılmalıdır. Teşvik sistemi genel olarak gözden geçirilmeli ve objektif kriterlerle etkin olmayan yatırımların ve şirketlerin teşviki önlenmelidir.

iii) Batık KOBİ’ler için ortaklık modelleri (kooperatifler, çalışanlara hisse, vb.) önerilmelidir; tasfiye edilmeleri halinde elde edilecek gelirin belirli bir düzeyine kadar fonla (örneğin %25) kurtarılabilecek şirketlere teşvik verilmelidir. Döviz açık pozisyonu bulunan şirketler küçülmeye ve borçlarını yapılandırmaya zorlanmalıdır.

iv) Vadeli döviz tevdiat hesaplarına uygulanan gelir vergisi oranları döviz kuru-faiz getirisi farkı gözetilerek arttırılmalıdır.

v) Yalın, istisnası sınırlı, performansı esas alan bir kamu ihale yasası çıkarılmalıdır. Kamunun zarara uğratılmasına, keyfilik durumunda zararın tahsilini esas alan, ağır yaptırımlar getirilmelidir.

vi) Belirli bir büyüklüğün üzerindeki firmaların faaliyet dışı finansal gelirleri fazladan vergilendirilmelidir.

vii) Elzem olmayan, itibar ve kamu kaynaklarının yeniden dağıtılması motifiyle hayata geçirilen projeler kamunun öncelikli tasarruf kalemleri arasında olmalıdır.

viii) Krizin derinleşmesi halinde ağırlaşacak işsizliğin refah kaybı yaratmaması için işsizlik sigortasından yararlanma şartları, en azından krizden çıkılana dek, yeniden düzenlenmelidir.

ix) Krizin yarattığı olumsuz ortam ücretli kıdem tazminatlarının kaldırılmasına vesile teşkil etmemelidir.

x) Muhtemel krizin en çok etkileyeceği kesimler olan asgari ücretlilerin ve emeklilerin maaş zamlarına yapılacak enflasyon oranı ilavesi korunmalıdır.

xi) Çiftçinin vergi, prim ve kredi borçları, işletme büyüklüğü ve faaliyeti dikkate alınarak yeniden yapılandırılmalı, en azından krizden çıkılana dek ertelenmelidir.
(http://mulkiye.org.tr/2018-yili-doviz-kuru-krizine-iliskin-gorus/, 20.08.2018)
=======================================
Dostlar,

İşte Mülkiye, üniversiteler, araştırma kurumları, bilim insanları, yetkin uzmanlar… bir ülkenin kalkınması, iyi yönetilmesi için vazgeçilmezlerdir.

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin bir alt birimi olan Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) raporu, deyim yerinde ise 4 / 4’lüktür. 1859’dan bu yana ülkeyi yönetecek yetkin insanla yetiştirme hedefli varolan Mülkiye, ne yazık ki, siyasal iktidarların hedefi olmuştur.. DP – Menderes faşizminin son yılları, 12 Mart ve 12 Eylül zulümler ve son olarak 20 Temmuz 201 sonrası OHAL KHK’ları ile Mülkiye’ye ağır bedeller ödetilmiştir. Gerçekte fatura Ülkeye ve Ulusa’dır.

AKP iktidarı, OHAL KHK’ları ile tasfiye ettiği akademisyenlerin haklarını bir an önce iade etmelidir. Yargılanmadan infaz hukuk ve adalet dışıdır. Bu dayatma sürdürülmemelidir.

AKP iktidarının ülkeyi ”ben bilirim” saçmalığından kendisini kurtararak katılımcı – demokratik – bilimsel süreçlere dayandırması kaçınılmaz ve ertelenmez bir zorunluktur.

İlk olarak TBMM etkin çalışmalıdır. Sayıştay denetim yapabilmelidir. Ünivesiteler özgür ve özerk olmalıdır. Hukuk devleti tüm kurum ve kuralları işletilmelidir. Son 16 yılda izlenen olağanüstü yanlış politikaların ülkemizi sürüklediği uçurum ortadadır.

Yanlışta ısrar ülkemizi dağılma – bölünme – iç savaş – sıcak savaş ortamına sürükleyebileceği artık görülmelidir. 

Her şeye karşın gidilen yol düzeltilmezse;

1. AKP’nin başka türlü seçim kazanamayacağını kabul ve itirafı demektir ve seçim kazanma uğruna ülkeyi – ulusu feda etmeyi göze alabileceği sonucu çıkar.
2. Bununla bağlantılı olarak, siyasal iktidara ”böyle yapmaya” devama kendisini zorlayan dış güçler olup olmadığı… sorusu sorulabilir.

