Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Erdoğan ve Cargill 

Erdoğan ve Cargill

Yılmaz POLAT / Washington

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

ABD’li nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreticisi Cargill, 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi haberiyle yeniden gündemde. ABD’li yetkililerle ‘başbaşa’ görüşme yapmayı tercih eden AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’la ‘Külliye’de yaptığı 3 buçuk saatlik ‘başbaşa’ görüşmede, ‘Cargill Şirketi’nin isteklerinin ele alındığı konuşuluyor. Erdoğan’ın ‘Cargill’le tanışması yeni değil.

Başkan George Bush, Erdoğan’la Başbakan olarak Beyaz Saray’da yaptığı ilk resmi görüşmede (28 Ocak 2004) Cargill’le ilgili net istekleri oldu. Cargill’in sorunlarını çözüp, şirketi rahatlatmasını istedi. Cargill’in iki sorunu vardı.

Orhangazi’deki fabrikasını birinci derecede tarım arazisine kurduğu için firma aleyhine dört dava açılmıştı. Bu davalar nedeniyle üretim yapamaz hale geldi. Cargill, bulunduğu arazinin birinci derece tarım arazisi statüsünden çıkarılarak sanayi bölgesi ilan edilmesini ve böylece dört davanın düşürülmesini istiyordu. Erdoğan Hükümeti bir kararname ile Cargill’in faaliyetine devamını sağladı.

Orhangazi fabrikasında mısırdan fruktoz veya mısır şekeri diye adlandırılan şeker üretiliyordu.

Pancar üreticisinin korunması amacıyla mısır şekeri üretiminde % 10’luk kota uygulanıyordu. Cargill bu kotanın kaldırılmasını ve tam kapasite ile çalışması için önünün açılmasını da istiyordu. Başkan Bush’un ‘Cargill şirketinin yeni yatırımlarını güçleştiren sorunların aşılması yönünde Ankara’dan beklediklerinin’ büyük bölümü, Erdoğan Hükümeti tarafından sessizce yerine getirildi.

Kim bu şirket? Ne yapar?

Cargill, Iowa eyaletinin Conover kentinde hububat ticareti yapmak için 1865’te kuruldu. Şirket giderek büyüdü. 2004 yılına gelindiğinde 61 ülkede faaliyet gösteriyordu. Yıllık cirosu 60 milyar dolardı. 1960 yılından beri Türkiye ile iş yapıyor. 1986 yılında önce Pendik’te kurulu nişasta fabrikasını satın aldı. 1997 yılında Bursa’nın Orhangazi ilçesinde mısır şurubu üretmek için 90 milyon dolarlık bir fabrika kurdu. Hendek’te fındık işleme tesisi var. İşlenmiş fındık ihraç ediyor. Türkiye’ye hububat, yem, ayçiçeği ve pamuk ithal ederek piyasaya sürüyor.

Başkan Bush ‘Cargill’ derken, Başbakan Erdoğan’da Irak’ta pasta olarak adlandırılan ihalelerden pay almak ve Türkiye’de oluşturulması planlanan Nitelikli Sanayi Bölgeleri konusunda’ hiçbir zaman gerçekleşmeyen  istekler öne sürdü.

Cargill’in AKP ile hikayesi böyle.

Bu kez Başkan Trump, Cargill’in isteği doğrultusunda AKP Hükümeti’nden şeker fabrikalarının özelleştirilmesini istedi. Cargill’in iddiasına göre, özelleştirme halinde Türkiye daha hızlı büyüyecek, üretim, istihdam ve ihracat artacak, hükümet de daha fazla vergi toplayacakmış..
===========================================
Dostlar,

Şeker fabrikalarının satılarak kapatılması – tasfiye edilmesiyle ülkemizde pancara dayalı şeker üretimi yerine mısır şurubu kaynaklı nişasta bazlı şeker üretimi geçirilmek istenmektedir. Ülkemizde yeterli mısır üretimi de yapılamamakta ve onbinlerce ton dışalımı (ithalatı) yapılmaktadır. Oysa pancar üretimi yerlidir ve bir zincir endüstrisi olarak yansıması vardır. Zaman içinde daha ucuz olduğu gerekçesiyle mısır dışalımı GDO’lu mısıra kaydırılabilecektir.  Konunu salt özelleştirme – ekonomi – dış ticaret boyutlarıyla sınırlandırılması olanaksızdır.

Halk Sağlığı da ciddi tehdit altındadır. Sitemizde daha önce yazdık ve yayınladık nişasta bazlı şekerin olası sağlık sakıncalarını..

Çok özetle bir paragraf verelim :

  • Pancardan üretilen şekerde bulunan Glikoz (Glukoz) karaciğerde metabolize edilir (parçalanır, yıkılır) ve gerektiğinde enerji kaynağı olarak kullanılmak üzere kaslarda depolanır. Nşasta bazlı şekerde bulunan Fruktoz ise, insüline gerek duymaksızın, onu kullanmaksızın girdiği  karaciğerde metabolize edildikten sonra doğrudan trigiliserit ve karın organları çevresinde yağ olarak dönüşümsüz biçimde depo edilmektedir. Bu dönüşümsüz yağ dokusu insülin direnci oluşturmakta kanda sürekli olarak yüksek düzeyde insülin varlığına karşın kullanılamamakta (insülin direnci) ve yüksek plazma insülini kişinin kan şekerini düşürerek hipoglisemiye neden olmaktadır. Düşük kan şekeri sürekli açlık duyusu yaratmaktadır. Bu ise, doymayan şişmanlar demektir. 

Sağlık sakıncaları uzatılabilir… Halen web sitemizin manşetinde yer verdiğimiz ŞEKER FABRİKALARI başlıklı yazıya bakılmasını dileriz. Konuyu gündemde tutmayı sürdüreceğiz.
*****
Bunlara ek, Sn. Yılmaz Polat’ın yukarıdaki yazısında dile getirdiği ve kamuoyunda fısıltı olarak yayılan savlar (iddialar) dikkate alınmalıdır. AKP Gn. Bşk. Erdoğan, ABD Dışbakanı R. Tillerson ile görüşme tutanaklarını açıklamalıdır. Neden resmi tutanak, hatta kamera kaydı yapılmamıştır?

Erdoğan kamuoyuna doyurucu açıklama yapmalı ve Zarrab konusunda pazarlık karşılığı ABD şirketi Cargill’e rüşvet verilmediğinin basın önünde yemin billah duyurmalıdır. Ne var ki, Cargill – Erdoğan – Bush ilişkileri Sn. Polat’ın yazısında açıklıkla sergilenmektedir, ortada bir sabıka var!? Erdoğan halen Cumhurbaşkanıdır ve sorumsuz, dolayısıyla da yetkisizdir. Sorumluluk ve yetki Başbakandadır. Binali Yıldırım, Başbakan olarak kendisini hiçe sayan bu tabloyu nasıl içine sindirebilmektedir? Görüşmede çevirmenlik de yapan Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nu çağırıp gerekli bilgiyi almış ve uyarıda bulunabilmiş midir?? Ne gezeeeeerr.. Yıldırım istifayı neden düşünmemektedir??

TEK ADAM fiilen Anayasayı askıya alarak çiğnemekte ve Başbakanlığı yok sayarak devlet geleneklerimizi, uluslararası yerleşik diplomasi kurallarını ayaklar altına almaktadır. Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez. Basit bir diplomasi gafı olarak da yorumlanamaz. Erdoğan – Tillerson görüşmesinin Devletin resmi arşivlerine girmesi bilerek engellenmiş olmalıdır. Bunda ülkemizin yararının – çıkarının olmadığı hatta zarar gördüğü, göreceği tartışmasızdır!

Hele bir Cumhurbaşkanının, bir başka ülkenin Dışişleri Bakanını onların istemesi durumunda nezaketen kısacık bir kabulden öte 3,5 saat kabulü ve görüşmesi bir skandaldır. Türkiye bu denli kuralsız ve keyfi yönetilemez.

Sonsöz ve öneri :

  • AKP – Erdoğan, şeker fabrikalarımızın satışından vazgeçmelidir. Bu girişim kolay yutulur lokma değildir ve iktidara faturasının umulandan büyük olacağı görülmektedir. Tek 1 “oy” için çırpınan AKP – Erdoğan hüsrana uğrayabilir seçimde. Henüz iş işten geçmemiştir, Erdoğan çıkıp
  • “.. bir kez daha aldatılacaktık ki… hamdolsun engelledik. Milletimiz istemiyor, biz de şeker fabrikalarımızı satmıyoruz; ulusal çıkarlarımızdan yanayız…” yönünde bir açıklama yapmalıdır tez elden..; LÜTFEN!

Sevgi ve saygı ile. 05 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 MUSTAFA KEMAL’İ ANLAMAK

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Değerli arkadaşlar,
Aradan 90 yıl geçmesine karşın, Mustafa Kemal Atatürk’ü hala anlamamış olmak, daha da kötüsü, anlamak istememek ve O’nun gösterdiği yolun tam tersine yönelmek Türkiye’nin utanç verici en büyük yanlışıdır.
Bugün Türkiye, Dünya Bilim ve Teknolojisine zerre kadar katkısı olmayan, Kapitalizmin boyunduruğunda, yaşamsal varlıklarını satarak geçinen, Gelecek kuşakların yaşamını ipotek altına sokarak ayakta kalmaya çalışan 3. sınıf bir ülke ise, bunun tek nedeni Mustafa Kemal’i anlamamış olması, O’nun gösterdiği yoldan birlik ve bütünlük halinde gitmemiş olmasıdır.Mustafa Kemal, arkasında Dogmatik bir Ezber sistemi değil, ülkede ve tüm dünyada (doğayla uyumlu) Barış içinde, insanca bir yaşamın altın anahtarını bıraktı :

  • “Hayatta en gerçek yol gösterici Bilimdir” dedi…
Ancak Ülkeyi yöneten, Yönetici geçinen kadrolar bu kısa öğüdü algılayamadılar, bu “zor yolun” gereğini yerine getir(e)mediler, Devrimleri koru(ya)madılar, Tören ve Görüntü Atatürkçülüğünü, Halk goygoyculuğunu, işbirlikçiliği yeğlediler… Eğitimci geçinen kadrolar
  • Aklı hür, Vicdanı hür, İrfanı hür nesiller
yetiştiremediler; kolaycılığı, kopyacılığı yeğlediler. “Başarısızlığın otomatik Mazereti” daima hazırdı; kahrolası Emperyalizm

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, yazıUmarız ki, Mustafa Kemal’i anlamış ve kendini Bilimin aydınlık yolunda Millete adamış genç insanlarımız, mazeret üretmeden, cesaretle sorunların üstesinden gelir, yılmadan çalışarak arayı kapatır, Emperyalizmin tuzaklarına takılmadan ülkemizi yeniden Aydınlığa çıkarırlar.

