Etiket arşivi: Prof. Dr. TANER TİMUR

Demokrasi, Diktatörlük ve Brunson Krizi

Demokrasi, Diktatörlük ve Brunson Krizi

(AS: Bizim kısa katkımız ve bağlantılı bir makalemiz yazının altındadır..)

İki hafta öncesine kadar bu ülkede kimse adını duymamıştı; 1 Ağustos’ta iki bakanımız sayesinde bu adı hepimiz öğrendik. Magnitsky Yasası uyarınca, ABD, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında yaptırım kararı almıştı. ABD’ye girmeleri ve bu ülkenin finans kurumlarını kullanmaları yasaklanıyor ve -eğer varsa- Amerika’daki varlıklarına el konuluyordu.
Neydi bu Magnitsky Yasası? Ve hangi amaçla çıkarılmıştı?
Yasaya adı verilen Sergei Magnitsky Rus vatandaşı bir hukukçuydu ve vergi alanında uzmanlaşmıştı. Büyük bir vergi kaçakçılığına adı karıştığı için hapse mahkûm olmuş, fakat 2009 yılında Rusya’da hapisteyken dövülerek öldürülmüştü. Amerika doğumlu iş adamı bir dostu olayı ABD’ye taşıdı; Kongre’de lobi yaptı ve üç yıl sonra da Magnitsky’nin öldürülmesinden sorumlu olanlara karşı yaptırımı öngören bir yasa çıkmasını sağladı. 2016’da ise bu iki taraflı yasa genelleştiriliyor (Global Magnitsky Act) ve “insan hakları ihlali” bağlamında her ülkede uygulanabilir hale geliyordu. Nitekim Obama’nın imzasıyla 2016 Aralık ayında yürürlüğe giren yasa birçok ülke (bazı Latin Amerika ülkeleri, Sırbistan, Pakistan vb.) vatandaşlarına karşı da uygulandı. Ne var ki 1 Ağustos kararıyla ilk kez bir NATO ülkesinde, üstelik bakanlar düzeyinde uygulanıyordu.
***
Beyaz Saray sözcüsüne göre Gül ve Soylu, aslında masum bir din adamı olan Andrew Brunson’un tutuklanmasında rol oynadıkları, yani ciddi bir “hak ihlali”nde bulundukları için yaptırımlara hedef olmuşlardı. Zaten Erdoğan da ABD otoritelerine hitaben “verin bizim papazı, alın sizin papazı!” diyerek davanın siyasi niteliğini ortaya koymuştu. Türkiye’de devam eden davada ise, rahip, casusluk ve terör (FETÖ, PKK) yandaşlığı ile suçlanıyordu. Buna karşı itirazlar da Trump’ın bir tweeti ile başladı ve giderek tehdide dönüştü. ABD Başkanı tweetinde “O casussa, ben daha büyük casusum” demiş ve bu “iyi aile babası”nın bir an önce evine dönmesi gerektiğini söylemişti. Sonra Başkan Yardımcısı Pence devreye girdi ve gerginlik giderek tırmandı. Brunson’un tutuklu halinin ev hapsine çevrilmesi durumu değiştirmedi ve sonunda yaptırımlar geldi.
***
Bu onur kırıcı uygulamaya karşı Türkiye’de ilgili bakanların ve Cumhurbaşkanı’nın tepkileri ne oldu?
İlgili bakanların ilk tepkileri ABD’de hiçbir mal varlıklarının ya da banka hesaplarının bulunmadığını açıklamak olmuştu. Anlaşılan, yaptırımlarda en önemli gördükleri nokta buydu. Sanki ABD Hazine Bakanlığı hiçbir pratik değeri olmayan, anlamsız bir karar almıştı. Üç günlük sükûttan sonra Erdoğan da benzer bir tepki sergiledi. “Men dakka, dukka” (çalma başkalarının kapısını; çalarlar kapını!) dedi ve Amerikalı adalet ve içişleri bakanlarının Türkiye’deki (aslında mevcut olmayan) mal varlıklarına el konuldu. Ortada bu bakanlara “insan hakları” konusunda bir suçlama yoktu ve bu kararın neden bir “kısas” teşkil edeceği anlaşılmıyordu. Yine de piyasalar bu tepkiyi kendi mantıkları içinde değerlendirdiler ve izleyen günlerde Türk lirası dolara karşı görülmemiş bir hızla değer kaybetmeye başladı. Aslında piyasa tamamen Brunson’dan yanaydı; zaten rahibin tutukluluk hali ev hapsine çevrilince de borsa yükselmiş, Türk lirasının değeri hızla artmıştı.