Her 2’si de vahimdir ve bu ülke, bu halk hem bu kabul edilemez yıkıma yaraşır değildir hem de hiçbir biçimde boyun eğmeyecektir..

  • AKP yönetiminin bu tarihsel gerçeği bir an önce görmeleri ve gereğini yapmaları her şeyden önce kendi yararlarına olacaktır.

Devletle oyun oynamak ve bekasını riske sokmak hiç kimsenin haddi değildir.

Sevgi ve saygı ile. 20 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Raporun pdf biçim : Mulkiyeliler_Birligi_2018_Doviz_Kuru_Krizine_Iliskin_Gorus

Korkut Boratav: Normali Erdoğan’ın IMF’ye gitmesi

Korkut Boratav:
Normali Erdoğan’ın IMF’ye gitmesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

İktisatçı Korkut Boratav, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın IMF’ye başvurması gerektiğini söyledi. Boratav, “Normali IMF’ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek. Bunun alternatifinin olduğunu sanmıyorum.” dedi. (Gazete Duvar, 10.8.18)

DUVAR – İktisatçısı Prof. Dr. Korkut Boratav, Türkiye’nin ödemeler dengesi krizi yaşadığını bunun bir finansal krize dönmemesi ve banka iflaslarının önlenmesi için IMF programının makul seçenek olduğunu söyledi.

Boratav, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük bir finansal çöküntüye rağmen IMF’nin kapısına gitmemesi halinde bile, “İktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok.

  • Türkiye faşizme geçmiştir” diye konuştu.

Deutsche Welle Türkçe’den Aslı Işık’ın, Boratav’la yaptığı söyleşi şöyle:

‘CARİ AÇIK FİNANSMANINDA 238 MİLYAR DOLARA
İHTİYAÇ VAR’

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun iktisadi tanımını yapar mısınız? Bu bir döviz krizi mi, finansal kriz mı yoksa ödemeler dengesi krizi midir?

Bir terim ile tanımlanmak istiyorsa esas olarak ödemeler dengesinden kaynaklanan bir krizdir. Dünya sisteminin yükselen ekonomiler denilen blokunun uluslararası sermaye hareketlerine bağımlılığının yarattığı sorunlardan biri, metropolden çevre ekonomilerine dönük sermaye hareketlerinde ani bir yavaşlama, durma ya da çıkış olursa bu, kriz yaratıcı şoklara neden oluyor. 1997 Asya krizi tipiktir. Türkiye ekonomisi buna benzeyen 4 krizden (1994, 1998-9, 2001 ve 2008-9) geçti. Aynı sorunla şimdi de karşı karşıyayız.

Uluslararası sermaye hareketlerinin Türkiye’ye ye dönük bölümü Mart’tan itibaren aniden yavaşlamaya başladı. Mart-Mayıs arası yabancı sermaye girişi bir önceki yılın aynı dönemine göre % 66 oranında azaldı: 16,3 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi bu üç ayda 5,6 milyar dolara indi. Bu doğal olarak döviz piyasalarına yansıyacak. Ekonominin dış yapısal kırılganlığı o derece yoğunlaşmıştır ki, şirketlerin ve onlarla bağlantılı olarak bankaların dış borçlarının ve ekonominin bir yıllık cari açığının finansmanında astronomik bir dış kaynak gereksinimi doğmuştur. Şu halde, 238 milyar dolara ihtiyacı var. Fazla dikkat çekmeyen IMF’nin nisanda yayınlanan raporunda, söz ettiğim şok henüz algılanmazken, IMF bu tespitleri yumuşak bir üslupla yapmıştı. Bunun sonucu bir ödemeler dengesi krizi finansal krize yol açacak mı? Finansal kriz, kredilerin döndürülememesinden kaynaklanan şirket iflaslarının bankalara yansımasından kaynaklanan bir krizdir. Buna doğru gidiyoruz.

‘CUMHURBAŞKANI FİNANS KAPİTALİN KURALLARINI İŞİNE GELİNCE UYGULUYOR’

Mevcut durumun finansal krize evrilmesi mi yoksa buradan durgunluk ya da küçülme ile çıkış mı daha muhtemel görünüyor?

