Etiket arşivi: Yurtta Barış Dünyada Barış

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.

ADD Küçük Genel Kurulu Sonuç Bildirgesi 7-8 Aralık 2013/ Ankara


ADD Küçük Genel Kurulu
Sonuç Bildirgesi 7-8 Aralık 2013
 / Ankara

logo

7-8 Aralık 2013 tarihinde Derneğimizin Batıkent Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezinde toplanan ADD Küçük Genel Kurulu aşağıdaki hususların kamuoyu ile paylaşılmasını uygun bulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti özellikle bu siyasal iktidar döneminde
dıştan ve içten kuşatılarak tarihinin en karanlık dönemine sürüklenmektedir.

Cumhuriyetimizi parçalayıp çökertmek ve Türk Ulusunu yok etmek doğrultusunda ABD’nin Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’nin uygulandığı
bir coğrafya üzerinde bulunan ülkemiz, BOP eş başkanı ve yandaşları aracılığıyla emperyalizmin taşeronluğuna soyundurulmaktadır.

“Yurtta barış Dünyada barış” anlayışı terk edilerek, komşularla sıfır sorun söylemi
adı altında tüm komşu ülkelerle sorunlu bir hale getirilen ülkemizin aleyhinde, silahlı terör gruplarına destek verdiği için, Birleşmiş Milletler ve öbür uluslararası mahkemelerde dava ve soruşturmalar açılır olmuştur.

Diyarbakır’da bir devlet başkanı gibi ağırlanan Mesud Barzani ile yapılan görüşme; siyasal anlamda kukla devletin adının kullanılmasıyla, Barzani’ye bölgesel aktör rolü verilmesiyle, “teröristlere ithaf edilen” şarkıların söylenmesiyle, kısacası Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünü tehdit eden bölücü kesimlerin moralini yükseltecek ögelerle belleklere kazınmıştır.

Bu doğrultuda emperyalist güçler, işbirlikçi siyasetçiler eliyle Türk Ulusunu,
Türklük ve ulusal devlet kavramını, “hesaplaşma” konusu yaparak saldırılarına
devam etmekte, etnik, dinsel ve mezhepsel ayrılıklarını öne çıkartmaktadırlar.

Sözde demokratikleşme paketi adı altında uygulamaya konulanlarla siyasal iktidarın amacı açıkça ortaya çıkmıştır.

– Kimi illerde kadınlar için ayrı belediye otobüsü konması,
– Andımızın kaldırılması,
– öğrenci yurtlarının ve kantinlerinin ayrılması,
– kızlı-erkekli ev tartışması,
– kadınlara ayrı olimpik havuz söylemi,
– birçok okulda kız öğrencilerin etek giymelerinin yasaklanması,
– karma eğitimin hedef alınması,
– Kürtçenin resmi dil olabileceğinin açıklanması ve
– özgürlük diye sunulan türbanın kamuda bir baskı aracına dönüşmesi…

bu Paketin Cumhuriyeti ve ulusal devleti yok etme amacı taşıdığını göstermektedir.

Kendi inanç ve siyasetlerine uygun kuşaklar yetiştirmek adına en etkili toplumsal araç olan eğitimi ve üniversitenin yapısını değiştiren bu iktidar, eğitimde

– akla ve bilime dayalı,
– laik,
– demokratik,
– çağdaş,
– karma ve
– kamusal anlayışı yok etmiş;
– eğitim sistemini yabancı planların eline teslim etmiş ve
eğitim milli olmaktan çıkarılmıştır.

Anayasa değişikliğiyle HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değiştirilerek
yargı bağımsızlığının yok edildiği ve hukuk devleti ilkesi ile güçler ayrılığı ilkesinin çiğnendiği ülkemizde, en doğal demokratik tepkilere bile hukuksuzlukla
yanıt verilmektedir.

  • Haksız – hukuksuz biçimde cezaevlerinde bulunan tüm aydınlarımızın
    derhal serbest bırakılması gerekmektedir.

Aynı biçimde, Türk Ulusu’nun bağrından çıkan Türk Ordusu; uydurma iddialar ve sahteliği kanıtlanmış belgelerle tasfiye edilmek istenmektedir. Üniversiteler,
yargı organları, basın yayın organları iktidarın baskısı ve denetimi altında etkinlik göstermektedirler.

Küreselleşme adı altında uygulanan neo-liberal politikalar çerçevesinde
ulusal varlıklarımız, yer altı ve yer üstü kaynaklarımız yabancılara satılmaktadır. Ülkemizde uygulanan kapitalist ekonomi politikalarından en çok  zararı gören emekçilerimiz, topraksız köylülerimiz, esnafımız, kısacası üretken halkımızdır.

  • Ülkemiz, içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan
    ancak Kemalist Ekonomi politikalarıyla çıkabilir.