Tek umudumuz, durumdan Görev çıkaracak bilinçli Gençliktedir. æ

 

================================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız bu sitede çok sayıda konuk olmuştur..
Yukarıdaki yazısı ve görseli de son derece özlü, hatta çarpıcıdır.
Face sitesinde önemli katkıları olmaktadır.
ADD’de Genel Başkan Yardımcılığı görevimizi kendisine devir – teslim etmiştik..
Gerçek bir aydın – derinliğine bir entellektüeldir ve elbette Cumhuriyet’in ürünüdür.
Sitemizde yer alan çok sayıda değerli katkısının örneğin adıyla çağrılarak okunması, paylaşılması, arşivlenmesi çok yerinde ve yararlı olur..
Öyle ki; bu çaba Mustafa Kemal Paşa’nın

  • Aklı hür, Vicdanı hür, İrfanı hür nesiller
yetiştirme çabası ile büyük ölçüde örtüşür..
Sayın Ercan’a teşekkür ve şükran doluyuz.. O’ndan öğrenmeyi sürdüreceğiz..
Ankara Üniversitesi Tıp Fak. Dönem 5’te verdiğimiz “KüreselleşTİRme ve Halk Sağlığı” dersimizde başlangıç yansısının altında Mustafa Kemal ATATÜRK‘ümüzün çok önemsediğimiz bir sözü yer alıyor :

  • «Gençliği yetiştiriniz, onlara bilim ve irfanın pozitif fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.» Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Ve derslerimizin ilk yansılarında genellikle yer verdiğimiz bir Latince söz veriş, vaat ediş var:

  • “Mutadis mutandis”.. Değiştirilmesi gerekenler değiştirildi..

Ders notları güncellenmiştir.. Olanaklı olan en güncel içeriktedir..

Ancak Erdoğan salt “dindar…” demedi..

  • “… Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” dedi (19 Şubat 2012). Salt “dindar” değil, “kindar, kin güden, kin tutan kinini unutmayan” bir gençlik yetiştirmekten söz etti. Sıradan bir insan bu sözlerin çok daha hafifini söyleyip – yazsa, Türk Ceza Yasasında pek çok hükmü çiğnemiş olabilir, Savcılar dava açabilirdi (örn. md. 216).

Öte yandan, hiçbir dinin “kin, kincilik, kin gütme kindarlık” duygu – düşünce – eylemine izin verdiği, bu davranışları bir “değer – erdem” olarak tanımladığını bilmiyoruz.. İslamiyet de dahil.. Bu durumda, değinilen sözleri eden Başbakan Erdoğan’ın davranışı din dışıdır! İslamiyete karşıdır, günahtır, dindarlıkla, Müslümanlıkla bağdaşmaz. Bu nedenle de bu istek yerine getirilemez. Ayrıca etik, ahlak ve hukuk dışıdır. Hiç kimsenin suç işleme ayrıcalığı olamaz!

DİB ağzını açıp “dinimizde kin – kindar – kinci – kin gütme – kin tutma.. gibi kavramlar yoktur demedi, diyemedi.. Bu durum ülkemizde Devletin kimlerce ele geçirildiğini ve kimlerce yönetildiğini bir kez daha kanıtlamaktadır ve kimse darılmasın, siyasal İslamcılığın sefaletidir..

  • Ne yazık ki Ülkemiz bir İslamcı faşizme doğru sürüklenmektedir

Din ve dince kutsal değerlerin siyasete alet edilmesi Türk Ceza Yasasında yasaklandığı gibi (md. 216), siyasal etik ve genel ahlak da böylesi bir söylemi ve eylemi dışlar.

Cumhuriyetin 89. yılında, 2012’de T.C.’nin Başbakanı “dindar – kindar/kinci” kuşaklar yetiştirme hedefi koyarken; Cumhuriyet’in kurtarıcısı – kurucusu ise

  • Aklı hür, Vicdanı hür, İrfanı hür nesiller
yetiştirmeyi temel hedef koymaktadır. Arada 90 yıllık bir zaman farkı var.
Karşılaştırmak her bakımdan çok abes olacaktır, geçelim!
Ancak tek başına bu sözü bile Mustafa Kemal ATATÜRK‘ü insanlık tarihinin en büyük özgürlükçü önderi yapmaya yeter de artar da…
Bir de Atatürkçülüğü, Cumhuriyeti “tek tipçi” ilan eden ve eleştirip suçlayanlara anımsatmak isteriz bu yaman çelişkiyi..
Sevgi ve saygı ile. 04 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BİZLER HARBİYELİLERİZ

LÜTFEN SONUNA KADAR OKUYUN
İŞTE BİZ BUYUZ, BİZLER HARBİYELİLERİZ


E. Albay Ömer ERBIYIK 

24 Şubat 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bizler Harbiye ruhu ile yetiştirildik. Kalplerimize vatan sevgisi kazındı.
Bayrağımız için, vatanımız için yeri geldiğinde ölmeye yemin ettik.
Çocuklarımızı, eşlerimizi bırakıp birçok memurun gitmemek için gayret gösterdiği,
Devreye torpil mekanizmasını sokmaya çalıştığı ,
Hatta istifa  ederek gitmediği yerlere bizler gideriz.
Hatta oralarda canımız pahasına terörle mücadele ederiz.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarında vatan için, milletimizin güvenliği için şehit olanlar da biziz. Şehitlik ve gazilik bizler için onurdur, bunu böyle biliriz.

Bizleri dualar ederek bekleyen,
Arkamızdan her gün göz yaşları döken sadece eşlerimiz, çocuklarımız ve de birkaç sevenimiz vardır. Kaçınızın çocukları, eşleri “Kocam şehit mi oldu?”,”Babam şehit mi oldu?” diyerek  haberlerde her gün ölüp ölüp dirilmiştir? Kaçınız bu duyguyu anlayabilir?

Ankara’dan, İstanbul’dan birçok kişi ahkam keserek, malum TV kanallarında boy göstererek masa başında sözüm ona ülkeyi kurtarırlar. Soruyorum sizlere : “Kaloriferli evlerinde sıcacık  yatarken acaba kaç kişi dağlarda yorganı kar olan, yağmur olan,
Dondurucu soğuklarda günler süren operasyonlardaki askerlerin halini düşünmüştür?”
Kaçınız bırakınız ayları, bir haftayı, bir gece dahi o bölgede dağlarda kalma cesaretini gösterebilir? Bırakın dağlarda mücadele etmeyi o bölgede seyahat etmekten dahi korkar birçok kişi.

Evlatlarınız askere gidince dönünceye kadar geceleri dahi kabuslar görenler,
Evlatları askerden döner dönmez hemen her şeyi unutmaz mı?
O bölgeye çocuğum, eşim gitmesin diye kaç kişi torpil bulmaya çalışmıştır. Açık yüreklilikle söyler misiniz lütfen. Ama söz konusu vatan olunca  mangalda da kül bırakmayanların kendi çocuklarının askere gitmesi söz konusu olunca “Bedelli Askerliği” seçtiklerini veya “Çürük”  raporu aldıklarını basından takip ediyorsunuzdur herhalde.
Yeri geldiğinde “Allah bize de şehit olmak nasip eylesin” diyenler de sahi kimler?
Masa başında oturarak şehit olanları ben hiç görmedim.
Unutmayınız ki, terörle mücadele etmek herkesin değil ER kişilerin işidir.

Terörle mücadele elbette İMAN ister, YÜREK ister,
VATAN ve BAYRAK sevgisi ister, KAHRAMANLIK ister.
Dikkat ediniz DANTELLİ KEFENLER giyerek meydanlarda gezmek birilerine,
Kanlı üniformalarıyla defnedilmek askere nasip oluyor.
Unutmayınız Allah şehitlik mertebesini herkese nasip etmez.

İftiralarla, kumpaslarla hapislerde çürüyenler bizler,
Müslümanlığı alet ederek güç sahibi olmak isteyenlere inananlar sizlerdiniz.
Askere iftiralar atılırken toplum tarafından, hatta bazı komutanlarımız tarafından sahip çıkılmayan da bizler değil miyiz?
Evet evlatlarımız göz yaşları dökerken, eşlerimizin göz yaşı pınarları kururken, kahpece iftiralara maruz kalanlar da bizleriz elbette.

Malum kesimlerin planları ile bunların destekçilerinin “Ülke bağırsaklarını temizliyor.“ nidalarıyla, PKK’lı teröristlerin tanıklıklarıyla hapse atılanlar da bizleriz. Bunlar Allah’tan da  korkmadılar, kuldan da utanmadılar. PKK’lı teröristlere dahi yapılmayan,
Sabah’ın 4’ünde evlerimiz basılarak çocuklarımızın göz yaşları içinde ve de “babaa babaa” diyen haykırışları ile götürülenler de yine bizleriz.
Çocuklarımızın oyun CD’lerine el koyanları,

  • Getirdikleri kendi üretimleri olan suç delillerini evlerimize yerleştirip “işte bulduuk, işte bulduuk “diye kıçlarını yırtanları

ne de çabuk unuttunuz değil mi?

FETÖ’cülerin devlet kurumlarında, özellikle Silahlı Kuvvetler ile yargıda yaygınlaşmasının sorumluları kimlerdi?
Bu kişiler kimlerin siyasi desteği ile biz masum askerlere, kader arkadaşlarımıza alçakça  operasyonları yaptılar? Bunu asla dile getirmezsiniz.
Orduyu milletten ayırmaya çalışanlara ses çıkarmadınız.
Yandaş medyanın “zalim ordu”, “dinsiz ordu”, “darbeci ordu” iftiralarına da ses etmeyenlerdiniz.
O dönem kaçınız bize, askerine sahip çıktı ki? Silahlı Kuvvetlerin o dönem aldığı yara bugün hala devam etmektedir. Bu yaranın iyileşmesi de yıllar ama yıllar alacaktır.

Bu çirkinlikler yaşanırken, çirkin iftiralara maruz kalan silah arkadaşlarımıza sahip çıkmayan komutanların kimler olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Hapse atılan arkadaşlarımızın ailelerine de nasıl sahip çıkılmadığını,
Sadece moral için dahi olsa ziyaret dahi edilmediklerini yaşayarak bilenlerdeniz.
Bu mu silah arkadaşlığı, bu mu kader arkadaşlığı?

