Etiket arşivi: COVID-19 pandemisi

TBMM kendi gündemini ne zaman belirler?

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)
Anayasa gereği TBMM, aksine karar alınmadıkça 1 Temmuz – 1 Ekim tarihleri arasında yasama etkinliklerinde bulunmuyor (AS: md.93). Bu süre, 15 Temmuz – 1 Eylül şeklinde yarı yarıya kısaltılmalı. Dahası, Meclis’in Genel Kurul olarak haftalık çalışma günleri, Salı, Çarşamba ve Perşembe ile sınırlı. Çoğunlukla Komisyon toplantıları da aynı günlerde yapılıyor. Genel Kurul ve Komisyon arasında koşturma gereği yaratan bu durum, yasama çalışmalarının verimini düşürüyor. TBMM, 27. Yasama döneminin tümüyle COVID-19 pandemisiyle örtüşen 4. Yasama yılında, sosyal devlet gerekleri doğrultusunda düzenlemeler yerine, genellikle işverenler lehine, salgın hastalıkla ilişkisi olmayan ve ivedilik taşımayan yasalara öncelik verildi. Salgın önlemleri ile ilgili olarak bölük pörçük düzenlemeler ötesine geçilemediği gibi, Umumi Hıfzıssıha (AS: Hıfzıssıhha) Kanunu güncellemesi veya salgın hastalıkları (AS: hastalıklar) OHAL yasası üzerine bir çalışma yapılmadı. 
Son haftaya sıkıştırılan iki yasa, gündemin Meclis dışından belirlendiğini apaçık biçimde ortaya koydu. 12 Temmuz pazartesi günü Plan ve Bütçe Komisyonu (PBK), bir adsız torba yasa için apar topar toplandı. Hemen hemen madde sayısı kadar yasada değişiklik yapıldığı için, bir torbadan çok “toplama yasa önerisi”. Metin içine dağıtılan 3 madde, ana amacı yansıtıcı:
  • OHAL üç yıl daha uzatılacak.
İki gün süren Komisyon toplantısı, doğal olarak üç yıl uzatma öngören üç madde üzerine yoğunlaştı. Salı günü, Genel Kurula, 255 sıra sayılı Turizmi Teşvik torba yasa önerisi getirildi. 15 Temmuz sabaha karşı ancak 1. Bölüm bitirilebildi. Cuma günü, Genel Kurul’a bu kez, 277 Sıra sayılı “adsız yasa” önerisi önerisi getirildi. Cumartesi “adsız yasa” görüşmeleri sürdü; Pazar sabahı 08.00 gibi tamamlandı. Ara vermeksizin, Turizmi Teşvik torba yasa önerisi 2.  Bölümünden devam edildi. Böylece Genel Kurul, kesintisiz 25 saat çalışarak bu öneriyi de yasalaştırmış oldu.
  • 12 Temmuz haftası, TBMM tarihinde açık bir kırılma olarak da görülebilir; üstelik çok yönlü olarak. Burada genel gözlemler ile yetinilecek.

TURİZMİ TEŞVİK ÖNERİSİ

Nisan başında kabul edilen öneride hangi sorunlar vardı?
>>Anayasa’ya uygunluk incelemesinde İçtüzük md.38 gerekleri yerine getirilmemişti.
>>Öneri, kıyılar, ormanlar, meralar, kışlak ve yaylalar başta gelmek üzere doğal ortamları ilgilendirdiği halde, ne etki analizi ne de ÇED yapılmıştı.
>>Yasa önerisi, bir yandan kentsel, kırsal ve kültürel çevre üzerine, öte yandan, tarih, kültür ve tabiat varlıkları üzerine birçok hüküm öngördüğü halde bütüncül olarak kamu yararı açısından değerlendirilmemiş ve Komisyon görüşmeleri saatlere sıkıştırılmıştı.

Ya 13 Temmuz 2021 günü?

Önce, usul yönünden Anayasa’ya aykırılık öne sürüldü. Sonra, Komisyon aşamasında var olduğu söylenen yasa etki analizi soruldu; nihayet, aradan geçen zaman içinde neden ÇED yapılmadığı. Yanıtı verilmeyen gecikmeye ilişkin soru: Teklif, Genel Kurul gündemine neden aylarca alınmadı ve bu süre içinde toplam 5 hafta Perşembe günleri çalıştırılmayan Meclis’in uzatmalı çalışma dönemine rastlatıldı?

Bu yanıtsız sorular, yasamadaki özensizliği ve etik sorunu da ortaya çıkarıyordu.

OHAL UZATMASI

Sorunlar yumağı içinde şu üçü kayda değer: Anayasallık sorunu apaçık. Yirmi kadar yasada değişiklik öngören öneri, üstelik temel yasa olarak görüşülmeye başlandı; oysa İçtüzük md.91 tanımının hiçbir öğesine uymuyordu bu öneri metni. Dahası, Temmuz 2018’de 3 yıllık ilk OHAL uzatma öngören öneri Adalet Komisyonunda görüşülmüş iken, şimdi neden PBK’ye gönderildiğine dair hiçbir açıklama yoktu.

Ama daha önemlisi, Anayasa’ya açıkça aykırı olan OHAL düzenlemelerini üç yıl daha uzatma gerekçesi yoktu. Üç yılda ne yapılmıştı ve gelecek üç yılda ne yapılacaktı?

  • Olağanüstü hal ilanı (Any., md.119) dışında yasa yolu ile OHAL yönetimi kurulamayacağına göre;

AYM’ye götürülen 2018 düzenlemesi gibi bu öneri de, Anayasa düzeni dışında yer alıyordu. Ne var ki, 3 günlük CHP-HDP-İYİ P. muhalefeti, 3 maddenin ikisinde 3 yıllık sürelerin 1 yıla indirilmesiyle sınırlı bir kazanım sağladı.

“DÖKÜLÜYORLAR”

Komisyon görüşmelerinde uzatma gerekçesi üzerine sorulara yanıt bir yana, Cumhurbaşkanlığı temsilcisi bile yoktu. Bakanlık temsilcilerinin birbiriyle çelişen açıklamaları, şöyle bir kanaat uyandırıyordu:

  • “En kötü parlamenter rejim, parti başkanlığı yoluyla Devlet başkanlığı ve yürütme” ucubesine yeğlenmeli.

Nitekim, “dökülüyorlar” gözlemime, bir bakan yardımcısı aynen katıldı. Bu dayatma, MHP’li vekillerin rahatsızlığına ve AKP içindeki muhaliflere tanıklık etme olanağı yarattı.

ÇİN ORDUSU – ÇİL YAVRUSU

Boş AKP sıraları nedeniyle toplantı yeter sayısı istenmesi üzerine (AS: AY m96, en az 200), yoklama için bir anda salona giren ve sayımla birlikte salonu boşaltan vekiller için, Özgür Özel’in “Çin Ordusu gibi geliyorlar, çil yavrusu gibi dağılıyorlar” betimlemesi, son oturumda 10-15 kez gerçekleşti. AKP Grup başkanı ve 4 grup başkan vekilinin sürekli nöbet tutması, 180 vekili salonda tutmaya yeterli olmadı; ama CHP’nin nöbetçi tek grup başkan vekili Ö. Özel’in sürekli yoklama istemesi, onları uyanık tutmaya yetti.

İKTİDAR MI, PARA MI?

OHAL düzenlemelerini Anayasa dışı yollardan uzatma amacı açık:

  • Hukuk devleti ve insan hakları savunucularını daha çok baskı altına almak, demokratik siyaset alanını daraltmak ve böylece, siyasal iktidarın eldeğiştirme yollarını tıkamak.

Turizmi Teşvik yasası ise, daha çok döviz girdisi beklentisini öne çıkardığı için, kamu yararı veya sürdürülebilir gelişme bir yana, sürdürülebilir turizm kavramına bile yabancı. Şu halde burada da ana amaç, para. İktidar ve para için, “sandviç ikizi” olarak nitelenebilecek iki yasa, TBMM’de iki bakan dayatması ile kabul edildi. Sırasıyla toplum ve ülke ile ilgili olan ve gelecek kuşakların iradesini bağlamaya yönelik iki öneri, iki 15 Temmuz ve Kurban bayramı arası tatile sıkıştırılarak ve halkın, temsilcilerinin etkinliklerinden bilgilenmesi engellenerek yasalaştırıldı.

  • TBMM’nin saygınlığına bir kez daha gölge düşürmüş olan sandviç yasalar, “parti başkanlığı yoluyla Devlet başkanlığı ve Yürütme” için sonun başlangıcını doğrulamış oldu.

Kuşkusuz, demokratik siyaset ve demokratik toplum daha çok öne çıkarılabildiği ölçüde, AKP-MHP ittifakındaki rahatsızlıklar halka daha iyi anlatılabilir.

TBMM’nin kendi gündemini belirleyebileceği parlamenter rejim için, söylem, işlem ve eylem bakımından “demokratik muhalefet tarzı özeleştirisi” ile işe başlamalı. Bayram için; 25 saatlik oturumda son konuşmamın son cümlesi:

  • Flora, fauna ve homo sapiens” birlikteliğinin hiçbir zaman göz ardı edilmediği, Anadolu ve Rumeli bütünlüğünün muhafaza edildiği ve kanallarla parçalanmadığı ve Türkiye’nin çölleşmediği nice bayramlar diliyorum.
    ===================================

    Dostlar,

    Bu yazı Siyasal Tarih, Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi açılarından başta olmak üzere klasik bir OKUMA PARÇASI olarak öğrencilere ödev verilecek, üzerinde tartışılacak ve de öğreti (doktrin) tarafından da makalelere konu edilecektir.Çok kıdemli (50 yıllık!) bir hukukçu ve saygın bir Anayasa Hukuku Uzmanı olarak Prof. Kaboğlu için ise, bunca birikim – deneyime ek “çok özel – şaşılası” deneyimler olsa gerektir. İbrahim hoca Parlamento deneyimlerini kitaplaştırmalı ya da yeni yazacağı kitaplara uygun – kapsamlı serpiştirmeler yapmalıdır.

Adına “CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ” denen ve siyaset bilimi yazınında (literatüründe) yeri olmayan bu ucube giysi asla yerli – milli olmayıp, üst – yabancı akıl dürtüsü ile Ülkemize dayatılmıştır.

Zaman içinde yakalanan açıklar, düşürülen hatalar… dış güçlerce şantaj aracıdır TEK ADAMA!.

Ucube TEK ADAM – ŞAHSIM DEVLETİ rejimi bir hilkat garibi / garibesidir (cinsiyeti?)!

Öyle ki, herrrrrrrrrrr bir şeye yetişmesi olanak dışı olan tek adamın, 20 yılda tükenmesi doğaldır.

AKP = RTE, bayram iletisini okurken ekranlar karşısında uyuklamıştır. Tüm dünya bu videoyu izlemiştir.

Türkiye gibi devasa sorunlu, kritik coğrafyada bir ülkenin böylesine “sürmenaja girmiş” bir liderce yönetimi olanak dışıdır ve ulusal güvenlik açısından kabul edilemez. Benzer tablolar daha önce de yaşanmıştır. Bu uyuklama tıbbi olarak değişik nedenlere bağlanabilir. Örn. bir temporal epilepsi nöbeti, regüle edil(e)meyen diyabet, ağır stress, beyin hastalıkları gibi..

  • Bu koşullarda, artık, AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’dan bir sağlık raporu isteme hakkımız açıkça doğmuştur. Bir yurttaş, Siyaset Bilimci, Hukukçu ve 45 yıllık hekim olarak.

Gerçekte gelişmiş ülkelerde devlet başkanları, önemli yöneticiler düzenli olarak bu raporları her yıl sunarlar.

  • Erdoğan, tam donanımlı bir üniversite hastanesinden, TTB (Türk Tabileri Birliği) ve Tıpta Uzmanlık Derneklerinden birer temsilci hekimin de katıldığı bir GENEL SAĞLIK RAPORU almalı ve kamuoyuna, TBMM Başkanlığına sunmalıdır.

Bu rapor kuşkusuz, Erdoğan’ın bu ağır ve ülkemiz için kritik Devlet Başkanlığı görevini sürdürmeye sağlık bakımından elverişli olup olmadığını ortaya net olarak koymalıdır.

Türkiye’nin ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğü ve güvenliği hiçbir şeye ikincil değildir!