***
Yurt ve dünyadaki gelişmeleri ana hatlarıyla da olsa izleyenler için bütün bu gelişmelerde şaşılacak bir taraf yoktu. Türkiye ekonomisi çoktandır gelişmekte olan ülkeler arasında en kırılganlar arasında, çoğu kez de ilk sırada yer alıyordu. AKP döneminde Türkiye’ye giren ve iktidarın durmadan övündüğü yatırımlara kaynak teşkil eden yüzlerce milyar dolarlık yabancı sermaye bu ülkeye yüksek faizler sayesinde girmişti. Şimdi, Trump’ın himayeci politikasıyla trend aksi yöne dönerken, bütün suçu “faiz lobi”lerine yüklemenin ve “yastık altı” varlıklara bel bağlamanın bir anlamı yoktu. Bu tavır, bir zamanlar Menderes’in enflasyonu önlemek için “muhtekir tüccarlar”a savaş açması ve Milli Korunma Kanunu’nu yürürlüğe koyması gibi iktisat dışı önlemleri anımsatıyordu. O yıllarda piyasa kanunları zabıta önlemlerine karşı ağır basınca Menderes bu kez de siyasi baskı yöntemlerine başvurmuş ve bu da sonunu hazırlamıştı. Günümüzde ise eski senaryonun farklı bir uluslararası konjonktürde sahnelenmesine özenilir gibi bir tavra tanık oluyoruz. İki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra başlayan diplomasi satrancında, AKP medyası Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” kalibresi içinde sunuyor ve ülkede gerçekçi temellerden yoksun bir dış politika, iç politikanın aracı haline getiriliyor. Böylece Erdoğan kağıt üzerinde müttefik olan batılı ülkelere yer yer hakarete varan eleştiriler yöneltiyor; milli gururu okşuyor ve alkışlanıyor. Buna karşılık batılı devlet adamları, anlaşmalarla çizilmiş kırmızı çizgiler aşılmadıkça, gelişmeleri öfkeyle, fakat sessizce izliyor, somut bir tepki göstermiyorlar. Örneğin ABD’de bir basın toplantısında Beyaz Saray sözcüsüne Amerika’ya atılacak “Osmanlı tokadı” sorulduğunda, gülmüş ve “biz politikamızı belirlerken bu gibi beyanları hiç dikkate almıyoruz” şeklinde yanıt vermişti. Oysa Evanjelist rahibin, bekledikleri gibi, bir türlü serbest bırakılmaması somut bir olaydı ve sonunda tepki de somut oldu. Hedef olarak da, iki bakanın ötesinde, Erdoğan seçilmişti. Nihayet ,Türkiye’de iç ve dış siyasetin başlıca mimarı kendisiydi.
***
Peki, şimdi ne olacak? Türkiye ne gibi olasılıklarla karşı karşıya bulunuyor? ABD yaptırımlarına şeklen de olsa yanıt verildi; zevahir kurtarıldı; peki, çöken Türk lirası nasıl kurtarılacak?
Bir konuda ABD’nin açık ve kararlı bir tutum içinde olduğu görülüyor. Trump’ın ifadesiyle ”mükemmel bir Hıristiyan, aile babası ve harika bir insan” olan Brunson serbest bırakılmadıkça yaptırımların kalkmayacağı; aksine yeni yaptırımların da gelebileceği anlaşılıyor. Bu koşullarda Amerika’ya heyet üzerine heyet göndererek “müzakereler”de bulunmak durumu kurtarabilir mi? Bu hiç de olası görünmüyor. Nitekim büyük umutlar bağlanan 9 kişilik heyetimiz Washington’dan eli boş döndü. Şimdi gözler Erdoğan’da; çözüm bütün bu gelişmelerin mimarı olan Cumhurbaşkanının dudakları arasında ve o da Goliath’a karşı bu eşitsiz savaşında tüm politikasının inkârı anlamına gelecek dramatik bir seçimle karşı karşıya bulunuyor.
***
Aslında temel sorun Türkiye’de siyaset dili ile ekonomik uygulama arasındaki ayrışmadan doğuyor. Ülke ekonomisi uluslararası sermayeye mutlak bir şekilde bağlı bulunurken, tek siyasi otorite haline gelen Erdoğan kapitalist metropollere meydan okuyor ve bir “mazlum ülkeler lideri” diliyle konuşuyor. Buna uygun olarak da diplomasi alanında özgürce davranıyor ve işine gelmeyince dış ittifakları yok sayıyor.
Reel dünyada somut dayanakları olmayan bu politika ile nereye kadar gidilebilirdi?
Partizan bir liberalizm ile demagojik bir popülizmi bir arada yürütmeye çalışan bir politikanın bugün artık sınırlarına gelmiş bulunuyoruz.