“Atatürkçü subayları tasfiye etmek için”  bir ay içinde KADRO DEĞİŞİKLİĞİ yaparak Güneydoğu ve Doğu’nun birçok alakasız yerine “ihtiyaç olmadığı halde” Albay kadrosu açıp  buralara Albay’ları gönderip emekli olmaya zorlayan komutanlarımıza ne dersiniz?
Yazıklar olsun, yazıklar olsun ,yazıklar olsun. Biliniz ki unutmadık bunları.
Unutmadık, unutmayacağız. O komutanlar bugün tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar.

Tatbikat ve gece eğitimlerinde, Çoğu kez hafta sonu tatillerinde ,
Hatta birçok tatil günlerinde ilave hiçbir ücret almadan çalıştığımızı biliyor musunuz?
Güneydoğu’daki görevlerimizde de hiçbir ilave mesai ücreti almadan çoğu zaman 8 saat değil 24 saat görev yaptığımızı,
Karakollarda Mehmetçikle yatıp Mehmetçikle kalktığımızı kaçınız bilirsiniz, söyleyiniz kaçınız?
Dini bayram tatillerinde sizler ana, baba ziyaretlerinde şehir dışlarında,
Bizler kahraman Mehmetçiklerimizle bayramlaşmak için kışlalardayız.

Güneydoğu’daki birçok görev yerine, her defasında eş ve çocuklarını batıda yalnız başlarına  bırakarak giden,
Bu  görev yerlerimizde eş ve çocuklarımızın hasreti ile yıllarca görev yapanlar da bizleriz.
Çocuklarımıza çoğu kez hem analık hem de babalık yapan,
Onların her türlü sıkıntılarıyla tek başına ilgilenmeye çalışan,
Kimsesizliklerini kimselere anlatamayan gözü yaşlı eşlerimizin ruh halini kaçınız anlar?

Küçük olup da babasının yüzünü  unutan çocuklar,
Geceleri yalnızlıktan korkan eşler,
Bir türlü geçmeyen geceler,
Küçücük çocuklarının nefesinden cesaret almaya çalışan görünmez kahraman olan eşler,
Ana, baba ve yakınlarının cenazelerine dahi yetişemeyen bizler.

Çok sık yapılan tayinlerden dolayı sık sık okul değiştirir çocuklarımız. Her gittiği okula ve arkadaşlarına adapte sorunu yaşar çocuklarımız. Eğitim durumu olumsuz etkilenen çocuklarımız. Bütün bunlar ve baba özlemi ile Psikolojisi bozulan yine bizim çocuklarımız, yine bizim çocuklarımız.

Orduevlerine girebilmek için maaşlarımızdan her ay para kesildiğini,
Emekli subayların yıllık bandrol parası ödemeden orduevlerine alınmadığını,
Çocuklarımız evlenir evlenmez jet hızıyla askeri kimlik kartları iptal edilerek orduevlerine alınmadığını kaçınız bilirsiniz?
Acaba bu jet hızı ile askeri kimlik kartı iptalini sağlayanlar Ordu içindeki FETÖ’cü subay, astsubayları tespit etmede neden bu jet hızı reaksiyonu göstermediğini de sarmak gerekir.

Her kurumun mesleklerinden dolayı birçok maddi avantajları, sosyal tesisleri olmasına rağmen  onlara ses çıkarılmazken Orduevleri’nde içtiğimiz bir bardak çayın parasını bile vicdansızca eleştirmez misiniz?
Sizlerin çok büyük bir bölümü mesleğe bir yerde başlar.
En fazla bir iki yer değiştirdikten sonra emekli olurken, bizlerin meslek hayatı boyunca 10-11 defa tayin gördüğümüzü,
Her tayinde eşyalarımızın zarar görüp birçoğunu attığımızı hiç dile getirmezsiniz.
Bir evin kaç günde toplandığını, çekilen o sıkıntıları kaçınız bilir ki?
Tayinlerde devlet asla ve asla evden eve nakliyat parası bize ödemez.
Gittiğimiz yerde ev bulana kadar ailece kaldığınız otel parasını da bize ödemez.

Eğer lojman puanımız yeterli ise bütün memurlara tanınan haklar gibi bizler de lojmanda oturabiliriz. Ancak puanı yeterli olmayan bir subay hangi rütbede olursa olsun asla lojmanda oturamaz. Dışarıda oturan silah arkadaşlarımız da terör örgütlerinin hedefidirler. Haberlerde ise dışarıda oturan asker kişilerin şehit edildikleri, ya da saldırıya maruz kaldıkları ya hiç söylenmez ya da şöyle böyle geçiştirilir.

Birçok kişinin utanmadan “subaylar bedava lojmanlarda oturuyorlar, hatta elektrik, su ve yakıt  ücreti ödemiyorlar.” demeleri ise bizleri kahreder. Unutmayınız ki bunların paralarının hepsini kuruşu kuruşuna öderiz. Şu anda birçok yerde askeri lojmanlar çok eski, kırık dökük ve de bakımsızdır. Eğer lojman çıkarsa buraları kendi paramızla adam etmeye çalışırız.

Kantinlerimizden aldığımız ürünlerin ücretini ödeyerek alış veriş ederiz. Sivildeki bazı kişiler kantinlerden ücret ödemeden ürün aldığımızı vicdansızca dile getirirler. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olursan, hele ki art niyetli olursan böyle dersin. Yazıklar olsun demekten başka bir şey diyemiyorum.

Puanı yetmeyen birçok subay askeri kamplarda kalamazlar. Kendilerine o yıl kamp çıkanlar ücreti mukabilinde kalırlar. Bu kamplardaki fiyatlarda birçok kurumun aynı ayardaki sosyal tesisinden pahalıdır. Kamptan bir kez yararlandığınızda yıllarca kamp çıkmadığını kaçınız bilir?
Eğer kampa günübirlik yatılı olmayacak şekilde gidecekseniz, öyle ücret ödemeden bedava  asla giremezsiniz. Orduevleri’nde de dışarıdaki otellere yakın oranda ücret ödeyerek “EĞER YER VARSA” kalabiliriz. Ama şunu da biliniz ki, çoğu zaman gittiğinizde yer yok derler. Bunlardan hiç haberiniz var mıdır? Diğer meslek gruplarının kampları, kantinleri, otelleri ise nedense
hiç de gözünüze batmaz.

Ayrıca güneydoğu görevlerimiz esnasında çift maaş aldığımız “YALANLARINI“ söyleyenlere  de yazıklar olsun diyorum. Her ay kendi maaşlarımızdan OYAK’a para kesilir. OYAK’tan aldığımız parayı da hesaba katarak “Askerler emekli olunca fazla emekli parası alıyorlar” diyerek göz dikenlerin vicdanları sızlamaz mı? Hiç utanmaz mı? OYAK’taki paralar bizlerin
alın teri ile kazandığımız, maaşlarımızdan her ay kesilen birikimlerimizdir. Bu durum iyi bilinmelidir.

Birçok memura belli dönemlerde ilave maaş artışı, özlük haklarında iyileştirme yapılırken, bizim üvey evlat muamelesi gördüğümüzü de unutmayalım. Vatanı korumak söz konusu olunca “birinci hatta “ nimetler söz konusu olunca “ihtiyatta” olduğumuzu da gayet iyi biliriz .
Kısacası nimetlerde üvey evlat gibiyiz. Hangi asker ve onun eşi, çocukları, damatları, gelinleri, yakınları köşeyi dönmüştür? Söyleyen var mı? Ama bir de geçmişten bu yana birçok siyasetçilerimize, onların damatlarına, çocuklarına, gelinlerine, eniştelerine bir bakınız. Yeri gelince “Bal tutan parmağını yalar” dersiniz. Devletin malı bal değildir. Bunda fakir fukaranın kısacası herkesin payı  yok mudur?

Evet bizler buyuz, vatan için ölmeye hazır Harbiyelileriz.
Vatan söz konusu olunca bizim için her şey teferruat olur.
===============================================

Değerli Albay Ömer ERBIYIK,

İçinizi dökmekle iyi ettiniz.. Halkımız bu acı gerçeklerin büyük bölümünü bilmiyor olabilir.

Biz Ergenekon – Balyoz- Poyrazköy… vb. kumpasları taa başından fark ettik ve doğru konum alarak Kemalist subaylarımızı sahiplendik.

Kezlerce Silivri’ye geldik Ankara’dan..

Ankara’da SESSİZ ÇIĞLIK eylemlerinin neredeyse tümüne katıldık ve konuşma yaptık, uyardık, yol gösterdik..

web sitemizde sabahlara dek çalışıp makaleler – raporlar yayınladık.. Uyardık, çağrı yaptık..

Ancak 12 Mart ve 12 Eylül’de halkımız, bizim ailemiz çooooooooooooooook  ağır bedeller ödedi. Bunları da unutmak olanak dışı..

EMEĞE SAYGILI HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ, insan – yurt sevgisi, demokrasi, hoşgörü… hepimize gerek.

Ülkemiz için güzel eylediğiniz her şeye teşekkür ederiz.
Ancak yanlış ve hukuk dışına çıkanlar için hem özeleştiri dileriz hem de yargıda hesabının verilmesini..

Sevgi ve saygı ile. 07 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

  

Dil Derneği Konferansı : DEVRİM YASALARI – Sinan Meydan

Dil Derneği Konferansı – Sinan Meydan
DEVRİM YASALARI 

Merhaba,

Söyleşimizin konusu DEVRİM YASALARI, konuğu SİNAN MEYDAN
1924’te kabul edilen “Üç Devrim Yasası”nın amacı açıktır:

  • Laik eğitimle toplumu çağdaş dünya ile yarışa sokmak… Bilimsel doğruların ve sanatın ışığıyla, akla dayalı politikalarla, halkın özgür istenciyle çağdaşlaşma ve aydınlanma yolunda ilerlemek… Akılcı ve bilimsel olandan başka doğru tanımamak, inançla akılcı ve bilimsel olanı karıştırmamak… Aklın ve bilimin yol göstericiliğinde ulusal ve evrensel değerleri anlama, harmanlama becerisi kazanmak…

Biz şimdi çağdaşlaşmanın neresindeyiz? 
Devrim Yasalarını ve günümüzü konuşmak için bekliyoruz.

Figen Çakmakoğlu
Dil Derneği Genel Yazmanı

Tarih: 4 Mart 2018, Pazar   Saat: 16.00
Yer: Çankaya Belediyesi YILMAZ GÜNEY SAHNESİ
Maltepe Mahallesi Müjde Sokak No: 16  Çankaya-Ankara
(Maltepe Parkı karşısı, Maltepe Camisi çaprazı)
============================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin bu değerli çalışmasını duyurmak istiyoruz..
Sinan Meydan, üretken ve yetkin bir tarihçi.. Nesnel, yurtsever, bilimsel, yürekli.