Darbe girişiminin ardından seçim atmosferine girilmesi durumu vahimleştiren tetikleyici unsur oldu. Ekonominin dış kırılganlıklarıyla uyumlu olmayan kamu maliyesi ve kredi pompalamasından kaynaklanan bir genişleme oldu. Cari açığın ve enflasyonun tırmanmasıyla bu ivmenin sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. Uluslararası piyasalar, serinlemeye geçiş bekliyor. İlk kritik gösterge faizlerin yukarı çekilmesidir. Faizler hızla yukarı çekilirse, 238 milyar dolarlık dış kaynak gereksinimi bir ölçüde krediler pahalandırılarak ve yüksek getiri beklentisi ile sıcak para girmeye başlayabilir. Mayısta bu bekleniyordu fakat Cumhurbaşkanı sistematik olarak faizlerin düşmesine (AS: yükselmesine!) karşı. Bunun iki gerekçesi olabilir. Kendisi kahramanca iç kamuoyuna hitap ediyorum. Büyümeciyim, inançlarım ve ekonomi mantığımın gereği faiz düşmanıyım ve bunda ısrar edeceğim diyor. İkincisi, benim beslediğim ve beni besleyen ana sektör en çok döviz borçlusu sektörlerden biri olan inşaattır. Bunu yaşatmak için faizleri düşük, dövizi de ucuz tutmak istiyor. İktisaden bunu yapması mümkün değil ama ısrar ediyor.

Uluslararası finans çevrelerine “faiz enflasyonun sebebidir” demek mümin bir Hristiyan’a İsa’nın yaşamadığını iddia etmek kadar zındıklıktır. Cumhurbaşkanı finans kapitalin kurallarını işine gelince uyguluyor, gelmeyince uygulamıyor. Türkiye 2007-2009 arası iki yıllık küçülme döneminde dahi 40 milyar $ cari açık vermiştir. Bundan önceki dönemlerde durgunlaştığı her yıl cari fazla veren ekonomi, 0 büyümede dahi cari açık veriyorsa, uluslararası finans kurallarına karşı çıkacak gücün, yeteneğin yoktur. Cezalandırılırsın. Bir ödemeler dengesi sorunu, finansal krize dönüşür.

‘FAİZ % 25’E ÇIKSAYDI MESELE FRENLENİRDİ’

Eylül’de açıklanacak Orta Vadeli Program (OVP) derde deva olur mu? Hükümetin döviz şoku karşısındaki sessizliğini neye yoruyorsunuz?

Bütün bu şoka rağmen, Cumhurbaşkanlığı’nı Erdoğan kazandı. Süper ekonomi bakanı damat oldu. Damat, G-20’ye giderken, “Merkez Bankası şimdiye kadar görmediğiniz şekilde etkin olacak” dedi. Finansçıların beklentisi etkinlik sözcüğü değil, “bağımsızlıktı.” Merkez, 15,9’luk enflasyona rağmen faizi değiştirmedi. Faizleri % 25’e çıkarsa sorunun önemli bir boyutu frenlenirdi. Döviz oralarda istikrar sağlayacak, Türkiye yine döviz şokunu yiyecek ve durgunluğa girecek ama sıcak para, Türkiye yeterince ucuzladı diyerek, gelecekti. Dış finansman yükünün bir bölümü sıcak para girişiyle sağlanabilir ama faiz yüksektir, ister istemez ekonomi frenlenmeye mahkumdur. Bunu yapmadı, son şok da oradan geldi.

‘BANKALARIN BATIŞINA GÖZ YUMMAMAK İÇİN IMF’YE GİDECEK’

Türkiye’nin önündeki seçenekler neler?

Cumhurbaşkanı, önümüzdeki yerel seçimlerde büyük kentlerin yönetimini ele geçirmek istiyorsa, şu andaki söylemini yerel seçimlere kadar sürdürebilir. Ortada bir söylem meselesi var. Krize gidiyoruz ama henüz bunun sosyal yansımaları 2001’deki kadar sert değil. 2009’daki yerel seçimler 3 aylık büyümenin % 14 gerilediği dönemdeydi ve AKP 5 puan kaybetti. Bu riski göze alıyor mu? İnatlaşmayı devam ettirirse, ekonomi o türden bir küçülmeye sürüklenebilir. Şimşek olsaydı, hızlı bir faiz ayarlamasıyla birlikte, dövizi dalgalanmaya bırakıp, şirketlerdeki daralma ve iflasları göze alıp, bankalara yansımasını önlemeyi önerirdi. Bankalara yansımasının önlenmesinin ana yöntemi IMF programıdır. IMF, 2000’de banka borçlarının hazine garantisine alınmasını uygulattı. Yunanistan’da aynı şeyi uyguladılar. IMF doktrininde bu mümkündür. IMF kredisi banka borçlarının ödenmesine tahsis edilir, devlet kemer sıkar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu seçeneğe razı olur mu?