Sanata ve sanatçıya karşı baskılarını artıran siyasal iktidar, saldırılarını yasal düzenleme boyutuna getirerek Devlet Tiyatroları gibi köklü sanat kurumlarını kapatmayı tasarlamaktadır. Halkımızın kültüre ve sanata erişiminin engellenmesini, sanatın siyasal düşüncelere göre şekillendirilmesini kabul etmiyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği; Şişecam işçilerinden Yatağan işçilerine,
Çaykur’dan Çatalağzına ve Zonguldak maden işçilerine dek, hak arayışını sürdüren
tüm emekçilerimizin direnişini selamlamaktadır. Bu eylem ve direnişlerin
ayrı kollardan aynı denize akması için üzerimize düşeni yapmaya hazır olduğumuzu
bir kez daha yineliyoruz.

Türkiye’yi çok önemli seçimlerbeklemektedir. Seçimler, gerici – bölücü ittifaktan kurtulmamız için bir fırsat olarak değerlendirilmeli, temiz ve adil bir seçim için
gerekli yasal ve yönetsel değişiklikler konusunda ısrarlı bir savaşım sürdürülmelidir.

Gerici – bölücü ittifak dışındaki muhalefetin, demokratik, laik Cumhuriyete,
milletin birliğine, vatanın bütünlüğüne sahip çıkması ve çözüme yönelik çalışmalar yapması gerekmektedir.

Vatandan, Cumhuriyetten ve Emekten yana olan tüm dost kurum ve kuruluşlarımıza yaklaşan seçimlere yönelik işbirliği anlayışı belirlenirken; oy kaygısından kaynaklanan yanlış birlikteliklerin, giderimi (telafisi) güç sonuçlara yol açabileceği olasılığının gözetilerek, kendi ideoloji, program ve tüzüklerinin gereğince hareket etmelerini,
Atatürk ve Cumhuriyet ortak paydasını gözetmelerini ve gerici bölücü şer ittifakını hedef almalarını önermekteyiz. Aksi takdirde geleceğimiz için geç kalınmış olacaktır.

Bu anlamda, geçtiğimiz yıl derneğimiz öncülüğünde kurulan Vatan Cumhuriyet ve Emek Birlikteliği’nin Ulus’ta barikatları yıkan Cumhuriyet buluşmasına,
Haziran direnişiyle taçlandırılan halk hareketine ve 10 Kasım’larda Anıtkabir’e koşan milyonlara kulak verilmeli ve bu çerçeve içinde kalarak olanaklı olan
en geniş birlikteliklerle, kucaklayıcı, kapsayıcı bir çalışma ile seçime gidilmelidir.
Atatürkçü Düşünce Derneği, toplumumuzun her kesimiyle birlikte,
birlik ve dayanışmanın öncüsü olma sorumluluğunu sürdürecektir.

Türk Ulusu aydınlanma yönümüz olan ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE’YE sahip çıkarak
bu karanlık günlerden çıkacak; aklı ve bilimi rehber edinmiş, tam bağımsız, demokratik, laik ve çağdaş Türkiye’yi yeniden ayağa kaldıracaktır.

İran’la Yapılan Nükleer Antlaşmanın Düşündürdükleri

Dostlar,

Usta, birikimli ve deneyimli diplomat, uluslararası ilişkiler doktoru (PhD) ve
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Sn. Onur Öymen‘in çok değerli ve 4/4’lük denebilecek bir irdelemesini paylaşalım..

Gerçekten, Cenevre’de geçtiğimiz günlerde sonlanan görüşmelerde BM Güvenlik Konseyi‘nin 5 sürekli üyesi + Almanya’nın (de facto katılıyor, “ben de varım” diyor!)
İran ile vardığı antlaşma önemli bir dönemeçtir.

Hele Ortadoğu sorunlarının, öteden beri tüm dünya için ciddi potansiyel risk kaynağı olduğu gerçeği dikkate alındığında…

Öte yandan İran, neredeyse 30+ yıldır çok yönlü bir ekonomik – askeri – ticari – diplomatik – psikolojik ve mali bir ambargo altındadır. Hatırı sayılır parasal varlığı
Batı bankalarınca dondurulmuştur ve dış ticaretinde değerli madenleri (Altın ve gümüş) kullanamsı da Dolar – Avro’nun küresel dolanım egemenliğini zorbalıkla sürdürmesi adına engellenmiştir. Böylesine kapsamlı bir baskıya – kuşatmaya
çook uzun sayılması gereken bir süre, neredeyse 3 onyıl direnebilmek hiç kolay değildir. İran halkının yaşam düzeyini ve standartlarını önemli düzeyde sınırlayan söz konusu emperyal zor büyük ölçüde gevşe(til)miştir. Söz konusu antlaşma bölge ve dünya barışı için olumludur, –Siyonizm dışında- taraflar için başarıdır

Bu bağlamda Türkiye de, öncelikle komşularıyla ilişkilerini, hele kadim İran ile
1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması‘ndan  bu yana sınırlarımızın değişmediği saygın
Pers uygarlığının sürdürücüsü İran ile ilişkilerini Batı güdümlü kör taşeron dürtülerle değil, uzun erimli olarak ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirmelidir.

AKP dışişleri kadrolarının İran’a dönük “vekaleten” horozlanmaları Türkiye’ye
geri aldırılmıştır bir anlamda.. Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun Tahran’da İranlı dengi (mevkidaşı diyorlar sıkılmadan!) ile maskeli (diplo – macia!) yüzle gülümseyen
el sıkışması nasıl açıklanacaktır??