Dil Derneği sebatlı, azimli Ulusumuzun Dili’ne, TÜRKÇEMİZE sahip çıkıyor vargücüyle.
12 Eylül yönetiminin ATATÜRK’ün vasiyetini çiğneyerek, İŞ Bankası paylarıyla gelir de sağladığı, Dernek statüsündeki kamudan bağımsız TÜRK DİL KURUMU ve TÜRK TARİH KURUMU‘nu birer devlet dairesine dönüştürmesinin üzerinden 30 yıldan çok zaman geçti.

Ordu’nun tepe komutanlarından oluşan bir yönetim nasıl böylesine ürkünç (vahim) bir hata yapabilir?? Üstelik Ülkenin kurucu – kurtarıcısının vasiyetini çiğneyerek! Gelen – giden sağcı iktidarlar da sorunu gidermek için adım atmadılar.. Ulusumuz, DİLİ için direniyor..

Lütfen DİL DERNEĞİ’ne destek verelim…

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

1 Mart tezkeresinin reddinin 15. yıl dönümü vesilesiyle yaptığım konuşma

1 Mart tezkeresinin reddinin 15. yıl dönümü vesilesiyle yaptığım konuşma

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Amerikan askerlerinin Türkiye sınırından Irak’a cephe açmasını öngören tezkerenin 1 Mart 2003 tarihinde TBMM tarafından reddedilmesinin 15. yıl dönümü vesilesiyle 22. dönem CHP milletvekillerinin katılımıyla düzenlenen toplantıda yaptığım konuşmada özetle şunları söyledim:

CHP grubunun 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi için o zamanki Genel Başkanımız Deniz Baykal‘ın önderliğinde yürüttüğü başarılı mücadelenin 15. yıl dönümünü gururla kutluyor ve Sayın Baykal’ın en kısa zamanda tam sağlığına kavuşarak ülkenin ve partimizin politikaları üzerinde yeniden etkili rol oynamak üzere aramıza katılmasını özlemle bekliyoruz.

Amerika’nın uluslararası hukuka aykırı olarak Türkiye üzerinden cephe açma girişiminin TBMM tarafından reddedilmesi bölge ülkeleri tarafından da sevinçle karşılanmış ve Türkiye’nin itibarını artırmıştır. Tezkere, Anayasamızın sadece uluslararası meşruiyet halinde yabancı askerlerin ülkemizin topraklarımıza davet edilebilmesine ve başka ülkelere gönderilmesine izin veren hükmüne açıkça karşıydı (AS: Anayasa md. 92/1). Zira böyle bir müdahaleye olanak veren bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı yoktu. Ayrıca böyle bir operasyon siyasi ve insani açılardan da büyük sakıncalar getirecek, orada 600,000’den fazla masum insanın ölümüyle sonuçlanan bir operasyonun sorumluluğunu Türkiye’nin de tarih karşısında paylaşması sonucu verecekti.

Irak’a yapılan müdahalenin öncülerinden olan o zamanki İngiltere Başbakanı Tony Blair, şimdi bu müdahalenin yanlışlığını kabul etmekte ve ülkesinin istihbarat örgütleri tarafından yanıltıldığını itiraf etmektedir. ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından Hillary Clinton, ‘bugün bildiklerimi o zaman bilseydim o müdahale kararına oy vermezdim’ diyor. Ne yazık ki, operasyonun esas sorumlularının bile yaptıkları yanlışları kabul etmelerine rağmen Türkiye’de hala keşke Meclis bu tezkereye olumlu oy verseydi diyenler, yani yanlışa ortak olmamanın üzüntüsünü çekenler var.

Tezkerenin oylamasından önce yapılan görüşmelerde Amerikalıların Türk askerlerinin Kuzey Irak’a yapacakları operasyonda o bölgedeki PKK varlığının tümüyle tasfiyesine karşı çıktıkları, hatta teröristler ateş açmadıkça Türk askerlerinin ateş açmasını istemedikleri Fikret Bila’nın yazdığı ‘Ankara’da Irak savaşları’ başlıklı kitapta yer alan muhtıra’da yer alıyor.

1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra bazı Amerikalı yetkililer bu kararın alınmasının sebebini askerlerin Meclise liderlik yapamaması olduğunu ileri sürdüler. Yani bir yandan asker siyasete karışmamalı diyeceksiniz, bir yandan da Meclisin kararını etkilemedikleri için askerleri eleştireceksiniz! İşte böyle çelişkiler yaşandı.

Bugün bölede yaşanan gelişmeler, bizim 1 Mart tezkeresini reddetmekle ne kadar isabetli bir tutum sergilediğimizi kanıtlıyor.

ABD’nin o zamanki Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, bundan sonra Türkiye Amerika’yla iyi ilişkiler sürdürmek istiyorsa “Amerika için iyi olan neyse Türkiye için de iyi olan odur” demesi gerektiği söylemişti. Bu sözler, Atatürk’ün önderliğinde tam bağımsızlık ilkesini benimsemiş olan Türk milletinin duymak bile istemediği sözlerdir.

1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Dubai’de Devlet Bakanı Ali Babacan ile ABD Hazine Bakanı Snow arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre ABD Türkiye’ye 1 milyar dolar hibe veya 8 milyar dolar kredi verecek, buna karşılık Türkiye de Kuzey Irak’ta ABD’nin politikalarına uygun hareket edecek ve o bölgeye askeri harekatta bulunmayacaktı. Biz CHP olarak, Cumhuriyet tarihinde para karşılığında siyasi taviz verilmesi anlamına gelen hiçbir antlaşma imzalamadığımızı söyledik ve buna şiddetle karşı çıktık. İktidar geri adım attı ve anlaşmayı onay için Meclise getiremedi.

Daha sonra 2005 yılında AB ile Kıbrıs konusunda imzalanan bir antlaşmaya da CHP olarak itiraz ettik ve bu antlaşma onaylanırsa bunun Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs Devleti olarak tanımamız sonucunu doğuracağını söyledik. Hükmet bu uyarımız üzerine anlaşmayı onay için Meclis sunmaktan vazgeçti.

Ermenistan‘la imzalanan ve Türkiye’nin değil esas itibariyle Ermenilerin görüşlerini yansıtan antlaşmaya da itiraz ettik. Hükumet o antlaşmayı da onay için Meclise sunamadı.

İşte bu örnekler sayıca çoğunlukta olmayan bir muhalefet partisinin etkili bir siyasi mücadeleyle nasıl sonuç alabileceğini gösteriyor:

Bugün de ülkemizde ve bölgemizde yaşanan ve Türkiye’nin güvenliği ve temel çıkarları açısından büyük önem taşıyan gelişmelerin önlenmesinde CHP’ye büyük görev düşüyor. Partimizin ancak o zamanki ruh ve mücadele gücüyle bu zorlukların üstesinden gelebileceğini düşünüyorum. 1 Mart tezkeresini reddeden arkadaşlarımıza ve bütün partililerimize bugün de büyük görevler düşüyor. Ancak birlikte hareket ederek bu güçlükleri aşabileceğimize inanıyorum.

Saygılar, sevgiler.
==============================================
Dostlar,

1 Mart 2003, Türkiye tarihi bakımından önemli bir kırılma noktasıdır. O tarihte biz Edirne’de idik ve ADD Genel Merkezi’nin Yönetim Kurulu üyesi idik, Marmara Bölgesinden de sorumluyduk. Bölgedeki duyarlı siyasal partileri, örgütleri, kesimleri.. ADD öncülüğünde toplamış ve bir savaşım yolu çizmiştik. Girişimci kurul adına TBMM’deki 550 vekile mektup yazmak biz düşen görev oldu. Sabahlara dek çalışmış ve oluşturulan içeriği 550 vekilin e-ileti adreslerine yollamış, Edirne’de ve bölgedeki yerel – bölgesel basınla paylaşmıştık. 1 Mart 2003 günü TBMM genel Kurulu Hükümet tezkeresi görüşülürken tüm Türkiye nefesini tutmuştu.

Başbakanlıktan gelen izin istemi yazısında, sayısı 65 bini aşan ABD askerlerinin güneydoğuda ağır silahları ile pek çok noktada konumlanmalarını ve oradan Irak’ı işgal etmek üzere uygun gördükleri bir plana ve takvime göre Irak’ın kuzeyine geçmelerini öngörüyordu. Bu kapsamda onbinlerce ABD askeri, ağır silah donanımları, lojistikleri ile diledikleri kadar ülkemizde kritik noktalarda kalabileceklerdi. Bu, varolanlara ek yeni ABD üsleri anlamına da gelir ve hatta TÜRKİYE’nin AÇIK – ÖRTÜK İŞGALİ demektir!

Henüz Erdoğan AKP’nin başına geçmiş değildi dolayısıyla Başbakan da değildi. TEK ADAM rejimi henüz söz konusu değildi. AKP’li vekillerden 100 dolayında insan vicdanının sesini ve kamuoyunun uyarılarını dinledi – dinleyebildi ve “red” oyu verdi. TBMM’de 2 parti vardı; AKP’nin vekil sayısı 361, CHP’ninki 178’di. Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. maddesi gereği 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için Tezkere dört oy eksikle reddedildi. Erdoğan çok ezik ve mahcuptu! 2 hafta kadar sonra Başbakan olabildi. Başbakanlığının 2. haftasında ise, başlatılmış olan Irak işgali nedeniyle ABD askerlerine dua etti ve başarı diledi! O denli ezikti ABD’ye karşı. ABD’den Paul Wolfovitz‘e yazdığı mektup ile Türk Genel Kurmay Başkanı ile görüşebilmesi için randevu ayarlanmasını bile isteyebilmişti. Ne de olsa o zamanlar iktidara hazırlanıyordu. ABD’ye gezisinde Devlet Başkanı – Başbakan protokolü uygulanarak kırımızı halılarla karşılanmış ve gerekli mesaj ABD diplomasisi ile dünyaya verilmişti. Erdoğan derin minnet borcu altındaydı ve Wall Street Journal‘da yayınlanan “ünlü” demecini verdi :

“We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.” By Recep Tayyip Erdogan
The Wall Street Journal March 31st, 2003
ve 21st April 2003, Washington Post
https://www.youtube.com/watch?v=39fzdsGsHEE

ABD -sözde- Türkiye’nin bu kendini bilmez başkaldırısını bağışlamamış ve 4 Temmuz 2003’te Irak’ta Süleymaniye yakınlarında 11 askerimizi başlarına çuval geçirerek tutsak almıştı.. Yarı diplomatik militer ya da militer – diplomatik yolla Türkiye’ye misillemede bulunmuştu. O zaman kamuoyunda ABD’ye nota verilmesi istemi CHP / Baykal tarafından istendiğinde, Başbakan Erdoğan;

  • “Ne notası veriyoruz… müzik notası mı bu?” buyurmuştu..