Siyasete ve medyaya hakim olan Cumhurbaşkanı ve kadrosu bu büyük teslimiyeti, bir zafer şeklinde de Türkiye kamuoyuna sunabilir. Belki de muvaffak olur. Bankalara da sirayet eden bir büyük finansal çöküntüyü siyaseten kaldırabilir mi? Önünde bir engel olmayacak ki. Normali IMF’ye gitmektir, siyaseten de bunun altından kalkabilir. Bankaların batışına göz yummamak için IMF’ye gidecek. Bunun alternatifinin olduğunu sanmıyorum.

Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok.

  • Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır.
  • Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur.

IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir.

‘KAMU HARCAMALARININ MİLLİ GELİRİN % 2’Sİ KADAR AZALTILMASI İSTENİYOR’

Türk bankaların Avrupalı bankalardan büyük ölçüde sendikasyon kullandıkları biliniyor. Bankaların içine düştüğü ödeme sıkıntısı Avrupa’ya da yansır mı?

Avrupa’nın çürük takıma borç vermemesi gerektiğini bilmesi gerekirdi. Çürük takıma borç verirse sineye çeker. Serbest ekonominin ana kurallarından biridir, borç veren riski göze alır ve zararı sineye çeker. Avrupa bankalarını kurtaracak olan, Türkiye’nin IMF’ye gidip, banka borçlarının Hazine tarafından devralınmasıdır. Bu olmazsa, zararı çekecekler.

Hükümet, özel sektör borçlarını üstlenmeyebilir mi?

Türkiye’nin kamu borcu göstergeleri Maastricht kriterlerinin altında fakat IMF’nin “sistemin arızalı bölgesinden kaynaklanan krizi düzeltme yükümlülüğü kamuya da yansır” diye katı bir ilkesi var. Nisan raporunda, kamu açığının % 1,5’a çıktığı bunun 2019 veya 20’de artı % 0,5’e çıkarılmasını istiyor. Bu, kamu harcamalarının milli gelirin % 2’si oranında aşağı çekilmesi demektir. Bu da ekonominin en az % 3 oranında küçülmesi demektir.

  • Özel sektörün yamukluğundan kaynaklanan krizin düzeltilme yükü son tahlilde kamuya yansıdığı ölçüde, kamu hesaplarının Maastricht kriterlerinin aşağısında olması Türkiye’yi kurtarmayacak.

‘ARJANTİN RADİKAL SEÇENEĞİ SEÇTİ, ÇÜNKÜ CARİ AÇIK VERMİYORDU’

Krizi frenleyecek bir etken var mı?

Şu anda krizin ağırlaşmasını frenleyebilecek bir etken var. Mart-Mayıs aylarında 6,5 milyar $ kayıt dışı sermaye girmiş. Geçen yılın aynı aylarında 3,8 milyar $ kayıt dışı para çıkışı var. 10 milyarı aşkın bir kaynak aktarımı var. Acaba Cumhurbaşkanı’nın bizim bilmediğimiz bir güvencesi var; kendisine borçlu olan sermaye sistemine vergi mi kesiyor, paralarınızı sisteme sokun mu diyor? 2009 krizinde 12 aylık dönemde yine böyle bir şey yaşanmıştı. Bu da bir belirsizlik.

Hükümet, seçeneklerden biri olarak sermaye hareketlerinin kısıtlanması, borçların konsolidasyonu ve ithal ikamesi politikasına geri dönebilir mi?

Bunun bir örneğini Arjantin 2002’de dış borçlarını külliyen askıya alarak yaptı. Bunu uygulamak için sermaye hareketlerini denetledi. Döviz hesaplarından çekişi sınırladılar. Şirketlerin dövizle borçlanması önlendi. Devletin dış borçlarının üçte birinin yapılandırılması müzakere edilir. Büyürken ödeyeceğim, küçülürken ödemem dersin. Bunun için ekonominin dış dengesini, ithalatını ihracatı ile sınırlamak lazım. Bu da halk sınıflarının yoksullaşması demek. Bu yoksullaşmayı sermaye sınıfına yüklemen lazım. Adamlar batarken, ister istemez devlet kamulaştırmak zorunda kalacak. Bir sürü insan işsiz kalacak. Arjantin radikal seçeneği seçti çünkü halk ayaklanmıştı.

Bu yoksullaşmanın maliyetini halk tek başına nasıl üstlenecek!

  • Burjuvaziden servet vergisi ile ortak olmasını isteyeceksin.