Büyük Atatürk‘ün dış politikası birkaç temel ilkeye dayanmaktadır.
Bunların ilki tam bağımsızlıktır. İkincisini doğrudan Yüce Atatürk dillendirmiştir :

* Yurtta barış – dünyada barış ! (Peace at home – peace in the world!)

3. ilkeyi ise, Atatürk‘ün 1925 – 37 arasında 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanlığını yürüten, meslektaşımız (Kadın – Doğum Uzmanı) Dr. Tevfik Rüştü Aras tarafından çok netlikle sergilenmiştir :

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz,
    ancak hiç kimse ile ittifak ve bloklaşma yapmayız.. “

Türkiye bu ilkeleri ilk kez NATO‘ya girerek (4 Nisan 1952) çiğnemiş, Sovyet Blokuna karşı Batı emperyalizmi ile bütünleşmiştir. Öncesinde ise NATO‘ya kabul edilebilmek için Kore’de savaş ve şehit verilen 700’ü aşkın Mehmetçiğin kanı kaydedilmelidir.

  • NATO üyeliği ile 61 yıldır ödenen ağır bedellerin başında gladyo ve kontrgerillanın ülkemizde işlediği çok sayıda aydın cinayeti ve kışkırtmalar (Maraş – Çorum – Sivas – Gazi – Başbağlar – Roboski katliamları..) sayılmalıdır. Ulusal savunmanın inşa edilemeyişi, yurt topraklarında çok sayıda askeri üs kurulması… da ağır faturalardır.

AKP dış politikası son 11 yıldır son derece ağır yanlışlar yapmıştır.
Son yıllarda artan faturanın sorumlusunun bir uluslararası ilişkiler profesörü olarak bakan Ahmet Davutoğlu oluşu ise Türkiye adına bir başka hazin ironidir.

Sevgi ve saygı ile.
29.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İran’la Yapılan Nükleer Antlaşmanın Düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 sürekli üyesinin (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin) sürekli üye olmayan Almanya’yla birlikte Cenevre’de İran’la yürüttüğü müzakereler olumlu sonuç verdi ve İran’ın nükleer etkinliklerini kısıtlayacak ve ABD’nin ve öbür Batılı ülkelerin İran’a karşı yürüttüğü yaptırımları hafifletecek bir antlaşmaya varıldı. Bu müzakerelerden önce Amerika’nın İran’la ikili düzeyde gizli görüşmeler yaptığı ve antlaşmanın esas olarak bu iki ülke arasında hazırlandığı anlaşılıyor.

Antlaşmaya göre İran uranyum zenginleştirme çalışmalarını sürdürecek ama bunu % 5 oranıyla sınırlayacak, şimdiye dek ürettiği % 20’lik zenginleştirilmiş uranyum stoklarını etkisizleştirecektir (Nükleer silah üretmek için uranyumun % 90 oranında zenginleştirilmesi gerekmektedir.) İran ayrıca, plütonyum üretme kapasite sahip olacağı düşünülen Arak nükleer santralinin çalışmalarını daha ileri düzeye götürmeyecek ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun (IAEA) etkili denetimini kabul edecektir.

Buna karşılık Batı ülkeleri İran’ın 4,2 milyar dolarlık dondurulmuş mali varlıklarını
serbest bırakacak, altın ve gümüş gibi değerli madenlerle petrokimya ürünleri ticaretine koyduğu engelleri de kaldıracaktır. İran’ın bu antlaşmadan elde edeceği toplam kazancın 7 milyar dolara ulaşacağı kestirilmektedir. Kimileri bu tutarın 20 milyar doları bulacağını düşünmektedir.

Bu antlaşma 6 ay süreyle geçerli olacak, sonra daha kapsamlı bir antlaşmaya varılmaya çalışılacaktır.

Bu antlaşmadan çıkan kimi sonuçlar şunlardır:
-ABD ve İsrail başından beri İran’ın bütün uranyum zenginleştirme çalışmalarının durdurulmasını istiyorlardı. Bunu başaramamışlardır. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin aksi yöndeki bildirimlerine karşın, İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını sürdürmesi fiilen kabul edilmiştir.

– İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyum stoklarını Türkiye üzerinden nükleer yakıtla değiştirmesi yolunda Türkiye ve Brezilya tarafından 2010 yılında yapılan öneri gündemden tümüyle düşmüştür.

  • İran 30 yıldan beri maruz kaldığı ağır ekonomik baskılardan bir ölçüde de olsa kurtulmuş ve ekonomisini rahatlatma fırsatını elde etmiştir.

– Almanya, BM Sürekli üyelerinin yanı sıra bu müzakerelere aktif biçimde katılarak uluslararası alanda etkili bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştır.

– ABD ile İran arasındaki temaslarda aracılık yapmaya çalışan Türkiye devre dışı kalmıştır. Ancak kimi yaptırımların kaldırılmasından Türkiye de yararlanabilecektir.

– İsrail ve onu destekleyen ABD Kongresindeki Yahudi lobisi etkili olamamıştır.
İsrail Başbakanı Netenyahu bu antlaşmaya açıkça karşı çıkmıştır. Ancak İsrail lobisinin ABD Hükümetine her istediğini yaptırabileceği izleniminin doğru olmadığı anlaşılmıştır.