  • İktisadi kriz, siyasi bir krize dönüşme potansiyeli taşır ve muhalefet de iç kavgalar içinde bocalarken, iktisadi muhalefetin ön plana çıkacağı ve iktidarı sarsacağı günlere yaklaşır gibiyiz.

Tam da bu noktada “yerli ve milli” burjuvazinin gözleri Erdoğan’a çevrilmiş durumda ve onlar da Erdoğan’ın Amerikalı rahibe bir “ihsan”da bulunmasını bekler gibi görünüyorlar. Brunson’un tutukluluk hali ev hapsine çevrildiği gün -borsa ve dolar göstergeleri tanıktır- bayram yapmamışlar mıydı? Bugün de -eğer ters bir tesir yapacağından çekinmeseler- Beştepe’ye bir “ricacılar heyeti” göndereceklerinden kimse kuşku duymamalıdır!
***
Aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Obama zamanında bozulmuştu ve bunun nedeni de Suriye politikasıydı. Obama da Erdoğan gibi Esad rejimine karşıydı; fakat 2013 Ağustos’unda bu ülkeye fiili müdahalede bulunmayacağını ilan etmişti. Oysa Esad’ın devrilmesini DAEŞ’in ezilmesinden de önemli gören AKP iktidarı, bu konuda Pentagon’la işbirliğine hazırdı. Türk planına göre Esad rejimi yıkılacak, yerine Müslüman Kardeşlerin de yer aldığı “demokratik” bir rejim gelecekti. Ne var ki Obama’nın açıklaması ile bu plan suya düşüyordu. Savunma Bakanı Robert Gates, durumu, “Bir üçüncü savaşa başlamadan önce, ilk iki savaşımızı (Irak ve Afganistan) bitirmemiz gerekmiyor mu?” diye açıklamıştı. Obama da aynı görüşteydi. AKP medyası Anti-Obama kampanyasını bu koşullarda başlattı. O sırada seçim kampanyasına koyu bir İslamofobi ile başlayan Trump, her şeye rağmen AKP çevrelerinde bir umut kapısı olarak görülüyordu.
***
Bu umut Trump seçildikten sonra daha da arttı. Seçim kampanyasında söylenenler önemli değildi; Erdoğan ile Trump başbaşa görüşecekler ve raylar yerine oturacaktı.
Ne yazık ki sabırsızlıkla beklenen görüşme ancak yirmi dakika sürdü ve umutlar da kısa sürede solmaya başladı. Trump, kendi ülkesinin muhafazakârlarını dahi ürküten faşist fikirler taşıyordu ve bunları uygulamaya çalışacağı da açıktı. Böylece, bugünlere Trump’ın tüm dünya demokratlarını karşısına alan kavgalarıyla geldik. Ve bunu da yoğun bir Esad nefreti ve Obama karşıtlığı içinde basireti bağlanan AKP iktidarı göremedi, ya da çıkar hesaplarıyla görmek istemedi.
***
Ne var ki Beştepe Trump’ı yine de bir kalemde silemezdi. Amerikalı Başkan’ın “otoriter lider”lere zaafı vardı ve “insan hakları” diye bir sorun tanımıyordu. Üstelik Erdoğan’a da, kısa görüşmeleri esnasında, “takdir duygularını” ve “sevgilerini” iletmek fırsatını bulmuştu. Kısaca umutlar solsa da tümüyle ortadan kalkmamıştı. Nitekim Erdoğan son krizde bile Trump’ı sorumlu görmüyor, Başkan’ın “oyuna getirildiğini” ileri sürüyordu. Aslında oyunu asıl tezgâhlayanlar belliydi. Yine de ABD ile ilişkiler hayatiydi ve düzelmeliydi; gerekirse Brunson hemen serbest bırakılabilir, onu çakma iddianamelerle hapse atanlar layığını bulur ve sonuç da bir yargı zaferi şeklinde sunulabilirdi. Bunun için de Beştepe’nin mutlak bir iktidara sahip olması gerekiyordu.
***
Trump’ın faşist fikirler taşıdığını ve salt Amerikan demokrasisi için değil, tüm dünya çapında bir tehdit oluşturduğunu yineleyelim. Buna karşı verilecek savaş da, elbette ki demokratik değerlerin dünya çapında savunulduğu bir savaş olacaktır. Ne var ki, son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye bu savaşa bir halk cephesi öncülüğünde değil, tutarsız ve temelsiz bir “büyüklük hülyası” ile sürüklenmiş bulunuyor. Ve tarih de bu koşullarda önümüze çıkan yol ağzında bizlere iki yön sunuyor :

  • Bunlardan birincisi, özgürlüğü ön plana çıkararak içeride ve dışarıda bir “demokratik cephe” anlayışı içinde hareket etmek;
  • İkincisi ise, dar sınıf çıkarlarına göre tanımlanmış “yerli ve milli değerler” etrafında kenetlenerek gerçeklerden kopmak ve asimetrik savaşın siyasi ve iktisadi sonuçlarına katlanmak..