Bu çok zor bir seçenek. Bankalar büyük ihtimalle kamulaştırılacak. Alacağını TL’ye çevirip, kuru da enflasyona bağlayabilir. Türk bankalarından alacakların hepsi TL’ye çevrilebilir. Bu bir pazarlık gücü ve ihtimal dahilindedir. Tarih boyunca bu borçlar zaman zaman ödenmemiştir. Yunanistan bunun sınırına geldi. Maliyeti de AB’den değil Euro’dan çıkmaktı. Bunun sonunda Türkiye, planlamaya geçecek. Bütün mesele dünyada yalnız kalır. O zaman kendine yeni hakiki ortaklar bulabilirsin. Bu seçenek dünyaya meydan okunma seçeneğidir. Arjantin o güçteydi çünkü cari açık vermiyordu. Bu politikaları uyguladığı tüm yıllarda cari açık vermedi. O nedenle dış borçları ödememenin maliyeti ağır olmadı. Bu, 1998 ve 2001’de yapılabilirdi. Arjantin bu yolu seçtiğinde Türkiye’nin bu kadar ithalat bağımlılığı yoktu.

==============================================
Dostlar,

Korkut hocamızın sözünün üstüne söz söylemek haddimiz değil..
Ancak kısa birkaç değinmemiz hoşgörülsün lütfen :

Haydi bakalım AKP… yürü de endamını görelim…

Unutulmasın; AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimi öncesi 3 temel vaadi, ”3 Y” ile savaşımdı..

1. Yoksulluk
2. Yolsuzluklar
3. Yasaklar

Tam da tersini yaparak iktidarda kalmaya çabalıyor AKP..
Gerçekte ise Siyasal olarak intihar ediyor açıkçası..
Eh bunca ”şan” da (!) AKP’ye yakışır..
Yeni AKP sözcüsü Ömer Çelik, ”istikşafi” açıklamalarla bizi ekonomik çöküşle nasıl mücadele edileceğine ilişkin aydınlatır!

Sevgi ve saygı ile. 19 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

S&P yılsonu beklentisi: En az % 20 yoksullaşma!

S&P yılsonu beklentisi:
En az % 20 yoksullaşma!

Türkiye kredi notunu düşüren S&P, 2019’da ekonomide daralma bekliyor. 2018 yılsonu kestirimlerine göre Dolar/TL 6,90, kişi başı GSYH de % 20 azalıyor.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poor’s Türkiye ile ilgili kredi not kararını açıklamış, Türkiye’nin yabancı para cinsinden kredi notunu BB-‘den B+’ya düşürmüş, görünümü “durağan” olarak teyit etmişti.

S&P’den yapılan açıklamada, Türkiye ekonomisinin 2019 yılında daralmasının beklendiği belirtilirken 2018 yılsonu beklentileri de paylaşıldı. Buna göre 2018 yılsonu Dolar/TL 6,90, GSYH 688 milyar $ olarak kstirlildi. Kişi başı GSYH 8 400 Dolara gerilerken (2017 yılında 10 597 Dolardı), işsizlik %10,5, yılsonu enflasyonu %15,9, bütçe açığı %3, cari açık da %5,6 olarak öngörülüyor. (sol.org.tr, 18.8.18)
======================
Dostlar,

Yaşadığımız ekonomik yangın ve onu izleyecek çöküntü henüz tüm boyutlarıyla yansımış değil. Önümüz kış ve doğa gaz, elektrik fiyatları daha şimdiden dayanılmaz düzeyde.

Geçen yıl 10 597 $ olan kişi başına ortalama ulusal gelirin 2200 $ gerileyerek 8400 $ dolayına düşmesi halka nasıl anlatılacak, çok merak ediyoruz.. Birkaç yıl önce ulusla gelir hesaplama yöntemi ile oynanarak, 10 bin doların altına inen kişi başına gelir 12 bin dolara yükseltilmişti.

Bu rakamla G20’den kesin olarak düşüyoruz..

Yaşasın AKP iktidarı!

Sevgi ve saygı ile. 18 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Demokrasi, Diktatörlük ve Brunson Krizi

Demokrasi, Diktatörlük ve Brunson Krizi

(AS: Bizim kısa katkımız ve bağlantılı bir makalemiz yazının altındadır..)