– Başka konularda sık sık anlaşmazlığa düşen BM Sürekli üyelerinin Suriye’nin
kimyasal silahlardan arındırılması konusunda olduğu gibi, bu konuda da işbirliği yapabildikleri görülmüştür.

Bu antlaşmayı ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamak gerekir, çünkü:

– Bu bir geçici antlaşmadır, kesin sonuç henüz alınmamıştır.

–  IAEA’nin denetimlerinin ne sonuç vereceği belli değildir. Önceki denetim raporları İran’ın niyetleri konusunda oldukça kuşkulu anlatımlar içermekteydi.

İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü tehditkâr politikalardan vazgeçeceğinin işaretleri yoktur.

-İsrail için esas tehdit ögesi olan ve menzilleri İsrail’e ulaşan İran’ın Şahap III füzeleri bu antlaşmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. İran’ın çok daha uzun menzilli Şahap IV füzeleri yapma projesini durduracağına ilişkin bir işaret de yoktur. Bu füzelerin taşıyacağı konvansiyonel başlıklar İsrail için tehdit oluşturmaya devam edecektir.

-İran’ın uluslararası alanda yeniden muhatap alınması ve saygınlık (itibar) kazanması Suudi Arabistan’ı ve kimi Körfez ülkelerini rahatsız edecektir. İran’la Suudi Arabistan arasındaki rekabetin yıkıcı boyutlara ulaşması olasılığı vardır.

-İran’ın ABD ve öbür Batı ülkeleri tarafından itibarlı bir muhatap olarak kabul edilmesi Türkiye’nin bölgedeki liderlik iddialarını zayıflatacaktır.

Türkiye’nin Kürecik’teki Füze Kalkanı radarını topraklarında muhafaza ettikçe
İran’la ilişkilerini tam anlamıyla normalleştirmesi zordur.

-İran’ın Suriye’yi ve Suriye üzerinde Lübnan’daki Hizbullah’ı silahlandırma çabalarını durduracağının da işareti gözükmemektedir.

-İran’da şimdi yaratılan coşkulu destek havasına karşın nükleer projelerinin sınırlandırılmasından rahatsızlık duyanların olacağını da hesaba katmak gereklidir.

Obama’nın antlaşmadan sonra söylediği “Sert konuşmak ve tehditler savurmak siyasi açıdan yapılabilecek kolay bir şey olabilir ama bu bizim güvenliğimiz için doğru bir şey değil.” sözleri Türkiye’nin kimi Orta Doğu ülkelerine karşı kullandığı söylemlere karşı bir ileti olarak da algılanabilir.

Özetle : 
İran bütün baskılara karşın şimdiye dek izlediği direnci, diplomasi alanındaki başarısıyla da olumlu bir sonuca ulaştırmış, bir yandan hayalcilikten uzak, gerçekçi;
bir yandan da baskılara boyun eğerek tek yanlı ödün verme yoluna gitmeyen cesaretli ama ölçülü yaklaşımının sonucunu almıştır. Bu geçici antlaşmanın sürekli bir barış ve işbirliği ortamına dönüşmesi için bütün ilgili yanların dikkatli ve yapıcı bir politika izlemesi gerekir.

Türkiye de Cenevre görüşmelerinden gerekli dersleri çıkartmasını bilmelidir.

Hâkime 9.5 yıl hapis istemi


Dostlar
,

Gerçekten Sayın Yargıç Ömer Faruk Eminağaoğlu‘nun başına geldiği gibi;
AKP’nin insanları aptal yerine koyan “ileri demokrasi” safsatasının
her gün onlarca aykırı örneğini görüyor ve yaşıyoruz.

İstanbul’da geçtiğimiz günlerde öldürülen Alevi gencin (Hasan Ferit Gedik)
“helallik alma” ile cenazenin kaldırılmasına Polisin 3 gün engel oluşunu,
bırakalım ileri demokrasiyi, temel insan hakları ile bağdaşır yanı var mı?

AKP_hukumeti_halkina_ihanet_ediyor_NewYork_Times

Sayın Yargıç Ömer Faruk Eminağaoğlu‘nun başına gelmedik bırakılmadı..

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında yargıç – savcı olarak Ceza Hukuku alanında uzmanlaşmıştı. Siyasal Parti hukukunda özellikle..

AKP’nin yeni HSYK’sı Sn. Eminağaoğlu‘nu önce keyfi biçimde İstanbul’da bir ilk derece mahkemesine atadı bir tür rütbe indirimiyle. O da yetmedi, bu kez Çankırı Sulh Ceza Yargıçlığına..

Oysa Sn. Eminağaoğlunun bir de Sendika Genel Başkanlığı (önce YARSAV sonra Yargıçlar Sendikası) söz konusu idi ve ilgili mevzuat kendisinin temel insan haklarından olan bu örgütlenme hakkını kullanabilmesi için Ankara’da kamu görevini sürdürmesi gerekiyordu. AKP’nin 12 Eylül 2010 Anaysa değişiklikleri ile iyice belirleyici olduğu
“yeni HSYK” bu hukuk kurallarını da tanımadı ve Ankara dışında görevlendirdi.
Ayrıca, kurduğu sendikaların da başına gelmedik bırakılmadı.

