Etiket arşivi: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

AKP = RTE’nin Boğaziçi Çıkmazı

AKP = RTE’nin Boğaziçi Çıkmaz

Kayyım rektör Bulu “intihalci” (aşırmacı) dolaşan savlara göre..
YÖK derhal soruşturup Doktorasını iptal edebilir, Bulu’nun..
O zaman rektör olma koşullarını da yitirir 2547 sayılı yasaya göre.
Profesör sanı (unvanı) da düşer, sorun biter.
Ama bu YÖK değil ne yazık ki!
Muhalefet yarın topluca Boğaziçi Üniversitesi önüne gidip basın açıklaması yapmalı.
Bulu’yu istifaya, iktidarı atamayı geri çekmeye, YÖK’ü intihal soruşturmasına çağırmalı!

  • Çünkü bu ülkede artık a’dan z’ye herrrrrrrrrrrrrrrrrr bir şeye, ama herrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr her bir şeye artık, 2017 Anayasa değişikliklerinden bu yana, 9 Temmuz 2018’de Erdoğan’ın tahta çıkmasından bu yana “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ve hepimizin alık yerine konduğu bu ucube düzende TEK BİR ADAM karar veriyor; Padişahlardan daha yetkili..
  • O seçiyor, o atıyor, o hükmediyor, o terörist diyor, o millete zillet – illet diyor, bölüyor..
  • O, Atatürk ve İsmet İNÖNÜ’ye “2 ayyaş” demeye yeltenebiliyor hiç sıkılmadan !!!???

Kök neden budur ve öbür tüm sorunlar buna ikincildir, bu sorunun türevleridir:

Herkesin yüzleşmesi gereken YAKICI – ÇARPICI – TUTSAK ALICI.. gerçek bu – dur!

Gündem değiştirmeye de çoook yaramaktadır son manevralar..

Feci ekonomik çöküntü, boğucu işsizlik – yoksulluk, intiharlar, iflaslar, borçlar, zamlar..

Her gün 100’ü çok aşkın insanımızın SALGINA vahşetle kurban verilmesi ve bunun olağanlaştırılması, 2-4 hafta kapanmaya bir türlü yanaşmayan sermaye yanlısı anlayış..
O anlayış ki, kezlerce Türkiye’yi bir ANONİM ŞİRKET gibi yönetme niyetini açıklayan ve öyle de yapagelen bir siyaset dayatmakta..

  • “Türkiye A.Ş.” iflas ettirildi “Ben ekonomistim” diyen RTE tarafından!

Ancak korku da dağları bekliyor hatta sarmış durumda Beştepe kaçak sarayını..

Acaba bir GEZİ daha olur mu?

İşler saman alevi gibi büyür ve denetimden çıkar mı??

Bunca polis baskısı bu yüzden..

İstanbul’da ışık yakıp söndüren, tencere – tava çalan evlerin kapılarını Anayasal KONUT DOKUNULMAZLIĞI hakkını apaçık çiğneyerek taciz ve tehdit etmeye dek vardıracak ölçüsüz ürkü (panik) tepkisi!

Boğaziçi Üniversitesinin atanmış rektörü Yönetim Kurulunu veya senatosunu toplasa ve hocalar hiiiç konuşmayıp “yukarı baksa”.. ne olur? Herhangi bir karar alınıp Üniversite yönetilebilir mi?
Hayalleri olduğu için istifa etmeyi düşünmediğini açıklayan atama rektör Bulu felç olur. En etkili araç budur belki de.. Salt öğrenciler değil, hocalar da çoook etkin, hatta belirleyici olabilir.

Artık sular çoook ısındı.. AKP inişi durdurulamıyor.. Eteklerde tüm taşlar tükendi.
“Terörist” sakızı artık ağzımızda çürüdü, öğürtü uyandırıyor, halkta da karşılığı kalmadı.

Muhalefeti kandırıp, “GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER REJİM” tuzakları, havucu ile gündem değiştirilip zaman kazanılamaz ise Abbas yolcu..

Bu koşullarda 2023 Haziran’ını bekleme olanağı yok iktidar için. Beklemek zorunda kalırsa 2 sonucu var :

1. Seçimi hezimetle kapatıp AKP’nin partiler mezarlığına – çöplüğüne atılması.
2. RTE’nin 3. kez CB adayı olamaması! (Anayasa md. 101/2)

Tek çare muhalefeti kandırıp, muğlak anayasa değişiklikleri ile durumu kurtarmaya çabalamak..

RTE’nin 3. kez aday olabilmesinin tek yolu TBMM’nin erken seçim kararı alması. (Anayasa md. 116/3)
Bunun için de en az 360 oy gerekli. (Anayasa md. 116/1)
Cumhur ittifakı denen AKP + MHP 337’de kalıyor. Çıkış yok..

Muhalefet oyuna gelmemeli…
Bırak kendi ikileminde boğulsun.. Çözülsün, istifalar olsun.. dize gelsin..
Sen eleştirmeyi ve politik seçenekler üretmeyi, sürdür.
Koalisyona yönelmek de bir seçenek olur belki, ceberrut dayatma zayıflar, ekonomik talan hafifletilebilir..

Sevgi ve saygı ile. 04 Şubat 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

Aşırma (İntihal) Sorunu

Aşırma (İntihal) Sorunu

Image result for Prof. Dr. Hasan YAZICIPROF. DR. HASAN YAZICI
ESKİ İÜ ETİK KURULU BAŞKANI

Cumhuriyet, 04 Şubat 2021

Aşırmaya özel ilgim, hocalık yıllarımda böyle iddiaları incelemek üzere sıkça görevlendirilmeme neden olurdu. Bu kez de öyle olmuştu. Edebiyat fakültesinden gelen bir dosyaya bakmakla görevlendirilmiştim. Aşırma ihbarını yapan, aşırmayı yaptığı iddia edilen profesörün aynı fakülteden hocasıydı. Öğrencisinin yazdığı bir kitapta, kendisinden fütursuzca yapılmış aşırmalar olduğundan şikâyetçiydi. Konuyla ilgili iki kitap rektörlükten gelen görevlendirme yazısına eklenmişti. Kitaplar görece kısa, karşılaştırılmaları zahmetsizdi. 1-2 gün içinde kesin kanım oluşmuş, öğrencinin hocasının kitabından oldukça büyük çapta aşırma yaptığını görmüştüm. Ancak bu aşırma, daha sık olarak görülen ve hiç kaynak vermeden yapılan aşırmalardan farklıydı. İncelediğim kitabın yazarı, hocasının kitabı dahil, çok sayıda kaynağa gönderme yapmış, ancak bu göndermelerin kitabının nereleriyle ilgili olduğu belirtilmemişti.

Soruşturma günü hakkında aşırma suçlaması yapılan hocayla aramızda geçen konuşmayı hatırladığım kadarıyla aşağıya alıyorum:

“Kitapları karşılaştırdım. Hocanızın kitabından usulsüz alıntılar yaptığınız hakkında hiç kuşkum yok. Kendinizi nasıl savunacaksınız?”

“Suçlamaları kabul etmiyorum. Göreceğiniz gibi kitabımın kaynaklar listesinde hocamın kitabı da var.”

BİLİMSEL AYIP

“Öyle ama sizin kitabınızda hocanızın kitabından tümüyle kopyalanmış birçok paragraf var. Bu alıntılar tırnak içinde olmadığı gibi kaynak listeniz oldukça uzun ve hocanıza yapılan gönderme bunlardan sadece bir tanesi. Alıntılarınızın aşırma olmaması için hocanızınki dahil diğer kaynaklardan da aldıklarınızı mutlaka tırnak içine almanız ve bu tırnak içindekilerin alındığı kaynağın verdiğiniz kaynaklar arasında hangisinin ve çoğu durumda hangi sayfalarından olduğunu belirtmeniz gerekli.”

“Hocam, tam olarak neyle suçlandığımı anlamıyorum. Hocamın kitabını çok beğenmiştim ve beğendiğim kısımları kendi kitabıma aynen aldım. Dediğim gibi, kitabın sonunda da hocama gönderme yaptım.”

Sabırla devam ediyorum:

“Bakın hocanızın veya başka birisinin dediklerini çok beğenebilirsiniz. Ancak denilenleri kelime kelime aynen (verbatim) kitabınıza tırnak içine almadan koyamazsınız. Ama bakın şunu yapabilirsiniz: Yine kaynak göstermek koşuluyla hocanızın dediklerini kendi cümlelerinizle, yazış usulünüzle anlatabilirsiniz. İşte o zaman aşırmadan bir miktar uzak durmuş olursunuz. Şunu da belirteyim: Yaşamöykünüze ve yayın listenize baktım. Üretken bir öğretim üyesi olduğunuz izlenimini aldım. Deminden beri ve büyük bir sabırla, size yaptığınız önemli bir bilimsel ayıbı anlatmaya çalışıyorum. Güzel kardeşim, söz konusu kitabınızda hocanızı gerekli şekilde kaynak göstermiş olduğunuzda neden bu kadar ısrarcısınız?”

“Hocam, gerçekten anlayamıyorum. Şimdi de tutmuş, hocamın dediklerini yazarken bir değişik yazmamı öneriyorsunuz. Ben kim oluyorum ki kıymetli hocamın dediklerini değiştirip yazayım? Vallahi noktasına, virgülüne dahi dokunamam!”

GÖZ ARDI EDİLİYOR

Araya, o da soruşturmada görevli, zamanın rektör yardımcısı, benim de fakülteden gerçek hocam girdi. “Hasan, yüzünün aldığı şekli beğenmiyorum. Haydi soruşturmaya biraz ara verelim, sen biraz şöyle dışarı çık, hava al, dön” dedi.

Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörünün teziyle ilgili aşırma suçlamaları ve özellikle bu suçlamalarla ilgili açıklamayı okuyunca hemen aklıma şimdi anlattığım aşırma öyküsü geldi. Sayın rektör, bir medya ajansına konuyla ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bir kere bu intihal meselesi bir iftira… Oradaki her şey diğerlerinden alıntıdır. En sonunda kaynaklar yazılmıştır. Bütün dert tırnak içine almamış olmam.” (1) Yıllar öncesinin soruşturmasında duyduklarıma ne kadar benziyor değil mi?

Gerek hikâye ettiğim olayda gerekse de güncel örnekte, yöntem benzerliği yanında aşırmayla itham edilenlerin bir yerde arkasına sığındıkları acı bir gerçek var. Maalesef ülkemizde yıllar boyunca üzülerek gözlediğim gibi intihal, hem oldukça yaygın hem de özellikle ünlü “Doğramacı – Spock” aşırmasında olduğu gibi intihali yapan kuvvetli, kudretli biri ise bu çok büyük ayıp çok kolay göz ardı edilebiliyor. (2)

AHLAK DIŞI GÖRÜLMÜYOR

Ülkemde aşırma (intihal) pek de yüz kızartıcı bir ahlak sorunu değil. Yıllar evvel ben de kendi üniversiteme rektör olmaya soyunmuştum. Fakülte fakülte dolaşıp öğretim üyelerine bana oy verirlerse neler yapmayı planladığımı, neyi sevdiğimi, sevmediğimi anlatıyordum. Sevmediklerim arasında aşırmalar da vardı. Hemen hemen gittiğim her fakültede toplumumuzda aşırmanın ne denli yaygın ve maalesef benimsenmiş olduğunu örnekleriyle anlatmaya çalışıyordum. Kimi örnekte çok severek benimsediğimiz müzik parçalarının bestelerinin başkalarından aşırma olduğuna pek aldırmıyorduk. Bunlar arasında besteleri İsveçlilere ait “Dağ başını duman almış”, İsraillilere ait “Bir başkadır benim memleketim” ve hemen her İstiklal Marşı’ndan evvel gözlerimiz dalgalanan bayrağımızda huşuyla dinlediğimiz, ulusalcı Amerikalı kardeşlerimizin ise çalındığında ayağa fırladıkları “Ti”leri vardı.

Fakültelerdeki konuşmalarımı yine şaşmaz olarak aşırmayla ilgili şu çok sevdiğim alıntıyla bitiriyordum: “Aşırmak, ne vatana ihanet ne de seri halinde cinayettir. Ancak bir aldatma ve kandırma yöntemidir… O ülkenin eğitim sistemi, okuryazarları ve hatta ülkenin tüm insanlarının eleştirisel ve yaratıcı yetenekleri hakkında kitaplar dolusu bilgi verir.” (3)

Rektör seçimlerine dönersek, evet, doğru tahmin ettiniz. Rektör seçilmedim.