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (Em.)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

Göz göre göre…

Milletçe çok kötü bir sınav veriyoruz.
Hattâ sadece biz de değil, bütün insanlık kötü bir sınav veriyor.
Üstelik, bundan 100 yıl önce yaşanan pandemilerden edinilmiş bunca tecrübeye, bilimin ve teknolojinin, okur yazarlığın, aydınlanmanın ulaştığı bunca seviyeye rağmen.

Covid-19 Pandemisinden, ölümcül bir hastalıktan, çok hızla yayılan ve 21’nci yüzyıl tıbbının bile zaman zaman karşısında çaresiz kaldığı bir belâdan, bu belaya karşı yaptıklarımızdan yapamadıklarımızdan, daha doğrusu yapmadıklarımızdan söz ediyorum.

2019 yılının Aralık ayında Çin’de ortaya çıktığı andan itibaren, vaktimizin büyük bir bölümünü “Acaba komplo mu? Bilmem ne laboratuvarının dünyaya oynadığı bir oyun mu? Uluslararası ilaç ve aşı tekellerinin bilmem nesi mi? Bize bir şey olmaz abi..” ve benzeri aymazlıklarla geçirilen vakitte bile önemli sayıda insanın hayatına malolan bir süreç bu.

İzleyen aylarda, “Gribin bir türüymüş. Basit bir şey aslında ya. Gargara yaparız geçer…” benzeri gevezeliklerle geçirdiğimiz vakitte bile belki çok sayıda canı koruyabilir, kurtarabilirdik. Sonrasında bütün dünyada olduğu gibi bizde de hızla yayılmaya başladı. Mart ayında ilk vakanın (zorla da olsa) kabul edilip kayda geçirilmesinin ardından, ağır kayıplar vere vere 16 ayı geride bıraktık.

Maalesef bu süreçte hem krizi yönetme durumunda olanlar, yani küresel anlamda Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization – WHO) ve dünyanın anlı şanlı devletleri başta olmak üzere bizim hükümetimiz de çok ciddi hatalar yaptı. Ortada, yüzyılların, hatta bin yılların derin bir tıbbi bilgi birikimi varken, bunlar sağlıklı biçimde birararaya getirilip ortak çözümler ve çareler üretilemedi.

Köklü devletler, köklü bilim kuruluşları bile telaş ve paniğe esir oldu. Demokrasisi en güçlü olandan en zayıf olanlara kadar Gezegenin dört bir yanındaki yönetimler, kararsızlık içinde çok vakit kaybettiler ve bu süreçte milyonlarca insanın hastalığa yakalanması ve yüzbinlercesinin ölümünü adeta seyrettik. (AS: Küresel ölümler resmi veri ile 4 milyonu aştı!)

Çıkış noktasının insanlığa hizmet olduğundan kuşkumuz olmadığı aşı ve ilaç çalışmaları devam ediyor. Aşıların bir kısmı, laboratuvar ve klinik çalışmalarını görece başarı ile tamamlayarak ticari olarak da piyasaya sürüldü. Şu ana kadar da dünya çapında nüfusun %24’ü en az bir doz aşı olmuş durumda. Yaklaşık 3 milyar 200 milyon doz aşı yapıldığını biliyoruz. Günde yaklaşık 38 milyon kişi aşılanıyor.

Ama büyük bir adaletsizliğe de dikkat çekmek gerekirse, gelir seviyesi düşük ülkelerde aşıya erişim oranı, nüfuslarının %1’ine tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Yani insanlık, burada da ağır bir eşitsizliğe imza atmış durumda.

  • Şu anda, aşıyı mümkün olan en hızlı biçimde tüm insanlığa eriştirip uygulamaktan başka elimizde bir silah bulunmuyor.

Bunda da başarıya ulaştığımız (tek tek çok zengin ülkeleri istisna tutarsak) söylenemez. Ancak ortada henüz çare bulmamız gereken daha büyük bir başarısızlık duruyor. O da, insanlığın bu pandemi belasına karşı yeterince farkındalık seviyesine ulaştırılamamış ve olağanüstü bir aymazlığa düşmüş olması.

Kabaca 20 aylık bir süreden söz ediyoruz. Evet, aslında bir insan ömründe göz açıp kapayana kadar geçecek kadar kısa bir süreden. Bu kadarcık bir sürede azıcık “sıkıya gelemedik”. Gelmedik. Gelemedik. Yalan mı?

Kendi ülkemizden ve toplumumuzdan örnekleyeyim : Neredeyse 3 ayda bir “Off sıkıldık ya.. Açılalım artık” sendromuna girmedik mi? Devletiyle milletiyle, “Eh yeter artık. Daral geldi abi. Tamamdır. Açılalım” noktasına gelip, sonra ağır bedeller ödemedik mi?

İngilizlerin güzel bir tabiri vardır: “One is one too many” (Bir tanesi bile çoktur) derler, kabul edilemeyecek olumsuzluklar için. İnsan yaşamından söz ediyorum. Bir insanın bile ölümü, yeterince acı bir bedel değil midir? Dünya çapında 4 milyon insan ölmüş. Bizim ülkemizde de 50 bin civarında. Oysaki amaç tek bir insanın bile yitirilmeyeceği bir ortamı temin etmek değil midir?

Devletin hatalarını yanlışlarını, veri gizleyerek çarpıtarak sağlanmaya çalışılan “Sorun yok, her şey yolunda. Kontroldayız” algısı da vakaların ve ölümlerin tırmanmasına yol açmasını başından beri eleştirdik. Oraya girmiyorum. Ama toplum olarak da bu işin bu boyutlara gelmesinde vebalimiz yok mu?

“Aman abi bir an önce açılalım. Kırlara çayırlara, deniz kenarlarına, cafelere, restoranlara, barlara, pavyonlara, stadyumlara akalım” sendromunun bu işte katkısı yok mu? Bir maskeyi ve mesafeyi bile beceremedik.

En başından itibaren o “Allahın cezası maskeyi” canımızı kurtaracak bir aparat olarak görmeyip, bir “gereksiz aksesuar” olarak bakmadık mı? Her dakika çenemize indirmedik mi? Kolumuza takıp da tüm topluma küstah ve yılışık bir meydan okumanın simgesine dönüştürmedik mi? Mesafe denen şeye zerre kadar önem vermeden, birbirimizin ensesine yanaşmadık mı her yerde?

Sokaklarda ve cafelerde, maske takmamayı mazur gösterebilmek için yerine göre ağzımıza bir sigara iliştirmek, elimize bir dondurma, bir dürüm, bir gazoz-bira şişesi almıyor muyuz? Yeme içme mekanlarında, sadece çalışanların ve mekanın önünden geçenlerin maskeli olması gerekiyormuş gibi, kendiliğinden cahilce yeni bir kural oluşturmadık mı? Ve buna hâlâ devam etmiyor muyuz?

“Açılım saçılım” yönünde verilen kararların daha imzası bile atılmadan, devasa kalabalıklar (lebaleb diyelim) oluşturup kendimizi bu kalabalıkların en orta yerine atmadık mı? Aşı olmaya gidiyoruz ama, aşıya “Bu işten kesin kurtulduk artık. En azından ben kurtuldum abi. Başkalarının canı cehenneme”  diye bakmıyor muyuz?

  • Aşıyı uygulamada da devletin bir yığın hatalı, milletten bilgi gizleyen, sayıları çarpıtarak oluşturduğu tehlikeli algıyı saymıyorum bile.

Delta Varyantı‘nın en azgın olduğu bir ülkeden (Rusya) akın akın turist getirmeyi marifet sayma sorumsuzluğunu ve kepazeliğini anlatmaya gerek bile duymuyorum. Hepsinden daha dehşet verici olmak üzere, bunlara dikkat çekenlere adeta “Vatan haini” yaftası iliştirmeye devam ediyoruz. Aklı başında tüm bilim insanlarının ve aydınlarının uyarılarına “bozgunculuk” diye bakılmasına ne demeli? Ve maalesef, bilim bunların tersini söylüyor.

Böyle gidilirse, bizi önümüzdeki 3-5 ay içinde yeni “peak”lerin, yeni “dalgaların” yeni ve artacak vaka ve  ölümlerin beklediğini düşünmek için çok mu karamsar olmak gerekiyor. Sıkamadık dişimizi. Sıkıya gelemedik. Tüm insanlık ve necip milletimiz.
Umarım, bedeli tahmin edilenden daha ağır olmaz.
Ne demiştim yukarıda? İngilizlerin  “One is one too many” sözünü aktarmıştım.
Bir canın yitirilmesi bile ifrattır.

Sokaklarda hayvanlarını, gözünü kırpmadan zehirleyebilen, ormanlara dalıp 3 milyon 5 milyon ağacı acımadan kesen, on binlerce insanın sapır sapır dökülmesini önemsemeyen bir kafadan bir acımasız kafadan söz ediyoruz.

Hepimizin “ortak kafası” bu, maalesef.

DSÖ sağlık hizmetleri raporu ne gösteriyor?

author

Salgın, özellikle Türkiye gibi hastalığı kontrol altına alamayan ülkelerde hayatın tüm alanlarını olumsuz etkilemeye devam ediyor.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Covid-19 pandemisi döneminde sunulması gerekli olan sağlık hizmetlerinin devamlılığı üzerine Ocak – Mart 2021 döneminde ülkelerin durumunu ortaya koyan raporunu yayımladı. Rapor 135 ülkenin verileri ile önemli değerlendirmeler içeriyor. Türkiye’yi merak ediyorsunuz, ben de merak ettim ancak gördüm ki salgınla başarılı mücadelesini kitaplaştıran ülkemiz, sağlık hizmetlerinin yaşamsal alanlarındaki durumla ilgili DSÖ’ye geri bildirimde bulunmamış.

Ülkelerin % 94’ü salgının değişik ölçülerde sağlık hizmetlerinde bozulmaya yol açtığını belirtiyor. Özellikle temel sağlık hizmetleri, rehabilitasyon ve palyatif hizmetler ile kronik hastalıkların takibindeki sorunlar en olumsuz etkilenenler arasında bildiriliyor. Acil olmayan cerrahi girişimlerin ülkelerin % 66’sında aksadığı, salgın uzadıkça sorunun büyüdüğü ifade ediliyor. Bozulma tüm alanlarda var, kırılgan grupların sıkıntıları daha yoğun.

Nedenlere gelince, sağlık hizmetlerinin sunumu ve talebi ile ilgili olarak sınıflandırılıyor. Zengin ülkelerin stratejik olarak bazı hizmetleri durdurduğu veya dönüştürdüğü gözlenirken, düşük ve orta gelir grubunda sıklıkla planlanamayan bozulmalar olduğu bildiriliyor. Ülkelerin %66’sı sağlık emek gücü eksikliği üzerinde duruyor. Sağlık hizmetini talep etmedeki azalmada hastalık kapma korkusu, koruyucu ekipman (AS: donanım) eksiklikleri, hareket kısıtlamaları, gelir kaybı ve artan maliyetler öne çıkıyor. Yüzde 57 ülke (AS: Ülkelerin %57’si) insanların korku ve güvensizlik nedeniyle, sağlık hizmeti talep etmekten geri durduklarını belirtiyor.

Bu aksamaların önüne geçilemedikçe salgın dışı hastalıklarda ve ölümlerde artışların devam edeceğini söylemek mümkün. DSÖ ülkelerin bu aksamaları azaltmak için kendi koşullarında ortaya koyduğu çözümleri ve geçen yılda yapılan çalışmalara göre iyileşmeler olduğunu da bildiriyor.

TÜRKİYE’DE DURUM NE?

DSÖ raporunda yazan sorunların çoğunun ülkemiz için de geçerli olduğunu biliyoruz. Ancak şeffaf olmayan salgın yönetiminin burada da ortaya çıktığını ve hizmetlerdeki sorunlarla ilgili Sağlık Bakanlığı’nın yalnızca kamuoyuna değil DSÖ’ye de bilgi vermediğini görüyoruz.