3 Mart 1924 Devrimlerinin 94. yılında salt bu 3 görkemli devrim değil, tüm Cumhuriyet devrimleri bütün olarak ve ne yazık ki iktidar tarafından kuşatılmıştır ve 2023’e dek “hesabın görülmesi” hedeflenmektedir. Yaşadığımız, artık eylem aşamasında olan net – açık – kararlı ve saldırgan bir Cumhuriyet düşmanı karşıdevrimdir..

Eğitim sitemi en başta vurulan sektördür.. Anaokullarına dek dinci dayatma sürmektedir.
İmamhatipleştirme büyük boyutlardadır ve dolaylı – açık dayatmalarla sürdürülmektedir. Kadınlar, geçelim türbanı, kara çarşaflara sokulmaktadır. O denli ki, ilkokullarda kara çarşaflı öğretmeler bile görevdedir. Eğitim dinci tarikat – vakıf cemaat – yurtlara ihale edilmiştir.

  • Alevilerin hakları kesinleşmiş birkaç AİHM kararına karşın tanınmamaktadır.
  • Yine zorunlu din dersleri kesinleşmiş birkaç AİHM kararına karşın zorla dayatılmaktadır.

Yobazlar devletin TRT’sinde, öbür kanallarda salt dinci gericilik yapıp hurafe yaymakla kalmamakta, cihat ve toplu öldürme niyetlerinden söz etmektedir.
DİB militanca iktidarın dinci planlarına hizmet etmekte, İslamın salt Hanefi mezhebini tüm topluma kendi yorumuyla “din bu” diye pazarlamaktadır.
Bebeklere dek inen tecavüz iğrençlikleri, kadına yönelik şiddet hatta cinayetler, genel olarak toplumda her tür yolsuzluk, ahlak dışılık, kokuşma, yoksulluk, işsizlik… ağır bunalımlardır.

Oysa Cumhuriyet devrimleri kararlılıkla uygulansa idi günümüzde gündem böylesine lanetli olmayacaktı. Kaynanasından, anasının dizinden, eşofman giyen kız çocuğundan tahrik olan, kendini kızını severken bile şehvetine yenilen, 6 yaşında çocukla evlenme fetvası veren arkaik yarasalar olmayacaktı. Onlar da uygarlaşacak, gerçek dinlerini öğrenebilecek, sosyalleşerek dürtü denetimi yetisi kazanacak, DİNLERİN GERÇEK HEDEFİNİ kavrayarak yorumlayabileceklerdi. Yazık oldu Türkiye’ye, Türk Ulusuna.. Birkaç onyıl geriye savrulduk.

Sonuç olarak; son 15+ yıldır AKP eliyle dayatılan bu tam karşıdevrimi Ulusça ve daha çok gecikmeden sonlandırmak zorunlu olmuştur ve bu bir halkın tarih önünde meşru savunmasıdır!

Sevgi ve saygı ile. 02 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasaları salt Türkiye’nin değil, gerçekte uygarlık tarihinin de önemli dönemeçlerindendir. Her yıl özenle anımsanması, korunması ve sürgit korunarak yaşama geçirilmesi diyalektik bir tarihsel zorunluktur. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile 15+ yıldır giderek tırmandırılan ve “beraber yürünen”, “seçim ittifakı ile beraber yürünmesi tasarlanan” bir karanlık serüvenle tam bir karşıdevrim süreci Türkiye’mize dayatılmaktadır. Halkımız – Ulusumuz çıplak gerçekleri görmektedir ve kendisini özgürleştiren – insanlaştıran eşsiz Atatürk Devrimleri‘ne mutlaka sahip çıkacaktır. 3 Mart 2014’te aşağıdaki önemli makaleyi yayınlamıştık. Önemini ve güncelliğini koruyor, izninizle bir kez daha paylaşmak istiyoruz. Hem 3 Mart 1924 devrimcilerini başta Gazi Mustafa kemal ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarını önlerinde saygı ile eğilerek selamlıyor hem de saygın aydınımız – dostumuz Hüsnü Merdanoğlu‘na şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu Devrim Yasaları çok iyi anlaşılmalı ve sahiplenilmeli ve uygulanmalıdır;
çünkü Anadolu Rönesansı‘nın köşetaşlarıdır

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================================

Çok değerli arkadaşımız Sayın Hüsnü Merdanoğlu, gerçek ve engin birikimli
yurtsever bir aydınımızdır. Aşağıdaki yazısı son derece öğretici ve düşündürücüdür.

“3 Devrim Yasası”,

  • Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde gerçekleştirdiği
    eşsiz Çağdaşlaşma Devrimi’nin kritik dönemeçlerindendir. 

Devletin başı olarak 7 yıldır Çankaya’da oturan kişi (Abdullah Gül), ülkemiz tarihi bakımından
son derece önemli, tarihsel belleği tazeleme ve yaygın kitlelere devrim tarihi bilinci kazandırma bakımından bu çok önemli fırsatları neden kullanmaz?? Niçin kamuoyuna aydınlatıcı açıklamalar yapmaz 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi??

Niçin yüksek korumalarında uluslararası bilimsel toplantılar düzenle(t)mez,
açış konuşmalarını yapmaz ve çıktılarını kitap – DVD vb. araçlarla kalıcılaştırmaz??

Bütün bunlar, Türkiye’yi 11 yıldır yöneten ve tüm burçlarını ele geçiren siyasal kadroların, Büyük Atatürk ve O’nun ideolojisi ile derin – onmaz sorunları olduğunun sürgit kanıtıdır.

Çok yazık olmaktadır Türkiye’ye ve eşsiz, Dünyaya örnek Çağdaşlaşma Devrimimize..

Bu karşıdevrimci AKP eylemi, vurgulayalım; apaçık bir insanlığa karşı suç niteliğindedir..

Ve Türkiye’nin ve tarihin devrimci birikimi, artık, bu “uzayan” engeli de aşmasını bilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 4 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Konuk yazar PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü MERDANOĞLU

ADD Yazı Kurulu Üyesi
3 Mart 2014
 

Osmanlı, dine dayalı (teokratik) yönetimi benimsediği için, Şer’iye (din) Bakanlığına
yer vermekteydi. Ankara Hükümeti de bir süre bu bakanlığı korumak zorunda kaldı.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi ile oluşan, Cumhuriyeti onayan 2. TBMM,
3 Mart 1924’te Devletimiz için yaşamsal önem taşıyan 3 ayrı yasayı yürürlüğe koydu.

Bu yasalar:

429 sayılı; “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye Vekâletinin İlgasına Dair”
(Din ve Vakıflar ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın Kaldırılmasına Dair) Yasa,

430 sayalı; Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) Yasası,

431 sayalı; “Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın
Türkiye Cumhuriyeti Sı­nırları Dışına Çıkartılması” yasasıdır.

431 sayılı yasa, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet
mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
  hükmüne yer vererek; Cumhuriyet yönetiminde, halifeliğe yer kalmadığının
yasal dayanağını oluşturmuştu.

429 sayılı Yasanın 1. maddesi, günümüz Türkçesiyle şu içerikte düzenlendi:

“İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bu­lunmak, TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir.”

Altında Atatürk’ün imzası olan bu yasa hükmüne dikkat edildiğinde;

  • Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) verilen görevin;
  • İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri
    dini kuruluşların idaresi” 
    ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Ne var ki, Atatürk’ten sonra Kemalizm’in kuşatılması ve Cumhuriyetin
temel yasalarının içeriğinin yozlaştırılması sürecinde DİB yasası yeniden düzenlenmiş ve bu konudaki 633 sayılı Yasanın 1. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:

“İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile il­gi­li işleri yürütmek, konusunda toplumu aydınlatmak ve iba­det yerlerini yönetmek.”

Böylece DİB verilen “toplumu aydınlatma” göreviyle, fetva yetkisi tanınmış,
bir anlamda siyasetin içine çekilmiştir.

Öte yandan; Osmanlı yönetimi her ne denli, son dönemde Batı anlamında tıbbiye ve harbiye okullarını açmış ise de, eğitimde medrese ve yabancı okullar çoğunlukta idi.
Bu durumun farkında olan “Kurucu Baba” Mustafa kemal Atatürk,
henüz sıcak savaşın sürdüğü koşullarda (16 Temmuz 1921’de) Maarif Kongresini toplamış ve burada yaptığı konuşmada:

  • “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen bütün etkenlerden tamamıyla uzak, ulusal karakterimize uygun bir eğitim sisteminin uygulanmasına..” duyulan gereksinimi dile getirmişti.

Kurtuluştan sonra Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemde olan ulusal ve çağdaş eğitimin temelleri atılmaya başlanıldığında, “Eğitim Andı” olarak bilinen metin,
bir genelge ekinde duyurulmuştur. Söz konusu genelgede eğitimin amacı;

  • “Toplumsal yaşamda, dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” cümleleriyle özetlenmişti.

Gerekçesinde;

“… 2 tür eğitim bir memlekette 2 tür insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır.” vurgusu yapılan,
öğretim birliği (tevhid-i tedrisat) ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte;
Osmanlı döneminde geçerli olan ikili yapının ortadan kaldırılması hedeflenmişti.

Böylece; ulus-üniter devlet kurmak ve bunu korumak zorunda olan ülkemiz de,
hem eğitim hem de kültür yönünde, çağdaşlığa yönelmenin yasal zemine kavuşmuştu.

Eğitimin amacı ve verilecek derslerin içeriği;

  • geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” olduğu için,

bu amaç doğrultusunda, çoğunluğu İslami kurallara bağlı toplumumuz için gerekli
imam-hatiplerin yetişmesine 430 sayılı Yasa’nın 4. maddesi olanak tanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini almaya yönelik olarak öbür devrim yasaları ile birlikte, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konulan yasalar sayesinde ve hepsinden önemlisi; Kemalist ilkelere bağlı yönetim sayesinde çağdaş Türkiye’ye kavuşmaya yönelmişti.

Atatürk’ün yönetiminde ve Kemalist hedefler doğrultusunda yoluna devam eden Türkiye, Batı devletlerinin Rönesans ve Reform ışığında yüzyıllarda gerçekleştirdiği başarıları birkaç yıla sığdırmayı başarmıştır (bkz. dipnotu).

