Etiket arşivi: profsaltik@gmail.com

İsrail’in hedefleri ve Iğdır’ın satılması!

İsrail’in hedefleri ve Iğdır’ın satılması!

Arslan BULUT

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Washington Post gazetesinde Robert Kagan, “İsrail ve liberal düzenin çöküşü” başlıklı yazısında, 17 Eylül’de erken seçime gidecek olan ülke için, “Liberal dünya düzeni ile liberal karşıtı milliyetçi ve otoriterler arasındaki artan çatışmada, İsrail hangi tarafta olmak istiyor?” sorusunu sordu.

Kagan, “İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, liberalizme açıkça karşı duran Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Polonya’nın Yahudi soykırımındaki rolünün kamuoyunda tartışılmasını yasaklayan iktidardaki Hukuk ve Adalet partisiyle yakın ilişkiler kurmaya çalışması, Brezilya’nın sağcı milliyetçi lideri Jair Bolsonaro’yu sıcak bir şekilde kucaklaması; bir zamanlar Adolf Hitler’e benzetilen Filipinler Cumhurbaşkanı Rodrigo Duterte’i ziyaret etmesi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ilişkileri canlandırmak için sürekli çalışması, Hayfa limanını yönetmek için Çinli bir devlet şirketine 25 yıllık bir sözleşme önermesi, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın otoriter yönetimlerini desteklemenin yanı sıra Mısır’daki askeri diktatörlüğe sürekli olarak güçlü destek sağlaması”nı hatırlattı ve “Tüm bu yeni ortaklar arasındaki ortak payda liberalizme ve liberal dünya düzenine düşmanlıktır” tespitinde bulundu..
***
Robert Kagan, özetle şu görüşleri öne sürdü:

*”İsrail, daha önce sahip olmadığı seçeneklerle karşı karşıya… İsrail’in kuruluşunun ve hayatta kalmasının liberal dünya düzeninin başarısına ve ABD’nin desteğine bağlı olduğunu unutanlar var. Gerçek şu ki Yahudi devleti, ABD olmadan doğup hayatta kalamazdı.

*ABD, önemli zamanlarda Siyonistlere kritik destek sağladı. Cumhurbaşkanı Harry S. Truman, kezlerce İngilizleri Filistin’i 100.000 Avrupalı Yahudi’ye açmaya zorladı. Bölünmeyi destekledi ve ABD ilanından 11 dakika sonra İsrail’in bağımsızlığını tanıdı.

İsrail’in Birleşik Devletlerin taahhüdü devam etmeden gelişmesi de muhtemel değildir.

*İsrail bugün güçlü ve başarılı; zayıf ve az gelişmiş komşularını gölgede bırakıyor. Ancak, egemen ulus-devletler dünyasında, liberal bir düzeni olmayan bir dünyada, İsrail, fillerle çevrili bir faredir.

*İsrail, düşmanlarla çevriliyken ABD’nin küresel hegemonyası şemsiyesi altından çıkıp, sağcı milliyetçiler tarafından yönetilen Avrupa uluslarının desteğine güvenebilir mi?”
***
Tam da bu yazı yayınlandıktan sonra İsrail Başbakanı Netanyahu, Soçi’ye giderek Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putinile görüştü. Putin, “İsrail ile güvenlik ve askeri işbirliği konularında ilişkilerimiz yeni bir nitelik kazandı.” dedi.

İsrail’de 17 Eylül’de genel seçimler yapılacağını hatırlatan Putin, Sovyetler Birliğinden giderek İsrail’de yaşayan 1,5 milyondan fazla kişiyi kendi insanları olarak saydığını, bu yüzden İsrail Parlamentosuna girecek milletvekillerinin kim olacağına ilgisiz olmadıklarını da söyledi!
***
Konumuz İsrail ekseninde dönen olaylar ise CHP Muğla Milletvekili Tolga Çandar’ın,

  • “Iğdır Ovasının tamamını İsrailliler aldı.
  • Harran Ovasının yarıdan fazlasını da İsrailliler satın aldı.
  • Türkiye’deki ekili alanlarımızın önemli bir bölümünü İsrailliler satın alıyor.
  • Karacahisar Köyünün o termik santralin yapılacağı yerden Bodrum’a kadar olan arazinin birileri tarafından satın alındığını öğrendik..” sözlerini de bu gelişmelere eklemek gerekir.