1- https://www.haberturk.com/bogazici-universitesi-rektoru-prof-melih-bulu-dan-aciklamalar-2927092
2- H. Yazıcı, Bir Aşırma, İletişim Yayınları, 2020.
3- T. Pappas, Plagiarism and the Culture War. Hallberg pub.co. 1998, s. 30-31

 

Diyanet İşleri Başkanı İslâm adına konuşamaz!

Diyanet İşleri Başkanı İslâm adına konuşamaz!

 

27 Nisan (2020) Pazartesi günü Cumhurbaşkanlığı hükümeti toplandı. Arkasından da Cumhurbaşkanı basına açıklama yaptı. Salgın, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı’nın evi, Adana Büyükşehir Belediyesi Sahra hastanesi polemiği, muhalefetin yalancılığı, sağlık altyapısında nereden nereye gelindiği, Cumhuriyet döneminde gerçekleşenlerin 18 yıllık iktidarlarında yapılanlarla mukayesesi gibi konular AKP Genel Başkanı’nın konuşmasıydı. Bu kadar hayatı aksatan sorunlarla boğuşurken Kemal Kılıçdaroğlu için özel video hazırlatılması, salgın baskısı altında ekonomik sorunlarına çözüm bekleyen halka, CHP’yi eleştiren bu videonun izletilmesinin ne fayda sağladığı anlaşılamadı.

Diyanet İşleri Başkanı ile bazı barolar arasındaki polemik için çok sert, kesin ve keskin ifadeler kullanırken Cumhurbaşkanı şapkasını giydi. Sözlerin keskinliği kadar devlet açısından da çok önemli manaları vardı ancak açıklamanın tamamı içinde arka planda kaldı. Türkiye’nin yasaları açısından hukuk fakültelerinin ve bilim insanlarının ayağa kalkması gerekirken, tartışma İslâm karşıtlığı üzerine kilitlendi.

Cumhurbaşkanı, Başkanımız biliyorsunuz, bir açıklama yaptı. Bu açıklamasıyla sadece inancının, ilminin ve yürüttüğü görevinin gereğini yerine getirmiştir. Söyledikleri de sonuna kadar doğrudur. Elbette Diyanet İşleri Başkanımızın sözleri sadece kendini Müslüman olarak tanımlayan, İslam dairesinde gören kişiler için bağlayıcıdır. Kendini bu sıfatlarla tanımlamayanlar için söz konusu ifadeler sadece bir görüşten ibarettir. Bir defa burada şu gerçeği çok net görmemiz lazım, ülkemizde eğer İslam adına konuşması gereken birisi varsa, bir kurum varsa Diyanet İşleri Başkanlığıdır ve buranın Din İşleri Yüksek Kurulu vardır.

Diyanet İşleri Başkanımızın görüşlerine karşı kullanılan üslup, konu ve şahıs boyutunu aşıp doğrudan İslam’a yönelen kasıtlı bir saldırı hâlini almıştır. Zira Diyanet İşleri Başkanımıza yapılan saldırı devlete yapılan saldırıdır.

Konu, Devlete saldırı olarak nitelenmekle birdenbire devlet krizi hâlini aldı. Evet, bu bir devlet krizidir ancak kriz devletin bir kurumuna, kuruluş yasalarının ve anayasanın dışında bir görev yüklenmesinden çıkacaktır.

ÖNCE YASALAR…. TÖRE KONUŞUNCA KAĞAN SUSAR…

Devletin sadece Diyanet İşleri Başkanlığı ve başkanı değil başka herhangi bir kurumunda da İslâm (Din) adına konuşma yetkisi yoktur.

Anayasa’da; Giriş bölümü 5. fıkra: “… lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı

10: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”

M. 15 2. fıkra: “kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz”

M 24 1. fıkra: “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
     5. fıkra: “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Hükümleri çok açıktır.

633 sayılı Kuruluş Kanunu 1. maddesi DİB’nin, “İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere” kurulduğunu söyler. Yani sadece ilgili işleri yürütmek ve ibadet yerlerini yönetmek görevi tanımlanmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanı, “yürüttüğü görevinin gereğini yerine getirmiştir” ifadesi “İslâm dairesinde gören kişiler için bağlayıcıdır” ile birlikte değerlendirildiğinde bambaşka bir alana kaymaktadır. “Ülkemizde eğer İslam adına konuşması gereken birisi varsa, bir kurum varsa Diyanet İşleri Başkanlığıdır” sözleri de devletin şeklini değiştiren sonuçlara ulaşır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yürütme gücünü Cumhurbaşkanına vermekte, 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde de, “M 1-  (3) Cumhurbaşkanı, yetkilerinden bir kısmını gerektiğinde sınırlarını yazılı olarak belirterek astlarına devredebilir. Ancak devrettiği yetkiyi, gerek gördüğünde kendisi de doğrudan kullanabilir.” demektedir. Kararname ve Cumhurbaşkanının açıklamalarından, yürütme gücünün bir kısmının DİB’na verildiği anlaşılmaktadır. Peki, bu durumda “Ülkemizde… İslâm adına konuşma yetkisi” –varsa ki bence yok  aslî sahibi tarafından da kullanılacak olursa sonuç ne olur?

Diyanet ilk yürütme yetkisini, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için yapılan referandumdan sonraki ağustos ayında, nikâh kıyma görevinin verilmesiyle aldı. Bu husustaki yazım Millî Düşünce Merkezinin internet sitesinde Tarih tekerrür etmemelidir başlığı ile yayımlandı.

YA MÜSLÜMAN NE DÜŞÜNÜR?

İslâm adına yalnızca Diyanet İşleri Başkanı değil, başka hiç kimse veya makam sahibi de İslâm dini adına konuşamaz. Çünkü İslâm bireylerin dinidir. Ruhban yani aracı da yoktur. Müslüman doğrudan Allah ile irtibat kurar. Duası aracısız, ibadeti aracısız, imanı aracısızdır.

Müslümana en büyük kötülük “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” saçmalığı ile yapılmıştır. Bu şekilde kandırılan Müslüman efendisinin(!) artan yemeğini yer, ağzını sildiği peçetesini saklar, abdest aldığı suyu içer… Sonra da onun talimatı ile devletine başkaldırır ve başka Müslümanların ölmesine veya sakat (AS: engelli) kalmasına neden olur. Bütün bunlara da alnı secde gördüğü, aynı menzile yüründüğü için göz yumulur. Ve böyle yüzlerce şeyh (cemaat ve tarikat) ve yüzbinlerce mürit ortaya çıkmıştır.

Cumhurbaşkanı “Diyanet İşleri Başkanımızın sözleri sadece kendini Müslüman olarak tanımlayan, İslâm dairesinde gören kişiler için bağlayıcıdır. Kendini bu sıfatlarla tanımlamayanlar için söz konusu ifadeler sadece bir görüşten ibarettir.” demiştir. Bahse konu, sadece hutbedeki tartışmaya konu olan sözler değil, insanların nasıl ve neye inanacağı ile ilgilidir. Bu ülkede Diyanet İşleri Başkanı’nın söyledikleri veya söyleyecekleriyle kendisini bağlı hissetmeyen, onu dini hüküm verme makamı olarak görmeyen milyonlarca Müslüman var. Bütün Müslümanların DİB ile bağlı olduğunu söylemek doğru değildir. Kaldı ki her bir Müslüman inandıkları için söz söyleme hakkına sahiptir. Hiç kimse de ona benim söylediğim gibi inanacak ya da yaşayacaksın diyemez.

  • Bu millet, kendi dininde papa, patrik, Ayetullah kabul etmez, İslâm’da böyle bir makamın bulunmadığına iman etmiştir.

Bakara Suresi 119. Ayet “Doğrusu biz seni Hak (Kur’an) ile müjdeleyici ve uyarıcı gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” buyurmaktadırMüşrikler veya Müslüman olmayanlar demiyor, cehennemliklerden bahsetmekte. Yani Cenab-ı Hak Peygambere, sözünün bağlayıcılığı yetkisini vermemiştir. Peki, Allah’ın Resulüne vermediği hak ve yetkiyi, bir kulun, görevlendirdiği veya görevinden alabildiği başka bir kula veriyor olmasını nasıl izah edebiliriz?

Bu konu ile ilgili daha geniş değerlendirme Millî Düşünce Merkezinin internet sayfasındaki “Muhafazakâr Demokrasi, Din, Siyaset ve İslâm” yazımda yer almaktadır. Kanaatim o ki bütün bu gelişmeler Cumhurbaşkanının açıklamasındaki “Önümüzdeki dönemde tüm dünya ile beraber ülkemizde de özellikle siyaset alanında yeni bir dönemin kapıları aralanacaktır” cümlelerindeki menzille doğrudan alakalıdır. (AS: ilişkilidir)

23 NİSAN’DAN GÜNÜMÜZE

23 NİSAN’DAN GÜNÜMÜZE

Suay Karaman

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlarken, özgürlük ve bağımsızlığımızı borçlu olduğumuz ülkemizin kurucusu, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın büyük başkomutanı, eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü ve tüm silah (AS: ve dava) arkadaşları ile devrim şehitlerimizi en derin saygıyla, şükranla ve özlemle anıyoruz.

100 yıl önce açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kökeni, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na dayanmaktadır. Mustafa Kemal’in önderliğinde, dünyada ilk kez emperyalist devletlere karşı zafer kazanılmıştır. Bu meclis, hem ülkemizin kurtuluşuna, hem de yeni bir devletin kuruluşuna öncülük eden tarihi bir olguya sahiptir. Çürümüş ve yozlaşmış bir imparatorluktan yepyeni bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, demokratik ve laik bir yönetim biçiminin gerçekleşmesi, çağdaş ve aydınlık bir yaşam biçiminin belirlenmesi ve bunun için yapılan tüm yenilikler, 23 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in liderlik ettiği Büyük Millet Meclisi’nin attığı adımlarla gerçekleşmişti.

23 Nisan 1920 Cuma günü Büyük Millet Meclisi törenle ve dualarla açıldı. Ertesi gün ilk toplantıda Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi. Yaptığı konuşmada “Büyük Millet Meclisi’nde beliren ulusal irade, yurdun yazgısına doğrudan doğruya el koymuş olup, onun üzerinde hiçbir güç yoktur.” dedi. Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşmasının özü kurulan yeni devletin diktayı ve tek adamlığı değil, hukuk ve çağdaş demokrasiyi hedeflediğini göstermektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Halkçılık Programı, 18 Eylül 1920 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde okundu:

”1. Türkiye halk hükümeti ile yönetilmelidir,

  1. Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur, yönetim yolu halkın doğrudan doğruya kendisi yönetmesi temeline dayanır,
  2. Büyük Millet Meclisi hükümeti, halkın karşı karşıya bulunduğu sefalet nedenlerini gidererek, mutluluk ve yaşam düzeyinin yükseltilmesini temel ilke sayar.”

Mustafa Kemal Paşa, cumhuriyetin ilanına giden yolda yaptığı her konuşmada, yeni yönetim şeklinin dayandığı ilkenin Halkçılık olduğunu, demokrasinin ve ulusal egemenliğin vazgeçilmez olduğunu ifade etmiştir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından kurulan genç Türkiye Devleti, az zamanda çok ve büyük işler başarmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1930’da Büyük Millet Meclisi açılış konuşmasında şunları söylemişti: “Ülkenin yazgısında tek yetki ve güç sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu ülkenin düzeni için, iç ve dış güvenliğini sağlamak ve korumak için en büyük güvencedir. Büyük milli sorunlar şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde çözümlendi. Gelecekte de yalnız oradan kesin önlemler sağlanabilecektir. Türk Milletinin sevgi ve bağlılığı her zaman Büyük Millet Meclisine yönelmiştir ve hep oraya yönelecektir.”

Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Halkçılık ilkesi de, ulusal egemenlik de gerçek anlamlarından uzaklaştırılarak, farklı konumlara çekilmiştir. Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından 90 yıl sonra 12 Eylül 2010 halk oylaması ile “ileri demokrasi” kandırmacasıyla, özgürlükler kısıtlanmış, yargı bağımsızlığı yara almıştır.