İki hafta öncesine kadar bu ülkede kimse adını duymamıştı; 1 Ağustos’ta iki bakanımız sayesinde bu adı hepimiz öğrendik. Magnitsky Yasası uyarınca, ABD, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararı almıştı. ABD’ye girmeleri ve bu ülkenin finans kurumlarını kullanmaları yasaklanıyor ve -eğer varsa- Amerika’daki varlıklarına el konuluyordu.
Neydi bu Magnitsky Yasası? Ve hangi amaçla çıkarılmıştı?
Yasaya adı verilen Sergei Magnitsky Rus vatandaşı bir hukukçuydu ve vergi alanında uzmanlaşmıştı. Büyük bir vergi kaçakçılığına adı karıştığı için hapse mahkûm olmuş, fakat 2009 yılında Rusya’da hapisteyken dövülerek öldürülmüştü. Amerika doğumlu iş adamı bir dostu olayı ABD’ye taşıdı; Kongre’de lobi yaptı ve üç yıl sonra da Magnitsky’nin öldürülmesinden sorumlu olanlara karşı yaptırımı öngören bir yasa çıkmasını sağladı. 2016’da ise bu iki taraflı yasa genelleştiriliyor (Global Magnitsky Act) ve “insan hakları ihlali” bağlamında her ülkede uygulanabilir hale geliyordu. Nitekim Obama’nın imzasıyla 2016 Aralık ayında yürürlüğe giren yasa birçok ülke (bazı Latin Amerika ülkeleri, Sırbistan, Pakistan vb.) vatandaşlarına karşı da uygulandı. Ne var ki 1 Ağustos kararıyla ilk kez bir NATO ülkesinde, üstelik bakanlar düzeyinde uygulanıyordu.
***
Beyaz Saray sözcüsüne göre Gül ve Soylu, aslında masum bir din adamı olan Andrew Brunson’un tutuklanmasında rol oynadıkları, yani ciddi bir “hak ihlali”nde bulundukları için yaptırımlara hedef olmuşlardı. Zaten Erdoğan da ABD otoritelerine hitaben “verin bizim papazı, alın sizin papazı!” diyerek davanın siyasi niteliğini ortaya koymuştu. Türkiye’de devam eden davada ise, rahip, casusluk ve terör (FETÖ, PKK) yandaşlığı ile suçlanıyordu. Buna karşı itirazlar da Trump’ın bir tweeti ile başladı ve giderek tehdide dönüştü. ABD Başkanı tweetinde “O casussa, ben daha büyük casusum” demiş ve bu “iyi aile babası”nın bir an önce evine dönmesi gerektiğini söylemişti. Sonra Başkan Yardımcısı Pence devreye girdi ve gerginlik giderek tırmandı. Brunson’un tutuklu halinin ev hapsine çevrilmesi durumu değiştirmedi ve sonunda yaptırımlar geldi.
***
Bu onur kırıcı uygulamaya karşı Türkiye’de ilgili bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın tepkileri ne oldu?
İlgili bakanların ilk tepkileri ABD’de hiçbir mal varlıklarının ya da banka hesaplarının bulunmadığını açıklamak olmuştu. Anlaşılan, yaptırımlarda en önemli gördükleri nokta buydu. Sanki ABD Hazine Bakanlığı hiçbir pratik değeri olmayan, anlamsız bir karar almıştı. Üç günlük sükûttan sonra Erdoğan da benzer bir tepki sergiledi. “Men dakka, dukka” (çalma başkalarının kapısını; çalarlar kapını!) dedi ve Amerikalı adalet ve içişleri bakanlarının Türkiye’deki (aslında mevcut olmayan) mal varlıklarına el konuldu. Ortada bu bakanlara “insan hakları” konusunda bir suçlama yoktu ve bu kararın neden bir “kısas” teşkil edeceği anlaşılmıyordu. Yine de piyasalar bu tepkiyi kendi mantıkları içinde değerlendirdiler ve izleyen günlerde Türk lirası dolara karşı görülmemiş bir hızla değer kaybetmeye başladı. Aslında piyasa tamamen Brunson’dan yanaydı; zaten rahibin tutukluluk hali ev hapsine çevrilince de borsa yükselmiş, Türk lirasının değeri hızla artmıştı.