Cumhuriyetin erdeminin ayrımında olmayan ve bu gelişmeyi içine sindiremeyen Osmanlı kalıntıları sinsi çabalar içinde iken, Batılı tarafsız yazarlar

  • Türkiye’yi devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve
    Sovyet Dev­rimi’nden daha ileride bulmuşlardır.

Onlara gö­re; Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’ den başka hiçbir ülkede bu denli köktenci bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız İhtilali, si­ya­sal kurumlar arasında sınırlı kalmış, Sovyet Devrimi sos­yal alanları sars­mıştır.

Yalnızca Türk Devrimi, siyasal kurum­ları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları,
aile ilişkilerini, ekono­mik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve
bun­ları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenile­miş­tir.

Her değişim yeni bir değişime neden ol­muş, her ye­nilik bir başka yeniliğe
kaynaklık etmiştir. Ve bunların tü­mü­nün halkın yaşamında yer tutmuştu.

Egemen güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu olduğu coğrafya, coğrafi, stratejik,
yer altı ve yerüstü zenginlikleri yönden olağanüstü üstünlüklere sahip olduğunun ayrımında oldukları için, Türkiye’yi çok kısa zaman diliminde yeryüzünün en saygın konumuna yükselten Kemalizm’in önünün kesmenin sinsi çalışmasını yürütmekte idiler.

– Köy Enstitülerinin kapatılması,
– Halkevlerinin yok edilmesi,

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak”içerikli eğitim anlayışının yozlaştırılması ve

NATO’nun,
Dünya Bankası’nın,
IMF’nin ve
benzeri kökü dışarda kuruluşların Türkiye’ye yerleşmesi,

Kemalizm’i dondurması bu çabalar sonrasında oldu.

Düşündürücü olan ise; Türkiye’yi yönetenlerden daha çok, Türkiye’de gözü olanlar Türkiye’nin farkında idiler.

3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasaları ile Cumhuriyet’in niteliği belirlendi.
Buna göre; çağdaş dünyaya erişmek, onları da geçmek için çağdaşlığın vazgeçilmesi olan laik eğitim sistemine yer verilmiştir.

Bugün Türkiye’nin;

-Uluslararası bir saygınlığı var ise,
-Bölgesinde güçlü bir konuma sahip ise
-Avrupa Bilirliğine tam üyelik için başvuruda bulunulmuş ise

Hiç kuşkusuz 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının yadsınamaz katkıları olduğundandır. Bugün Türkiye,

-Bölgesinde kimi tehditlerle karşı karşıya ve uluslararası kuruluşlarca kuşatma altına alınıyor ise,
Avrupa Birliği’ne tam üyelik, verilen tüm ödünlere karşın geçekleşmiyor ise,

Daha da önemlisi günümüzün Türkiye’si, Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası saygınlığını koruyamıyor, komşuları ile sorunlar yaşıyor ve bölgesinde hak ettiği; ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğe sahip değilse…

Bilinmeli ki; Kemalizm’in yasal dayanağını oluşturan, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının ilke ve amaçlarından uzaklaşılmış olmasındandır.

Dünyanın merkezinde kurulu olan Türkiye’nin, bölgesinde etkin ve saygın bir ülke olma özelliğine kavuşması ve bu saygınlığının sürekli olması için;

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” hedefli eğitimi gerçekleştirecek
siyasal kadrolara şiddetle gereksinim bulunmaktadır.

A. Saltık’tan dipnot     :

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee der ki;

“Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

MİLLİ VE YERLİ BEKA – DİRİLİŞ VE ÇIKIŞ

MİLLİ VE YERLİ BEKA – DİRİLİŞ VE ÇIKIŞ

Av. Nurullah AYDIN
1 Mart 2018-ANKARA

Türk Milleti’ne kin ve nefret kusan ihanet yapılanmaya ve sinsi hain işbirlikçi güce karşı mevcut partilerle, lider ve kadrolarla sonuç  alma olanağının kalmadığı ortaya çıkmıştır. Aydınlar, siyasetçiler, gazeteciler, gaflet ve dalalet içindedir. 

Millet adına, ülke adına, herkes için konuşmaları gerekir. Konuşmuyorlar, halkın içinde görülmüyorlar. Cesaretsiz, pısırık, mıymıntı tiplere dönüştüler..

Kimileri; konuşarak, kimileri yazarak, herkes çalışıyor. Ancak; kimliksiz, kişiliksiz yalancılar, riyakarlar, işbirlikçiler, dönekler, liboşlar, daha etkin olmaya devam ediyorlar.

Çağdaşı; kimliksiz kişiliksiz yaşamakta.
Milliyetçisi; sloganlara takılı kalmış okuma, öğrenme, anlatma sıkıntısında.
Solcusu; yüzyıl öncesinin kavram tartışmasında, toplum değerlerine yabancı
Liberali; küresel sermayenin sözcülüğünde, sömürü peşinde.
Zengini; zevk ve safa içinde servetine servet katmakla meşgul.
Fakiri; çaresiz, yardım alma peşinde.
Döneği; nemalanma peşinde.
İşbirlikçisi; efendilerinin emirlerini yerine getirmede hata yapmama çabasında.
Dincisi; din istismarcılığı yaparak dünya zevki ile meşgul.
Milletvekili, bürokratı; oh yan gel de yat cümlesini tekrarlamakla meşgul.
Rejim baronları, ideoloji baronları, çağdaş baronlar, din baronları, cemaat baronları dünyalıklarla meşgul.
Askeri; düşman kim, nerede arayışı ile şaşkınlık içinde.
Toplum, yetmiş fırkaya bölünmüş ama çekişme ve tepişme devam ediyor.
Bozuk düzen; insanların şaşkınlıkla izler hale geldiği acı gerçekler düzeni’dir.
Bozuk düzenin çanak yalayıcıları, Bozuk düzenin haram rantlarına talip olanlar,
Bozuk düzenin kirli nemalarından yararlananlar, Bozuk düzenin haram kemiklerini yalayanlar,
Bozuk düzenin ganimetlerinden nasiplenenler, Bozuk düzen çok kötü diyenler,
Bozuk düzen yıkılsın, yerine iyisi gelsin diyenler,
Bunların çoğunun şimdi sesleri solukları çıkmıyor.
Bozuk düzenin zehirli nimetleri onları semirtti.
Haram yiyiciler, devletin milletin, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yemeye devam ediyor.
Yağma, talan, vurgun gece gündüz devam ediyor.
Otuz yıl önce içmeye ayranı olmayanlar bugün yedi yıldızlı hayat sürüyorlar.
Kokuşmaya, yolsuzluklara, haksızlıklara, haram yollarla zengin olmaya karşı muhalefet etmeyenler; aksine yalakalık, yağcılık, pohpoh, dalkavukluk yapanlar nitelikli ve dürüst vatandaş değildir, gerçek aydın değildir.

Sözümüz söz, kararımız karardır.
Türkiye Devleti’ni; milletin kanıyla, irfanıyla kurduk Dolayısıyla biz nigahbanız, bekçiyiz, sahibiz. Kimsenin endişesi olmasın. Bizim azımız çoktur. Önemli olan muktedir olmaktır. Biz her zaman muktedirdik, Türkiye insanı her zaman muktedirdir. Bu memleketi vatan bilen, bu milleti kendi milleti bilen herkes için konuşacağız. Herkesin hakkı, eşitliği için biz kendimizde söz hakkı buluruz.
Göz olup göreceğiz. Kulak olup dinleyeceğiz.
Dil olup anlatacağız. Kalem olup yazacağız. Ayak olup gideceğiz. 

Biz neyi anlatacağız? Garip-gurebaya, fakir-fukaraya, cahil-cühelaya, işbirlikçileri, dönekleri, liboşları, istismarcıları, kimliksizleri yani gerçekleri anlatacağız.
Biraz daha yüksek sesle, belki biraz daha çok, gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz.
Bizler; herkesin umutla beklediği o SES’iz. Bundan sonraki süreçte gereğini yapacağız.
Sözümüz yine söz. Biz Türk Milleti’nin SESİYİZ.
Bu ses, vatan sathında yankılanacaktır. 

Günün Sözü: Bilen, planlayan, sakin olan kazanır.
=========================================
Dostlar,Yürekli ve kararlı yazar, yurtsever hukuk adamı Sayın Av. Nurullah Aydın dostumuzun yazısını coşku ile paylaşarak yayınlıyoruz…

Evvvet, biz = AYDINLANMACILAR kazanacağız!

Sevgi ve saygı ile. 01 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ATAA Remembers the Victims of the Khojaly Massacre

ATAA Remembers the Victims of the Khojaly Massacre

Community Information Service
February 27, 2018 | #1074

ATAA Remembers the Victims of the Khojaly Massacre

 

The Assembly of Turkish American Associations (ATAA) mourns the victims of the Khojaly massacre, which claimed the lives of hundreds of Azerbaijani civilians from the town of Khojaly located in the Nagorno-Karabakh region of Azerbaijan.

As Human Rights Watch documented, between February 25 and 26, 1992, the Armenian Armed Forces and Russian 366th Motor Rifle Regiment massacred 613 Azerbaijani civilians, 106 of them women and 63 of them children. Armenian forces took hostage another 1275, torturing 56 to death; another 150 remain missing to date. Over 480 civilians were disabled through mutilation, 76 of them teenage boys and girls. Young girls were raped and sexually mutilated. Twenty-five children lost both their parents, while 130 children were left motherless or fatherless.

According to Human Rights Watch, the massacres occurred while Azeri villagers were fleeing as their town fell to invading Armenian forces. The Armenian invasion of western Azerbaijan continues to date, and has caused the displacement of 1.5 million Azeris.
Human Rights Watch stated, “We place direct responsibility for the civilian deaths with Armenian forces. Indeed, neither our report nor that of Memorial includes any evidence to support the Armenian argument that Azerbaijani forces obstructed the flight of, or fired on Azeri civilians.”
Markar Melkonian, the brother of Armenian American terrorist and Armenian forces leader, Monte Melkonian, boasted, “Khojaly had been a strategic goal, but it had also been an act of revenge.”
Serge Sarkisian, long-time Defense Minister and Chairman of Security Council of Armenia, proudly declared, “Before Khojaly, the Azerbaijanis thought that the Armenians were people who would not raise their hand against the civilian population. We were able to break that [stereotype]!”
The ATAA condemns the heinous acts of the Armenian Republic, in the Khojaly massacres, as well as subsequent similar massacres that occurred in Shusa and Lachin in May 1992, Kelbajar in April 1993, Agdere in June 1993, Agdam in July 1993, in Fizulu and Djebrail in August 1993, Kubatly in September 1993, and Zangelan and Goradiz in October 1993.
The ATAA calls upon the United States and international community to hold Armenian leaders accountable for these crimes, as well as for the refugee crisis that continues to date as Armenian forces occupy western Azerbaijan.
###

ATAA, representing 60 local chapters and 500,000 Turkish Americans throughout the United States, serves locally in Washington metropolitan area to empower the Turkish American community through civic engagement, and to support strong U.S. – Turkey relations through education and advocacy. Recognizing the importance of enhanced U.S.- Turkey relations to regional peace and security, ATAA works on creating a better understanding about the U.S. – Turkey partnership and the potential and challenges Turkey faces, with programs directed at decision makers, opinion leaders and the general public.