16 Nisan 2017 halk oylamasında, Yüksek Seçim Kurulu’nun son dakika golü  mühürsüz oy pusulalarının geçerli kabul edilmesiyle ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen tuhaf bir sisteme geçilmiştir. Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100. yıldönümünde, Ulusal Kurtuluş Savaşını kazandıran ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimi yerine, siyaset biliminde benzeri olmayan Cumhurbaşkanlığı yönetiminin çok büyük olumsuzluklarını yaşamaktayız.

Cumhurbaşkanının partili olmasıyla, bu makam iç siyasette herkesi kucaklayıcı bir makam olmaktan çıkmıştır. Bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilen etkisizleşmiştir. Yürütme erki Cumhurbaşkanı ve bakanlar, Meclise karşı sorumsuzdur. Demokrasinin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığı ilkesi fiilen yok sayılarak, Anayasa Mahkemesi etkisizleştirilmiş, bağımsız yargı tümüyle yok edilmiştir. Ülkemiz artık Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yönetilmektedir.

  • Ülkemizde adı konmamış bir sivil darbe yaşanmaktadır.

Meclisin kuruluşunun 100. yılında ulusal egemenlik, tam bağımsızlık bitirilmiş, Halkçılık ilkesi yok edilmişken, 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi, anılarımızda yaşamaktadır.

Cumhuriyetin 100. yılına girerken, genel durum ve görünüm hiç iyi değildir. Ulusun kendi kendini yönettiği ulusal egemenlik kavramı uzun yıllardan beri yok sayılmaktadır.

  • Demokrasi bitmiş, yerine tek adam diktatörlüğü getirilmiştir.

Ancak her durumda mücadeleye devam etmek gerekmektedir. Ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ilkelerinde birleşerek, Kemalist ilke ve devrimleri özümseyenlerin bir araya gelerek yapacağı mücadele sonunda, bu karanlık gidişten aydınlığa çıkmak olasıdır.

TÜRK MİLLETİNE

TÜRK MİLLETİNE

Çoban Ateşi Hareketi Genel Başkanı
Rifat Serdaroğlu

Dünya, çok ciddi sonuçları olabilecek bir virüs salgını ile karşı karşıyadır. Ülkemizin de içinde bulunduğu bu durum, hepimizin el ele vermemizi gerektiren ulusal ve uluslararası bir sorundur.
Bu sorunun boyutlarının yakın gelecekte başımıza neler getireceği, ülkeyi ve dünyayı nelerin beklediği gerçekten çok belirsiz ve vahimdir.

Yapılan bilimsel araştırmalar sonucu görünen şudur:
Virüsün etkileri Temmuz ayında azalacak, ancak Ekim ayında daha şiddetli olarak ortaya çıkacaktır. Aşı çalışmalarının sonuçlanması en iyimser şartlarda 18 ay dolayında olacaktır.

  • Ölümlerin artması, insanları bekleyen açlık-kıtlık olasılığı ve yoksulluk, beraberinde yağma-talan- sokak eşkıyalığına yol açacak, can ve mal güvenliği tehlikeye girecektir.

Olayın bu boyutlara gelmesini önlemek için dünya, Birleşmiş Milletler düzeyinde, tüm dünyada uygulanacak genel önlemleri almalı ve takibini yapmalıdır.

Türkiye özelinde gördüğümüz şudur :
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini uygulamaya çalışan gerek seçilmiş Siyasetçilerin gerek atanmış Bakanlarının gerekse de Bürokratlarının yani devletimizin, böylesi biyolojik saldırılara karşı herhangi bir hazırlığı, planlaması maalesef yoktur.
Türk Ordusunun bu konudaki hazırlıkları da “Kozmik Odaya” FETÖ’nün sokulması ile yok edilmiştir. Kurumlar arasında bir uyum bulunmamaktadır. Bu durum hem kaynak israfına, hem de istismara yol açmaktadır.

Türk Devletini şu an yönetenler derhal akıllarını başlarına almalı, salgın olayını “Siyasi Çıkar” sağlama çabalarından çıkarmalı, kurumları ve insanları bölmekten çekinmeli, hayal ile iş yapmaktan vazgeçmeli, tüm kurumları-belediyeleri-STK’ları kapsayan,

  • Bilimin-uzmanların öncülüğünde bir “Ulusal Plan” ortaya koymalıdır.

Böylelikle, çok başlılık ve israf önlenecek ve destekler gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmış olacaktır.

Bunlar yeter mi? Elbette ki yetmez!
Bizler, sorumlu bireyler olarak üzerimize düşeni, şikayet etmeden yapmalı, sağlık ve hijyen kurallarına tam olarak uymalıyız

Çoban Ateşi Hareketi Gönüllüleri olarak önerdiğimiz, “Harcama Yönünden Sosyo-Ekonomik Tedbirler”  ve “Gelir Artırıcı Tedbirler” çalışmamızı kamuoyumuza takdim ediyoruz;

Harcama Yönünden Sosyo-Ekonomik Tedbirler                  :

1)Bu mücadeleden başarıyla çıkmak için, 15/ Nisan/ 2020 ile 15/ Temmuz/ 2020 arasındaki üç ay boyunca ülkede her şeyin dondurulması gerektiğini düşünüyoruz.

2)Bu sürede hiçbir Banka, 15/ Nisan/ 2020 tarihine kadar olan bireysel ya da ticari kredi ve kredi kartı borçlarına ana para aynı kalmak kaydı ile faiz çalıştırmamalı ve ödemeler 15/Temmuz 2020’den sonra kendi orijinal tarihlerinde başlamalıdır. (Hazine Maliye Bakanlığı-BDDK-Bankalar Birliği)

3)Geliri 2.500 TL altındaki ailelere, üç ay boyunca Elektrik-Su-Gaz bedava verilmelidir. (Geçmiş yıl ortalamaları kadarı ücretsiz olacak. Bunu geçenler aradaki farkı ödeyecek) (Enerji Bakanlığı-EPDK-BOTAŞ-Dağıtım Şirketleri-Belediyeler)

4)Ev ve İşyeri sahiplerinden üç ay için kira almamaları istenecektir.
Kiracılarından kira bedeli almayan kişi ve kuruluşlar, mülklerinin bir yıllık gelir vergisinden muaf tutulmalı, devlet de kiradan stopaj talep etmemelidir. Belediyeler 2020 yılı emlak ve çevre vergisi almamalıdır. (Gelirler Genel Müdürlüğü-Belediyeler Birliği)

5)Tahmini sayısı, 4 Milyon hanede oturan yoksul ailelerimize e-devlet kayıtlarından bakılarak üç ay, ayda 1.500 TL nakit yardım yapılmalıdır.(Hazine ve Maliye Bakanlığı-Valiler-Kaymakamlar-Belediyeler-Muhtarlar)

6)Hiç kimsenin işçi çıkarmasına izin verilmemelidir. 3 ay sonra her şey sıfır noktasında olduğu yerden başlatılmalıdır. (Çalışma Bakanlığı-Sendikalar)

7)Hammadde ithalatında vergi alınmamalı, ihracatta teşvikler aynen devam etmelidir. (Ticaret Bakanlığı-TÜSİAD-TOBB)

8)Borsada hızlı düşüş yaşayan sektörlerin, fırsatçıların (Özellikle Yabancıların) eline geçmesini önlemek için gerektiğinde devlet, hisse almalı şirketlerimizin durumu düzeldiğinde bedeli karşılığında sahibine devretmelidir.(Maliye Bakanlığı-BİS)

9)Başta Kanal İstanbul olmak üzere, tüm kamu yatırımlarından
2020 yılı için vazgeçilmelidir. Devam edenler ÜÇ AY süreyle durdurulmalıdır. (Cumhurbaşkanlığı)

Gelir Arttırıcı Tedbirler                                 :

1)Bugüne kadar imtiyazlı vergi olanağına sahip Kuyumculuk ve Değerli Taş Firmalarından, 2019 Mali yılı sonuçlarına göre yıllık
50 Milyon TL satış geliri elde eden şirketlerden %5,
20 Milyon TL satış geliri elde eden şirketlerden %2,5,
1 Milyon TL elde edenlerden de %1 olarak ve BİR defaya mahsus olarak “Dayanışma Vergisi” alınmalıdır. (Maliye Bakanlığı-TOBB)
Ayrıca, yıllık 250 Bin TL üstünde gelir gösteren iş dünyasından ve şahıslardan, BİR defaya mahsus olmak üzere, 2019’da ödedikleri verginin %5’i tutarında yardım yapması talep edilmelidir.

2)BİR Milyon TL üzerinde değere sahip YAT-Lüks Otolardan BİR defaya mahsus olarak, değerinin %5’i tutarında Dayanışma Vergisi alınmalıdır. Ayrıca Lüks Tüketim mallarının ithalatından da üç ay boyunca aynı oranda vergi alınmalıdır. (Maliye Bakanlığı-İç İşleri Bakanlığı)

3)Kamudaki araç kullanımına sınır getirilmelidir. Bakanlar dışında hiçbir devlet memuru, makam aracı kullanmamalıdır. (Devlet Denetleme Kurumu)

4)Her türlü Vakıf ve Dernek-Cemaatlere aktarılan yardımlar kesilmelidir. Bunların menkul-gayrimenkulleri ile nakit kaynaklarının %50’si Hazineye aktarılarak, virüsle mücadelede kullanılmalıdır.

5)Hazine garantisi verilerek inşa edilen otoyol-köprü müteahhitlerine bu yıl ödenmesi gereken bedelin ödenmeyerek, önümüzdeki yıllara yayılmalıdır.

6)Sosyal Yardım Fonundaki 70 Milyarın Üç aylık tutarı 17,5 Milyar TL etmektedir. Bu para virüs salgını için kullanılmalıdır.

7)Devlet, şahıs ve şirketlerin bankalardaki vadeli hesaplarından ANA PARASINA DOKUNMADAN, üç aylık faizini borç olarak almalıdır. Bu alınan borcun iadesi 2021 yılında yapılmalıdır.

8)Tüm bu önerilerin görüşüleceği yer, Ekonomik ve Sosyal Konseydir. Tasdik yeri ise TBMM’dir. Arzu edilirse, deneyimli arkadaşlarımızla katkı koyacağımız bilinmelidir.

Bu yollarla elde edilecek gelir, yoksullara dağıtılan paranın yanı sıra, TARIMDA KENDİ KENDİMİZE YETMEK için, üretilen ürün üzerinden, çiftçiye ALIM GARANTİSİ verilerek, tüm tarım girdilerinde %50 İNDİRİM olacak şekilde kullanılmalıdır. Kalan miktar, artan sağlık harcamalarının karşılanmasında, stratejik şirketlerimizin desteklenmesinde kullanılmalıdır.

9)Son olarak tüm bu tedbirleri ve harcamaları içeren ve Bakanlar Kurulunu yetkilendiren, ÜÇ AYLIK bir GEÇİCİ BÜTÇE yapılmasını ve bu bütçenin TBMM’de onaylanmasını öneriyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanı;
Bugünkü sistemde siz onay vermezseniz, bu önerilerimizin gerçekleşmeyeceğini biliyoruz.
Siz de lütfen şunu bilin;
Böylesine açık ve geliştirilebilir nitelikteki ve ayakları yere basan önerileri hayata geçirmek, genel ve yerel her kurumumuzu ve tek-tek her insanımızı bu mücadeleye katmak sizi küçültmez.
Aksine büyütür. Atalarımızdan bizlere kalan çok değerli bir söz vardır; “Taç Giyen Baş Akıllanır” diye!
Sorumluluk ve yetki sizde. Ya bu önerileri veya daha iyilerini yapar Türk Milletini bu zor günlerden çıkarırsınız ya da yalnızca AKP Genel Başkanı olarak davranır ve yıkıma neden olursunuz.

Çoban Ateşi Hareketi olarak, 15 Temmuz 2020’ye kadar muhalefet görevimizi askıya alıyoruz. Başarılı olursanız, sizi alkışlarız.
Bu önerilerimizi tartışmadan reddederseniz ve insanlarımızın ölümüne, işlerini kaybetmelerine, yoksullaşmalarına sebep olursanız, 15 Temmuz 2020’den sonra, şimdiye kadar görmediğiniz şiddetteki muhalefet hareketini başlatırız.