    Birinci yol barış ve demokrasi yoludur ve ilk taşları katilleri, hırsızları, mafya liderlerini değil, düşüncelerinden ötürü hapsedilmiş yurtsevereleri haklarına kavuşturan bir yasa ile döşenecektir; ikinci yol ise keyfi önlem ve tutuklamaların devam ettiği, iktisadi krizin yoğunlaştığı bir “istibdat ve düyunu umumiye” yolu olup, bunun taşları da uygulanan baskı politikası, Abdülhamid özlemi ve övgüleriyle çoktandır döşenmektedir.

    Yine de iyice bilinmesinde yarar var ki;

  • bu ülkede laik cumhuriyet Vahdettin’den çok Abdülhamid’e karşı ilan edildi ve
  • artık Türkiye’nin II. Abdülhamid’den sonra bir de III. Abdülhamid’e tahammülü yoktur..
    =========================================
    Dostlar,

Tek sözcükle “müthiş” bir irdeleme üstad Prof. Dr. Taner Timur hocamızdan..
Beynine, yüreğine, ellerine sağlık..
Yazı zaten epey kapsamlı, biz uzatmayacağız ancak, sitemizde yayınladığımız konuyla bağlantılı bir makalemizi anımsatmak istiyoruz :

Erdoğan’ın 3. Abdülhamitleşmesine “ne yazık ki” (!) zamanın ruhu elvermiyor..

Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dindar anayasa ve Türkiye’de “şeriatçılığın” sınırları…

Dindar anayasa ve Türkiye’de “şeriatçılığın” sınırları…

Prof. Dr. TANER TİMUR

Ismail_Kahraman_Ahmet_Davutoglu

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Atasözüdür, “çocuktan al haberi” derler; özel yaşamda gizli tutulmak istenen bilgiler, çoğu kez saf ve masum çocuklardan alınır. Kamusal alanda ise durum farklıdır; sırlar daha iyi korunur ve atılacak adımlar daima hesaplı bir şekilde planlanır. Siyasete genellikle ilkeler değil, kelbîlik (sinizm) hâkimdir; saflığa, masumiyete yer yoktur. Ve bu yüzden de önemli hamlelerden önce “denek”ler kullanılır; kamuoyu yoklanır; ortamın hazır olup olmadığı test edilir. Eğer koşullar elverişli değil, hava fırtınalıysa, girişim ertelenir, ortalık yatıştırılmaya çalışılır ve “denek” de “feda” edilir! Kimilerinin gözünde “kahraman”laşsa da!

Görünüşe göre bizde “laiklik”le ilgili son gelişmeler de bu şemaya uygun cereyan etti. Meclis Başkanı “denek” oldu; “dindar Anayasa” test edildi ve pek tutmayacağı anlaşılınca da Cumhurbaşkanı ve Başbakan “yok böyle bir şey; dediler; yeni anayasada laiklik ilkesi korunacak ve bütün dinlere, bütün inançlara ‘eşit mesafede’ davranılmaya da devam edilecek!”..
•••

Yine de görünüşe aldanmayalım ve sorgulamayı derinleştirelim. Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın bu tablodaki yeri ve işlevi gerçekten neydi? Masum bir “deneklik” mi? Siyasi hırsla beslenen kişisel bir “oyunculuk” mu? Yoksa iktidarı daha ileri bir pozisyona zorlamak için bir grubun planladığı bir çeşit “tetikçilik” mi? Bunları bilemeyiz ve bu ilk aşamada sanırım sadece şunu söyleyebiliriz: İsmail Kahraman Bey, bu çıkışıyla adı gibi bir “kahraman” olamadıysa da, asla yalnız bırakılmış, “feda edilmiş” de sayılmaz. Unutmayalım ki Erdoğan da, Davutoğlu da bu dava arkadaşlarının “fikir özgürlüğü”nden saygı ile söz ettiler. Bu da yetmedi, Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş daha da ileri giderek, açıkça Kahraman’ı savundu. “1924, 1961 ve 1982 anayasaları millete rağmen, yapılmış anayasalardır”; diyordu Kurtulmuş; “bu anlayış din-devlet ilişkileri ve bu bağlamda laiklik uygulamalarını da maalesef anayasayla millete dayatan bir anlayış içinde oldu. Birtakım yanlış uygulamalar üzerinden de çok vahim meseleler yaşandı. Bir anayasa milletten kopuk olmaz. Millette ne varsa parlamentoya yansır, anayasaya yansır”. Kısaca Meclis Başkanı haklı olarak bazı “dayatma”ların altını çizmiş, doğru yönü göstermişti. Nihayet Kurtulmuş’u da Osmanlı Ocakları Başkanı tamamladı ve o da bu ikiyüzlülüğe son vererek sosyal medyada malumu ilan etti:

  • “TBMM başkanı Kahraman onurumuzdur. Halkın diline tercüman olmuştur.
    İslam ilkesini zorla batılılaştırdınız.”

    •••
    Evet, İsmail Kahraman yalnız kalmamış, fakat beklediği desteği de bulamamıştı. Oysa O da konuşabilir, “laiklik”ten söz eden Cumhurbaşkanı’na bazı şeyleri hatırlatabilirdi. Örneğin, “Sayın Başkan, diyebilirdi, siz siyasal hayatınızı ve karizmanızı ‘minarelerimiz süngü, camilerimiz kışla’ özlemiyle kurdunuz ve bu mısraları başbakan olarak kezlerce parti kurullarında ve Meclis’te tekrarladınız. Şimdi lütfen söyler misiniz, bizler, Mürşidimiz Necip Fazıl’dan ve sizin bu sözlerinizden aldığımız ilhamla nasıl ‘her inanca eşit mesafede’ olabileceğiz? Yine siz değil miydiniz, AKP’li gençlere Necip Fazıl’ın ‘dinine ve kinine sadık’ gençleri öven hitabesini okuyan? Bakın şimdi bu gençler yetişti ve örgütlendi; üstelik sizi değil, beni destekliyorlar; o halde artık her inancı hak diniyle eşit sayan laiklik uydurmasını terk etmeniz ve hak yolundaki kervanımıza katılmanız gerekmez mi? Yoksa Mürşid’in Gençliğe Hitabesi’nde, laik cumhuriyetin ‘işgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet’ olarak tanımlandığını unuttunuz mu? ”.
    •••
    Kuşkusuz kimse İsmail Kahraman’dan böyle bir konuşma beklemiyor. Yine de patlak veren “kriz”, Türkiye’de bir “din devleti” olasılığı hakkında düşündürücü noktalar içeriyor ve İktidar partisinden gelen bir TBMM Başkanı’nın açıkça “dindar anayasa” istediği bir ülkede, herhalde bu “öneri”yi ciddiye almak ve tartışmak gerekiyor. O halde tartışalım ve “İslam Dünyası”nın bugünkü halini de göz önünde bulundurarak önce şu saptamayı yapalım:
  • Din Devleti, bir hükümet şeklidir; üstelik parlamentarizm ve başkanlık sistemlerinden daha köklü, daha kapsamlı bir sistemdir. Ve nasıl “her millet layık olduğu hükümete sahip oluyor” ise, her Müslüman ülke de ancak layık olduğu “Şeriat Devleti”ne sahip olur. Bu durumda yanıt arayacağımız soru da şudur:
  • Türkiye’de “şeriatçı” bir sistem mümkün müdür? Eğer mümkün ise, ülkenin bugünkü sosyal ve kültürel gelişme düzeyinde bu “şeriatçılığın” sınırları neler olabilir? İşte tam da burada paradoksal (AS: çelişkili) bir durumla karşılaşıyoruz ve görüyoruz ki; bu ülkede İslamı siyasallaştırarak iktidara gelenlerin neredeyse hepsi, yükseköğrenimlerini laik eğitim veren fakülte ve okullarda tamamlamış ve yaşantılarını da bu kurumlardan aldıkları diplomalarla biçimlendirmiş kimselerdir. Öyle ki, şu son günlerde “dindar anayasa”yı savunan İsmail Kahraman bile, Hukuk Fakültesi’nde Şeriat ve Fıkıh değil, Roma Hukuku ve Medeni Hukuk okumuş ve bugün işgal ettiği “makam”a da “fakih” değil, “hukukçu” sıfatıyla gelmiş bir siyasetçi değil midir? Bu demektir ki, İsmail Kahraman ve “dava” arkadaşları bugün laikliğe karşı savaşırken, biraz da kendi geçmişlerine, kendi formasyonlarına karşı savaşıyorlar. İşte “Devrim” yaşamış bir ülkede “şeriatçılığı”, İran ve Arap modellerinden ayıran önemli hususlardan biri budur.
    •••
    Bu kişisel çelişkilerin nasıl çözüleceği, elbette ki bu ikilem içinde yaşayanların sorunudur. Yine de aralarında “diploma” konusunda en zengin olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, geçenlerde yaptığı bir konuşmada bu konuya ışık tutacak açıklamalarda bulundu. Biz de kendisini izleyelim.