İsrail, “fillerle çevrili bir fare”dir ama nükleer silahlara sahiptir ve Irak, Suriye, İran, Türkiye, Ürdün, Mısır, Tunus, Lübnan ve Suudi Arabistan topraklarında, bugüne kadar ABD desteğiyle sürdürdüğü Büyük Orta Doğu Projesi ile Ortadoğu Birleşik Devletleri adıyla bir fil olmaya dönük çalışmalarını hızlandırmıştır. Kagan‘ın incelediği, “İsrail’in otoriter rejimlerle yakınlaşması” nın nedeni budur

  • Türkiye’de siyasal İslâmcıların, Türk kimliğine, Atatürk’e ve cumhuriyete düzenli olarak saldırmalarının ve iktidar tarafından korunmalarının nedeni de budur.
    ======================================
    Dostlar,

“Kürt sorunu devam ettikçe gerillaya katılım da olacak, çatışma da olacak, savaş da olacak..” mı acaba??

Türkiye, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi politikalarına gönüllü ortak oluyor. AKP = Erdoğan BOP Eşbaşkanı! Bu proje bağlamında, Ortadoğu’dan Kafkaslara, Orta Asya’ya sözde demokrasi götürmek adına ABD ne yaparsa yapsın, Türkiye (AKP!) “peşin” destek veriyor. Oysa ABD’nin Büyük Ortadoğu projesi Türkiye’nin ne yararına, ne de çıkarına! ABD Dışişleri Bakanı C. Rice’ın anlatımıyla, “bölgede pek çok ülke sınırını değiştirecek olan” bu girişim kapsamında Türkiye’nin de toprak yitireceği planlanmakta!

(01.07.2007, Cumhuriyet)

ABD “Armed Forces Journal” dergisinde
E. Alb. R. Peters’ın makalesi özellikle
dikkat çekicidir. (Haziran 2006; http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/1579798/HDP_li_Leyla_Guven_in_aciklamalari_tepki_cekti.html)

Makalede, Ortadoğu’da istikrarsızlığın aşılması için sınırların, “azınlıkların durumu gözetilerek” yeniden çizilmesi öngörülmektedir. Kürtlere özellikle vurgu yapılmaktadır. Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ta yaşayan Kürtlerin bağımsız bir devlet sahibi olması gerektiğinin savlandığı yazı;

Türkiye’nin beşte birini oluşturan doğusu ile güneydoğusunun işgal edilmiş” bölge olarak kabulü gerektiği

yargısına (!) yer verilmektedir…

PKK Bölücülüğünün Nedeni : SORUN Temelde EKONOMİK ….

Bölgedeki sorunlar etnisiteye değil, ekonomik ve sosyal sorunlara dayalı..
Doğu ve Güneydoğu’da ekonomik canlanma sağlanmalı. İstihdam olanakları artırılmalı. Bu sorunlarla savaşım için belirlenecek stratejiye, asker ve sivil ögeler birlikte katılmalı. Bu strateji, eşgüdümün sağlandığı merkezi bir yapılanma bünyesinde yürütülmelidir..

Feodalitenin tasfiyesi ilk koşul görülüyor..
****

HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in önceki gün yaptığı açıklamada;

  • “Kürt sorunu devam ettikçe gerillaya katılım da olacak,
    çatışma da olacak, savaş da olacak..”

sözleri yer aldı. Kamuoyunun gündemine bu açıklamayla gelen Güven hakkında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Sözler dehşet vericidir.. HDP seçmeni ülkemizde demokratik ittifaka 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde açık destek vermişken, bu kritik dayanışma – bütünleşme tehlikeye sokulmaktadır. Bundan en çok yarar sağlayacak olan AKP = Erdoğan‘ dır. En çok zarar göreceklerin başında HDP ve Kürt yurttaşlarımız olacaktır.

Aklımızı kurcalayan sorular                         :

1. HDP’nin tüm isteklerinin kabulü olanaklı mıdır?
2. Bu olanaklı olmazsa HDP, PKK kartını kullanarak Türkiye’yi açıkça tehdit mi edecektir?
3. Böyle yaparsa HDP, PKK’nın yasal zemindeki uzantısı olduğunu kabul ve itiraf etmiş olmayacak mıdır?
4. Bu kabul ve itiraf HDP’nin AYM kararıyla kapatılması sürecini zorlamaz mı?
5. Olağan koşullarda bir devletin terör örgütü tehditlerine boyun eğdiğinin örneği tarihte var mıdır?
6. Kürt kardeşlerimizin sorunlarının çözümü Türkiye’de, ülke – ulus bütünlüğü temelinde tüm halkımız için 1. Sınıf bir laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti kurulmasıyla olanaklı değil midir?
7. Batı emperyalizminin kanlı ağababası ABD’yi vd. ni arkasına alarak kimi Kürt  kardeşlerimizin PKK maşasıyla bağımsızlık savaşımı vermesi hangi akla sığmaktadır?