Karar sizin, takdir Yüce Türk Milletinindir.

  • Ne Mutlu Türküm Diyene ve Sözünden Dönmeyene!
    08 Nisan 2020

Siyasi ayak açıkta!

Siyasi ayak açıkta!

FİKRİ SAĞLARFİKRİ SAĞLAR
BİRGÜN
11.02.2020

 

15 Temmuz 2016 hain FETÖ kalkışmasının üzerinden neredeyse 4 yıl geçti. Bu süreçte başta Türkiye’nin rejimi olmak üzere çok şey değişti.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında;

– laik demokrasi askıya alındı,
– sosyal hukuk devletinden vazgeçildi,
– ekonomi çöktü ve
– ülkede paylaşım adaleti kalmadı
– dolayısıyla siyasete olan güven de yok oldu.

– yargı, yasama ve yürütme tek elde toplandı…
– üstelik bu tek adam AKP’nin genel başkanı.
– Artık kentin AKP’li il başkanını, valisini, Cumhuriyet Başsavcısı’nı ve yüksek yargı organlarını da aynı kişi belirliyor.

  • Yani şimdi, ülkeyi tek kişi istediği gibi yönetiyor.

Bu 4 yıl içinde FETÖ mensubu binlerce hâkim, savcı, general, amiral, subay, asker, akademisyen, bürokrat ya da iş insanı yakalandı. Yargılandı. Tutuklandı.

  • Ama FETÖ’cü siyasi ayak bulunamadı!?

Devlette Generali, hâkimi, savcı ya da müsteşarı, daire başkanı, amir ya da memuru görevlendiren, tayinlerinde imza atan siyasiler nerede?

Bu soruyu iktidar hiç yanıtlamadı!

İlker Başbuğ’un; Meclis’ten bir gecede geçirilen, “Asker kişilerin Özel Yetkili Mahkemelerde (ÖYM) yargılanmasına ilişkin yasayı kim hazırladı? Sorusuyla birlikte siyasi FETÖ’cüler ülke gündemine yeniden oturdu!
Ve bu Gündem AKP ve MHP’de müthiş telaş yarattı.

Öncelikle AKP ve MHP, TBMM’de kurulan “15 Temmuz Komisyonu Raporunu” neden AÇIKLANMADIĞININ hesabını vermelidir! Kumpas davaları mağduru ve 26. Dönem İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek’in bu konuda gönderdiği iletiyi sizle paylaşmak isterim.

Sevgili Sağlar;

İlker Başbuğ’un talep ettiği açıklamadan önce, ÖYM yasasının çıkarılış sürecini hatırlayalım.

– 12 Şubat 2009 günü Taraf Gazetesi, askerlerin sivil savcılar tarafından soruşturulması için bir yazı kampanyası başlatır…
– 26 Haziran 2009 günü gece baskını ile AKP, TBMM’de CMK/250 son maddede değişiklik yapan “Asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanmasını” sağlayan yasayı Meclisten geçirir.

21 Ocak 2010 günü Taraf Gazetesinde Sahte Balyoz belgeleri yayınlanır.
Savcılar soruşturma başlatır. Sonrasında havuz medyasının adeta linç eden
yalan haberleriyle birlikte davalar sürer.

  • 17-25 Aralık 2013’de FETÖ AKP iktidarını da hedef alınca,
  • milletvekili ve Başbakan danışmanı Yalçın Akdoğan, Erdoğan adına “Türk Ordusuna kumpas kurulduğunu” açıklar, Böylece Kumpas Davaları çöker!

*****
Dursun Çiçek iletisinde, bu kumpası kuran FETÖ’nun siyasi ayağının bulunması için ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA Suç Duyurusunda bulunduğunu da eklemiş.

Dilekçe özetle şöyle;

“… Binlerce masum askeri ve Cumhuriyet aydınını emperyalizmin maşası FETÖ’nün talimatlarına göre yıllarca mağdur eden ve devlet kadrolarından tasfiye eden FETÖ yargısına mahkûm eden ve anayasaya açıkça aykırı olan söz konusu gece yarısı FETÖ Operasyonunun gerçekleşmesinde özel bir çaba gösteren; dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin-Hatay, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İYİMAYA-Ankara, Kanun Telifinde imzası bulunan Bekir Bozdağ-Yozgat, Ahmet Aydın-Adıyaman, A. Müfit Yetkin-Şanlıurfa, Mustafa Elitaş-Kayseri, Yahya Doğan-Gümüşhane, Mehmet Ceylan-Karabük hakkında soruşturma açılmasını, FETÖ suç örgütünün yargı ayağındaki militanlarının istismar ettiği söz konusu önerge ile ilgili olayın arka planının ve hazırlık safhasında görev alanlarının açığa çıkarılmasını,

Eli kanlı FETÖ suç örgütünün TSK içinde yargı operasyonları ile icra ettiği tasfiyelerle kendi militanlarına yer açması ile 15 Temmuz kanlı darbe girişimine giden süreçle ilgili “Deliler” bölümünde yer alan çoğu yargı kararı haline gelen somut ve hukuki delillerin toplanmasını ve değerlendirilmesini,

Emperyalizmin hizmetinde olduğu yargı kararları ile kesinleşen FETÖ suç örgütünün, 15 Temmuz kanlı darbe girişimine giden hain süreçte, darbe girişimine yönelik en önemli ve somut eylemlerinin başında gelen söz konusu gece yarısı FETÖ destekli operasyonda görev aldığı TBMM Tutanağı ile sabit olan FETÖ suç örgütünün siyasi ayağı hakkında dava açılmasını saygı ile arz ve talep ederim.

Her şey açık!

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ve İdari Yapıya Etkisi

Araştırma Makalesi :
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ve İdari Yapıya Etkisi

(AS: Bizim irdelememiz yazının sonundadır..)

Ozan ZENGİN
Dr. Öğretim Üyesi
Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye

Öz
Bu makale, 2018 yılı Temmuz ayı itibarıyla parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçen Türkiye’deki değişimi ilk olarak siyasal yapı, sonrasında da idari yapıdaki dönüşümler çerçevesinde incelemektedir. Çalışmada, yeni sistemde Cumhurbaşkanına verilen yetkiler ortaya konarak analiz edilmektedir. Cumhurbaşkanına asli düzenleme yetkisi veren ve özerk bir alan tanıyan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile merkezi yönetimi bünyesine katan yeni Cumhurbaşkanlığı teşkilatı ayrıntılı irdelenmektedir. Çalışmanın son kısmında ise özellikle siyasal sistemin niteliği açısından ABD Başkanlık Sistemi ile karşılaştırma yapılarak okuyucuya toparlayıcı bir değerlendirme sunulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Amerika Birleşik Devletleri
***

Presidential System and Its Effect On The Administrative Structure in
Turkey

Abstract
This paper analyzes the changes in Turkey which transitioned to the presidential system from a parliamentary system as of July, 2018, first in terms of political structure; then in terms of the transformations in the administrative structure. In this study, the powers given to the President in the new system are revealed and analyzed. The Presidential Decrees, which give the President the authority to primary regulation and grant an autonomous field and, the new Presidency organization that swallows the central administration are studied in detail. In the last part of the study, a comprehensive evaluation is presented to the reader by making comparison to the USA Presidential System, especially in terms of the qualification of the political system.

Keywords: Presidential System in Turkey, Presidential Organization, Presidential Decree, United States of America

Giriş
Türkiye, 13. Cumhurbaşkanı’nın yemin edip göreve başlamasıyla resmi olarak 9 Temmuz 2018’de başkanlık sistemine geçmiştir.2 17 Nisan 2017 referandumu sonucunda kabul edilen anayasa değişikliği paketi3 ile başlayan siyasal sistem değişikliği, 24 Haziran 2018’de birlikte yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimi’yle nihayete erdirilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesine ilişkin 2007 tarihli anayasa değişikliği4 sonrasında parlamenter sistemden ilk ciddi kopuş gerçekleşmişti. 10 Ağustos 2014 tarihli seçimle de yürütmenin siyaseten sorumsuz tarafı olan Cumhurbaşkanının, başkanlık sistemlerindekine benzer bir biçimde doğrudan halk tarafından seçilerek belirlenmesi usulüne geçilmişti. Değişikliğin anayasa metnine işlenmesinden sonra Türkiye’deki sistemin niteliğine ilişkin “başkanlı parlamenter sistem”, “yarı-başkanlık” gibi tartışmalar baş göstermişti (Gönenç, 2007; Özsoy Boyunsuz, 2014; Kükner, 2012; Kamalak, 2014; Demir, 2014; Gözler, 2018a). Bununla birlikte ilk kez halk tarafından seçilme uygulamasına ve hatta 2017 referandumuna kadar sistemin özünün parlamenter sistemi yansıttığına dair yorumlar da bulunmaktaydı (Özbudun, 2011).
……………………..
………………………..

Siyasal Sistemde Hat Değişikliği: Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi

9 Temmuz 2018 itibarıyla benimsenen sistemin adlandırılmasında farklılıklar göze çarpmaktadır. Yalın bir şekilde başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanına da “başkan” diyenler olduğu gibi niteliği değişim gösterse de yerleşik Cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi diyenler de söz konusudur. Ortada bir “hükûmet” kalmadığı için bu adlandırmaya itiraz edenler de bulunmaktadır. 17 Nisan 2017 referandumundan itibaren geçen yaklaşık iki yıl sonunda “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi”nin yaygın kullanımı ve kabulü çerçevesinde uzlaşıya varıldığı söylenebilir.

Yeni sistemin köşe taşları 6771 sayılı Kanun’la döşenmiştir. 1982 tarihli Anayasa’da kapsamlı değişiklikler yapan bu Kanun sonrasında; Yürütme’nin oluşumuna bakılırsa,

• Anayasaya göre yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir (md. 104/1) ve görev olarak da yalnızca Cumhurbaşkanı tarafından kullanılır (md. 8).7
Başkanlık sistemlerinde olduğu gibi yürütme tek başlı hale gelmiştir. Parlamenter sisteme özgü olan iki başlı yürütme (Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu birlikteliği) uygulamasına son verilmiştir.
• “Devletin başı” değil artık “devlet başkanı” sıfatıyla yetkili olan bir Cumhurbaşkanı
söz konusudur (md. 104/2).
…………………
……………………………

Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CK): Y asama Yetkisinin Genelliğinin Sınırlandırılması

Anayasa değişiklik paketi kapsamında öne çıkan ve tartışılmaya başlayan; 2018 yılı itibarıyla da uygulamaya dökülen yeni bir düzenleme biçimiyle karşı karşıyayız. 10 Temmuz 2018’dan itibaren yeni sisteme ruhunu veren CK’lar, baskın kural koyma mekanizması olmuştur.13 Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlık sisteminde başkanlara fiilen verilen ya da başkanların fiilen uyguladığı “yürütme/başkan kararnameleri” 14 , Türk tipi başkanlık sisteminde anayasal bir form kazanmıştır. CK’lar olağanüstü hal döneminde çıkarılanlar dışında normlar hiyerarşisinde kanunlarında altında yer alan düzenleyici işlemlerdir. Anayasa’nın 104’üncü Maddesi’nin 17’inci fıkrasına göre “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. TBMM’nin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.” Kanunla ilişki bakımından ve aynı zamanda CK’larla düzenlenemeyecek alanlar açısından aynı fıkrada başka bir düzenleme daha vardır: “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz.”

Kanun hükmünde kararnamelerden (KHK) farklı bir biçimde yetki kanununa ihtiyaç duyulmadan çıkarılan CK’lar ile Cumhurbaşkanı, temel haklar ve ödevler kategorisinden sosyal ve ekonomik haklar ve ödevleri doğrudan düzenleyebilmektedir. Başka bir ifadeyle temel haklar ve ödevlere ilişkin genel hükümler, kişinin hakları ve ödevler ile siyasi haklar ve ödevler CK’lar ile düzenlenememektedir. Önceki dönemde sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler KHK ile düzenlenebilmekle birlikte Bakanlar Kuruluna TBMM tarafından kanunla amacı kapsamı, ilkelerini, süresini ve kaç adet kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını belirten bir yetki verilmekteydi. Yeni dönemde TBMM devreden çıkarılarak Cumhurbaşkanı doğrudan yetkili kılınmıştır. Olağanüstü hallerde ise Cumhurbaşkanı, tüm haklar ve ödevler kategorisinde CK çıkarabilir ve bunlar, kanun hükmündedir (md. 119/6).15

………………………….
………………………..