Fakat Sn. Eminağaoğlu öyle kolay pes edecek bir insan değil.
Çok da sıkı donanımlı bir hukukçu.
Dolayısıyla demokratik savaşımını dirençle sürdürmekte.
Geçtiğimiz yıl Yargıtay’daki bir duruşmasına katılmıştık ve oybirliği ile aklanmıştı.

Davaların sonu gelmiyor..
Tam bir linç infazı..
Aykırı seslere AKP sisteminde asla yer yok.. En gaddar biçimde gereken kararlılıkla
ve ödünsüz bastırılmalı ki toplum sindirilerek korku ile terbiye edilsin; tam faşizm taktiği..

Yapılanları şiddetle kınıyoruz.

Basit bir toplantı – gösteri yürüyüşüne evrensel – anayasal – yasal DOĞAL hakkını kullanarak katılmanın 9.5 yıl hapisle cezalandırılması istemiyle dava açılmasının
hukuk devletinin hangi ilkesiyle yapılabildiğini ve dünyada gelmiş – geçmiş örneğini gösterebilecek meslek namuslu bir hukuk adamı var mıdır??

Sn. Eminağaoğlu‘na dayanışma ve destek duygu ve düşüncelerimizi sunuyoruz.

Haber, dünkü (3.10.13) Cumhuriyet‘te yer aldı..

Sevgi ve saygı ile.
04.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Hâkime 9.5 yıl hapis istemi

portresi
Çankırı yargıçlarından Ömer Faruk Eminağaoğlu,
15 Haziran’da (2013) Gezi eylemlerine destek amacıyla Kennedy Caddesi’nde çok sayıda CHP milletvekilinin de hazır bulunduğu gösteriye katıldı. Radikal gazetesinin haberine göre Eminağaoğlu hakkında bu eylem nedeniyle Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.

Savcılık, Eminağoğlu hakkında “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa Muhalefet Etmek” suçundan 9.5 yıla kadar hapis istemiyle cezalandırılması istendi. İlk duruşma
20 Kasım’da görülecek. Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcılığı, Facebook adresinde,
“Suriye sınırına toplanıp, herkes el ele tutuşarak bu sınır geçilmez,
yurtta barış dünyada barış mesajı verilmeli idi” diye yazan Eminağaoğlu için soruşturma da başlattı.

Ancak soruşturma sonucunda takipsizlik kararı verildi.

Eminağaoğlu, “Sözün bittiği noktadayız.” dedi.
(Cumhuriyet, 3.10.13)

TBMM Tezkereyi İyi Değerlendirmelidir


TBMM Tezkereyi İyi Değerlendirmelidir

Tansel_Colasan

 

Tansel ÇÖLAŞAN
ADD Genel Başkanı
30.9.13, Ankara

 

 

Cumhuriyetin iç ve dış politikaları, ulusal çıkarlar gözetilerek “yurtta barış dünyada barış” ilkesi üzerine kurulmuş idi. İkinci dünya savaşı sonrasında BATI’ya bağımlı, teslimiyetçi politikalarla ulusal menfaatlerinin yerini BATILI ülkelerin menfaatleri almışsa da, ilk kez bugün Türkiye ulusal menfaatlerin ötesinde, tüm komşularla sorunlu bir dış politika izleme noktasına geldi. 1200 km uzunluğundaki güney sınırımızda Irak merkezi hükümeti yerine Türkiye’ye terör ihraç eden kuzey Irak geçici hükümeti ile dostluğu tercih eden hükümet, komşu Suriye ile de (0) sorundan ABD istekleri doğrultusunda, Suriye’yi cezalandırmak isteyen “gönüllüler” grubuna katılıvermiştir.

Ne var ki, Rusya’nın girişimiyle ABD – Rusya arasında varılan mütabakatla
Suriye’nin elindeki kimyasal silahları BM’in kontrolüne bırakmasına karşılık, “cezalandırılmasından” şimdilik kaydıyla vazgeçilmiş, Suriye’de bu öneriyi kabul etmiş, böylece sınırlarımızdaki büyük tehlike belki de yerini Barışa bırakmak noktasına gelmiştir.

Ne var ki, savaşta ısrarlı olan hükümet, geçtiğimiz günlerde bir Suriye helikopterini
sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle düşürdü. Tam da Suriye’nin ABD ile Rusya’nın önerisi üzerine elindeki kimyasal silahları BM’in kontrolüne bırakmayı kabul etmesinin ertesinde, Paris’te barış yolunu açabilecek bir konferansın yapıldığı gün,
neden böyle bir saldırı yapmış olduğunu anlamak ne kadar zor ise, böyle bir barış ortamı yaratılmışken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun deyişi ile, Suriye helikopterinin sınırımızı henüz ihlal etmeden düşürülmesini anlamak da o kadar zor.
Türkiye Suriye’ ye savaş açmak isteyen ülkeler arasında bugün tek başına kalmıştır.1 Ekim’de TBMM açılıyor. 4 Ekim’de hükümetin Meclis’ten, 1 yıl önce olası bir savaşta kullanılmak üzere ucu açık olarak aldığı yetkinin süresi dolacak. Meclis’e çok büyük görev düşüyor, 1 Mart 2003’te hükümete IRAK savaşında istediği yetkiyi vermeyen Meclis, bugünde verecekse, yetkinin kapsamını, sınırını çok iyi değerlendirmeli, hükümetin halkın ve muhalefetin tüm uyarılarına rağmen ısrarla sürdürdüğü savaşçı tutumuna izin vermemelidir.