***
Yurt ve dünyadaki gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa izleyenler için bütün bu gelişmelerde şaşılacak bir taraf yoktu. Türkiye ekonomisi çoktandır gelişmekte olan ülkeler arasında en kırılganlar arasında, çoğu kez de ilk sırada yer alıyordu. AKP döneminde Türkiye’ye giren ve iktidarın durmadan övündüğü yatırımlara kaynak teşkil eden yüzlerce milyar dolarlık yabancı sermaye bu ülkeye yüksek faizler sayesinde girmişti. Şimdi, Trump’ın himayeci politikasıyla trend aksi yöne dönerken, bütün suçu “faiz lobi”lerine yüklemenin ve “yastık altı” varlıklara bel bağlamanın bir anlamı yoktu. Bu tavır, bir zamanlar Menderes’in enflasyonu önlemek için “muhtekir tüccarlar”a savaş açması ve Milli Korunma Kanunu’nu yürürlüğe koyması gibi iktisat dışı önlemleri anımsatıyordu. O yıllarda piyasa kanunları zabıta önlemlerine karşı ağır basınca Menderes bu kez de siyasi baskı yöntemlerine başvurmuş ve bu da sonunu hazırlamıştı. Günümüzde ise eski senaryonun farklı bir uluslararası konjonktürde sahnelenmesine özenilir gibi bir tavra tanık oluyoruz. İki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra başlayan diplomasi satrancında, AKP medyası Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” kalibresi içinde sunuyor ve ülkede gerçekçi temellerden yoksun bir dış politika, iç politikanın aracı haline getiriliyor. Böylece Erdoğan kağıt üzerinde müttefik olan batılı ülkelere yer yer hakarete varan eleştiriler yöneltiyor; milli gururu okşuyor ve alkışlanıyor. Buna karşılık batılı devlet adamları, anlaşmalarla çizilmiş kırmızı çizgiler aşılmadıkça, gelişmeleri öfkeyle, fakat sessizce izliyor, somut bir tepki göstermiyorlar. Örneğin ABD’de bir basın toplantısında Beyaz Saray sözcüsüne Amerika’ya atılacak “Osmanlı tokadı” sorulduğunda, gülmüş ve “biz politikamızı belirlerken bu gibi beyanları hiç dikkate almıyoruz” şeklinde yanıt vermişti. Oysa Evanjelist rahibin, bekledikleri gibi, bir türlü serbest bırakılmaması somut bir olaydı ve sonunda tepki de somut oldu. Hedef olarak da, iki bakanın ötesinde, Erdoğan seçilmişti. Nihayet ,Türkiye’de iç ve dış siyasetin başlıca mimarı kendisiydi.
***
Peki, şimdi ne olacak? Türkiye ne gibi olasılıklarla karşı karşıya bulunuyor? ABD yaptırımlarına şeklen de olsa yanıt verildi; zevahir kurtarıldı; peki, çöken Türk lirası nasıl kurtarılacak?
Bir konuda ABD’nin açık ve kararlı bir tutum içinde olduğu görülüyor. Trump’ın ifadesiyle ”mükemmel bir Hıristiyan, aile babası ve harika bir insan” olan Brunson serbest bırakılmadıkça yaptırımların kalkmayacağı; aksine yeni yaptırımların da gelebileceği anlaşılıyor. Bu koşullarda Amerika’ya heyet üzerine heyet göndererek “müzakereler”de bulunmak durumu kurtarabilir mi? Bu hiç de olası görünmüyor. Nitekim büyük umutlar bağlanan 9 kişilik heyetimiz Washington’dan eli boş döndü. Şimdi gözler Erdoğan’da; çözüm bütün bu gelişmelerin mimarı olan Cumhurbaşkanının dudakları arasında ve o da Goliath’a karşı bu eşitsiz savaşında tüm politikasının inkârı anlamına gelecek dramatik bir seçimle karşı karşıya bulunuyor.
***
Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.
Reel dünyada somut dayanakları olmayan bu politika ile nereye kadar gidilebilirdi?
Partizan bir liberalizm ile demagojik bir popülizmi bir arada yürütmeye çalışan bir politikanın bugün artık sınırlarına gelmiş bulunuyoruz.