Üst Kademe Kamu Y öneticileri ve Atanmaları

Başkanlık sistemi gereğince başkanın bakanlarla birlikte üst düzey kamu görevlilerini belirleyebileceği prensibi genel kabul görmektedir. Türkiye’de de Cumhurbaşkanı, bu atamaları aracısız bir biçimde yapabilmektedir. ABD örneğinde olduğu gibi Senato onay süreci benzeri bir parlamento kademesi olmadan Cumhurbaşkanı salt kendi iradesiyle atamalara karar verebilmektedir. Kadro ihdasında kanun yerine artık CK’ların geçerli olduğu yeni dönemde 3 sayılı CK22 ile Cumhurbaşkanı ile gelip Cumhurbaşkanı ile gidecek olan üst kademe kamu
yöneticileri belirlenmiş ve Cumhurbaşkanı tarafından atanma usulü düzenlenmiştir. Bu kararnamenin ekinde üç cetvel bulunmaktadır. I Sayılı Cetvel’de yer alanların görev süresi, -III Sayılı Cetvel’de bulunanlar hariç- Cumhurbaşkanının süresi ile sınırlıdır. Bu listede yer alan kadro, pozisyon ve görevlere Cumhurbaşkanı doğrudan atama yapmaktadır. Bu iki özellik dolayısıyla “üst kademe kamu yöneticisi” sıfatının asıl olarak bu cetvelde yer alanlar için kullanılabileceği söylenebilir.

Bu cetvelde yer alanlara örnek verilirse; MİT Başkanı, Cumhurbaşkanlığı Ofis Başkanları, TOKİ Başkanı, Valiler, Büyükelçiler, Bakan Yardımcıları, Gelir İdaresi Başkanı, SGK Başkanı, Bakanlıkların Teftiş Kurulu, Rehberlik ve Teftiş, Rehberlik ve Denetim, Denetim Hizmetleri Başkanları ile Diğer Kurul Başkanları, Genel Müdürler, Strateji Geliştirme Başkanları vb.
………………………….
……………………….

Sonuç

…………

İdari yapı açısından bakıldığında da doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı, kendisini onunla tanımlayan merkezi yönetimle (yürütme yetkisinin ortağı olma sıfatını yitiren bakanlar kurulu-bakanlıklar ve bunların taşra teşkilatı); üst kademe kamu yöneticilerinin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanması usulüyle; Başbakanlık birimlerinin devamı niteliğinde etkili çatı örgüt İdari İşler Başkanlığı’nı, politika kurullarını, ofisleri ve hassas sayılabilecek kamu hizmeti alanlarında başkanlıklar olarak görev yapan bağlı kuruluşları bünyesinde barındıran
Cumhurbaşkanlığı teşkilatlanmasıyla partili anlamda siyasi kimlikli Cumhurbaşkanı etrafında yeni tip bir merkeziyetçi yönetim yapısı kurulmuştur. Değişim yalnızca merkezi yönetimle ilgili değildir. Merkezi yönetimin uzantısı hizmet yönünden yerinden yönetim kuruluşları, uzmanlık kurumları olarak ayrı kamu tüzel kişiliklere sahip olsalar da işlevsel olarak Cumhurbaşkanlığına bağlanmışlardır. Henüz kuruluş (varoluş) ve görevleri bakımından doğrudan kapsamlı düzenlemeye tabi tutulmayan birimler, yerel yönetimlerdir. Ancak yaklaşık bir yıllık süreçte yerel yönetimlere hiç dokunulmadığı söylenemez.37 Yerel yönetimler de merkeziyetçilikten nasibini almıştır. İdari ve mali özerkliklerini kısıtlayıcı düzenlemelerle yerel yönetimlere müdahale edilmiştir.38 Tüzel kişilik üzerinden merkezden yönetim ve yerinden yönetime göre ikili devlet örgütlenmesi geçerliliğini korumaktadır; ancak yeni sistemle ilişkilerin yürütümü ve idarelerin-kurumların işleyişi bakımından 9 Temmuz 2018 tarihi itibarıyla Cumhurbaşkanlığında yoğunlaşmış bir devlet örgütlenmesi söz konusudur.

Kaynakça

Açıl, M. (2018) “2017 Anayasa Değişiklikleri Çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri”, İstanbul Hukuk Mecmuası, 76, 2, 725-756.
Akçalı, P. (2016) Karşılaştırmalı Devlet Sistemlerine Giriş, Ankara: İmge.
Akkoç, Y. S. ve Ergün, T. (2018) “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemine Geçişe İlişkin Mevzuatta Yapılan Düzenlemelerin İçişleri Bakanlığına Etkileri”, İdarecinin Sesi, Temmuz-Ağustos, 30-36.
Ardıçoğlu, A. (2017) “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”, Ankara Barosu Dergisi, 3, 19-51.
Aslan-Akman, C. (2014) “Başkanlık Sistemlerinin Latin Amerika Deneyimi: Çok-Partili Sistemlerdeki Çeşitlilikler,
Sorunlar ve Fırsatlar”, Kamalak, İ. (der.), (Yarı) Başkanlık Sistemi ve Türkiye, İstanbul: Kalkedon, 223-253.
Ataöv, T. (2011) Federasyon, Başkanlık, Yarı-Başkanlık, İstanbul: Destek Yayınevi.
Bağce, H. E. (2016) Parlamenter Sistem mi, Başkanlık mı?: Yoksulluktan Hukukun Üstünlüğüne Ülkelerin Dünyadaki Yeri, İstanbul: Gonca Yayınevi.
Demir, F. (2014) “Yarı Başkanlık Sistemi ve Türkiye”, Yaşar Üniversitesi Dergisi, 8 (Özel Sayı), 831-876.
Eğilmez, M. (2018) “Tek Hazine Hesabı Değişti”, Erişim Tarihi: 06.12.2018, http://www.mahfiegilmez.com/2018/08/tek-hazine-hesab-degisti.html
Gönenç, L. (2007) “Hükümet Sistemi Tartışmalarında ‘Başkanlı Parlamenter Sistem’ Seçeneği”, Güncel Hukuk, 44, 39-43.
Gözler, K. (2017), “Cumhurbaşkanlığı Sistemi mi, Başkanlık Sistemi mi, Yoksa Neverland Sistemi mi?”, http://www.anayasa.gen.tr/neverland.htm. Erişim Tarihi: 16.11.2018.
Gözler, K. (2018a) Türk Anayasa Hukuku, Bursa: Ekin.
Gözler, K. (2018b) Türkiye’nin Yönetim Yapısı, Bursa: Ekin.
Gözler, K. ve Kaplan, G (2012) “Bakan Yardımcıları Bakanlık Hiyerarşisine Dâhil midir?”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 98, 11-24.
Greenberg, E. S. ve Page, B. I. (2007), America’s Democratic Republic, New York: Pearson Longman.
……………..
……………..
Yazının tümü için tıklayın : http://emekarastirma.org/uploads/dergi/2957.pdf
=======================================
Dostlar,

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki öğrenimizde (2011-16) kendisinden 2 yarıyıl seminer ödevleri aldığımız genç ve saygın Kamu Yönetimcisi – Siyaset Bilimci Dr. Öğretim Üyesi Sn. Ozan Zengin’in çok değerli ve kapsamlı bir irdelemesini paylaşmak istiyoruz.

23 sayfalık çok kapsamlı ve öğretici – düşündürücü bilimsel irdeleme yayınlanmıştır
(Emek Araştırma Dergisi (GEAD) , Cilt 10, Sayı 15, Haziran 2019, 1-24).

Bu tür irdelemelere çok gereksinim vardır. Ülkelerin yönetim sistemleri yaz – boz tahtası değildir.

9 Temmuz 2018’de, AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, adeta tahta çıkarcasına gösterişli törenler yaptırmıştır. Çok ilginç ve düşündürücü biçimde, YSK tarafından kendisine verilen 13. Cumhurbaşkanı beratını geri çevirerek “seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” benzeri bir nitem (sıfat) kullanılmasını istemiştir.

  • Dünyada örneği olmayan bu ucube sistem 1,5 yılını tamamlamadan, net, kesin ve tartışmasız biçimde tıkanmıştır. İktidar çevreleri dışında yaygın görüş ve belirleme bu noktadadır

83 milyonluk bir ülkenin geleceği kim olursa olsun tek bir kişiye bırakılamaz!

Mutlaka kurumsal düzeneklerin etkili çalışması ve denge – denet sisteminin sorunsuz çalıştırılması zorunludur.

Güçler ayrılığı, örneğin ABD’de olduğu gibi güçlendirilmeksizin tek adam yönetimleri hızla ve kaçınılmaz biçimde totaliterliğe kaymaktadır. Türkiye’de olan da budur.

Üstelik AKP iktidarı dini siyasete ölçüsüz ve sorumsuz biçimde alet etmektedir. Bu Parti, Anayasa Mahkemesince, laikliğe karşı eylemlerin odağı olarak suçlanarak hüküm giymiş sabıkalı bir dinci partidir ve laik rejimi, anayasayı açıkça çiğneyerek dönüştürmek istemektedir.

Dolayısıyla, dünyada örneği görülmeyen ucube cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin, hemen üst paragrafta vurgulanan dönüşümü Türkiye’ye dayatmak için bilinçlikurgulu olduğunu düşünüyoruz.

  • AKP = Erdoğan yönetimi, bu bağlamda, Türkiye için açık ve yakın stratejik bir tehlike ve tehdit durumuna gelmiştir.
  • Demokratik muhalefet yolları giderek tıkanmaktadır.

Demokratik – laik hukuk devleti, AKP = Erdoğan tarafından zorla – fiili darbe ile ya da hile-i şeriye ile dönüştürülmeye devam edilirse, neler olabileceğini hayal bile etmek istemiyoruz.

Ancak bu durumda da meşru çareyi yine Anayasa, Başlangıç bölümünde (3. ve son bent) açıkça gösteriyor:

“Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu
ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun,
bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş
hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;..”

“TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

Bu çözüm; halkın, meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı “MEŞRU DİRENME HAKKINI KULLANMASI” dır ve salt Anayasal dayanaklı olmayıp, tarih boyunca kadim bir pratik olup, meşruluğu kendinden menkuldür.

Sevgi ve saygı ile. 29 Aralık 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Yazının tümü için tıklayınız : Cumhurbaskanligi_Hukumet_Sistemi_ve_Idari_Yapiya_Etkisi

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Tutmadı

Olayların Ardındaki Gerçek :

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Tutmadı

Cumhuriyet, 11 Eylül 2019

Gazetemiz Cumhuriyet’in dünkü sayısında “Başkanlık Tutmadı” başlığı ile manşetten önemli bir haber yayımlandı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli ile ilgili bir anket çalışmasının çarpıcı sonuçları bu haberde veriliyordu. Bilindiği gibi 2017 yılında bir anayasa değişikliği yapılarak “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen ve yapısal olarak dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir sistem getirilmişti. Türkiye’yi ve Türk ekonomisini “uçuracağı” iddiasıyla sunulan

  • “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” bir yılda,
    hem hukuku hem demokrasiyi hem de ekonomiyi çökertmiş bulunuyor.

Konuyla ilgili olarak yapılan anket, halkın bu modele açıkça karşı çıktığını göstermektedir. Türkiye’de bu “ucube” başkanlık sisteminin yararlı olduğunu düşünenlerin oranı % 37’lere inmiş bulunuyor. Ankete katılanların % 53.8’lik bir bölümü parlamenter sisteme geri dönülmesini istiyor. Bunun anlamı şudur: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen ve bütün gücün tek kişide toplandığı modele karşı halkta büyük bir destek erimesi görülmektedir. Araştırmanın ayrıntıları da ilginçtir. Çünkü, Cumhur İttifakı’nın en önemli destekçisi MHP’lilerin yalnızca % 29’u bu başkanlık sisteminin yararlı olduğunu belirtirken, % 52.6’sı da parlamenter sisteme dönülmesini istemiştir. Bu oranlar CHP ve İYİ Parti seçmeninde daha açık ara ile belirmiştir. CHP seçmeninin % 89.7’si, İYİ Parti seçmeninin % 84.4’ü ve HDP seçmeninin % 93.4’ü parlamenter sisteme dönülmesini istemektedirler.