    Davutoğlu, Kocaeli’nde, “Gençlik Çalıştayı”nda yaptığı konuşmada, Türkiye Üniversiteleri’nde yapılan “Batılı klasiklere” dayalı öğretimi daha öğrenci yıllarında yetersiz bulduklarını ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken ideal arkadaşlarıyla beraber buna “alternatif bir program” hazırlayarak hafta sonlarında okumalar ve tartışmalar yaptıklarını anlatıyordu. Programlarında, resmi ders programlarında yer almayan “Doğu klasikleri”ni de böylece öğrenmiş oluyorlarmış! Peki, kimler varmış bu “Doğu klasikler”ini yaratanlar arasında? Davutoğlu şu isimleri sayıyor: Necip Fazıl, Said Nursi, Sezai Karakoç, Mehmet Akif, İdris Küçükömer, Nurettin Topçu, Kemal Tahir ve Nuri Pakdil.. Doğrusu garip bir liste; herhalde tamam da değil, fakat verilen isimler bunlar ve Davutoğlu, dava arkadaşları ile bu düşünürleri okuyarak Doğu ile Batı arasında bir denge sağladıklarını söylüyor! Bu da yetmiyor, sayın profesör şu “temel ilke”yi gençlere hatırlatıyor:
  • “Ama bütün bu kitaplar bir Kitab’ı anlamak içindir; O Kelamı Kadim’i de hiç gönlünüzden, yüreğinizden, zihninizden, eyleminizden eksik etmeyin!”. İşte sizlere, tesadüfen bugün de (28 Nisan 2016) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmam-Hatipli öğrencilere övdüğü medrese zihniyetini en bağnaz dönemlerinde şekillendiren temel ilke! Üstelik bu kez, üniversitede kazandığı bütün dereceleri göstermelik sayacak bir pervasızlık içinde, bir profesörden geliyor!
    •••
    Şimdi bu bilgiler ışığında, önce bir noktaya açıklık getirmeye çalışalım:
  • AKP dışında kimi “demokrat” aydınların da paylaştığı bir görüşe göre, tek parti döneminde, din, devamlı olarak aşağılanmış, dindarlar ezilmiş, mağdur edilmişlerdi. Kuşkusuz yıllardır tartışılan ve daha da tartışılacak bir konudur bu. Ne var ki bu tez, devrimci bir dönemde, reel İslam’ın toplumdaki yeri ve işlevi açıklığa kavuşturulmadan tartışılabilir mi? Oysa bu soru bu ülkede öteden beri tartışmanın başlamadan bitmesine neden olan bir soru halini aldı:
  • Dini duygular kutsaldır; tartışılamaz!Oysa burada unutulan nokta şudur: Evet, herkes elbette inançlarında özgürdür; herkes istediği şeye inanabilir; kimse de kimseyi inancı yüzünden kınayamaz! Ne var ki, bir inanç “kutsal bir dünya görüşü” haline gelip de başkalarının inancını ve yaşam biçimini denetlemeye başlayınca, onlar da susup oturacaklar mıdır? İşte bir soru ki bizi son yıllarda sık sık tartışılan “İslam’da reform” konusuna tekrar bir göz atmaya götürüyor.
  • Gerçekten de neden İslamiyet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir reform geçirmemiştir?
  • Neden dünyayı düzenleme gibi bir iddiadan uzaklaşarak kişisel bir inanç demetine dönüşmemiştir? Bu yüzden çıkan kavgalarda aslında kimler ve nasıl “mağdur” olmuşlardır? Neden bu ülkede “mağdur”lar ısrarla dindarlar arasında aranmaktadır? Bu konuda Batı’daki tecrübeler nasıl olmuştur?
  • Örneğin Fransa’da, 1789 Devrimi’nde Kilise’nin bütün malları elinden alındığı, sayısız din adamı giyotine gönderildiği, hatta bir ara din yasaklandığı halde, neden bugün kimse çıkıp da Devrim’i “Hıristiyanlar mağdur oldu” diye eleştirmemektedir?
    •••
    Aslında Osmanlı Devleti’nin geri kalması elbette ki dinle, Müslümanlıkla açıklanamaz. Ortaçağ’da Eski Yunan klasiklerine ilk ulaşan ve Hıristiyan ilahiyatçılardan önce Karanlık Çağ’da gedik açanlar, İslam âlimleri olmuştu. Farabi’ler, İbn Rüşd’ler, Muhyiddin Arabi’ler, İbn Haldun’lar bugün de batılı kitapevlerinin vitrinlerini süslüyorlar. Nitekim bugün “İslam felsefesi” denilen bilgi dalı da, büyük ölçüde Aristo, Platon ve İskenderiye Okulu öğretisinden nakledilen ve yorumlanan düşünceler üzerine kurulmuştur.