Hastalarımız kamu hastanelerinden muayene randevusu alamıyor, servisler ve yoğun bakım yatakları salgın hastalığa ayrıldığı için yatamıyor, acil olmayan ameliyatlar erteleniyor ve birikmiş durumda. Kronik hastalar, kanser, şeker, hipertansiyon, böbrek, karaciğer, akciğer hastaları kontrollere gidemiyor ya da korkudan gitmiyor. Hekime hastalıkları ilerlemiş olarak başvuruyor. Özel hastaneler daha çok salgın dışındaki hastaların muayene ve ameliyat oldukları merkezler durumunda ve parasını denkleştirebilen yurttaşlar buralardan hizmet almaya çalışıyor.

Kaç kişi ameliyatını erteledi, sırada bekliyor ya da özel sağlık kuruluşlarında tedavi olmak zorunda kaldı? Kaç kişi salgın nedeniyle sayılan aksamalar nedeniyle öldü ya da hastalığı ilerledi? Bunlara ilişkin resmi verilerden yoksunuz.

İKİ KOLAY VE HAYATİ (AS: Yaşamsal) ADIM

Her şeyin çözümü değil ama ülkemiz koşullarında sağlığımıza iyi gelecek iki kolay adım var:

Birincisi kapatılan, çürümeye terk edilen hastaneleri gecikmeden açmak.

Hastanemi Açın Platformu’nun (HAP) dediği gibi bunun az bir yatırımla ve kısa sürede başarılması mümkün.

Artan ihtiyaç bilindiği için “Türkiye’nin Koronavirüsle Başarılı Mücadelesi” kitabında da pandeminin başından bu yana açılan yeni hastanelere ve yatak kapasitesinin 11 bin 792 artırıldığına değiniliyor. Oysa çok daha az yatırımla ve kısa sürede açılabilecek Ankara Numune Hastanesi, Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi gibi otuza yakın hastanemiz var.

  • İkincisi de atamayı bekleyen 600 bin sağlıkçının atanması.

Böylece hem bu gençlerimiz evlerinde çile doldurmaktan kurtulacak hem de sağlık hizmetlerine büyük katkıları olacak.

Ne dersiniz, zor mu? Halkın sağlığını düşünen iktidarlar için zor olmasa gerek.

Aşı Diplomasisi, AKP ve Türkiye

Op. Dr. Fikret Şahin’den Şehir Hastaneleri İle İlgili Önemli Tespitler

Op. Dr. Fikret ŞAHİN
CHP BALIKESİR MİLLETVEKİLİ
ESKİ BALIKESİR TABİP ODASI BAŞKANI

Cumhuriyet, 06 Mayıs 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Covid-19 pandemisiyle birlikte yaşamımıza yeni bir kavram girdi “aşı diplomasisi”. Covid aşısının üretim teknolojisine sahip olmak uluslararası alanda güç, itibar ve etkinlik aracına dönüştü. Buna bağlı olarak tıbbi alandaki bilimsel yetenek ve üretim gücü son yıllarda ülkelerin bölgesel ve küresel etkinliğinin en önemli kaldıraç mekanizması durumuna geldi.

Covid aşısını başka ülkelerden bağımsız olarak üretebilmek, aşıya sahip olmak ve aşıyı gereksinimi olan ülkelerle paylaşmak uluslararası gücün ve etkinliğin en önemli göstergesi oldu. Zorlu ve çözülmesi güç uluslararası sorunlarda, ilgili ülkeleri ikna etmek ya da istenilen noktaya getirebilmek için Covid aşısı diplomasi masasında yerini aldı. Bu diplomasi türüyle dünya ilk kez karşılaşıyor. Bu. küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların vardığı noktayı bize göstermesi bakımından da manidar (AS: ) anlamlı.

BÜYÜK KOZA DÖNÜŞTÜ

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) başta olmak üzere pek çok tıbbi otorite Covid aşısına ulaşım konusunda adaletli davranılmasını hatta aşı patentinin ve üretim teknolojisinin açık olması gerektiğini belirtmesine karşın, tıbbi üretim teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler ve onların küresel firmaları aşı üzerinden güç ve para kazanma peşindeler.

Covid pandemisi başladığından bu yana DSÖ’nün resmi kayıtlarına göre yaşamını yitiren insan sayısı 3.5 milyona yaklaşmakta, resmi olmayan rakamlar doğal olarak bunun çok daha üzerinde. Her ne olursa olsun acı gerçek apaçık önümüzde duruyor ve günde ortalama 10 bin kişi yaşamını Covid nedeniyle yitiriyor. Herkesin çevresindeki çember o denli daraldı ki her gün bir tanıdığımızın acı haberini alır hale (AS: duruma) geldik.

İnsanoğlu yaşam ve ölüm arasında zamanla yarışıyor. Bu tablo karşısında, aşı teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler, DSÖ’nün çağrısını duymak istemiyor, aşı patentini açmıyorlar. DSÖ’nün yaptığı oldukça insancıl ve bilimsel olarak yapılması gereken bir çağrı fakat bu çağrının muhatabı ülkeler aşıyı diplomatik bir koz olarak kullanmakta kararlılar.

BİYOLOJİK SAVAŞ

Dünya şu anda bir biyolojik savaş durumunda. Düşman koronavirüs, buna karşılık insanoğlunun elindeki en etkili silah Covid aşısı. Bu silaha sahip ülkeler bu güçlerini başka ülkelerle paylaşmak yerine bu silahı küresel güçlerini artırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak niyetindeler. Her gün binlerce kişinin aşılanamadığı için yaşamını yitirmesi umurlarında değil. Onlar için önemli olan salgın sonrasında çok daha güçlü ve etkili olabilmek. Covid salgınını güçlerini artırmak ve pekiştirmek için fırsata çevirme peşindeler.

Küresel güçler açısından şu anda Covid aşısına sahip olmak nükleer güce sahip olmak gibi bir durum, belki de bundan daha da etkili. Ulaşmak istedikleri amaçları için Covid aşısını etkili bir argüman (AS: araç, silah) olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunun bir örneğini de ülke olarak biz yaşadık. Çin’den Sinovac aşısının tedariki (AS: sağlanması) sürecinde, Çin’in aşıyı yeterli dozda vermek için Türkiye’den suçluların iadesi anlaşmasını uygulamaya koymasını ve Türkiye’ de bulunan kimi Doğu Türkistanlıların iadesini istediği gündeme gelmişti. Bu konu her ne denli inkâr edilmiş (AS: yadsınmış) olsa da Çin’den aşı sağlanmasında duyurulan takvime uyulmaması, bu sorunun görüşmelere konu olduğunu düşündürmektedir.

Aşı üreten ülkeler, salgın sonrası siyasal ve ekonomik olarak daha avantajlı olabilmek için ilişkilerini geliştirmek istedikleri veya üzerinde etkili olmak istedikleri ülkelere aşı vererek ya da vermeyerek siyasal manevra yapıyorlar.

Aşı adeta Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir mücadele zemini oluşturdu. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Almanya bu mücadelede başroldeler. Herkes aşısını kendisi için önemli olan ülkelere gönderme çabasında, rakip ülkenin aşısının kendi bölgesine girmesini istememekte, bunun için amansız bir mücadele sürüyor.

Hangi aşının, hangi ülkelerde kullanıldığına bakarak kimin nerede etkili olmak istediğini anlamak olanaklı. ABD bu yarışta özellikle Avrupa kıtasında var olmak isterken, EMA (Avrupa Birliği İlaç Dairesi) Rusya’nın Sputnik ve Çin’in Sinovac aşılarına halen kullanım onayı vermeyerek bu ülkelerin Avrupa’ya girişini engellemeye çalışmakta. Buna karşın, onaysız olsa da kimi AB ülkeleri bu aşıları kullanmaya başladılar.

İnsanlık tarihine baktığımızda her salgın hastalık sonrası dünyada kayda değer değişimler meydana gelmiştir. 14. yüzyılda yaşanan kara veba salgını sonrasında feodal sistem yıkılmış, kapitalist düzen başlamış, Katolik inanca güven azalmış Protestanlık inancı doğmuş, kilise ve eğitimde egemen dil Latinceden İngilizceye dönüşmüş, Rönesans ve Reform hareketleri yaşanmıştır.

  • Bu salgın geçtikten sonra yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıya kalacağımız kesindir.

Tarihsel olaylardan ders çıkaran ülkeler buna yönelik hazırlıkları ve zeminlerini özellikle aşı üzerinden yapmaktadırlar.

BİZ TÜRKİYE OLARAK NE YAPIYORUZ?

AKP iktidarıyla birlikte yerli aşı üretimini terk edip aşı ihraç eden (AS: dışsatımı yapan) ülke konumundan aşı ithal eden (AS: dışalımı yapan) ülke konumuna geriledik. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün 80 yıllık tarihsel birikim ve deneyimlerini bir anda sıfırladık. Vatandaşlarımız için başka ülkelerden gelecek aşıları bekleyerek zaman ve yaşam yitiriyoruz.

Oysa AKP iktidarından önce olduğu gibi kendi aşımızı üretebilseydik şimdi hem kendi vatandaşlarımızın aşılarını tamamlamış olacaktık hem de Türkiye olarak, aşı sayesinde bölgesel güç olmak fırsatını yakalayacaktı. Çevresindeki ülkelere ürettiği aşıları gönderecek güçte olan bir Türkiye’nin uluslararası itibarı (AS: saygınlığı) ve etkinliğinin ne ölçüde artacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Bilimin gücüyle ülkemizin gücünü örtüştürme fırsatını maalesef AKP’nin öngörüsüz sağlık politikaları nedeniyle kaçırdık. Bilim insanları bundan sonraki süreçte de benzer pandemilerin gerçekleşebileceğini düşünmekteler. Bu nedenle yerli aşı üretimi yalnızca bugün için değil, gelecekte de ülkemizin stratejik hedefleri ve diplomasi gücü açısından hayati (AS: yaşamsal) öneme sahip olacaktır.
============================
Dostlar, 

AŞI SAVAŞLARI ve AKP İKTİDARININ SINAVI

Başlıklı makalemiz 12 Aralık 2020 günü Cumhuriyet gazetesinin 2. sayfasında yayınlanmıştı…

Not                                 :

Sayın Milletvekili Dr. Fikret Şahin’in izni alınarak metinde çok sayıdaki Arapça- Farsça sözcüklerin yerine yaşayan – varolan güzelim Türkçe karşılıkları konmuştur; anlama dokunmaksızın. Yer yer de ayraç içinde Türkçe karşılıklar önerilmiştir.
ATATÜRK DEVRİMLERİ bir bütündür ve bir halkı Ulus yapan ortak niteliklerin başında DİL gelir. Bu yüzden, DİL DEVRİMİNİ sahiplenmek, yaşatmak ÖKSÜZ BIRAKMAMAK zorundayız.. Dr. Şahin’e olgunluğu için teşekkür ederiz.

Bu gün ayrıca Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Bşk. Sn. Dr. Alev Coşkun‘a da ilettik sorunu, Cumhuriyet gazetemiz yeterli özeni göstermiyor.. diye yakındık.. Sn. Işık Kansu‘ya da..

Sevgi ve saygı ile. 07 Mayıs 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter  @profsaltik     

Halkın Kurtuluş Partisi’nden Erdoğan Hakkında Suç Duyurusu

İSTANBUL ANADOLU CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

SUÇ DUYURUSUNDA BULUNAN                           :
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ GENEL BAŞKANLIĞI
Karanfil Sokak No:24/15 Kızılay/ANKARA

VEKİLLERİ                        :
Av. Metin BAYYAR – Av. Ayhan ERKAN- Av. Ali Serdar ÇINGI
Av. Tacettin ÇOLAK – Av. Sait KIRAN- Av. Azime Ayça OKUR
Av. Halil AĞIRGÖL- Av. Pınar AKBİNA – Av. Doğan ERKAN
Atatürk Bulvarı Emlak Bankası Blokları B Blok No: 146 Kat: 4 D: 16 Fatih/İstanbul 

ŞÜPHELİLER                     :
1. RECEP TAYYİP ERDOĞAN (AKP Genel Başkanı sıfatıyla)
2. FAHRETTİN KOCA (SAĞLIK BAKANI)
3. SÜLEYMAN SOYLU (İÇİŞLERİ BAKANI)
4. ALİ YERLİKAYA (İSTANBUL VALİSİ)
5. ZAFER AKTAŞ (İSTANBUL İL EMNİYET MÜDÜRÜ)
6.SUÇA KARIŞTIĞI TESPİT EDİLEN DİĞER KİŞİLER 

SUÇ                                       :
1. Görevi Kötüye Kullanma (TCK m. 257)
2. Bulaşıcı Hastalıklara İlişkin Tedbirlere Aykırı Davranma (TCK m. 195)
3. Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi (TCK m. 279/ 1-2) 

SUÇ TARİHİ                                   : 02.05.2021

AÇIKLAMALAR                :
Bilindiği üzere Aralık 2019’da başlayan Covid-19 Korona salgını nedeniyle resmi açıklamalara göre ülkemizde ilk vaka 11.03.2020 tarihinde görüldü ve Covid-19 kaynaklı ilk ölüm haberi de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından 18.03.2020 tarihinde açıklandı. Aradan geçen 1 yılda gelinen durumu, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı 02 Mayıs 2021 tarihli turkuaz tablo ortaya koymaktadır.