Bugün Suriye’de yürütülen savaşa karşı dünya kamuoyunun görüşü netleşmiştir;
ne BM genel kurulunda, ne NATO’da, artık bu savaşa devam iradesi yoktur.
Gelinen bu noktada sadece Türkiye savaşçı tutumunu sürdürmektedir. Ancak ne var ki bu politikadan en çok zarar gören ve görecek Ülkede Türkiyedir. Çünkü sadece Türkiye Suriye ile sınır komşusudur. 900 km’lik bu sınır, bugün ÖSO militanlarının yol geçen hanı haline gelmiştir. Sınır güvenliği kalmamıştır. Birleşmiş Milletlerin mülteci olarak görmediği Suriyeli sayısı gün geçtikçe artmakta ve Türkiye ekonomisini zorlamaktadır.
Türkiye halkı, muhalefeti, tüm aklıselim sahibi insanlarıyla bu savaşa karşıdır.
O zaman Meclis, önüne gelecek tezkereyi bu gerçeklik çerçevesinde değerlendirmeli, ulusal menfaatlerimizi göz önüne alarak barışcıl bir dış politikanın önünü açacak, beklenen kararını vermelidir.

Bunu istemek; “yurtta barış dünyada barış” ilkesini dünyaya duyuran bir ülkenin genç kuşaklarının hakkıdır.

Tansel ÇÖLAŞAN
ADD Genel Başkanı
30.9.13, Ankara

Bu gün 21 Mart..

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’ın 21 Mart Bahar Bayramı (Nevruz) için yolladığı yazı aşağıda..

Bu yazıda yer alan Alman ozan Schiller’in şiiri ve bestesi hakkında daha önce bu sitede bir değerlendirme yapmıştık..

http://ahmetsaltik.net/10-bin-kisilik-japon-korosu-ve-cagrisimlari/

Bu yazımızda, söz konusu şiirin Sabahattin Eyüboğlu‘nun kaleminden Türkçemize çevirisini de sunmuştuk.

Bahar bayramı; Türk’e-Kürt’e, Laz’a-Çerkez’e, Arnavut’a-Boşnak’a……
tüm kardeş etnisitelere-milliyetlere, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına = Türk Milletine” dünyadaki kardeş tüm milletlere.. tüm insanlara.. her-ke-se,
kurda-kuşa mutlu olsun..

21 Mart’ta; baharın uyanarak kapımızı çaldığı, gönüllerimize serin esintisinin dolduğu,
içimizi yaşam sevincinin doldurduğu…. bu güzelim günde biz de bir dilek tutalım :

  • Türkiye, İmralı’da ağırlaştırılmış yaşam boyu (müebbet) hapse mahkum
    bir bölücü terör örgütü başının 2 dudağından dökülecek “hikmetli” (!) sözlere kilitlenme zilletinden kurtulsun..
  • Bu kadim ve uğurlu ortak vatan topraklarında kardeşçe ve bir arada yaşamayı sürdürelim..
  • Emperyalizmin bilinen iğrenç ve kanlı oyunlarına gelmeyelim…
  • YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ olsun diye dileyelim..

Gonca gül

Sevgi ve saygı ile.
21.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
ADD Bilim Kurulu Başkanı

portresi

Değerli arkadaşlar,

Bu gün 21 Mart..
Ekinoks, yani gece ve gündüzün eşit olduğu gün; Kuzey yarı kürede baharın başlangıcıdır.  (aslında dünya 20 mart, saat 11 de tam astronomik ekinoks konumuna girdi)
Dünyanın dönüş ekseninin yörünge düzlemine tam dik oluş hali yılda iki kere oluyor:
20-21 Mart  ve 22-23 Eylül

Dosya:Earth-lighting-equinox EN.png
 
Pers dilinde  Newruz (new=yeni, ruz=gün) olarak bilinen ve Pers mitolojisi Cem-Şit’e kadar eskiye uzanan ve hemen bütün orta Asya’da kutlanan bu takvim başlangıcı hiçbir astronomik özelliği olmayan 1 Oocak başlangıcından çok daha makuldur.
Nevruz  Ergenekon Destanı ile de ilişkilendirilir,
(Ergen Kün->Ergenekon)  Orta Asya Türk Dünyasında törenlerle kutlanır.
Öyle ya da böyle..Ben sevgili dostlarımın Bahara giriş günü”nü, güzel ve mutlu süreçlerin başlangıcı olması dileğiyle kutluyor, bu vesile ile sözleri alman şair  Friedrich von Schiller‘e ait olan  ve  L.van Beethoven tarafından bestelenmiş ünlü 9. Senfoniden Ode an die Freude bölümünü Sendai’de (Japonya) Yutaka Sado yönetiminde 10 bin kişilik korodan paylaşıyorum.Sevgilerimle. æ
 