Gerçek şu ki; Osmanlılar bugün gülünç hale gelen bir “Osmanlı dalkavukluğu” ardında gizlenen sosyo-ekonomik nedenlerle geri kalmış ve aynı nedenler İslamı da dondurmuş, çağından koparmıştır. Osmanlı coğrafyasını çok aşan bu nedenleri Arap düşünürler genellikle Osmanlı yönetimine bağlar, Osmanlıları suçlarlar. Bunlardan Sorbon’da yıllarca İslam düşüncesi dersleri vermiş olan Cezayirli Muhammed Arkoun, hemen bütün eserlerinde bu yozlaşmadan Osmanlıları sorumlu tutan bir tez ileri sürmüştü. Belki de bir ölçüde Menderes yönetiminin Cezayir Kurtuluş Savaşı’na ihanetiyle de ilgili olan bu ön-yargılı tutum elbette ki paylaşılamaz. Ne var ki, Osmanlıların “İslam düşüncesi”ne fazla bir şey katmadıkları da bir gerçektir. Descartes’ın çağdaşı Katip Çelebi’nin Mizan’al Hak’da saydığı büyük alimlerin (Fahreddin Razi; Kadı Baydavi; Sadeddin Taftazani; Celaleddin Davvani vb.) hiçbiri Osmanlı değildi. II. Abdülhamit de “Panislamist” politikasında, Osmanlı ulemasından çok, Yıldız’a davet ettiği Cemaleddin Afgani’den ilham almaya çalışmıştı.

Çok daha yakın zamanlarda ise, Tunus Müslüman Kardeşler lideri Raşid Gannuşi bir Türk gazetecisiyle yaptığı bir söyleşide şunları söylemişti: “Sürgünde kaldığım Londra yıllarında Türkiye’yi sık sık ziyaret ettim; Tunus’ta yasak olan yaklaşık on sekiz kitabım en çok Türkiye’de satardı. Ziyaretlerimden Necmettin Erbakan’ı, Tayyip Erdoğan’ı ve Abdullah Gül’ü çok iyi tanırım (…) Türkler çok pratik. Bizler de onlara teorik katkı sunuyoruz. Benim yazdıklarımın AKP’yi etkilediğine dair Türk akademisyenlerince yazılan makaleler var”. (Cumhuriyet, 31 Ekim 2011). İşte bizim “İslam dünyası”na önderlik hevesinde olan yöneticilerimizin taşıdığı “Osmanlı kültür mirası” budur.
•••
Yine de Osmanlılar, toplumda çöküş belirtileri başlayıp da “ıslahat” gereği anlaşılınca, din ve geleneğimizi korumak şartıyla, Batı’dan “ilim ve fen”i alma zorunluluğunu kabul etmişlerdi. Eğer bunu yapabilselerdi, dolaylı bir şekilde “dinde reform” yolu da açılmış olacaktı. Çünkü Batı’da laikliği, aslında, Osmanlı ulemasının düşman olduğu filozoflar ve sosyologlar değil, doğa bilimcileri sağlamıştır. Öyle ki, Batı’da Rönesans’tan başlayarak şu inanç gelişmişti:

İlahi tebliğ ayrı iki kitapta ifadesini bulmuştur: İncil ve “Doğa’nın Büyük Kitabı”. Bunlardan birincisini insanlar yazmışlardı ve bunlar yer yer yanılmış olabilirdi; oysa Tanrı’nın asıl kanunları Doğa’da gizli idiler ve müminler bunları bulup ortaya çıkarmak durumundaydılar. İşte Bacon, Galile ve izleyicileri bunu yaptılar ve büyük kavgalardan sonra filozoflar da onları izlemek zorunda kaldı. Ve insanların din ve evrenle ilişkileri de bu süreçte değişti; sekülerleşti. İşte Osmanlıların yapamadığı buydu ve onlar filozoflarla kavga edip durdular. Bugün AKP’li “alim”lerin bayrak yaptığı Necip Fazıl bile, 20. yüzyılın ortalarında, “biz felsefeyi dalaletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak tarihi bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu olarak görmekte mazuruz” diye yazabiliyordu. Şimdi de onun müritleri, çağımızı ve çağımızın sorunlarını anlamaya çalışacaklarına, bu “Doğu Klasiğini” okumaya, anlamaya ve yaymaya çalışıyorlar.