Yerel Seçim Sonuçları

Anket sonuçları, son yapılan yerel seçim sonuçlarıyla da paralellik (AS: koşutluk) göstermektedir. Özellikle İstanbul seçim sonuçları halkın açık olarak “Başkanlık Modeli”ne hayır dediğinin göstergesidir. Seçimlerden beş gün sonra (28 Haziran 2019) Cumhuriyet’te yayımlanan “Yeni Anayasa” başlığını taşıyan başyazıda aynen şöyle deniliyordu:

“Bu seçimde ilk kez seçmen, Erdoğan’a açık bir biçimde hayır demiştir.
Bu husus, temelde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi değişmelidir,
şeklinde yorumlanmalıdır.”

Cumhuriyet’in bu değerlendirmesi, 23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul seçiminden yalnızca 2.5 ay sonra yapılan ve bu yazıda sözünü ettiğimiz anketle, açıkça ve somut olarak kanıtlanmış bulunuyor. Cumhuriyet gazetesi, birikimi ve siyasal yorumlarıyla bu konuda ilk saptamayı böylece seçimlerden hemen sonra yapmış bulunuyordu. Son anket sonuçları da bu konudaki tartışmanın giderek yükseleceğini gösteriyor. Çünkü diş macunu tüpten dışarı fırlamıştır, artık geri dönüşü olamaz.

Evrensel demokrasinin temel kurallarıyla çelişen bugünkü Başkanlık Sistemi artık dönülemez bir biçimde tartışmaya açılmış bulunmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz 28 Haziran 2019 tarihli “Yeni Anayasa” başlığını taşıyan başyazımız şu cümleyle bitiyordu:

  • “Seçim sonuçları, tek adam rejimi olan Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin tartışmaya açılmasına neden olmuştur.” Sözü edilen anket bu değerlendirmenin somut bir göstergesidir.

Türkiye’nin Neo-Patrimonyal Sultanizm ile imtihanı

Türkiye’nin Neo-Patrimonyal Sultanizm ile imtihanı

Image result for Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu
Sabancı Üniversitesi

1982 Anayasası’nın 2017 halkoylaması değişiklikleri ile ortaya çıkan bugünkü rejim yok hükmündeki anayasası, vitrininde modern, vitrin gerisinde patrimonyal yönetim özelliği gösteren bir neo-patrimonyal sultanizm uygulamasına doğru evrilmektedir.

Pazar günü Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan, “Yönetemeyen Demokrasi-Arızalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli” başlığını taşıyan makalesinde Sayın Alev Coşkun, konu üzerinde görüşlerini açıklamıştı. Sayın Coşkun, benim de bu konuda yazı yazmamı beklediğini belirtiyordu. Konu ile ilgili yazımı Cumhuriyet okurlarına sunuyorum.

Giriş: Siyasal rejimimizin özü nedir? 
16 Nisan 2017 günü yapılan halkoylamasıyla Türkiye, muhalefet tarafından meşruluğu halen tartışılan bir rejim değişikliği geçirdi. Ülkemiz daha önce 21 Ekim 2007 halkoylamasıyla yarı parlamenter rejimden yarı-başkanlık rejimine değiştirmiş olduğu rejimini, bir kez daha değiştirerek bu kez iktidar koalisyonunun “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırdığı bir rejime geçti. Bu değişikliğin ana öğeleri başbakan ve bakanlardan oluşan hükümetin ilga edilerek yürütmenin yeniden örgütlenmesiyle değişti. Başbakanlık lağv edildi; bakanların Yasamaya karşı sorumlulukları büyük ölçüde ortadan kaldırıldı; Bakanların yasama tarafından görevden alınması hemen hemen olanaksız hale getirildi ve Bakanlar aslında Cumhurbaşkanı sekreteri oldular. Yasamanın gensoru, sözlü soru gibi yürütmeyi denetleme araçları ortadan kaldırıldı. Yasamanın yazılı sorularla bakanlardan hesap sorma uygulaması korunmakla beraber, soruların yürütme tarafından savsaklanarak, yanıtlanmaktan imtina edilmesi süreci başladı.

Çarpıcı istatistik 
Faik Öztrak’ın açıklamalarına göre 21. Dönem Meclisi’nde yazılı sorulara %87 oranında zamanında yanıt verilirken, şimdi (27. Dönemde) bu oran yalnızca %6’ya düşmüş bulunuyor; soruların %33’üne zamanı geçtikten sonra yanıt veriliyor; soruların %55’i ise hiç yanıtlanmıyor (1). Milletvekillerinin Bakanlara ulaşabilme ve seçmenlerinin dertlerini aktarabilme şansları da ortadan kalkmış durumda. Yargı büyük ölçüde bağımsızlık ve tarafsızlığını kaybetmiş durumda (2). Özellikle yargıç ve savcı atamalarında AKP üyelerinden yararlanıldığı ve bunların atanmasında liyakata dayalı kuralların esnetildiğini de basından okuyoruz (3). 
Yürütmede de Bakanlıklar başta olmak üzere birçok değişiklik yapılarak, müsteşarlıklar lağv edilip, karar alma mekanizmaları yürütme içinde yeni hükümet mercii olan Cumhurbaşkanlığı mevkiine yönlendirilmiş bulunuyor. Bu gelişmelerle birlikte, 1982 Anayasası’nın “yok hükmünde olduğu” 2016 senesi ekiminde koalisyon hükümetinin ortağı MHP’nin ileri gelenleri tarafından beyan edilmişti (4). 1982 Anayasası’nın yerine yenisini yapmakta başarılı olunamayınca, bu kez de yok hükmündeki anayasanın bazı maddelerini değiştirerek, hükümetçe yalnızca o maddelerin geçerli olarak kabul edildiği, gerisi yok hükmünde olan bir anayasa ile yeni rejim ihdas edildi.

  • Halen 16 Nisan 2017 değişikliği dışındaki anayasa maddelerinin hükümeti ne ölçüde bağladığı hususu belirsizliğini koruyor.

Bu uygulama birinci yılını doldurduğunda 24 Haziran 2018 seçimlerine gidildi ve yeni bir Meclis çoğunluğu ve Cumhurbaşkanı yeniden seçildi. Ardından ekonomide, dış politikada ve yerel seçimlerle birlikte, iç politikada da çalkantılı bir döneme girildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ekonomik ve siyasal istikrar doğuracağı iddiasının karşılığı olmadığı anlaşıldı. Ek kimi revizyon gereksinimi olduğu AKP milletvekilleri tarafından bile dile getirilmeye başlandı. Sistem veya rejim değişikliği tartışmalarının da alevlendiği görüldü. Bugünkü siyasal rejimimizin tanımı ve özelliklerine yakından bakmak ve yenilenmesinin mümkün olup olmadığını anlamaya çalışmak durumundayız.

Siyasal rejim tanımı ve meşru otorite türleri
Siyasal sistemde meşru yetki kullanma hakkına sahip olanlarla (otoritelerle) halkın ve halkın oluşturduğu yapıların (şirket, dernek, kulüp vb.) ve yetkililerin birbirleriyle olan ilişkilerini belirleyen, yetki alanlarını çizen ve uygulamada belirli yazılı yazısız kurallara göre çalışmasını sağlayan yapı, kurum ve kurallar siyasal rejimi oluşturur (5). Siyasal rejimin odağında Anayasa ve Meclis İçtüzüğü yer alır. Bugünkü siyasal rejimimizden bahsettiğimizde de Anayasa, Meclis İçtüzüğü ve onlara bağlı olan siyasal yasalar, tüzük ve yönetmelikler ve onların belirlediği çerçevede görev yapan bireysel eylemciler (aktörler) anlaşılır. 
Geleneksel toplumlarda siyasal yönetim en ilkel düzeyde tek bir ailenin veya bir kişinin elinde, onun akrabaları, dost ve ahbaplarıyla aldığı bağlayıcı kararlar eliyle olduğunda buna, liderin erkek veya kadın oluşuna göre patriyarkal veya matriyarkal yönetim diyoruz. Bu yönetim biçimi gelişme gösterip kimi kamu kurumlarıyla eklemlendiğinde, örneğin kalemiye, askeriye, ilmiye, mülkiye vb. yapılar ortaya çıkıp kamu yönetimi karmaşık bir düzen halinde geliştiğinde de bu yönetime patrimonyal yönetim adını veriyoruz. 19. yüzyıldan bu yana Sanayi Devrimi ve modernleşme/sekülerleşmeyle birlikte de bu yapı yeniden akrabalar ve arkadaşlarla yönetimin aslı değişmeksizin modern devletin kurumlarını ithal edip anayasa, bağımsız mahkemeler eliyle yargı, devlet ve dinsel kurumların yönetimlerinin ayrışması gibi özellikleri de benimsediğinde neo-patrimonyal bir yapıya geçtiğini görüyoruz. Bu kez vitrin oldukça çağdaş ve hatta modern ama arkasında yine akrabalar ve arkadaşlarla yönetim, aynı biçem (stil) ile sürüp gidiyor. Max Weber, bu türün en aşırı uygulamalarında yalnızca tek bir hükümran kişi eliyle de patrimonyal bir yönetim olabileceğini ileri sürmüş ve buna da Sultanizm adını önermiştir. Bu hususu daha ayrıntılı olarak inceleyen Chehabi ve Linz (6) neo-patrimonyal türdeki Sultanizmi neo-Sultanizm diye adlandırılmayı önermişlerdir; ancak bu terim siyaset sosyolojisi yazınında pek de tutulmamıştır.

Neo-Patrimonyal Sultanizm ile yönetim 
Neo-patrimonyal Sultanizmin beş temel özelliği olduğunu görüyoruz (7). Bu özellikler şöyle sıralanabilir: 
1. Hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması (kuvvetler ayrılığının tersi), Yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete egemen olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması. 
2. Kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması (personalism): Siyasal kararların tek kişinin takdirine bırakılması (personal discretion of the leader); kurumların yokluğu veya kıymeti harbiyesinin olmaması, siyasal kurumların olmadığı bir yönetim biçiminin oluşması. 
3. Anayasal takıyye (constitutional hypocrisy), mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kaale alınmaması. 
4. Rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileştirilmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Siyasal vatandaşlığın yalnızca liderin başarılarını desteklemek ve etkinliklerine destek vermek ve ona sahip çıkılmasına indirgenmesi.
5. Ekonominin kurallarının çarpıtılarak (distortion) ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi, kapitalist bir ekonomi mevcutsa bile onun ahbap çavuş kapitalizmine (AS: crony capitalism) dönüştürülmesi, kısa dönemli kararlara dayanan bir iktisat yönetimine dayalı belirsizlik içinde çalışan bir iktisadi yapının ortaya çıkması.

  • Özetle merkezi, kişiselleşmiş bir yönetimde sivil ve askeri kamu yönetiminin liderin kişisel aracı (instrument) haline dönüşmesi Sultanizmi tanımlamayan temel özelliktir.

Neo-patrimonyal Sultanizmin görüldüğü Trujillo’nun Dominik Cumhuriyeti, baba ve oğul Duvalier’lerin Haiti’si, Somoza’nın Nikaragua’sı, Mobutu’nun Zaire’i, Marcos’un Filipinler’i, Pehlevi’nin İran’ı gibi rejimlerde ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve siyasal sonuçlar özetle şöyle olmuştur: 
1. Kamu bürokrasisi yetkisizleşmiş ve her türlü profesyonel karar üstlere sorularak onay alınmak yoluyla yürürlüğe konmuştur. Karar alma süreçlerinde zaman uzamış, kararlar sık sık bozulmuş, yenilenmiş ve yönetim belirsizliği artmıştır. 
2. Kurumsal yapılar, kurallar, yasa ve anayasa gibi kaynaklara uyulmayan bir yönetim söz konusu olmuştur. Anayasa ve yasaların uygulanmasında eşitsizlik, adamına göre muamele ve kayırma söz konusu olmuştur.
3. Fikir tartışması (müsademeyi efkâr) engellendiği için alınan kararların ne derecede gerçeklere uyduğu anlaşılamaz bir hale gelmiş; bu nedenle de karar alınırken U dönüşleri, tutarsızlıklar, zik zaklar söz konusu olmuştur. Bunlar özellikle ekonomik kararlarda işlem ve cari maliyetleri artırmıştır. 
4. Ekonomik belirsizlik, öngörülemezlik, kuralsızlıkla da birleşince yatırım ortamı bundan ciddi olarak etkilenerek kredi ve yatırımlar azalmıştır. 
5. Bu rejimlerin hepsinde siyasal, ekonomik ve toplumsal çalkantı, usulsüzlük, hukuk dışı uygulamalar ve yolsuzluk toplumda yaygınlaşmıştır.