J.C. Friedrich von Schiller  1759-1805  Ludwig van Beethoven 1770-1827
ODE  AN DIE  FREUDE 
 

Wir betreten feuertrunken himmlische  dein Heiligtum 

Deine Zauber binden wieder was die Mode streng geteilt
alle Manschen werden Brüder wo dein sanfter Flügel weilt
Deine Zauber binden wieder was die Mode streng geteilt
alle Manschen werden Brüder wo dein sanfter Flügel weilt
Wem der große Wurf gelungen eines Freundes Freund zu sein
wer ein holdes Weib errungen mische seinen Jubel ein
ja, wer auch nur eine Seele sein nennt auf dem Erdenrund
und wers nie gekonnt der stehle weinent sich aus diesem bund
ja, wer auch nur eine Seele sein nennt auf dem Erdenrund
und wers nie gekonnt der stehle weinent sich aus diesem bundFreude Freude heißt die Feder in der ewigen Natur
Freude Freude treibt die Räder in der großen Weltenuhr
Blumen treibt sie aus dem Keime, Sonnen an das Virmament
ein dringtsie in Tiefen, die des Sehers Rohr nicht kennt
Blumen treibt sie aus dem Keime, Sonnen an das Virmament
ein dringtsie in Tiefen, die des Sehers Rohr nicht kennt ..

 
J.C. Friedrich von Schiller
YouTube – Videos from this email

KUBİLAY’dan GÜNÜMÜZE DEVRİM ŞEHİTLERİMİZ

Dostlar,

23 Aralık 2012.. KUBİLAY‘ın hunharca şehit edilişinin üzerinden 82 yıl geçti..

Toplumsal travma hâlâ aşılabilmiş değil..

Bir tür “travma sonrası stres bozukluğu
(Post-Traumatic-Stress*Disorder-PTSD) sürüyor..

Bu tablonun artıları da var eksileri de sosyal psikoloji açısından.

Artıları içinde toplumun tarih belleğinin canlı tutulması ve benzerlerinin önlenmesi bakımından uyanık oluş.. başta geliyor.. Her ne denli, bütünüyle engellenemese de..

Eksileri içinde ise toplumsal kaynaşmanın engellenmesi,
ötekileştirmenin sürmesi hatta sosyal fay hatlarının derinleşmesi..

Makro ölçekte yönetimi zor bir sorun..

Büyük Atatürk gene imdadımıza yetişiyor :

* YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ..

  • “KUBİLAY’dan GÜNÜMÜZE DEVRİM ŞEHİTLERİMİZ” 

başlıklı görsel konferansımız 22 Aralık 2006’da Bolu / Göynük ADD Şubesi’nde verilmişti.

Sunu 103 yansı içeriyor. Güncelleme yapmaksızın sizlerle paylaşmak istiyoruz.
6 yıl öncenin gündemini yakalamak ve günümüze bağlamak size kalıyor..

Bu gün Menemen’de gerçekleştirilen “HEPİMİZ KUBİLAYIZ” mitingi
çok coşkulu geçti. CHP, ADD, TGB, İP, Eğitim-İş vb. örgütler destekledi.
Verilen iletiler yukarıda belirttiğimiz kaygıları besleyecek türden değildi;
olgun ve sorumlu idi. İlgilileri kutlarız.

Sunuyu izlemek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız ??

Kubilay’dan_gunumuze_Devrim_sehitleri_Goynuk_22.12.06

Sevgi ve saygı ile.
23.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ahmet SALTIK

21 Ekim 2012


Geleneksel Türk Dış Politikasında Savaşın Yeri

© Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır.  Bundan dolayı, dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar.

 

Prof. Dr. Metin KALE
Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi

  • “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” Atatürk

Prensipleri ve ilkeleri Atatürk tarafından saptanan Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri gelenekselleşmiş bazı özellikler gösterir.

Bu ilişkileri düzenlerken Atatürk’ün, eylemini olayların akışına bırakmayıp önceden planladığı, bu ilişkilerde maddi değerlerden çok manevi değerlere önem verdiği,
bütün kararlarının altında halka inanç, güven ve saygının yattığı, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlığı vazgeçilmez koşul saydığı ve bu ilişkileri realizm ve akılcılık temelleri üzerine inşa ettiği görülür.

Cumhuriyetin kuruluş aşamalarında Atatürk’ün maddi değerlere çok önem vermemiş olması, O’nu, Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerinden biridir. İmparatorluğun çöküş dönemleriyle Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen devrede Osmanlı devlet adamlarında akıllılığın ve becerikliliğin ölçütü Avrupalılardan borç bulabilmekti. Bu kişilere göre, borç bulunmadıkça devletin yaşayabilmesine olanak yoktu. Hatta bazıları işi daha da ileri götürerek, devletin yaşayabilmesi için Türkiye’nin başka bir devletin güdümü altına girmesini istiyordu. Bu tür düşünceleri asla benimsemeyen ve şiddetle reddeden Atatürk, bir ulusu maddi yıkımdan çok, moral değerlerin yozlaşmasının çöküntüye götüreceğini belirtiyordu.