•••
Peki, tekrar soralım, bu inanç ve düşünce bagajıyla nereye varılabilir?

Ülkenin bugünkü iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlarına hiçbir çözüm perspektifi taşımayan bu “kültürel miras” ile nasıl bir “Anayasa” yapılabilir; nasıl bir “rejim” kurulabilir? Yine de haksızlık yapmayalım; on üç yıldır ülkeyi yöneten ekip kuşkusuz birçok doğru şey de söylüyor, çağdaş analizler de yapıyor. Oysa çelişki şurada: Bu doğru sözlerin ve çağdaş analizlerin aslında savaş açtıkları felsefenin, yıkmak istedikleri düzenin ürünü olduğunu görmek, kabul etmek istemiyorlar ve şizoid çelişkiler içinde yaşamaya katlanıyorlar. Üstelik toplumu da bölerek ve iç savaş ortamına sürükleyerek! İyi de, bu “İnadına Osmanlı! İnadına Şeriat!” anlayışı bizi nereye kadar götürebilir? Aslında abes bir soru; çünkü tarih bunun yanıtını çoktan vermiş bulunuyor: Osmanlıları götürdüğü yere! Önce “istibdad”a, sonra savaşa ve en sonunda da çöküşe! Eğer Devrim geleneğinin mirasçıları bunlara zamanında “dur!” demesini bilmezlerse!

=================================

Dostlar,

Bu nefis çözümlemeye (analize, tahlile) hiçbir ekleme yapmak istemiyoruz..

Dileriz çok okunur ve gerekli dersler alınır; ülkemiz – ulusumuz büyük, karanlık ve
sonu öngörülemeyecek yıkımlardan korunur..

En büyük sorumluluk (vebal), AKP içindeki sorumluluk sahibi, mütedeyyin önderlerindir.
Sonra da Mustafa Kemal’in gençlerinin..

BİRLEŞMEK TEK ÇAREDİR!

İktidar her bakımdan kuşatılmış durumda, bu tablo daha da hırçınlık doğuruyor ve büyük hatalara zemin hazırlıyor.. Ne denli bastırılmaya ve saklanmaya çalışılsa da kazan kaynıyor.

Ve şu dakikalarda Erdoğan, sarayında bilmem kaçıncı kez ülke genelinden çağrılan muhtarlara adeta vaaz veriyor, konuşma yapmıyor! Sözleri ağırlıklı ölçüde dinsel içerikli. Muhtarlarım size söylüyorum, ey ümmet (pardon halk mıydı??) sen anla.. örneği. İşleri Allah’a kaldı, görüyorlar herhalde. Sıkıştıkça bu din edebiyatı ve inanç sömürüsüne daha da sarılıyorlar. Ne çok hazin..

Öte yandan DEAŞ (IŞİD) “ülkemizin gücünü sınamayı” inatla sürdürüyor; Başbakan Davutoğlu’nun, “Hiç kimse Türkiye’nin gücünü – sabrını sınamaya kalkışmasın..” sözüne meydan okuyor açıkça.. Topraklarımızda insanlarımızı öldürüyor ve Türkiye’nin bir hava füze savunma sistemi yok! Roketleri havada saptayıp vuramıyoruz.. Gerçekten NATO’nun en “güçlü” 2. ordusu muyuz, en “kalabalık” 2. ordusu muyuz?? Burnumuzu çıkaramıyoruz sınırlarımızdan birkaç km öteye ve BM hukukundan kaynaklanan meşru savunma hakkımızı bile kullan(a)mıyoruz? Niye acaba? CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu boşuna mı söyledi “Bunlar terör örgütlerine yardım ve yataklık yaptılar.. suç duyurusunda bulunuyoruz..” diye?

Bay RTE‘nin 3 yıl kadar önce IŞİD – DEAŞ için söylediği “hırçın çocuklar” kanaati sürüyor mu yoksa?! Bu yaramaz çocuklar hırçınlıklarını Kilis’i – Gaziantep’i roket ateşine alarak 20’ye yakın insanı öldürme  ölçüsüne dek vardırsalar bile mi?

Bu son sorumuz, -eminiz gözden kaçmamıştır- önemlidir, hem de çook önemli!

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com