Sonuç

1982 Anayasası’nın 2017 halkoylaması değişiklikleri ile ortaya çıkan bugünkü rejim;

– yok hükmündeki anayasası,
– eşitsiz uygulanan anayasa ve yasaları,
– kamu yönetimindeki etkinlik azalması,
– Yasamanın etkisizleşmesi,
– Yargının bağımlı taraflılığı ve
– Siyasal karar merciindeki merkezileşme ve şahsileşme

görüntüsüyle;

  • vitrininde modern, vitrin gerisinde patrimonyal yönetim özelliği gösteren bir neo-patrimonyal Sultanizm uygulamasına doğru evrilmektedir.

Bu sürecin sonu, burada sayılan beş maddede özetlendiği gibidir. İşte tam da bu nedenlerle,

  • yol yakınken; 
  • Türkiye’nin anayasa, yasalar ve hukukun üstünlüğünde,
  • kurumlar, profesyonel ehil bürokratların katkısıyla ve
  • barikayı hakikatin müsademeyi efkâr ile doğacağını” kabul ederek,
  • özgür bir fikir tartışması ortamında
  • yönetimi uygulamasına geçmesinde büyük yarar varmış gibi görünmektedir.

Kaynaklar: 
(1) https://twitter.com/faikoztrak/status/ 1153313982591242240 (2) https://www.sozcu.com.tr/2018/ gundem/113-akpli-hakim-ve-savciligaatandi- 2300765/ https://t24.com.tr/haber/ahmet-sikhakim- ve-savci-olarak-atanan-akplilerin- listesini-acikladi,808801 (3) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ siyaset/946206/_AKP_jet_atamalarla_ yargiyi_curutuyor_.html (4) http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/mevcut-anayasa-yokhukmundedir- 40255439 (5) https://sarkac.org/2017/11/ siyasal-sistem-ve-rejim-nedir-ersinkalaycioglu/ (6) Houcham E. Chehabi and Juan J. Linz, Sultanistic Regimes, (Baltimore, Maryland: The Johns Hopkins Press, 1998): (7) Søren Schmidt, “The Power of Sultanism,” Raymond Hinnebusch ve Omar Imady (der.), The Syrian Uprising: Domestic Origins and Early Trajectory, (London, New York: Routledge, 2018) içinde: 33 – 40.

EĞER YANIT VERİLMEZSE HER ŞEY DAHA KÖTÜ OLACAK

Satır içi görüntü
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

EĞER YANIT VERİLMEZSE HER ŞEY DAHA KÖTÜ OLACAK


Prof. Dr. Ümit KOCASAKAL
https://odatv.com/eger-yanit-verilmezse-her-sey-daha-kotu-olacak-21051945.html 21.5.19

YSK’nın sadece yüz karası değil, “hukuk karası” kararının üzerinden yaklaşık 15 gün geçti. Ortada halen gerekçeli karar yok. Oysa bir hukukçu olarak şahsen ben, böylesine açık bir hukuksuzluğa nasıl bir gerekçe, daha doğrusu çalınan “minareye” nasıl bir “kılıf” bulunacağını çok merak ediyorum! Gerçi vicdan olmayınca bir gerekçe zorunluluğuna da ihtiyaç olmayabiliyor. Bir başka ifadeyle böyle bir kararı alanların gerekçeye ihtiyaç duymayacağı, öyle olsa bu kararı alamayacakları da söylenebilir. Kararın gerekçesini de, altında şeklen imzası olanların değil, aldıranların yazacağı düşüncesindeyim, iktidardan gelen açıklamalar da bunu doğrulamaktadır. Anlaşılan “garabete” gerekçe bulmakta epeyce zorlanılıyor !

Gerekçeli kararın 200 sahife olduğu söyleniyor. Bu filmi de daha önce görmüştük. Hatırlayalım; Balyoz ve Ergenekon iddianameleri de binlerce sahifeydi ancak içinde elle tutulur, somut hiçbir şey yoktu, keza kararlarda da. Halbuki sağlam ve anlamlı dayanakları olan gerekçeli kararların bu denli uzun olmasına gerek yok. Bu nedenle genelleme yapmaksızın belirtelim ki çoğu kez bu tür kararlar ne denli uzunsa o kadar içi “boş” oluyor. Gerekçeli karar çıktığında gerekli değerlendirmeyi elbette ki yaparız.

Odatv’deki önceki birçok yazımda, geçmiş uygulamaları ışığında bu YSK’nın adli sicilinin “bozuk” olduğunu, Kurulun güven vermediğini yazmıştım (Bkz. “Sandıktan Seçilmemiş Başkan Çıkartma Oyunu”, “Tam Rezillik Hali” ). Ne yazık ki bu süreçte muhalefetten de, sıkça Kurul’a “güven” ifade edildi.

Yine skandal karardan hemen sonra, twitter hesabımdan çok sayıda tweet ile görüşlerimi açıkladım (“Muhalif” basında da yer almadı, zaten hiçbir tweeter mesajım yer almamakta. Takdiri yurttaşlarıma bırakıyorum), milli iradeye karşı bu darbe ve gaspa karşı bununla orantılı bir “milli iade” gerektiğinin altını çizdim.

Süreçteki gelişmeler ve gerekçeli kararın gecikmesindeki “hikmet” karşısında, özellikle anlamı ve sonuçları itibariyle YSK’nın iptal kararı ile görüşlerimi biraz daha ayrıntılı olarak aktarmak isterim. Bu arada lütfen kayda da geçsin !

1)   Burada YSK’nın 7 üyesinin imzasıyla alınan iptal karanının hukuksuzluğunu, vahametini uzun uzadıya anlatmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Birçok değerli hukukçu ve yazar  bunları ortaya koyduğu gibi, bu denli hukuk ve vicdandan yoksun bir kararın bu niteliğini görmek için hukukçu olmaya da gerek yok. Nasıl ki zırva tevil götürmez ise, bu denli açık bir hukuk rezaleti de uzun boylu bir açıklama gerektirmez.

Gerçek şudur ki; Önceki uygulamaları sebebiyle zaten “adli sicili” bozuk olan mevcut YSK, yedi üyenin oyuyla hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek, basit bir “skandal” ifadesi ile geçiştirilemeyecek bir hukuk katliamına imza atmışlar, Türkiye’nin seçim geleneği ve tarihine kara bir leke düşürmüşlerdir. Karar ve ortaya çıkan sonuç;

– “Tam hukuksuzluk”,
– “Tam rezalet ve garabet”

halidir ! Söz konusu olan seçimin iptali değil, seçmen iradesi ve kararının, zaten kırıntısı kalmış demokrasinin iptalidir !

2)   YSK; kendisine “güvenenlerin” ve bu nedenle olsa gerek görev sürelerini uzatanların yüzünü kara çıkarmamış görünmektedir. Öyle ki kararı, gerekçesini ve seçim tarihini öncelikle AKP temsilcisi duyurabilmiştir ! Hukuken açıklanamaz ve hem hukuken hem de vicdanlarda “yok” hükmünde olan bu karar, anayasal sisteme, seçmen iradesine ve kararına karşı açık bir darbedir. Bu kararla birlikte Türkiye’nin 73 yıllık seçim geleneği ağır bir darbe almıştır.

BASİT BİR HUKUKSUZLUK DEĞİL PLANLI!

3)    Garry Lineker’in futbol tanımı şudur: Futbol, bir top ve 22 kişi ile oynanan ve sonucunda Almanların kazandığı bir oyundur. YSK kararından sonra ise Türkiye’de seçim; tüm devlet olanaklarını kullanan bir “muktedir” ve 11 kişi ile oynanan, iktidarın meşruiyetine şekli bir kılıf sağlayan, mutlaka iktidarın kazanması gereken, dolayısıyla iktidar kazandığında “temiz”, muhalefet kazandığında ise “şaibeli”; sonuç olarak her durumda iktidarın kazandığı (kazandırıldığı) bir “orta oyununa” dönüştürülmektedir !

4)   Bu yapı ile bundan böyle hiçbir seçimin adil ve dürüst bir biçimde yapıldığından emin olunamayacaktır. Yine bir futbol ifadesi ile; bu YSK ile bu lig bitmez !

Bu gerçeklerin yanı sıra, üzerinde çok durulmayan bazı hususları da belirtmekte yarar bulunmaktadır:

5)   Bu hukuk skandalı ve garabeti, sadece kararın altında imzası olan görünürde “hakim” lerin eseri olarak görülmemelidir. Bu ve bunun gibi açık hukuksuzlukların giriş kapısı 2010 referandumu ve bu yolla yargının esir edilip, dönüştürülmesidir. Nitekim, yol arkadaşlığı devem ederken Pensilvanya’daki çete başı tarafından “ölülerin dahi oy kullanması” gerektiği ifade edilen bu sözde “referandumla” birlikte yargı, bırakılsın arka bahçe olmayı, iktidarların istediği gibi girip çıkabileceği odaları haline gelmiş, cübbede düğme olmadığını unutup iliklemeye kalkan, iktidarla “uyumlu” çalışan (!), çay toplayan “Yüksek” yargı başkanlarını yaratmıştır. Dolayısıyla bu referandumda destek olanların da bu kararda katkısı, vebali bulunmaktadır.

6)   Bu karar bize bir kere daha; kurumların yüksekliğinin, önündeki “yüksek” ifade ve sıfata bağlı olmadığını, bunu hukuka olan bağlılığın, bağımsızlık ve tarafsızlığın sağlayabileceğini aynı şekilde hukukun öncelikle bir bilgi veya diploma meselesi değil, vicdan ve meslek ahlakı/etiği meselesi olduğunu göstermiştir.

7)   YSK bu kararıyla bilmeden veya istemeden de olsa; aslında aynı kurul oluşum biçimiyle yapılan tüm referandum ve seçimlerin (Cumhurbaşkanlığı seçimi dahil) hukukiliği ve meşruiyetine, en azından haklı ve makul bir şüphe düşürmüştür.

8)   Aksi yönde oy kullanan hakimlerin karşı oy gerekçeleri, bunların içerik ve niteliği, bu hukuk rezaletinin tarihte “hak ettiği” yeri alabilmesi bakımından çok daha önemli olacaktır.

9)   Yapılanın basit bir hukuksuzluk, yanlış hukuki değerlendirme yahut hata olmadığı; planlı, bilinçli, organize, yani kasıtlı bir davranış olduğu açıkça görülmektedir.

Bu iki ihtimale dayalı olabilir ve ikisi de kabul edilemez özelliktedir: İlk ihtimal kararda imzası bulunan 7 üyenin tamamen iktidara yakınlık, aidiyet, mensubiyet duygusu ile, yani hukuki değil siyasi saiklerle hareket etmiş olmasıdır. Bunun zaten tartışılacak, mazur görülebilecek bir yanı yoktur. Görev sürelerinin uzatılması bu ihtimali güçlendirmektedir. İkinci ihtimal ise bu üyelerin baskı altında bu kararı vermiş olmalarıdır. Bunun da mazur görülmesi mümkün değildir. Gerçekten bir kere kendi iradesi ile belli makamlarda bulunanların; korkma, baskıya boyun eğme gibi bir hakkı bulunmamaktadır. Böyle bir durumda eğer baskılara direnmeyecek veya direnemeyecekler ise, kendilerinden beklenecek asgari davranış biçimi istifa etmektir. Kaldı ki Anayasanın 9. maddesine göre “Türk milleti adına” karar verme mevkiindeki kişilerin, bir kişi veya kurumdan talimat alma gibi bir seçenekleri de bulunmamaktadır. Bu “baskı altında” kalma, “direnememe” hali, halk arasındaki deyişle bir “açıklarının” olmasından kaynaklanıyorsa bu da vahim ve kabul edilemez bir durumdur, çünkü o zaman hem bu sebeple niçin hukukun işletilmediği, hem de o makamlarda nasıl halen bulunabildikleri izahsız kalmaktadır.