Geçen 1 yıllık süreçte uygulamalardaki yanlışlıklar, karar alma mekanizmalarında bulunan etkili ve yetkili kamu görevlilerin eksiklikleri, bilim insanlarının uyarılarına kulak tıkamalar, Covid-19 Pandemisinde bugünlerde üçüncüsü yaşanan dalgalara neden olmuştur. Vaka sayısı, vaka sayılarındaki artışa oranla vefat sayısı da hızla artmıştır. Alınan önlemlere en başta önlemi alan görevliler tarafından uyulmamış, önlemler sadece halkın maske-mesafe-hijyen üçüzüne ve düğün-dernekte, lokantada, kafede vb. kaç kişi olacağına indirgenmiştir. Diğer taraftan namuslu bilim insanlarının önerdiği, gelinen aşamada 28 günlük tam kapanmanın gerçekleştirilmemesi salgını kontrolden çıkarmıştır. Tabip Odaları’ndan, alanda çalışan Sağlık Emekçilerinden ve namuslu bilim insanlarından gelen bilgiler, vaka ve vefat sayısının resmi açıklamalardan çok daha fazla olduğu yönündedir.

Şüphelilerce salgının ilk başlarında alınmayan/alınan yetersiz tedbirler gevşetilip “yeni açılım” adı altında önlemler terk edilince, özellikle de son aylarda yapılan AKP İl ve İlçe Kongreleri salgını kontrolden çıkarmış, 24 Mart 2021 tarihinde yapılan AKP Genel Merkez Genel Kurulu ise, virüsün Türkiye’nin neredeyse bütün illerine yayılmasına, dolayısıyla vaka sayılarında ve ölümlerde artışa neden olmuştur. Bununla ilgili de Müvekkil Parti 26 Mart 2021 tarihinde başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere diğer ilgililer hakkında Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunmuştur.

Vaka ve ölüm sayılarında ki yüksek artış; AKP Hükümetini, bilim insanlarının 28 günlük tam kapanma önerilerinin altında da olsa, yine bilim insanları bu tür bir kapanmayı tam kapanma kabul etmeseler de, 29 Nisandan 17 Mayıs tarihine kadar 17 günlük tam kapanma kararını almak zorunda bırakmıştır. İçişleri Bakanlığı da 14.04.2021 tarihinde yayımladığı 6638 sayılı Genelge ile tam kapanma tedbirlerinin nasıl olacağını 81 İl Valiliğine bildirmiştir.

Ama suç duyurumuza konu olan olay göstermektedir ki; AKP Hükümetinin Genel Başkanı başta olmak üzere, Bakanlar, Emniyet Müdürler, Yerel Yöneticiler AKP Kongrelerinde olduğu gibi bu tam kapanma sürecinde de kendi koydukları yasaklara uymamışlar, kendi çıkardıkları genelgelere aykırı hareket etmişlerdir. Suç duyurusuna konu olay tam da “Ele verir talkını kendi yutar salkımı” atasözünün kapsamı içerisine girmektedir. Anlaşılan odur ki, yasaklar, yasaklara uymayanlara, uyamayanlara kesilen cezalar Halkımız içindir.

Oysa ister yönetici olsun isterse en yüksek devlet görevlisi herkesin uymak zorunda olduğu yasalar vardır. AKP’li olmak, AKP Üyesi, Yöneticisi olmak veya AKP Genel Başkanının katıldığı bütün törenlere katılıyor olmak, yasalardan, cezalardan muaf olmak anlamına gelemez. Buna resmen suç duyurusunda bulunduğumuz şahıslar dünya çapındaki salgın döneminde ve ölümlerin en fazla yaşandığı süreçte Anayasayı, kanunları ve en vahimi de kendi aldıkları güvenlik tedbirlerini yok saymış, kuralları açık şekilde çiğnemişlerdir. Bu nedenle söz konusu suç duyurusunda bulunma zorunluluğu doğmuştur. Şöyle ki:

Haber 1) Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, yeni tip Koronavirüs’le mücadele kapsamında ilan edilen tam kapanmada Covid-19 tedavisi gördüğü hastanede 88 yaşında yaşamını yitiren Ümraniye Belediye Başkanı İsmet Yıldırım‘ın babası Ahmet Galip Yıldırım’ın cenaze namazına katıldı.

Yıldırım için Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camisi’nde cenaze namazı kılındı. Namaza, Yıldırım’ın ailesi ve yakınlarının yanı sıra Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, milletvekilleri ve ilçe belediye başkanları katıldı. Ahmet Galip Yıldırım’ın cenazesi, Çengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. İçişleri Bakanlığı’nın tam kapanma genelgesinde cenaze törenine ilişkin olarak şunlar kaydedilmişti:

“Kendisi veya eşinin, vefat eden birinci derece yakınının ya da kardeşinin cenazesine katılmak için veya cenaze nakil işlemine refakat etmek amacıyla herhangi bir cenaze yakınının e-Devlet kapısındaki İçişleri Bakanlığına ait e-BAŞVURU veya ALO 199 sistemleri üzerinden yapacakları başvurular (yanında akraba konumundaki 9 kişiye kadar bildirimde bulunabilecektir) sistem tarafından vakit kaybetmeksizin otomatik olarak onaylanarak cenaze yakınlarına gerekli seyahat izin belgesi oluşturulacaktır.

Cenaze nakil ve defin işlemleri kapsamında başvuru yapacak vatandaşlarımızdan herhangi bir belge ibrazı istenilmeyecek olup Sağlık Bakanlığı ile sağlanan entegrasyon üzerinden gerekli sorgulama seyahat izin belgesi düzenlenmeden önce otomatik olarak yapılacaktır.” (https://t24.com.tr/video/erdogan-tam-kisitlamada-kalabalik-bir-grupla-umraniye-belediye-baskani-nin-babasinin-cenaze-namazina-katildi,38494)

Haber 2) Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kovid-19 tedavisi gördüğü hastanede 88 yaşında vefat eden Ümraniye Belediye Başkanı İsmet Yıldırım’ın babası Ahmet Galip Yıldırım’ın cenaze namazına katıldı.

Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybeden Ümraniye Belediye Başkanı İsmet Yıldırım’ın babası Ahmet Galip Yıldırım için İstanbul’da cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreni Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde yapıldı. Ümraniye Belediye Başkanı İsmet Yıldırım ve ailesi taziyeleri kabul etti.

ERDOĞAN TÖREN SONRASI VATANDAŞLARLA SOHBET ETTİ

Cenaze törenine, Yıldırım’ın yakınları ve sevenlerinin yanı sıra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da katıldı. Erdoğan, namazın ardından cami dışında bekleyen vatandaşlarla bir süre sohbet etti.

(https://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-umraniye-belediye-baskani-14105863-haberi/)

Suç duyurusuna konu olan olaya ilişkin fotoğraf kareleri: 

02 Mayıs tarihli neredeyse bütün haber sitelerinde yer alan bu haberler ve bu fotoğraflar göstermektedir AKP’liler lebalep kongreleri ve lebalep cenaze törenleriyle, içinde bulunduğumuz tam kapanma sürecinde yasalara ve genelgelere aykırı hareket etmekte, dolayısıyla Koranavirüsün yayılmasına neden olmaktadırlar.

Oysaki İçişleri Bakanlığının 14.04.2021 Tarih ve 6638 sayılı Genelgesi cenaze ile ilgili şu ifade yer almaktadır:

“Kendisi veya eşinin, vefat eden birinci derece yakınının ya da kardeşinin cenazesine katılmak için veya cenaze nakil işlemine refakat etmek amacıyla herhangi bir cenaze yakınının e-Devlet kapısındaki İçişleri Bakanlığına ait e-BAŞVURU veya ALO 199 sistemleri üzerinden yapacakları başvurular (yanında akraba konumundaki 9 kişiye kadar bildirimde bulunabilecektir) sistem tarafından vakit kaybetmeksizin otomatik olarak onaylanarak cenaze yakınlarına gerekli seyahat izin belgesi oluşturulacaktır.

Halka gelince 9 kişiye kadar bildirimde bulunabilme ve en çok 30 kişi ile cenazeyi kaldırmayı kural olarak koyulmuş ama bu kuralı koyan kişiler, cenaze kendi partilerinden birinin yakınına ait olursa tıklım tıklım törenler yapmaktan geri durmamaktadırlar.

Çöp toplayan denizde tek başına yüzen vatandaşa kahvede oyun oynayan 17 kişiye,  cezalar yazılırken, sanki yukarıda ki fotoğraf karesinde yer alan yüzlerce insana sanki suç işleme özgürlüğü varmış gibi davranılıyor, yasalar, genelgeler işletilmiyor, görmezden geliniyor, cezalar kesilmiyor.

(https://www.gazeteduvar.com.tr/coplerden-karton-toplayan-ramazan-bulut-sokaga-cikmaya-mecburum-haber-1521108),

(https://tr.sputniknews.com/turkiye/202105011044402656-datcada-turistleri-gorerek-denize-girdigini-soyleyen-kisiye-ceza-kesildi/),

(https://www.sondakika.com/haber/haber-tam-kapanmada-kahvehanede-oyun-oynayan-17-kisiye-14106646/),

Kendilerini bütün suçları işleme özgürlüğüne sahip ayrıcalıklı insanlar olarak gören şüpheliler adalet duygusunu incitiyorlar, kamu sağlığını tehlikeye atıyorlar. Bu durum Anayasanın; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. Maddesinin 4 ve 5’inci fıkralarına aykırıdır.

Buna göre “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” 

SUÇ NİTELEMESİ

  1. 1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu alınması gereken tüm tedbirleri, kimlerin, nasıl alması gerektiğini gösteren bir kanundur. Kanunun 3. maddesinin 3 ve 4’üncü fıkraları ile 23 ve 27’inci maddeleri yapılması gerekenleri saymıştır:

Madde 3 – Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti bütçeleriyle muayyen hatlar dahilinde olarak aşağıda yazılı hizmetleri doğrudan doğruya ifa eder:

f.3 – Memlekete sari ve salgın hastalıkların hulülüne mümanaat.
f.4 – Dahilde her nevi intani, sari ve salgın hastalıklarla veya çok miktarda vefiatı intaç ettiği görülen sair muzır amillerle mücadele.

“Madde 23 – Her vilayet merkezinde bir umumi hıfzıssıhha meclisi toplanır. Bu meclis mahalli sıhhat ve içtimai muavenet müdürü, nafıa mühendisi, maarif, baytar müdürü, mevcutsa sahil sıhhiye merkezi tabibi, bir hükümet ve belediye tabibi ve hastane baştabibi ile garnizon ve kıt’a bulunan yerlerde en büyük askeri tabip ve serbest sanat icra eden bir tabip ve bir eczacıdan ve belediye reisinden mürekkeptir. Meclis valinin veya valiye bilvekale sıhhiye müdürünün riyaseti altında içtima eder. Valinin tensip edeceği bir zat kitabet vazifesini ifa ve zabıtları tanzim eder.

Madde 27 – Umumi hıfzıssıhha meclisleri mahallin sıhhi ahvalini daima nazarı dikkat önünde bulundurarak şehir ve kasaba ve köyler sıhhi vaziyetinin ıslahına ve mevcut mahzurların izalesine yarayan tedbirleri alırlar. Sari ve salgın hastalıklar hakkında istihbaratı tanzim, sari ve içtimai hastalıklardan korunmak çareleri ve sıhhi hayatın faideleri hakkında halkı tenvir ve bir sari hastalık zuhurunda hastalığın izalesi için alınan tedbirlerin ifasına muavenet eylerler.”