O’nu bu şekilde düşünmeye iten, özgün ruh yapısı ve Türk ulusuna olan engin sevgisi ile halkta gördüğü mücadele ve dayanma gücüydü.

Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır. Bundan dolayı dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar. Ulustan yetki almayan, ona dayanmayan veya inanmayan kişi ve kurumların ulus adına, yabancı uluslarla görüşmeye ve konuşmaya yetkileri olamayacağı bellidir. Diğer taraftan, yabancı uluslar da giriştikleri taahhütleri ulusuna benimsetebilecek kişi ve kurumları muhatap sayarlar.

Atatürk’e göre ulusal iradeye dayanmayanların, bir ülke adına hareket etmeleri yasal değildir ve yetkisiz şekilde yapılan uluslararası işlemler de adına yapılan ülkeyi bağlamaz. Bu düşünce, yabancı devletlerin de ciddiye aldığı bir yöntemdir.

Atatürk döneminin dış politikasının vazgeçilmez ana hedefi “tam bağımsızlık”tır.

Bu görüşünü 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelen Fransa temsilcisi Franklin Bouillon’a

  • “Tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız görevin özüdür.
    Bu görev bütün tarihe ve ulusa karşı yüklenilmiştir.” şeklinde ifade eder.

Tam bağımsızlığın önemli bir koşulu, dünyadaki güç dengelerini iyi hesap edebilmek ve büyük bir devletin etkisi altına girmemeye özen göstermektir. Tam bağımsızlık ülkeyi, uluslararası ilişkilerde tek başına ulusal sınırlar içine hapseden bir anlayış olmadığı gibi, “Dış yardımla çatışır, onu engeller” görüşü de yanlıştır. Ulusal bağımsızlığı ve ulusal çıkarları tehlikeye sokmayacak dış yardımdan kaçınılmaz.

Geleneksel Türk dış politikasında çok önemli ilkeler söz konusudur.
Bunların başında, başka ulusların içişlerine ve ülke bütünlüğüne karışmama gelir. Bu ilkeye başta İslam ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün komşularımızla olan ilişkilerde özen gösterilmelidir. Bu özellik büyük güçlüklerle ve uğraşlarla dış politikaya kazandırılabilmiştir. Bu ilkeye bağlı kalınmadığı takdirde neler olabileceğini Atatürk şöyle dile getiriyor:

  • “Ulusa şunu ihtar ettim ki; kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti,
    artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir.
    Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.”

Yurtta barış, dünyada barış” uluslararası ilişkilerdeki diğer bir ilkedir. Yurtta ve dünyada barışı savaşta olsun, zaferden sonra olsun Atatürk kadar gerçekten isteyen ve koşullarını sağlayan başka bir lider yoktur. Yaptığı bütün savaşlar aslında, barışın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Ondaki barışçılık yurt ve ulus bilinciyle, tarihi doğru yorumlamasının bir sonucudur. Bu barışçı anlayışladır ki, ulusal savaş “Misakı Milli veya Ulusal And” sınırları içinde kalmıştır. Türk ulusal Kurtuluş Savaşı yasal bir savaş olup, uluslararası hukukun bir devlete izin verdiği yegâne savaştır. Atatürk, “Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikeye düşmedikçe” savaşı bir cinayet olarak gören bir anlayışa sahiptir.

Hayalci ve maceracı davranışlardan çok, çile çeken Türk milletinin ıstıraplarını çok iyi bilen Atatürk serüvencilikten uzak bir dış politika izlerken, aynı zamanda aktif olmayı da ihmal etmemiştir. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi öncesi dönemde görüldüğü gibi aktif bir diplomasi uygulanmış, Türkiye 1930’larda Avrupa gelişmeleri hakkında fikrine değer verilen bir ülke olmuştur. 1928 tarihli Briand Kellog Paktı konusundaki Türkiye’nin ilgi ve desteği, 1934’te Balkan Antantı ve l937’de Sadabat Paktı konusundaki öncü rolü aktif politikanın bir göstergesidir.

Ayrıca 1937’de Hatay’ın anavatana katılması sorununda izlediği aktif politika ile yine dost ve komşu bazı İslam ülkelerinin Milletler Cemiyeti’ne katılmasındaki Türkiye’nin çabaları ve başarısı bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Türk dış politikasında kamuoyunun ulusal sorunlarda önceden hazırlanmasına da
çok önem verilir. Kamuoyunu inandırmadan eyleme geçmek dış politikada çoğu zaman talihsizliklere yol açar.  Bir ulusun bölünmez bütünlüğü çeşitli şekil ve davranışlarla saldırı emelleri besleyenlere gösterilebiliyorsa, saldırı heveslileri bu emellerinden vazgeçebilirler.

İçine düşeceğimiz her karanlık durumda;

  • Işığımız her zamanki gibi Atatürk ilkeleri ve devrimleri olacaktır.

(Cumhuriyet, 20.10.12)

KEMALİZM NEDİR ?? / What is Kemalizm ?

KEMALIZM_NEDIR_Ali_Ercan