  • Her durumda bu kararda imzası olan YSK üyeleri anılan sebeplerle, azmettirilen veya müşterek fail olarak suç işlemiş olmaktadırlar. Üstelik bu suç, sadece görevi kötüye kullanma olarak görülmemelidir. Yine bu suç (veya suçların) hukuki hesabının bugün sorulmuyor, sorulamıyor olması yarınlarda sorulmayacağı anlamına da gelmemektedir.

Bu arada bu iptal kararını, sadece ulusal ölçekte değil, küresel ölçekte görünmeyen veya gösterilmeyen olası arka planını da gözeterek, ileriye dönük küresel planlamalar eşliğinde dikkatlice incelemek ve değerlendirmekte yarar bulunmamaktadır.

Yaşadığımız dünyada hiçbir şey göründüğü veya gösterilmek istendiği şekilde olmamaktadır. Örneğin İmralı’daki terörist başının yeniden “piyasaya” sürülmesi, bu kapsamda yeni “açılımlara” yönelinmesi, milli mücadelenin 100. yılında, tam da 18 mayısta ülkemizin başkentinde sözde “Pontus soykırımı” anması yapılmasına, milli mücadele şehitlerinin kemiklerinin sızlatılmasına, bu yalanın dillendirilebilmesine cür’et edilebilmesi hayra alamet değildir.

10)  23 Haziran’da İstanbul seçiminin “yenileneceğini” söylemek ve kabul etmek de kanaatimce hatalıdır; çünkü istemeden de olsa yok hükmündeki bu kararı kabullenmek, meşrulaştırmak anlamına gelebilir. Seçim yapılmış, İstanbul seçmeni kararını vermiştir. Zaten karar verilmiş bir konuda yeniden karar verilmesi talebinin mantığı bulunmamaktadır. Şu halde

  • 23 Haziran’da bir seçim yapılmayacak; açık ve planlı bir hukuksuzluk, irade ve egemenlik gaspının kabul edilip edilmeyeceği oylanacaktır.

İktidar kazanırsa bilmeden ve istemeden de olsa bu hukuksuzluğu seçmenin onaylamış olduğu algısı oluşturulacaktır. Bununla birlikte bu hukuksuzluk, bu durumda dahi hukukilik ve meşruiyet kazanmayacak, ancak  her şey daha da kötü olacaktır.

Bu açıdan Millet İttifakı; 23 Haziran’daki seçime (üstelik mevcut YSK ile) katılma kararıyla ciddi bir siyasi risk almıştır. Elbette bu; yapılan bir dizi değerlendirmenin sonucu olarak haklı bazı gerekçeleri de olabilecek bir siyasi tercihtir ve saygı duymak gerekir. Ancak iktidarın kazanması halinde ortaya çıkacak sonuç ve tablonun kaygı verici olabileceğini de not etmek gerekir.

TURUNCU RENGE DİKKAT!

11)  Burada elbette ki Sayın Ekrem İmamoğlu’nun bir hakkı açıkça gaspedilmiş ve mağduriyetine sebebiyet verilmiştir. Bununla birlikte yukarıda açıklanan gerekçelerle asıl mağdur edilen seçmen, onun iradesi ve seçme hakkı ve de anayasal sistemdir. Gaspedilen de millete ait olan egemenliktir. Bu nedenle olaya kişisel değil, ilkesel ve sistemsel açıdan bakmak ve buna göre bir tavır almak daha doğru olacaktır.

Hal böyle olunca zihinsel bir karışıklığa da gerek bulunmamaktadır. 23 Haziran’da açık ve ağır bir hukuksuzluk oylanacaktır. Bu siyasi yahut  kişilere bağlı bir mesele olmayıp; ahlaki, vicdani, ilkesel ve sistemsel bir meseledir. Bir başka deyişle burada alınacak tavır; herhangi bir siyasi çizgiyi, kişiyi onaylamanın veya onaylamamanın ötesinde belirtildiği üzere ilkesel bir tutumu ifade edecektir, etmelidir.

Şu halde YSK’nın bu açık hukuksuzluğuna karşı gösterilen (gösterilecek) tepki veya tepkisizliği bir cepheleşme, mevzilenme olarak görmek bu açıdan yanlıştır. Elbette ki İstanbul seçiminin sonuçlarına bağlı olarak her şey hemen düzelecek veya bir anda güllük gülistanlık olacak değildir. Türkiye’nin sorunları kabaca 70 yıllık bir yön duygusu kaybından kaynaklanmaktadır. Ancak yukarıda belirtildiği üzere bu hukuksuzluk onaylanırsa her şeyin daha kötü olacağı, daha büyük ve ağır hukuksuzlukların kapısının aralanacağı açıktır. Bu nedenle burada, ilkesel bir tutum alma gerekliliği mevcuttur. Bu önceliklidir. Bundan sonrası, ayrı bir tartışma ve değerlendirme meselesidir.

12)  Bu hukuksuz YSK Kararının gerekçesinde dahi böyle bir belirleme olmadığı halde iptal kararını “oyların çalındığı” gerekçesine dayandırmak; gerçeği bilinçli olarak çarpıtmak, halka açıkça yalan söylemek, yurttaşlarımızın aklıyla alay etmektir. Bu denli açık bir yalana bel bağlanması, iktidarın çaresizliğini göstermektedir. Asıl, YSK eliyle irade ve karar, hatta egemenlik hırsızlığı yapılmış, millete ait egemenlik çalınmış, gaspedilmiştir. Esasen bay Binali Yıldırım’ın “bir arıza olduğu ve tamir edileceği” şeklindeki ifadesi, hem kararın anlamını ortaya koymakta, hem de geçmiş seçimlere ışık tutmaktadır. Gerçekten de bu belirlemeye göre iktidarın kazanamaması bir “arıza” olup, mevcut YSK’nın görevi de bu arızayı giderecek bir “tamircilik” tir. Ülkemizde uzun bir zamandır “çalma” nın birçok farklı türünün örnekleri çokça görülmektedir ve söz konusu olan da “tencere, tava çalma” gibi masumane ve zararsız fiiller değildir.

Seçimin “sayısal” kazananı ancak “siyasal” kaybedeni iktidar bloğu, bu hamlesiyle İstanbul’u kazanmak adına; zaten görünürde varolan “inandırıcılığını”, Türkiye’yi ve vicdanları kaybetmiş, adeta “Ya (siyasi ve ticari) istikbal ya ölüm” demiştir. Bu da İstanbul’daki rantın büyüklüğünü ve iktidar açısından psikolojik önemini gösterebilmektedir. Öyle ki iktidar, bu uğurda toplumun tüm kesimlerine hakaretler ve tehditler yağdırabilmekte, büyük bir küresel kuşatma altında olan Türkiye‘yi daha da kutuplaştırmaya, germeye, acil ve güncel sorunları ötelemeye devam etmektedir.

İptal kararından sonra gerçekleşen bazı protestolarla ilgili olarak AKP Genel Başkanı bay Erdoğan “Siyaset meydanı er meydanıdır. Sağda solda taşkınlık yapanların değil, milletin dediği olur” demiştir. Sorun tam da budur; milletin dediği yerine getirilmemiş ve seçim er meydanı olmaktan çıkarılmıştır. Bunun da bir karşılığı olmalıdır.

13)  Tüm bu gelişmeler, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi” adı altında ve türlü yalanlarla Türkiye’ye dayatılan tek kişilik “hükmetme” sisteminin, kayınpeder-damat rejiminin kısa bir zamanda iflas ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu hanedanlık düzeninde ortaya çıkan “taht oyunları” dahi gelinen noktayı göstermektedir.

Ortak bir akla dayalı kurallar ve kurumlar bütünü olan devlet çökertilmiş, meclis tamamen işlevsizleştirilmiştir. Öyle ki ana muhalefet lideri başkentin göbeğinde saldırıya uğrayabilmekte, bir avukat şehir eşkiyalarınca darp edilebilmekte, gazeteciler ve yurttaşlar sopalarla dövülebilmekte, ancak İçişleri bakanı ve kurumlar seyretmekte, kurallar işletilmemekte, yargı ise bu saldırıları adeta cesaretlendirip, ödüllendirebilmektedir.

Bir an önce demokratik parlamenter sisteme dönülmesi,  devletin tüm kurum ve kurallarıyla yeniden tesis edilmesi Türkiye için gerçek bir beka meselesidir.

14)  “Her şey çok güzel olacak” sıcak, umut saçan bir slogandır ve toplumda karşılık bulmuş gözükmektedir. Umut insana enerji ve güç verir, ancak altının somut olarak doldurulması, belli ve gerçekçi bir fikre dayandırılması şartıyla… Aksi halde altı doldurulmayan, soyut söylemler ve bunlara dayalı umutlar; büyük düş kırıklıklarına da yol açabilmektedir. Çünkü ne yazık ki ne denli iyi niyetli olursa olsun, sadece soyut umut ve temenniler, çoğu kez çözüme yetmemektedir. Aynı şekilde umut ve bel bağlanması gereken; kişilerden ziyade, temsil ettikleri fikirler ve ilkeler olmalıdır. Kişiler gelir, geçer. Kalıcı olan fikirlerdir.

  • Sıkça ifade ettiğim gibi Türkiye; her alanda tam bağımsızlıktan, kurucu felsefe ve iradeden, Atatürk çizgisi ve politikalarından uzaklaştığı için her şey kötüleşmiş ve daha da kötüleşmektedir. Bir anda iyileşmesi, düzelmesi de mümkün değildir. Sağlam ve bütüncül bir fikre dayalı köklü kararlar gerekmektedir. Bu da siyasi irade işidir.

Her şeyin güzel olabilmesi için öncelikle bunu doğru anlamak ve okumak, küresel planda, özellikle Ortadoğu ölçeğinde Türkiye üzerindeki oyunları görebilmek ve yurttaşlarımıza anlatabilmek gerekmektedir. Bu özellikle milli mücadelenin başlangıcının 100. yılında daha da anlam ve önem kazanmaktadır.

Bu açıdan 23 Haziran, umarım ve dilerim, her şeyin güzel olabilmesinin kapısını aralayabilir. Her durumda en azından bu açık ve ağır hukuksuzluğun reddedilmesi, seçmenin iradesine ve egemenliğine sahip çıkması dahi önemli bir kazanım olacaktır. “Milli iade” dediğim de budur.

Bununla birlikte ısrarla tekrarladığım gibi; Türkiye; gerçek anlamda ve başta ekonomik model olmak üzere her alanda Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki öze, ruha, ilkelere, Atatürk çizgi ve politikalarına geri döndüğünde her şeyin güzel olacağı muhakkaktır. Elbette ki bu da gelinen noktada çok kolay ve hemen olabilecek bir şey değildir. Bir başka ifadeyle her şeyin güzel olabilmesi; öncelikle bu gerçekler ışığında durum tespitini doğru yaparak, şartların ağırlığını ve çözümün de güçlükler içerdiğini anlamayı gerektirmektedir. Ancak bu yön duygusu tekrar yakalanıp, doğru rotaya yeniden girildiğinde zaten önemli bir mesafe de katedilmiş olacaktır.

Her alanda olduğu gibi; bu alanda da önde ay yıldız görünmeli, ancak arka fondaki rengimiz de daima “kırmızı-beyaz” olmalıdır. Turuncu renge dikkat !
=================================
Dostlar,

İstanbul Barosu

önceki başkanı Ceza Hukuku uzmanı sayın Prof. Dr. Ümit Kocasakal tam ve gerçek bir Kemalist / Atatürkçüdür!

Bu makalesi, tarihe not düşen kapsamlı bir saptama, aynı zamanda çok değerli önermeler demetidir..

Dikkatle değerlendirmeli ve gerekleri yapılmalıdır.
Yazıyı bütünüyle onaylayarak biz de web sitemizde paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com