© Entire contents copyright 2018 by the Assembly of Turkish American Associations. All rights reserved.
This article may be reprinted without the permission of ATAA and free of charge under the conditions that the entirety of the article is printed without alteration to text, art or graphics,  the title of the reprinted or republished version attributes the article to ATAA, and the ATAA website link www.ataa.org is  included in the reprinted or republished version.Assembly of Turkish American Associations, 6003 Tower Ct., Alexandria, VA 22304
Dear readers of our website,

We enthusiasticly share the information note above to the world public opinion by The Assembly of Turkish American Associations (ATAA)

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onur Öymen : “Türkiye’nin kozları çok kuvvetli”

Dostlar,

Sayın Onur Öymen‘den aşağıdaki e-iletiyi aldık ve paylaşmak istiyoruz..
Kendisine çok teşekkür ederek.. Hem engin ve çok değerli birikimi hem de paylaşma enerjisi için..

Sevgi ve saygı ile. 27 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
*****

Bugünkü Milliyet gazetesinde Tunca Bengin’in “Türkiye’nin kozları çok kuvvetli” başlığıyla yayınlanan ve benim görüşlerime de yer veren yazının metni aşağıdadır.

Saygılar, sevgiler. 26.02.2018

Onur Öymen

Türkiye güney sınırlarını terör örgütlerinden koruma kararlılığını tüm dünyaya gösterdi, gösteriyor. Hedef dün El Bab’dı, bugün Afrin, yarın Menbiç, sonrası da Fırat’ın doğusu. Yani ülkenin bekasına yönelik tehdit ortadan kalkana kadar terörist temizliğine devam. O bakımdan kimse sınırınızı niye koruyorsunuz diyemez Türkiye’ye. Nitekim diyemiyor da… Ancak Türkiye’nin bu haklı mücadelesini engellemeye ya da uluslararası kamuoyunda farklı bir algı yaratmaya dönük ‘siviller öldürülüyor’ gibisinden kara propaganda, alçaklık diz boyu. Üstelik de söze geldi mi “terörle mücadele” diyen ama gerçekte eli kanlı teröristlere kol kanat gerenler ve onların maşaları tarafından. O nedenle de sahada ve masada gösterilen kararlılığın yanı sıra kamu diplomasisinde de daha aktif olmak gerekiyor. Özellikle de Türkiye’nin defalarca (AS: kezlerce) uyarılarına rağmen terör örgütü YPG/PKK’yla ilişkisini sürdüren sözde müttefik ABD’nin gerçek yüzünü anlatmak açısından. Ki bu noktada da Türkiye’nin elinde fazlasıyla koz var. Bunların bazılarını emekli Büyükelçi Onur Öymen sıralıyor:

“İnsan Hakları Örgütü’nün PYD ile ilgili raporu var. Bir heyet yollamışlar, fotoğraflar da çekmişler o raporda diyor ki; PYD işgal ettikleri birçok köyde evlerin tamamını yakmış, yıkmış ve böylelikle orada oturanların bir daha evlerine dönmelerini imkansız hale getirmiş. Bu uluslararası insani hukuk açısından bir suçtur ve bir savaş suçudur diyor. Bu çok önemli bir nokta ama bunu hiç kullanmıyoruz, oysa bunu kullanmak lazım. Kullansanız çok etkili bir silah PYD’yi savunanlara karşı.

ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, PYD ile PKK’nın içiçe olduğunu söylüyor. PYD’yi Kandil Dağı’nda PKK kurdu diyor. Osman Öcalan’ın bu konudaki sözlerine atıfta bulunuyor. Yine ABD Kongresine sunulan İstihbarat Komitesi’nin raporunda PKK ile PYD işbirliği içinde deniliyor. İngiliz Avam Kamarası’nda da açıklandı bunların bağları aynı şekilde. Yani bir başka kozumuz da bu bizim.”

Uluslararası platformda bu kozların etkili bir şekilde kullanılması gerektiğini belirten Öymen, devam ediyor:

“Her birinin konuşulacağı yer var. Mesela NATO Anlaşmasının 4. maddesine göre terör saldırısına falan muhatap kaldıysanız NATO Konseyini toplantıya çağırabilirsiniz.

  • Herkesin içinde bir terör örgütüyle işbirliği yaptığı için ABD nasıl savunabilir kendisini?

ABD’nin şu anda yaptığını dünya kamuoyu önünde savunmak mümkün değil yeter ki bütün insanlara anlatılsın. Kamuoyunun önünde kendinizi savunacak durumda değilseniz güç duruma düşersiniz, ister ABD olsun, ister başka bir ülke olsun.”

NATO’nun duyarsızlığını ve buna dönük tepkilerini Türkiye kezlerce dile getirdi, getiriyor zaten?

“Evet ama bizim hakkımız var, NATO’nun 4. maddesi gereği Konseyi toplantıya çağırabiliriz. O Konseyi toplantıya çağıracaksınız herkesin içinde anlatacaksınız oradaki gerçekleri, bakın ABD’nin terör örgütüyle işbirliği yaptığının kanıtları da bunlar diyeceksiniz. Bütün mesele kozlarımızı etkin bir şekilde kullanmak ve bunu yaparken yüksek sesle konuşmayacaksınız. Özde kararlı, üslupta yumuşak olacaksınız. Tezleriniz o kadar kuvvetli ki…”

TTB Raporu : AİLE HEKİMLİĞİ; NE DEDİLER – NE OLDU?

AİLE HEKİMLİĞİ: NE DEDİLER,
NE OLDU?

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Türk Tabipleri Birliği (TTB – Ankara Tabip Odası) meslek örgütümüzden çok değerli bir rapor daha yayımlandı. Bu rapor vesilesiyle, AKP’nin kökü dışarıda – güdümlü sağlık politikalarını irdelemek istiyoruz. 12 sayfalık özlü rapor şöyle başlıyor :
*****

Aile Hekimliği: Ne Dediler Ne Oldu?

Sağlıkta Dönüşüm Programının (SDP) önemli bileşenlerinden biri olan aile
hekimliği, yasal düzenlemeler yapıldıktan sonra 2005 yılında pilot uygulama
olarak Düzce’de başlatıldı. SDP’nin içerdiği sekiz bileşenden biri de “Yaygın, Erişimi Kolay ve Güler Yüzlü Sağlık Hizmet Sistemi” başlığı idi. Bu başlıkta 3 öge bulunuyordu:

1. Güçlendirilmiş Temel Sağlık Hizmetleri ve Aile Hekimliği,
2. Etkili, Kademeli Sevk Zinciri,
3. İdari ve Mali Özerkliğe Sahip Sağlık İşletmeleri.

Hastaneleri özerkleştirirken 1. Basamak sağlık kurumları olan Sağlık Ocaklarını
dönüştürmeyi de ihmal etmeyen SDP, aile hekimliği sisteminin 1. Basamakta yaşanan sorunları çözeceği iddiasındaydı. Ama beklenen olmadığı gibi varolan sorunlara yeni sorunlar eklendi.

Ne Dediler??

“Hastaların büyük çoğunluğunun sorunlarının 1. Basamakta çözülebilir olduğu ve hastane polikliniklerinin bu tür hastalarla dolu olduğunu biliyoruz. Sistemin etkili hale getirilmesi, hem hastanelerimizdeki gereksiz yığılmaları azaltacak ve tedavi hizmetlerinin kalite artışına hizmet edecek, hem de sağlık harcamalarındaki israfı azaltacaktır. Sevk sistemi tek yönlü bir yol
değildir. Tanı ve/veya tedavi için 2. veya 3. Basamak kuruluşlara sevk edilen hastaların çoğu, tedavinin devamı, izleme ve bakım için daha alt seviyedeki kurumlara geri gönderilmelidir. Hastaların kayıtlarını tutmakla sorumlu olan hekimin sevk ettiği hastasına 2. Basamakta verilen konsültasyon hizmetinin geri bildirimi tıbbi kayıt sistemini güçlendirecektir. Böylece bireylerin aile hekimlerince sürekli izlenmesi mümkün olabileceği gibi, kaliteden ödün vermeksizin daha kısa sürede ve düşük maliyetli sağlık hizmetinin sunumu mümkün olabilecektir.”
*****
NE OLDU ??

SDP’nin sevk sistemi iddiası çok kısa sürdü. “Hastanelerimizdeki gereksiz yığılmaları azaltacak ve tedavi hizmetlerinin kalite artışına hizmet edecek, hem de sağlık harcamalarındaki israfı azaltacak” sevk sistemi, 2007 yılındaki Genel Seçim öncesi kaldırıldı. 2008 yılı Kasım ayında Bayburt, Denizli, Isparta ve Gümüşhane gibi oldukça sınırlı nüfusa sahip illerde pilot olarak tekrar başlatılan sevk zinciri uygulaması, 15 gün sonra aile hekimliği birimlerine kayıtlı hasta sayısının çok fazla olması ve aile sağlığı merkezlerindeki işlerin içinden çıkılmaz hal alması nedeniyle ikinci kez tarihin tozlu raflarına kaldırılmış oldu.
*****
Koruyucu sağlık hizmetlerini güçlendireceği iddiasındaki SDP’nin aile hekimliği sistemi ile kızamık bağışıklama oranları %96-98 düzeyinde seyrettiği belirtilirken, 2013’te 7112 kızamık olgusu görüldü bu olguların 2931’inin aşısız olduğu ortaya çıktı. Sağlık Bakanlığı tarafından yapılması gereken aşı ile ilgili yasal düzenlemelerin yapılmaması nedeniyle “aşı reddi” sayısı giderek artarak tüm toplumu tehdit etmeye başladı. Yine, Sağlık Bakanlığı’nın pasif tutumu
nedeniyle önlenebilir doğuştan hastalıkların tanısı için kullanılan “topuk kanı” alınmasına karşıda dirençler başladı.
En önemli sağlık göstergelerinden biri bebek ölüm hızıdır. 2014 yılında doğan her bin bebekten Kilis’te 25.3’ü, Van’da 19’u, Şanlıurfa’da 18’i bir aylık bile olmadan yaşamını yitirdi. 2015 yılında benzer şekilde, canlı doğan her bin bebekten Kilis’te 25.3’ü, Şanlıurfa’da 20.1’i, Gaziantep’te 17.2’si ilk ayını bile doldurmadan yaşama veda etti..
*****
Rapor şöyle sonlandırılıyor                       :