Kovid-19 kalabalık ortamlarda yayılım gösterirken, bütün toplumsal hareketlilikler sınırlandırılmıştır. Suç duyurusuna konu olan cenaze töreni yasaklar kapsamındadır. İçişleri Bakanlığının 27.04.2021 tarihli 7576 sayılı Genelgesinde açıklanan tedbirlere göre İstanbul Valiliği İl Umumi Hıfzıssıhha Meclisi 27.04.2021 tarihinde tedbirler belirlemiştir. İl Hıfzıssıhha Meclisi 36 numaralı Kararına göre; hafta içi hafta sonu ayrımı olmaksızın 29 Nisan 2021 Perşembe günü saat 19.00’da başlayıp 17 Mayıs 2021 Pazartesi günü saat 05.00’de bitecek şekilde tam zamanlı sokağa çıkma kısıtlaması uygulanmasına karar verilmiştir. Bu yasağa uymayanlar hakkında da Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun ilgili maddeleri gereğince idari işlem tesis edilmesine ve konusu suç teşkil eden davranışlara ilişkin Türk Ceza Kanununun 195 inci maddesi kapsamında gerekli adli işlemlerin başlatılmasına karar verilmiştir. Cenazeler ile ilgili olarak da yalnızca cenaze defin işlemlerinde görevli olanlar (din görevlileri, hastane ve belediye görevlileri vb.) ile birinci derece yakınlarının cenazelerine katılacaklar olanlar sokağa çıkma yasağından muaf tutulmuşlardır.

Ancak söz konusu cenaze töreninde bu kurallar ve kişi sınırlaması göz ardı edilmiştir. Suç duyurusunda bulunduğumuz kişiler muafiyet kapsamında da olmadıkları halde genelgede belirtilenden daha fazla kişiyle cenazeye katılıp TCK md 195’te belirlenen “Bulaşıcı Hastalıklara İlişkin Tedbirlere Aykırı Davranma” suçunu işlemişlerdir. Ayrıca haber resimlerinde de görüleceği üzere; vatandaşlar için söylenen maske ve mesafe kurallarına da uyulmamıştır bu törende.

Bu Cenaze törenine katılan, tedbirleri almayan, denetimleri yapmayan ve böyle bir kalabalık etkinliğe izin veren şüpheliler toplum sağlığını tehlikeye düşürecek ve salgını daha da yaygınlaştıracak bir uygulamaya izin vererek ve gerçekleştirerek topluma karşı da suç işlemişlerdir. Bu suçun işlenmesiyle belli kişilerin de il toplumundaki tüm fertlerin zarara uğraması olasılığı vardır.  Hatta bu olasılık bile değildir; toplumdaki neredeyse bütün fertlerin zarara uğrayacağı kesindir.

Bu nedenle İl Hıfzıssıhha Meclisi kararlarına aykırı olarak bu cenazeye katılan herkesin TCK Md 195 gereğince yargılanması gerekmektedir.

  1. Salgın hastalıkla ilgili alınan kararlara uymayan vatandaşlara cezai işlem uygulanıp, kamu davası açılırken bu yasağa uymayan AKP’liler hakkında bu işlemleri yapmayan valilik ve il emniyet müdürlüğü makamındaki kişiler de Görevi Kötüye Kullanma (TCK m. 257) suçunu işlemektedirler. 17 günlük tam kapanma sürecinde yasaklanan törenler, sokağa çıkma yasakları, seyahat yasakları ve uyulmaması durumunda yapılan cezai uygulamalar, söz konusu iktidar partisi yöneticileri, bakanlar, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar olunca geçerli olmamaktadır. Oysa bu kamu görevlisi kişiler karşılarında kim olursa olsun görevlerini yerine getirmeli ve yasal düzenlemeleri uygulamalıydılar.
  1. AKP’li Ümraniye Belediye Başkanının yakınının cenaze törenini neredeyse bütün televizyon kanalları ve haber siteleri haber olarak yayınlanmıştır. Suç duyurusunda bulunduğumuz kamu görevlileri, böyle kalabalık bir cenaze töreni için İl Umumi Hıfzıssıhha Meclisi kararında belirtildiği şekilde suç duyurusunda bulunmamışlardır. Bu durum TCK 279’un kapsamında da değerlendirilmelidir. Çünkü haklarında suç duyurusunda bulunduğumuz kişiler, “Kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağlantılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunmayı ihmal eden veya bu hususta gecikme gösteren kamu görevlisi”dirler. 

SONUÇ VE İSTEM             :Yukarıda açıkladığımız ve Cumhuriyet savcılığınca re’sen araştırılacak sebeplerle, şüphelilerin eylemlerine uyan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve Türk Ceza Kanunu ile ilgili diğer kanunlarda belirtilen suçlardan yargılanıp cezalandırılması amacıyla haklarında gerekli soruşturmanın yürütülerek Kamu Davası açılmasını Müvekkil Parti adına talep ediyoruz. 04.05.2021

Suç Duyurusunda Bulunan
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Vekilleri
Av. Ayhan Erkan-Av. Ali Serdar Çıngı-Av. Pınar Akbina

Covid-19: Bilgi, korunma ve pandemi mücadelesi


Prof. Dr. Recep Bingöl

Tıbbi Mikrobiyoloji Uzmanı
Em. Öğretim Üyesi

 

Giriş                      :

Bilgi olmadan hiçbir sorun çözülemez. Başka bir deyimle yanlışı yanlışla asla çözemezsiniz.
Ayrıca bir konuda yeterli bilginiz varsa o konuyu yorumlayabilirsiniz ve başkalarına da anlayabileceği biçimde aktarabilirsiniz.

Covid-19 Nedir                  ?

RNA içeren kılıflı bir virüstür. Kısaca anlatırsak yapısında içte tek sıralı bir RNA molekülü, bunu çevreleyen dışta çift katkı fosfo-lipid yapısında bir kılıf (zarf) ve kılıf üzerinde yerleşmiş
viral RNA tarafından kodlanan çok sayıda protein çıkıntıları bulunmaktadır. Elektron mikroskop
görünümü taç (Corona: taç) biçimindedir. Büyüklüğü 70-90 nm (nanometre) kadardır. Nanometre, milimetrenin milyonda biri kadar bir büyüklüktür. Bu asla unutulmamalıdır.

Bulaşma  : Covid-19 solunum yoluyla doğrudan veya havada, özellikle kapalı mekanlarda bulunan damlacık partiküllerinin (AS: parçacıklarının) solunmasıyla dolaylı bulaşır. Kaynak, hastalık belirtisi gösteren (semptomatik) veya göstermeyen (asemptomatik) insandır. Damlacık parçacıkları kaynak organizmadan solunumla çıkan ve akciğerlerin salgısı ile kaplanmış, içlerinde bir veya birkaç virüs parçacığı içeren baloncuklardır. Bu baloncukların boyutlarının da nanometre, olasılıkla 100 – 120 nm düzeyinde oldukları unutulmamalı.

Korunma     : Etkinlikleri farklı da olsa birbirini tamamlayan korunma önlemlerini birkaç başlıkta tanımlamak olanaklıdır.

a) Genel ilkeler : Günümüzde Covid-19 için kaynak, virüsü taşıyan insan organizmasıdır.
Bulaşma da en etkin yol solunumdur, yani hava ile bulaşır. Virüs solunumla alınınca doğrudan kanı temizlemekle görevli oksijen / karbon dioksit (O2/C2O) değişimi yapan, akciğerlerin “alveol” denen bölge hücrelerine dek gider ve yüzeylerindeki özgün algaçlara (reseptör) bağlanır. Hücre içine, taşıdıkları proteinler aracılığı ile veya hücreyle aktif işbirliği ile girerek ( reseptöre bağlı endositoz) çoğalırlar.

b) Pandemi: Salgın yapan bir hastalık etmeninin (protozoa, mantar, bakteri veya virüs gibi)
uluslararası veya kıtalar arası yayılmasıdır. Bilindiği üzere Covid-19 ülkemizde yaklaşık bir yıl önce (AS: 11 Mart 2020, ilk olgunun resmi bildirimi) birkaç vaka olarak belirlenmiş, kısa sürede yayılarak günümüzde günde 4.7 milyondan çok test sonucu pozitif “resmi” vaka sayısına ulaşmıştır.

Soru  : Neden bu virüs yüksek oranda kişiden kişiye bulamaktadır?

Yanıt  : Çünkü virüsün yüzeyinde bulunan proteinleri, şu an için hiçbir kişinin “bağışıklık sistemi” daha önce karşılaşmadıkları için yabancı olarak tanımamaktadır. Enfeksiyon geçirenler veya aşılanan kişilerde durum farklıdır.

c) Kişisel korunma   : Maske, Mesafe, Hijyen salgınlara karşı korunmada genel kurallardır. Bunlara bilgi de eklenmelidir:

Maske her koşulda korumaz ancak virüsü taşıyan kişiden, virüsün ortama yayılmasını
büyük oranda önler.
Mesafe ayarlaması, kapalı ortamlarda damlacıklarla bulaşmayı engellemez. Kapalı
ortamlarda maske takılması ve dikkat edilmesi önemlidir!
Hijyen denince de temizlik, sık sık el yıkama ve özellikle kapalı ortamlardaki havanın sık
sık dezenfekte edilmesi, (AS: etkili havalandırma) anlaşılmalıdır.

Öneri   : Denetiminiz altında bulunmayan kişiler, yakınınız bile olsa olası Covid-19 taşıyabileceği düşünülüp araya mesafe (AS: korunma uzaklığı) konmalı, kapalı alanlardan olanak olduğunca uzak durulmalı; zorunlu durumlarda örneğin marketlere girişte, maske takıp sakince, tercihen burun yoluyla nefes alarak hızlıca işinizi bitirip çıkmalısınız.

d) Toplumsal korunma               :
Covid 19 Pandemisi şu an ülkemizin en önemli sağlık sorunudur. Pandemilerle savaşım Halk Sağlığı Uzmanları ve Epidemiyologların bilgi alanına girer. Emekli bir Tıbbi Mikrobiyolog olarak konu ile ilgili doğruları ve yapılan yanlışları maddeler şeklinde özetle aşağıda belirtmek istiyorum.

Bilimsel kurullar: Öncelikle her ilde Halk Sağlığı, Enfeksiyon Hastalıkları, Tıbbi İstatistik
uzmanları, Epidemiyolog ve Tıbbi Mikrobiyologlardan oluşan bilimsel bir kurul oluşturulmalıdır. Bu kurullar bulundukları illerde Sağlık Müdürlükleri ile eşgüdümlü çalışmalı, salgının özelliğine göre bilimsel verileri tartışıp gerekli kararları almalıdır.

Üst Bilimsel Kurul : Vakaların yoğun olduğu İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kayseri, Adana vb. illerin tıp fakültelerinin salgınla ilgili yukarda belirtilen Anabilim Dallarının yetkili kurullarınca belirlenen akademisyenlerden oluşan bir üst kurul oluşturulmalı. Üst kurul, Sağlık Bakanlığı ve İl Bilimsel Kurulları ile eşgüdümlü çalışmalıdır. Kişileri veya toplumu ilgilendiren bilgi ve kuralların öğrenilmesi bu kurulca değişik araçlarla (medya, bilbordlar vb.) paylaşılmalıdır. Böylece hem bilgi kirliliği ile halkın kafa karışıklığı önlenir hem de bireylerin kendilerini denetlemeleri sağlanabilir.

Sahra hastaneleri ve karantina merkezleri: Kanımca her il, ilçe ve vaka sayısı yüksek mahallelerde birbirini tamamlayan bölümler şeklinde kurulmalıdır. Bu uygulama ile hem hasta yükü zaten yüksek ve farklı birçok önemli sağlık sorunları olan hastalara hizmet veren  hastaneler ve özellikle sağlık çalışanları salgına karşı korunur hem de test sonuçları pozitif çıkan, belirti (semptom) gösteren kişilerin sağaltımı (tedavisi) hastanede yapılır. Belirti göstermeyenleri ise karantina yerlerinde denetim altına alarak salgınını etkin biçimde denetlemek olanaklı olabilir. Bu birimlerin gerekli araç-gereçle donatımı ve buralarda deneyimli sağlık emekçilerinin görevlendirilmesi, salgının gidişine göre artırılır veya azaltılabilir.