  • İktisadi kriz, siyasi bir krize dönüşme potansiyeli taşır ve muhalefet de iç kavgalar içinde bocalarken, iktisadi muhalefetin ön plana çıkacağı ve iktidarı sarsacağı günlere yaklaşır gibiyiz.

Tam da bu noktada “yerli ve milli” burjuvazinin gözleri Erdoğan’a çevrilmiş durumda ve onlar da Erdoğan’ın Amerikalı rahibe bir “ihsan”da bulunmasını bekler gibi görünüyorlar. Brunson’un tutukluluk hali ev hapsine çevrildiği gün -borsa ve dolar göstergeleri tanıktır- bayram yapmamışlar mıydı? Bugün de -eğer ters bir tesir yapacağından çekinmeseler- Beştepe’ye bir “ricacılar heyeti” göndereceklerinden kimse kuşku duymamalıdır!
***
Aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Obama zamanında bozulmuştu ve bunun nedeni de Suriye politikasıydı. Obama da Erdoğan gibi Esad rejimine karşıydı; fakat 2013 Ağustos’unda bu ülkeye fiili müdahalede bulunmayacağını ilan etmişti. Oysa Esad’ın devrilmesini DAEŞ’in ezilmesinden de önemli gören AKP iktidarı, bu konuda Pentagon’la işbirliğine hazırdı. Türk planına göre Esad rejimi yıkılacak, yerine Müslüman Kardeşlerin de yer aldığı “demokratik” bir rejim gelecekti. Ne var ki Obama’nın açıklaması ile bu plan suya düşüyordu. Savunma Bakanı Robert Gates, durumu, “Bir üçüncü savaşa başlamadan önce, ilk iki savaşımızı (Irak ve Afganistan) bitirmemiz gerekmiyor mu?” diye açıklamıştı. Obama da aynı görüşteydi. AKP medyası Anti-Obama kampanyasını bu koşullarda başlattı. O sırada seçim kampanyasına koyu bir İslamofobi ile başlayan Trump, her şeye rağmen AKP çevrelerinde bir umut kapısı olarak görülüyordu.
***
Bu umut Trump seçildikten sonra daha da arttı. Seçim kampanyasında söylenenler önemli değildi; Erdoğan ile Trump başbaşa görüşecekler ve raylar yerine oturacaktı.
Ne yazık ki sabırsızlıkla beklenen görüşme ancak yirmi dakika sürdü ve umutlar da kısa sürede solmaya başladı. Trump, kendi ülkesinin muhafazakârlarını dahi ürküten faşist fikirler taşıyordu ve bunları uygulamaya çalışacağı da açıktı. Böylece, bugünlere Trump’ın tüm dünya demokratlarını karşısına alan kavgalarıyla geldik. Ve bunu da yoğun bir Esad nefreti ve Obama karşıtlığı içinde basireti bağlanan AKP iktidarı göremedi, ya da çıkar hesaplarıyla görmek istemedi.
***
Ne var ki Beştepe Trump’ı yine de bir kalemde silemezdi. Amerikalı Başkan’ın “otoriter lider”lere zaafı vardı ve “insan hakları” diye bir sorun tanımıyordu. Üstelik Erdoğan’a da, kısa görüşmeleri esnasında, “takdir duygularını” ve “sevgilerini” iletmek fırsatını bulmuştu. Kısaca umutlar solsa da tümüyle ortadan kalkmamıştı. Nitekim Erdoğan son krizde bile Trump’ı sorumlu görmüyor, Başkan’ın “oyuna getirildiğini” ileri sürüyordu. Aslında oyunu asıl tezgâhlayanlar belliydi. Yine de ABD ile ilişkiler hayatiydi ve düzelmeliydi; gerekirse Brunson hemen serbest bırakılabilir, onu çakma iddianamelerle hapse atanlar layığını bulur ve sonuç da bir yargı zaferi şeklinde sunulabilirdi. Bunun için de Beştepe’nin mutlak bir iktidara sahip olması gerekiyordu.
***
Trump’ın faşist fikirler taşıdığını ve salt Amerikan demokrasisi için değil, tüm dünya çapında bir tehdit oluşturduğunu yineleyelim. Buna karşı verilecek savaş da, elbette ki demokratik değerlerin dünya çapında savunulduğu bir savaş olacaktır. Ne var ki, son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye bu savaşa bir halk cephesi öncülüğünde değil, tutarsız ve temelsiz bir “büyüklük hülyası” ile sürüklenmiş bulunuyor. Ve tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor :

  • Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içeride ve dışarıda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek;
  • İkincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak..

    Birinci yol barış ve demokrasi yoludur ve ilk taşları katilleri, hırsızları, mafya liderlerini değil, düşüncelerinden ötürü hapsedilmiş yurtsevereleri haklarına kavuşturan bir yasa ile döşenecektir; ikinci yol ise keyfi önlem ve tutuklamaların devam ettiği, iktisadi krizin yoğunlaştığı bir “istibdat ve düyunu umumiye” yolu olup, bunun taşları da uygulanan baskı politikası, Abdülhamid özlemi ve övgüleriyle çoktandır döşenmektedir.

    Yine de iyice bilinmesinde yarar var ki;

  • bu ülkede laik cumhuriyet Vahdettin’den çok Abdülhamid’e karşı ilan edildi ve
  • artık Türkiye’nin II. Abdülhamid’den sonra bir de III. Abdülhamid’e tahammülü yoktur..
    =========================================
    Dostlar,

Tek sözcükle “müthiş” bir irdeleme üstad Prof. Dr. Taner Timur hocamızdan..
Beynine, yüreğine, ellerine sağlık..
Yazı zaten epey kapsamlı, biz uzatmayacağız ancak, sitemizde yayınladığımız konuyla bağlantılı bir makalemizi anımsatmak istiyoruz :

Erdoğan’ın 3. Abdülhamitleşmesine “ne yazık ki” (!) zamanın ruhu elvermiyor..

Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com