“Hekim seçme özgürlüğü” herhangi bir bölge sınırlaması olmaksızın kişilerin aile hekimine kaydını olanaklı kıldı. Hizmet bütünlüğü ve hizmete erişim açısından olumsuzluklar oluşturan bu özgürlüğün sınırları duruma ve yere göre çizildi. İstanbul’da yaşayan bir hastanın aile hekimliği kaydının Trabzon’daki bir aile hekimine yapılması olanaklı hale geldi. Aile hekimliği sistemiyle 1. Basamak sağlık hizmetleri parçalı hale getirildi. Bu hizmetlerin bütüncül yaklaşımı parçalanarak bireysel ve toplumsal sağlık hizmeti birbirinden ayrıldı. Aile hekimliği sistemi ile oluşturulan kurumlar; sağlık hizmetlerinin planlanmasında kullanılacak verilerin elde edilemediği, kişiye yönelik koruyucu hizmetleri performans gereklilikleriyle sınırlandıran, “müşteri memnuniyeti” odaklı hale getirildi. Bu kurumlarda çalışan hekimlere bir tür “işletmeci” rolü verilmektedir. SDP ile aile hekimliği sistemi, piyasa yönelimli bir 1. Basamak hizmeti olmuştur. Böyle bir yönelimle hekimler, rekabet etmek ve “müşteri memnuniyeti”ni sağlamak zorunda oldukları, güvencesiz, kuralsız ve mesleksel bağımsızlığın tehlikede olduğu bir çalışma ortamında ayakta kalmaya çalışmaktadırlar.
*****
Dostlar,

Bu önemli ve ülkemiz sağlık tarihine not düşen rapor için TTB’ye ve emek veren meslektaşlarımıza teşekkür borçluyuz. Okunmasını, okutulmasını ve yaygın olarak paylaşılmasını dileriz. En önemlisi de AKP iktidarının, başta Sağlıkta Dönüşüm Programını başlatan ve yıllarca her tür eleştiriye gözünü – kulağını tıkayan ve militanca uygulayan eski Sağlık Bakanı, şimdilerde Başbakan yardımcısı. Prof. Dr. Recep AKDAĞ okumalı ve hiç olmazsa 15 yıl sonra, bir parça olsun serinkanlı ve nesnel yaklaşımla yarattığı enkazı görmelidir.

  • Erdoğan, –en iyimser safiyane değerlendirmemizle– bu alanda da “kandırılmaktan-üstelik en yakınındakiler tarafından..- kendini koruyamayan biri olarak, bu rapora dikkatle bakmalıdır.  Kandırılmaktan sakınmanın çaresi, karşıt içerikli eleştirilere AKP – Erdoğan’ın kulak kabartması; değişik kişi ve kurumları önyargısız dinlemesidir. AKP iktidarının ömrünü uzatmak isteniyorsa; hukuk – etik – siyasal ahlak dışı…seçim ittifakları gibi hastalıklı dayatmalara girişmeden, ürkünç (vahim) yanlışlardan dönmeye bakmalıdır.

    Dr. Akdağ, Artık hastalar memnun edilecek, müşteri olarak kabul edilecek.” buyurmuştu kökü dışarıda DB-IMF dayatması olan Sağlıkta Dönüşüm Programının 2. ayında..  (Milliyet, 26.07.2003). Bu söz, bir politikacı için yaşamının gafı sayılacak nitelikte bilimsel olarak yanlış ve halkın sağlığından yana değil küresel sermayeden yana oluş demektir. Son derece talihsizdir. AKP – Erdoğan’a en büyük olumsuz yük, Dr. Akdağ ve yürttüğü emperyal sağlık politikaları olmuştur, olacaktır. Ekim 2017’den bu yana Sağlıkta Dönüşüm Programının 2. aşamasına (!) geçildiğinden söz edilmektedir ki, bu da ŞEHİR HASTANELERİ’dir. Sitemizin manşetinde 1 Kasım 2017’den bu yana bir power point sunumumuz duruyor :
  • ŞEHİR HASTANELERİ TALANI!

    Bu sunuşu o tarihte Mülkiyeliler Birliğinde yapmıştık. 07 Mart 2017 günü Batıkent Meydan Sahnesi’nde yineleyeceğiz (duyuru posteri sitemiz manşetinde..).

Eski Sağlık Bakanı Dr. Akdağ’ın son derece talihsiz “Artık hastalar memnun edilecek, müşteri olarak kabul edilecek.” sözündeki 2 büyük hata şöyle :

1. Bakan, “hastaları memnun etmek”ten söz ediyor. Oysa asıl sağlık hizmeti, insanlar hastalanmadan önce, kişi ve toplum sağlığını koruma amaçlı verilmesi gereken koruyucu sağlık hizmetleridir. Bu hizmetler “kâr getirmezler”, bu yüzden de dünyanın her yerinde kamusal sorumluluktadır. Tedavi hizmetleri, koruyucu sağlık hizmetlerine karşın gene de engellenemeyen hastalıkların iyileştirilmesi içindir ancak ülkemizde masa tepetaklak edilmiştir. Sağlık Bakanından beklenen, bu kurgulu ve yaygın çarpıklığı kullanmak- sömürmek değil, halkın algısı da dahil, sistemi düzeltmektir.

2. Bakan Akdağ, zincirleme bir başka hata ile, “hastaların memnun edilmesini” çok kritik bir koşula bağlamaktadır : “Müşteri olarak görülmek“.. “Memnun edilmek istenen hasta”, müşteri olarak görüldüğüne göre, küresel emperyalizmin kurallarına göre “bedelini ödeyecektir”! Müşterinin tanımı böyledir; istekli olduğu mal – hizmetin bedelini ödeyen – ödeyebilecek olan kişi ancak “müşteri” liğe terfi edebilir! Bu “müşteri” ayrıca, sağlığının neden korunmadığını sormamalıdır; hastalanmadan önce koruyucu sağlık hizmetini aklına bile getirmemelidir. Kuzu kuzu “müşterileşmeli”, bedelini ödemeli ve “memnun olmaya” bakmalıdır uslu uslu. İnsan hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesinde, Anayasa’da (md. 56), pek çok ulusal – uluslararası hukuk metninde (Avrupa Sosyal Şartı… vd.) sağlık hizmeti TEMEL İNSAN HAKKI olarak tanınmış iken; insanlar vahşice piyasalaştırılmış sağlık hizmetlerinin sömürülen müşterilerine indirgenmektedir..

  • Hak sahibi özne olarak insanlar müşterileştirilmiş, vergi karşılığında sağlık hizmeti de verme yükümlüsü Devlet ise halkın sırtında, sermayenin sopalı tahsildarlığına koşulmuştur.. Sağlıkta Dönüşüm ihaneti işte tam da budur!

Bakan Akdağ ve çalışma arkadaşlarının, AKP yönetici kadrolarının bu süreci anlamadığı, kavrayamadığı savunulamaz. Bu, o kişileri “anlama – kavrama sorunlu” olarak nitelemek olur ki, hak ettiklerini ve böyle olduğunu düşün(e)miyoruz. O zaman 2. seçenek gündemdedir : Tüm olup bitecekleri öngörerek – bilerek – anlayarak, hukuksal deyimi ile “taammüden” yapmaktadırlar. Üstelik ülkemizin “yerli – milli” uzmanlarını görmezden gelip – karalayıp; DB – IMF’nin yabancı uzmanlarının güdümünde..

Sağlık Bakanlığındaki “yeminli” kadroya gerçekte en anlamlı katkıyı, ne yazık ki “düşman” gibi gördükleri TTB vermektedir! Dr. Akdağ, Sağlık Bakanlığının kuruluş, görev, yetki, örgütlenmesini tümüyle yeniden düzenleyen 663 sayılı KHK içine saklayarak (RG 02.11.2011 – 28103, mükerrer); 663 sayılı KHK md. 58), 6023 sayılı TTB yasasının 1. maddesinden adeta cımbızlayarak “tabipliğin kamu ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamakibaresini çıkarmıştı. TBMM açıktı ama bu düzenleme Yasa ile değil, Bakanlar Kurulunca, hiç de ivedi olmamakla birlikte yapılmıştı ve o gece çıkarılan 35 KHK’den yalnızca 1’i idi. Kamu yönetiminin DNA’sı değiştirilmekte idi küresel ağaların istekleri doğrultusunda..

TTB, Anayasanın 135. maddesi uyarınca kurulmuş, kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşudur (TBB, TDHB, TEB, TMMOB, TOBB… da). TTB, meslek üyelerinin hak ve yararlarını, disiplinini, etiğini ve HALKIN SAĞLIĞINI korumak amacıyla kurulmuştur. TTB yasasından çıkarılan yukarıda verilen altı çizili ibare, ne acıdır ki Sağlık Bakanına batmaktadır. Ne var ki bu tuzaklı ve etik dışı değişiklik, 14.2.13/30 s. kararla Anayasa Mahkemesince iptal edildi! AYM’nin bu kararı hala 6023 s. TTB yasasına işlenmiş değildir Başbakanlık Kanunlar….. Gn. Müdürlüğünce!? Niçin, bu ne hazımsızlıktır ve ilgili Gn. Md. lük görevini niçin 5 yıldır kötüye kullanmaktadır??

Bakan Akdağ, daha önce de Samsun’da “heyecanına yenilerek” (!?) “.. 2 satırlık bir yasaya bakar.. TTB vs. kapatırız olur biter..” anlamında boyunu aşan sözler etmişti. Akdağ, MÜSİAD’ın Samsun Şubesi toplantısında TTB, TDB ve TEB’i kapatmakla tehdit etmişti (TTB Tıp Dünyası, 1 Mayıs 2010, sayı 174, http://www.ttb.org.tr/TD/TD174/index.pdf).

Değerli okurlar,

Bu sorunları sitemizde yeri geldikçe zaman zaman işlemekteyiz. Günümüzde TTB, TBB…. ne savaş açmış durumda AKP iktidarı. En küçük karşıt görüşe dayanç (tahammül) yok ne yazık ki!
Bunun adı FAŞİZM! Oysa toplumsal kurumsal muhalefet, iktidarları felaketlerden korumanın ve demokratik rejimin açık sigortasıdır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com