Testlerin uygulanması : Yeni vakaların, virüsü alan veya bulaştıran kişilerin belirlenmesi için (filyasyon) bilim kurullarının uyguladığı yöntemler, grafikler ve istatistiksel veriler doğrultusunda yapılır. Aynı biçimde, karantina merkezine alınan kişilerde negatifliği belirlemek için de kullanılır.

Çevresel Düzenlemeler : Covid-19 pandemisinin tam denetimi ülkemiz için zaman alacağından, bu konuda alınacak önlemleri 3 alt başlıkta toplamak olanaklı :

1) Köylerin giriş çıkışını denetim altına alabilecek düzenlemelerin yapılması.
2) İl ve ilçelerde, mahalleler arasında yeşil kuşakların oluşturulması ve buralarda değişik cinste (kedi, köpek, tavşan, sincap vb.) evcil hayvan popülasyonunun artırılması. Amaç, pandemi yapan virüse, insan hücrelerine seçenek canlı hücre popülasyonları sunmaktır.
3) Nüfus yoğunluğu yüksek illerde (Ankara, İstanbul, İzmir vb.) insanlar, nüfusun seyreltilmesi amacıyla altyapısı hazırlanarak –pandemi denetim altına alınana dek– nüfus yoğunluğu olmayan sakin, doğa koşulları çekici yerleşim yerlerine gitmeleri özendirilmeli veya teşvik edilmelidir.

Örnek: En az vaka sayısı şu an için Şırnak ilimizdir. Bunun nedeni nüfus yoğunluğu düşüklüğü, sahra hastanesi ve karantina merkezlerinin oluşturulması ve uygulanan test sayısının artırılmasıdır.

e) Aşılama  : Salgınların önlenmesinde toplumu oluşturan bireylerin etkin bir aşı ile
bağışıklanmaları en önemli denetim yöntemlerden biridir. Çiçek hastalığı, etkin canlı aşı uygulanarak tümüyle önlenmiştir. Kızamık, kabakulak, çocuk felci, su çiçeği ve hepatit vakalarında da aynı biçimde etkin aşı uygulaması ile birçok toplumda hastalıklar denetim altına alınabilmiştir.
Covid-19 ve öbür viral salgınlar arasında bilinmesi gereken önemli farklar vardır:

* Birincisi yukarda belirtilen salgınların etkenleri tek tip virüslerdir ve ikinci bir serotipleri yoktur. Örneğin kızamık veya kabakulak virüsü. Oysa koronaviruslar çok tiplidir. Bu nedenle, Covid-19’da sürekli mutant virüsle karşılaşılmaktadır.

İkincisi; yine yukarda belirtilen viral etkenler solunumla insan organizmasına alınmalarını izleyerek boğazda, bronşlarda veya akciğerlerin herhangi bir bölgesindeki hücrelerde ilk çoğalmalarını yapıp dolaşıma geçerler. Ateş yükselmesi ile kendini gösteren bu aşama 1. viremi olarak tanımlanır. Virüs daha sonra dolaşımla hedef organ hücrelerine yerleşir. Örneğin kızamıkta damar iç duvarı (endotel) hücreleri, kabakulakta parotis bezi hücreleri gibi. Virüsün hedef organ hücrelerinde yoğun çoğalması ve yeniden dolaşıma geçip tüm bedene yayılması daha yüksek bir “ateş”le belirgindir. Bu aşama da 2. viremi olarak tanımlanır.

* Üçüncü önemli fark; Covid-19 virüsü solunumla alınınca doğrudan akciğerlerin yaşamsal bölgesi alveol hücrelerine yerleşmektedir. Ateş yükselmesi ile kendini gösteren viremi aşamaları bildiğim ölçüde bulunmamaktadır. Böylece bedenin savunma düzeneklerinden
(mekanizmalarından) kaçmaktadır.

* Dördüncü önemli fark; Covid-19 dışındaki viral hastalıklarda etken olan virüsün tek tip olmaları, viremi aşamalarının bulunması ve virüsün dolaşımla tüm organizmaya yayılmaları kalıcı bağışıklık oluşturmaktadır. Covid-19, belirtildiği gibi farklıdır, dolayısıyla enfeksiyon sonrası maalesef kalıcı bağışıklık olmamaktadır.

f) Öğrencilere Öneriler     :
Pandemi ile mücadelede (AS: savaşımda) toplumu oluşturan bireylerin bilgilendirilmesi çok önemlidir. Ancak belirli yaş üzeri kişiler konunun ciddiyetini çoğu kez anlamıyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu nedenle, 12 – 18 yaş dilimi gençler bilgilendirilip salgını önlemede etkin olarak kullanmalı. İki nedenle:

Birincisi gençler verilen bilgiyi daha kolay anlarlar, hızlı yorumlayıp gerekeni doğru yaparlar. Ayrıca kendi aralarında hızlı haberleşerek daha akılcı çözüm yöntemlerinin oluşmasına katkı sağlayabilirler.
İkincisi vücut dirençleri yüksek olduğundan çoğu, hastalığı belirtisiz (asemptomatik) geçirir, dolayısıyla virüsün yayılmasında önemli rol oynarlar.

Unutulmamalı ki; pandemi sırasında bir kişi en az 10-15 kişiye, bunların her biri de aynı sayıda kişiye virüsü bulaştırıyor ve böylece salgın hızla yayılıyor. Mücadelede bunun tersi yapılmalı. 10-15 kişi kendini korursa her biri de aynı sayıda kişiyi korumuş olur. Keza ailelerini koruyup bilinçlendirirlerse salgının önlenmesine büyük katkı sağlarlar.

g) Okullarda korunma : Pandemide koşulları uygun duruma getirip eğitim öğretimin sürmesinin sağlanması önemli. Bu konuda alınacak önlemleri özet olarak iki başlıkta toplamak olanaklıdır:
* Birincisi öğretmenlerin ve okul çalışanlarının aşılanmaları,
* İkincisi okul içinde derslik, yemekhane, kantin ve koridorlar gibi kapalı yerlerin belirli aralıklarla sürekli dezenfekte edilmesi.

Öneri : Öğrenciler gelmeden, yani dersler başlamadan önce belirtilen kapalı mekânlara sprey
dezenfektan uygulanmalıdır. Dersler başladıktan sonra öğrenciler araya çıkmadan 5-10 dakika önce bir görevli dersliklerin açıldığı koridorlara ve merdiven boşluklarına baş hizasında olacak biçimde dezenfektan sprey uygulamalı. Öğrencilerin derslikleri terk etmelerini izleyerek, aynı işlem dersliklerde de yapılmalı. Araya (teneffüse) çıkılırken koridor ve merdiven boşluklarında birikim olmayacak biçimde  sınıfların aşamalı boşaltılması sağlanabilir ve öğrencilere, açık alana çıkana dek yüksek sesle konuşmamaları uyarısı ile olası damlacık birikiminin en az düzeye ineceği belirtilebilir.

SAYIN FAHRETTİN KOCA, SİZİ BİLİME UYGUN DAVRANMAYA ÇAĞIRANLARA HAKARET EDEMEZSİNİZ!

SAYIN FAHRETTİN KOCA,
SİZİ BİLİME UYGUN DAVRANMAYA ÇAĞIRANLARA HAKARET EDEMEZSİNİZ!

Nisan 23, 2021

Salgını epidemiyoloji kurallarına göre yönetemeyen, önlenebilir ölümleri engelleyemeyen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 84 milyon vatandaşı kendine suç ortağı yapamayınca suçlamaya ve hakaret etmeye başladı.

Vatandaşlarına 3- 5 maskeyi bile dağıtamayan, test için İBAN numarası veren,
Salgın sürecini şeffaflıktan ve toplum katılımından uzak yürüten,
Aylarca vaka sayılarını açıklamayan ve gerçek ölüm sayılarını gizleyen,
Yeterli miktarda aşı temin edemeyip yaygın ve etkili aşılama yapamayan,
Aşı tedariki konusundaki acizlik içinde çelişkili ve birbirini tutmayan açıklamalar yapan,
Günde 1 milyon doz aşı yapacağız diyen,
Kalabalık ve kapalı ortamlarda yapılan ‘lebaleb’ dolu AKP kongrelerini görmezden gelen,

Gerekli önlemleri almayıp ‘maske-mesafe-hijyen’ tekerlemesiyle sorumluluğu vatandaşlara yıkan,

On binlerce yurttaşımızın hayatına mal olan COVID-19 pandemisinden ‘başarı hikayesi’ çıkarmaya ve salgından siyasi rant sağlamaya çalışan,

Bilim Kurulu’nun almış olduğu kararları ve alınan kararlardan hangilerinin Cumhurbaşkanı’nın uygun görmediğini kamuoyuna açıklamayan,

Pandemi ile mücadelede dünya bizi kıskanıyor derken pozitif vaka ve ölüm sayısındaki artışla 100 bin nüfus oranına göre Hindistan’dan sonra dünya ikincisi yapan,

Pandemi sürecini yönetemeyince 84 milyonu kendine suç ortağı ilan eden, vatandaş senin suç ortağın değiliz deyince de yanlış anlaşıldım diyebilen,

Hastanelerde yer bulamayan vatandaşlardan özel hastane patronlarının günlük yatak başına 15 bin TL’ye varan bedeller talep etmesine yol veren,

Bakan arkadaşları dezenfektan ve maske ticareti yaparken sesi çıkmayan,

AKP iktidarının Sağlık Bakanı ve özel hastane patronu Fahrettin Koca;

AKP kongreleri, açılışlar, cenaze törenleri ile erken açılımlar sonucu artan pozitif vaka ve ölüm sayılarına rağmen seslerini çıkaramayan, bilimsel gerçekliği paylaşmayan ve salgın yönetimine katkısı bu şekilde tartışmalı hale gelen Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu’nu eleştirenleri, dün yaptığı banttan açıklama ile  hekimlik değerlerini  çiğneyerek “saldırganca haykırış ….”, “pervasızca saldırma hakkı…”,  diyerek suçlamış ve hakaret etmiş ayrıca “Salgını siyasete alet edilmemesini….” , “topluma örnek olunması…”, “…salgın yönetiminde toplumu doğru bilgilendirmek gerektiği..”, “..bilime saygıdan” da bahsetmiştir.

Bir salgınla mücadele edebilmenin ön koşulu; toplumun güvenini kazanmak ve toplumun bu mücadeleyi içselleştirmesini sağlamaktır. Çağdaş demokrasilerde güvenin ön koşullarından biri de şeffaflıktır. Ancak süreci şeffaf yönetemeyen vaka ve ölüm sayılarını gizleyen, aşı tedariki konusunda yaptığı her açıklamada çelişkili rakam ve tarih veren Fahrettin Koca’dır.

Salgına karşı başarı kazanabilmek topyekûn mücadeleyi gerektirdiğinden tıp alanındaki ilgili uzmanlık dernekleri ile hekim, eczacı ve diş hekimlerinin meslek örgütleri olan Türk Tabipleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Dişhekimleri Birliğinin görüşlerini almayan, pandemiyle ortak mücadele sürecine katmayan da Fahrettin Koca’dır.

COVID-19 araştırmalarında ‘izin’ değil, bilimsel yöntem ve etik ilkeler esas olmalıdır. COVID-19 ile ilgili yapılacak bütün araştırmaları izne tabi tutan da bilimsellik ve liyakat esasına göre davranmayan da ülkemizdeki bilimsel araştırmaları engelleyici/yavaşlatıcı girişimleri yapan da Fahrettin Koca’dır.

“Türkiye’nin ilk korona raporu” olarak önemli bir tıp dergisinin ön baskısında yayınlandığı duyurulan ancak bilimsel olmayan gerçek dışı söylemleri ortaya çıkınca sonradan “henüz taslak aşamasında olduğu gerekçesiyle” yayından geri çekildiği açıklanan çalışmaya yön veren de, Türkiye’deki bilim ortamı açısından bu utandırıcı tabloyu yaratan da Fahrettin Koca’dır.

Salgının başlangıcından bu yana vatandaşlara adeta tekerlemeye dönüşen ‘maske-mesafe -hijyen’ kurallarına uymalarını, kapalı ve kalabalık ortamlara katılmamalarını öneren de 2 ay boyunca salgın önleme kurallarına uyulmadan kapalı ve kalabalık ortamlarda yapılan ‘lebaleb’ AKP kongrelerine, on binlerce kişinin katıldığı tarikat/cemaat liderlerinin cenazelerine sesiz kalarak onay veren de Fahrettin Koca’dır.

  • Salgın önleme kurallarına uymayan iktidar partisidir ve AKP’yi Sağlık Bakanı olarak uyaramayan da Fahrettin Koca’dır.

Salgın yönetimini bilimsel kurallara göre değil de AKP’nin salgından bir başarı hikayesi yazma amacına uygun yürüttüklerinden; bugün Türkiye haritasının kıpkırmızı kestiği, bütün illerin yüksek risk grubuna girdiği, pozitif vaka ve buna bağlı olarak ölüm sayılarının arttığı, yoğun bakım servislerinde yer bulunamadığı, özel hastanelerde vatandaşlardan günlük 15 bin TL varan ücretler istendiği bir ortamda Sağlık Bakanı, sorumluluğu yıkacak günah keçisi aramaktadır.

Pandemi sürecinde gelinen ve ortaya çıkan tablonun sorumlusu AKP zihniyetidir.

100 bin nüfusa oranla vaka ve ölüm sayılarında ülkemizi Hindistan’dan sonra dünya ikinciliğine yükselten, Türkiye kıpkırmızı kesilirken kendi yüzü kızarmayan, salgını yönetemeyen, önlenebilir ölümleri engellemeyen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca istifa etmelidir.

Dr. Ergün DEMİR                                                  Dr. Güray KILIÇ
SAYIN FAHRETTİN KOCA, SİZİ BİLİME UYGUN DAVRANMAYA ÇAĞIRANLARA HAKARET EDEMEZSİNİZ! (drergundemir.blogspot.com)

KOD-29 ZORBALIĞI

KOD-29 ZORBALIĞI

Murat Sururi ÖZBÜLBÜLMurat Sururi ÖZBÜLBÜL
mozbulbul@yahoo.com
KOD-29 zorbalığı – Murat Sururi ÖZBÜLBÜL (gunboyugazetesi.com.tr)

DİSK-AR tarafından açıklanan verilere göre; Covid-19 pandemisi önlemleri kapsamında işten çıkarma yasağının uygulandığı 2020 yılında 177 bin işçi Kod-29 gerekçesiyle işten çıkarıldı!

Kamuoyunda “Kod-29” olarak bilinen ve işçinin iş sözleşmesinin işveren tarafından İş Kanunu’nun 25-II maddesinde yer alan “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” gerekçesi ile feshedilmesi çalışma yaşamının kanayan bir yarasıdır.

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) işten çıkarma veya ayrılma kodlarına ilişkin verileri maalesef yayımlamıyor. DİSK-AR tarafından açıklanan ve kurumun CİMER başvurusu ile SGK’den elde edilen verilere göre, 2020 yılında 34.145 kadın ve 142.517 erkek olmak üzere 176.662 işçi Kod-29 nedeniyle işten çıkarılmış bulunmaktadır. Bu hesaba göre, Kod-29 ile işten çıkarılanların sayısı ayda ortalama 14.772 ve günde ortalama 491 kişi olmuş bulunuyor.

İş Kanunu’nun 25-II maddesi işten çıkarma yasağının istisnalarından birini oluşturuyor. Bahse konu kanun uyarınca Kod-29 ile işten çıkarılan işçiler kıdem tazminatı ve ihbar öneli / tazminatı alamıyorlar. Ayrıca Kod-29’dan çıkarılan işçiler, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak işsizlik ödeneğinden de yararlanamıyor.

İşverenlerin uzun yıllardır, işçilerin kıdem ve ihbar tazminatı haklarını gasp etmek için başvurdukları bu yöntem, Covid-19 döneminde uygulanan işten çıkarma yasağını delmek için de kötüye kullanılıyor ve artık tam bir zorbalığa dönüşmüş bulunuyor.

İşten çıkarma yasağını delmek için Kod-29 uygulamasını kullanmanın bir zorbalık olması bir yana, yasada işverenin istismarına bu denli açık bir madde bulunması öncelikle tartışmamız gereken bir husustur. Çalışma yaşamını biçimlendiren temel yasada iki yan arasında çalışanlar aleyhine bu denli adaletsiz ve istismara açık bir madde bulunmasını kabul etmek asla mümkün değildir.

Elbette işin mahkeme yönü var Kod-29 gerekçesi ile işten çıkarılan bir çalışan kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyorsa Çalışma Bakanlığına, iş müfettişliğine ve mahkemelere başvurma hakkına sahip (AS: önce arabulucuya ne yazık ki..). Fakat ülkemizde mahkeme süreçleri malum hem uzun ve hem de oldukça pahalı bir süreç, işverenler daima bu süreci daha kolay yürütme ,takip etme olanağına sahipler. Zor bela geçimini sağlayan, birkaç ay bile aylık alamadığı zaman yaşamında çok ciddi sıkıntılar ile karşılaşacağını bilen bir çalışanın, nasılsa mahkeme var diyerek işverenin haksız ve adaletsiz uygulamalarına direnmesi kolay mı?

İşin açığı bu Kod-29, çalışanın tepesinde sallanan Demokles’in kılıcı gibidir, çalışanlar bu olasılığı kolay kolay göz ardı edemezler, bu yüzden de patronların keyfine göre uygulamaya koyabileceği bu madde acilen (AS: ivedilikle) değiştirilmelidir.

Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” başlığı altında düzenlenen hükme göre; işçinin işvereni yanıltması, şeref ve namusa dokunacak sözleri ve davranışları, cinsel tacizde bulunması, sataşması ve sarhoşluğu, doğruluk ve sadakate (AS: bağlılığa) uymayan davranışları, işyerinde suç işlemesi, işe devamsızlığı, görevini yerine getirmemesi, iş güvenliğini tehlikeye düşürmesi, işverenin malına zarar vermesi ve bunlara benzer durumlar; işçinin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan davranışları olarak kabul edilmiştir. Dikkat edilirse bu hükümde yer alan birçok davranış aynı zamanda suç kapsamına da girebilmektedir, bir yerde suç varsa orada hüküm verme ve ceza kesme yetkisi kesinlikle mahkemelerin olmalıdır. (AS: sayılanların bir bölümü suç olmayıp kabahattir ve yönetsel yaptırımlara bağlanmasında hukuksal sakınca yoktur..)

Bu yüzden de bir çalışanın Kod-29 ile işten çıkarılması patronların takdirine değil, yasal bir sürece bağlı olmalıdır. İşveren önce yasal bir süreçte Kod-29 gerekçelerini kanıtlamalı ve ancak bu kanıtlama süreci sonunda çalışanı Kod-29 gerekçesi ile çıkarabilmelidir.

Öte yandan Kod-29 uygulaması mutlaka nesnel ölçütlere bağlanmalı, öznel değerlendirmelerden ve işverenin takdirinden tümü ile arındırılmalıdır. Sendikalı olmak, sendika kurmaya çalışmak, öbür çalışanları sendika üyesi olmaya çağırmak gibi anayasal hakların kullanımı kesinlikle ve kesinlikle  Kod-29 gerekçesi değildir. Ancak birçok durumda bu anayasal haklarını kullanmaya çalışanlar sudan gerekçelerle İş Yasasının “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” başlıklı 25/2 maddesi uyarınca işten çıkarılmaktadır ki bu da ülkemizin bir gerçeğidir.

Çalışma yaşamımızı ve iş barışını yakından ilgilendiren bu konuda iktidarın ivedilikle önlem alması, her iki yan için de hak, hukuk ve adalet içeren bir yasal düzenlemeye gitmesi gerekmektedir.

Kaynak: KOD-29 zorbalığı – Murat Sururi ÖZBÜLBÜL

Saltanat günleri

Saltanat günleri

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

 

Son zamanlarda yaşanan olaylar bile Türkiye’nin büyük bir felakete sürüklendiğinin habercisidir.

  • HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun dokunulmazlığının hukuk dışı gerekçelerle kaldırılması;
  • yıllardır seçime giren ve bugüne kadar yasal bir parti olarak görülen HDP için, siyasetçilerin talimatıyla, sözde yargı üyeleri tarafından kapatma davasının açılması;
  • laikliğe ve ulusal egemenliğe karşı hükümet darbelerinin rutin politikaya dönüştüğü bir dönemde, okullarda okunan ulusal andın, sözde yargı tarafından kaldırılması;
  • Türkiye’nin, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti önlemeye yönelik İstanbul Sözleşmesinden, TBMM’nin onayı alınmadan, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilmesi;
  • köktendinci medyanın hilafet çağrıları yapması;
  • Ayasofya’daki bir imamın, anayasadan laiklik ilkesinin kaldırılması gerektiğini açıklaması;
  • Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir komutanın tekke ve tarikat üyesi olduğuna dair görüntülerin ortaya çıkması;
  • harp okullarına girebilmek için var olan “irticacı faaliyet içinde olmamak” koşulunun kaldırılması;
  • mülkiyeti İstanbul Belediyesi’nde olan Gezi Parkının hukuk dışı yollarla gasp edilmesi;
  • İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının egemenliğini Türkiye’ye devreden Montrö Antlaşması’ndan, Türkiye’nin, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilebileceğinin TBMM “başkanı” tarafından ifade edilmesi;
  • Kanal İstanbul adlı ucube projenin gerçekleştirilmesi çalışmalarına hız verilmesi;
  • Katar ile ne olduğu belli olmayan “suların yönetimine” dair bir antlaşmanın yapılması;
  • halk Covid-19 pandemisinden dolayı kısıtlamaya tabi tutulurken AKP kongrelerinde bu önlemlerin uygulanmaması;
  • Merkez Bankası başkanının bir gece yarısı operasyonuyla görevden alınması; Türk Lirası’nın bir günde dolar ve Avro karşısında %15 dolayında değer kaybetmesi; bu olaylara dair örneklerdir.
    ***

Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk, saltanatı, 1922 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de onayıyla kaldırmıştır. Böylece bu topraklarda, padişahlık ve sultanlık yönetimi sona ermiştir. Bu devrimle birlikte, monarşi yıkılmıştır ve cumhuriyetin temelleri atılmıştır.

Atatürk 1924 yılında da TBMM’nin de onayıyla, halifeliği kaldırmıştır. Bu devrimle birlikte, teokrasinin sona erdirilmesi ve laikliğin benimsenmesi doğrultusundaki en önemli adımlardan birisi atılmıştır.

Bunları içine sindiremeyen cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşmanı AKP iktidarı, 21. yüzyılda, saltanatçılık ve halifecilik oyunu oynamaktadır.

İrtica 21. yüzyılda, Türkiye’de iktidardadır!

  • “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, padişah olduğu sanrısıyla ülkeyi yönetmektedir.
  • “Diyanet İşleri Başkanı” Ali Erbaş, halife olduğu sanrısıyla İslam dinini tekeli altına almıştır.
  • Ayasofya’daki fetihçi imam Mehmet Boynukalın, şeyhülislam olduğu sanrısıyla, laik rejimi yıkma çağrısı yapmaktadır.

***
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Erdoğan’a, Erbaş’a, Boynukalın’a ve AKP’ye göre, saltanat ve halifelik devam etmektedir.

Sanrıların, sanıların ve gerçeklikte karşılığı olmayan inançların, iktidarı geçici olarak ele geçirenler tarafından, bir topluma ve ülkeye, takıntılı bir biçimde, zorla dayatılması durumunda, o toplumun ve ülkenin ne kadar büyük felaketlerle karşılaşabileceğini tarih kanıtlamıştır.

Ancak tarihe de siyasete de olgular üzerinden değil, kurgular üzerinden yaklaşan AKP’nin, bunu kavrayabilecek bir kapasitesi yoktur. Bu AKP’nin doğasına, yapısına, özüne aykırıdır.
***

Uygarlık tarihi, belli başlı hakların elde edilmesinin yüzlerce yıl sürebileceğini, ancak bu haklar elde edildikten sonra, birilerinin kazanılan hakları gasp etmesiyle sonuçlanan despotik yönetimlerin, sürdürülebilir olmadığını göstermektedir. AKP hükümeti de bir gün mutlaka sona erecektir ve kazanılmış hakları vatandaşların elinden alanlar, bunun hesabını hukuk önünde vereceklerdir.

Zulüm yapan insanlar aslında, cesur insanlar değillerdir. Zulüm yapan insanlar o nedenle eşit ve özgür koşulları sevmezler. Ancak zulüm yapan insanlar buna rağmen, zulüm yapmak cesaretini, zulüm yaptıkları insanların korkaklığından alırlar.

Bunu toplum olarak kavradığımız zaman, zulüm yapanlar yenilgiye uğrayacaklardır.

Atatürkçülere Eleştiri ve Öneriler..

Atatürkçülere Eleştiri ve Öneriler..

‘Atatürkçüler’ Kendi Zaaflarını Görmeli ve Sözde ve Eylemde Atatürkçü olmalılar

Sefa Yürükel
Sefa Yürükel
Sosyal Antropolog ve Etnograf
Soykırımlar ve terörizm araştırmacısı
Atatürkçülük (Kemalizm) günümüzde bürokratların ya da toplumdan uzak entellektüellerin arasında kalmış ve kitleselleşmemiş, fikri, felsefesi ve bir akım olarak varlığı fikri gettocu bir kesimin elinde kalmış bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kemalizm son 82 yıldır karşı devrimcilere verilen ödünlerle de doğrudan Kemalistim diyenler ve o günkü iktidar sahiplerince Devlet ideolojisi olmaktan zaten 1938’den sonra çıkartılmış, Atatürk’ün başlattığı devrimlerden vaz geçilmiş ve iktidar altın tepside ABD işbirlikçisi  ve Türk ve Türk devrimlerinin düşmanı Emevici (saltanatçı) gericiliği ideoloji olarak kabul eden odaklara teslim edilmiştir.  
Fakat aynı Atatürkçüyüm diyen kesim  bu süre içinde hiçbir şey üretemediği, devrimci değerler konusunda mücadele etmediği ve halkı örgütlemediği gibi, 1920’den 1938’e dek Kemalizmin milleti ve devleti için ürettiği mirası yemekten de geri kalmamış, yapay bir ‘Atatürkçülükle’ kendilerini avutmuştur.
Bugün Atatürkçüyüm diyen oluşumlar, bugüne dek olduğu gibi genellikle ve yalnızca anma ve kutlama oluşumları olmaktan kurtulamamıştır. Aşırı bürokratlaşmışlar ve bu kültürden kurtulamayarak kendilerini odalara ya da binalara ve salonlara hapsetmişlerdir. Bu arada da kendilerine özgü bir biçimde klasik bir ‘Atatürkçü’ getto’ da yaratmayı unutmamışlardır.
Şimdi bu ‘Atatürkçü getto’ nun Covid 19 pandemisi döneminde bile sanal ortamda sürmekte olduğu görülmektedir.
Bugünkü görünüm maalesef budur.
Bu tür oluşumlar normalde, özelinde toplumun ve genelinde Türkiye’nin: hukuk, siyaset, sağlık, kültür, eğitim, sosyal, ekonomik, inanç vs alanlarındaki sorunlarına eğilen, dış ve iç politika üreten, Atatürk’ün devrimci-aksiyoncu felsefesini uygulayan olmalıdır. Halkın içinde halkı örgütleyen olmalıdır. Ama eylemde öyle olmadıkları görülmektedir.
Örneğin somut olarak belirtirsek, iç politikada: İşsizlik, üniversitelere rektör atama, siyasal ve toplumsal şiddet, medya, basın ve ifade özgürlüğü, müfredatlar, terör, kadın cinayetleri, cinsel istismar ve tacizler, sağlık, polis şiddeti, pandemi ve aşı sorunu, yoksullaşma, sadaka ekonomisi, çevre sorunları ve siyanürlü maden aramalar, liman, fabrika ve toprakların peş keş çekilmesi, inancından dolayı insanlara ayrım yapılıp evlerine çarpı işareti konulması, inançlarının tanınmaması ve devlet kadrolarından dışlanması, laiklik devriminin düşmanı ve kanunsuz Diyanet fetvaları vs. Dış politikada, Doğu Akdeniz, Ege, Ortadoğu, Kafkasya, Yeni İpek yolu, AB ile ilişkiler, güvenlik sorunları, uluslararası ilişkiler vs. konularında Atatürkçü oluşumların fikir ve eylemini bugün bile bilen yoktur.
Böyle bir durumda ve görüntüde bu oluşumlar konusundaki algı ise, toplum gözünde tuzu kuru kanarya derneği algısı gibi bir yansıma olmaktadır. Bu oluşumlar, Atatürkçülüğü Atatürk gibi anlamadığı için zaaf oluşturmuş, bundan dolayı toplumsal düzeyde yol alamamış ve işlevsizleşmiştir. Küçük bir oluşum gettosu olmaktan ileri gidememiştir. Güçlenmemiş aksine erimiştir. Çekim merkezi durumuna gelememiştir!
Niye gelsin ki? Ya da nasıl gelsin ki?
Sessiz  halkın önemli bir bölümü ise bunlardan, yaşam farklılıkları, yaşam biçimi ve içeriğiyle kendisine Atatürkçüyüm diyenlerden bu işin ticaretini ve reklamını yapmadan güncel olarak yaptıklarıyla kendi Atatürkçülüğünü yaşamda zaten göstermektedir.
Yani halk bu oluşumların yanına: Salt Atatürk’ü anmak veya ulusal bayramları kutlamak ve ezberlenmiş Atatürk sloganları atmalarını dinlemek ve hararetli konuşma yapmalarını dinlemek için zaten gelmesi de gerekmemektedir. Ve gelmiyor da!
Halkın bu yalnızca Atatürk’ü anma ve ulusal bayramları kutlamalar yapma gibi olan Atatürkçülüğü, görüldüğü ölçüde zaaf içinde değil zaten. Halkın Anıtkabir ziyaretleri ve ulusal bayramlara katılımlar ve kutlamaları bunu belli etmekte ve kanıtlamaktadır. Halkın büyük bir kesimi, eğer Atatürkçülük salt buysa, bu konuda kimseye gereksinim duymadan görevini zaten yerine getirmektedir.
Ama Atatürkçülük yalnızca bu mu?
Burada da görülüyor ki, zaaf içinde olan halkın önemli bir kesimi değil, Zaaf içinde olan, Kemalist düşünce ve pratik için hiçbir şey üretmeyen, kendini yenilemeyen, değiştirmeyen, onu eylemiyle uygulamayan ve kendisini yönetici, önder ve entellektüel sananlardır.
Görüldüğü ölçüde, gerçekten Halkın önemli bir bölümü yaşam biçimi bakımından bu ‘Atatürk’çü getto’ unsurlarından gerçekte çok daha fazla ve  dürüst Atatürkçüdür.
Halkın önemli bir bölümünün Ulusal bayram ve anma törenlerindeki örgütlü olmayan ama gönülden Atatürk’e bağlılığını gösterdiği şevk ve pratik, bu anlamda da yönetici ve entellektüel ‘Kemalistlerden’ daha içten ve daha gerçekçidir.
Hiç değilse halkın kendisinin Atatürkçü olduğuna ilişkin öbür Atatürkçüyüm diyen bürokrat, önder ve yöneticiler gibi bir ilgi çekme ve ille bir hiyerarşide yer alma beklentisi yoktur.
Çünkü halk kendi Atasına ve fikirlerine ilişkin olarak burada doğal  davranmaktadır.
Kimsenin yönlendirilmelerine bu gibi konuda gereksinimi yoktur.
Halk, Atatürk’ü ve Ulusal şehitleri anmalarda ve ulusal bayramları kutlamalarda, etkinlikleri en iyi biçimde yapma yeteneğinde olduğunu ve bunu hiçbir yardım almadan bile yaptıklarını, yapabileceklerini herkese her kezinde göstermektedir.
Her Ulusal bayram ve anmalarda gözlenen siyasal güçler arasındaki siyasal bunalımda, halkın önemli bir kesimi Atatürk’e olan  bağlılığını da dosta düşmana doğal olarak ve örnek alınacak tepkisiyle ve coşkusuyla ve saf tutarak göstermektedir. Bunu yaşam biçimine de yansıtmaktadır.
Yani halk, bugünkü durumda, kabul etmek gerekir ki Kemalistim diyenlerden daha ileridir.
Ve bir adım öndedir. Halk bu anlamda kendisine Atatürkçüyüm diyen oluşumlardan daha Atatürkçüdür.
Bunu Kemalistim diyen  oluşumların, bürokratları, entellektüelleri ve yönetici kadroları iyi analiz edip ve gerçekten halka ve devlete yararlı olmak istiyorlarsa, içten bir biçimde idrak etmesi gerek. Millete özeleştiri vermesi gerek.
Şimdiki durumda gerçeği belirtmek gerekirse, bugüne dek özellikle son 40 yıldır bu tür ‘Atatürkçü’ oluşumların topluma fikir ve eylem açısından, Cumhuriyet mitinglerinin oluşturduğu bilinç rüzgarı dışında, gerçekte dile değer hiçbir katkısı olmamış ve kalmamış durumdadır.
Bu tür oluşumlar ve yöneticileri şu aşamada; fikir üretmeyen, eylemi olmayan ve sanki Türkiye’de ve bu dünyada yaşamıyormuş gibi davranan insan kütlesi gibi bir konumda bulunmaktadır. Cesaretli bulunmamaktadır. Algı budur.
Burada yapılması gereken şey, bu tür ben Atatürkçüyüm diyen oluşumlarda varolan ataletsizliğin (AS: eylemsizliğin) yaratıcı bir biçimde tersine çevrilmesi ve kabuğun da kırılması gerekmektedir. Bunun için Yeniden 3. Kez Ergenekon çıkışı yapıp, bunu öncelikle iç devrim olarak kurumlaşmalardan başlatarak kabuk gerçekten kırılmalıdır. 1908’den başlayan Türk Devriminin yeniden Türkiye’de inşasının sürdürülmesi için bu bir zorunluluktur.
Bunun için olması gereken, Atatürk’ün 6 OK programının içine ek olarak Çevrecilik de (OK 7‘ye çıkartılmalı) katılarak bu ilkelerin Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik, askeri ve kültürel olarak uygulanması için fikir ve eylem oluşturulması ve bu konuda ulusun seferber edilmesi, öbür benzer STK’ları da belli başlı konularda bir Cephede toplayıp zorlaması ve çeşitli güncel konularda Atatürk’ün devrim yasaları ve ilkeleri doğrultusunda, düşüncede, fikirde, eylemde ve amaçta birlik yaratılması için Türkiye’de değişimi tetikleyici, yönlendirici ve fikir akımı sağlayıcı olan bir halk hareketinin ve karşı devrime karşı devrimci baskının merkezi olması gerektiğidir.
Yani kısaca söylemde değil fikir, düşünce ve eylemde Atatürkçü olunması gerekmektedir! Halka bu konuda devrimci bir güven verilmelidir.
Bu doğrultuda, umarım Atatürkçü oluşumların en bilineni olan örneğin ADD, Türk İstiklal Platformu, Milli Birlik Hareketi gibi oluşumlar, önümüzdeki dönemde  oluşturacakları yöneticilerle ve kadroları ile birlikte bu konuların programını ve eylem planını yaparlar.
Türkiye’de, akıl ve bilimin ışığında bir devrimci bir değişimin çekim merkezi ve halk hareketi (Kuvvacı) oluştururlar. Yeniden bir devrimci Atatürk Rüzgarı estirirler.
Ve  Atatürkçüler arasında iyi bir istişare (AS: görüş alışverişi) ve ortak devrimci bir ortam ve program ve eylem planı ile de bir amaca varma potansiyelini güçlendirerek, klasik olmayan bir anlayış içinde, yaratıcı eylemci fikirler, düşünceler oluşturarak ve uygulayarak, devlet, millet ve halk için kendi örgütlenmelerini geliştirip hem örgütlü gücünü ve hem de halkı da motive ederek, farklı örgütlenmeleri bir birleşik Cephe olarak birleştirilip, iktidarın tekrar 82 yıl sonra Atatürk değerlerine sahip ellere geçmesi için çabalayacak, çağdaş bir mücadele perspektifi içinde gelişecek devrimci ve gölge bir kabine için, ortak kadro ve önderlik oluştururlar.
Yani özetle; Atatürkçülük bu olmalıdır! Hatta bundan da çoğu olmalıdır.