Bu “kavga“ onurlu bir kavga sayılabilir mi?
8. Emperyalizmin insanlık tarihinde herhangi bir halkı – ulusu özgürleştirdiğinin tek bir örneği görülmüş müdür? Böylesi bir beklenti emperyalizmin doğasına ters – aykırı değil midir?
9. Durum bu ise, son çözümlemede PKK, Kürtlerin özgürleşme eylemlerinin milis – gerilla
gücü müdür; Batı emperyalizminin kanlı – bölücü – taşeron maşası mıdır?
10. Tablo bu denli açık iken HDP neden son derece net ve kararlı olarak PKK’yı reddedip dışlamıyor ve tüm ilişkilerini kesmiyor?
Örn. HDP Hakkari MV Leyla Güven’in sözlerini reddederek bu milletvekilini partiden atma girişimi başlatabilir mi?
Parti tüzüğünde net bir PKK vb. şiddet – terör ilişkisi reddi düzenlemesi yapabilir mi?

HDP Hakkari MV Güven neden yangına körükle gidiyor, neden?
Bu basit bir akıl tutulması ya da siyasi manevra hatası gibi hiiiiç mi hiç durmuyor!

O zaman??
*****

“Sorun“ 1984’te bölücü – kanlı – taşeron silahlı örgüt PKK kurdurularak tırmandırıldı. ABD apaçık, binlerce TIR dolusu askeri – teknik lojistik desteği PKK – YPG – PYD’ye aktarmakta. Artık Türkiye ile savaşı görünür biçimde, PKK – YPG – PYD eliyle vekaleten sürdürmekte (proxy war)..

AKP iktidarı ise derin uykularda hala ABD ile ortak “güvenli bölge“ hülyaları içinde. AKP = Erdoğan nedense bu konuda olağanüstü sabırlı, yumuşak, alttan alan, diplomatik deyimle aşırı uysal “güvercin“ konumunda!? TBMM uzuuun mu uzun dinlencelerde.. Suriye – Irak sınırında ABD askeri yığınağının tamamlanması mı bekleniyor??

Sorun çok ciddi, hatta kritiktir. TBMM’de gerekirse gizli oturumda ivedilikle görüşülmelidir. Muhalefete ve halka yeterli bilgi aktarılmalıdır. Hiç olmazsa böylesine beka sorunu bir tıkanmada TEK ADAM frene basmalı; ülkemizin – ulusumuzun ORTAK AKLI ve istenci (iradesi) ivedilikle etkin kılınmalıdır.

AKP = Erdoğan der – hal BOP Eşbaşkanlığı görevini bıraktığını kamuoyuna kararlılıkla açıklamak zorundadır. Tersi durumda Türkiye’nin safında olamaz!

Sorun uzayabilir… uzatılabilir..

Ama hiç kuşku duyulmasın ki; Anadolu halkının sağduyusu, çooook özlenen bir iç çatışma ve bölünmeye asla izin vermeyecek!

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2019, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Ruslar robot işçiler yüzünden işsiz kalma tehlikesi yaşıyor

Ruslar robot işçiler yüzünden işsiz kalma tehlikesi yaşıyor

Ruslar robot işçiler yüzünden işsiz kalma tehlikesi yaşıyor

Rus araştırmacılar, 2030’a dek Rusya’daki işçilerin % 45.5’inin robotlar yüzünden işsiz kalabileceğini ileri sürdü.

İzvestiya gazetesi, Rusya Ulusal Ekonomi ve Kamu Yönetimi Akademisi‘nin (RANEPA) verilerini paylaştı.

Habere göre, yalnızca resmi olarak çalışan kişileri kapsayan araştırmanın sonuçlarına göre robotların yaygınlaşması 20.1 milyon kişiyi etkileyebilir.

Robotlar yüzünden otel ve restoran çalışanlarının % 73’ünün, üretim ve imalat sanayinde çalışanların % 60’ının, tarım ve ormancılık alanında çalışanların % 58’inin işsiz kalma riski bulunuyor.

Ayrıca, hizmet sektöründeki kimi mesleklerin yakın gelecekte yok olabileceği belirtildi. Haberde, robot kullanımının vergilendirilmesinin, bunun önüne geçilebilmesi için bir önlem olabileceği belirtildi. (Yeniçağ: Ruslar robot işçiler yüzünden işsiz kalma tehlikesi yaşıyor)
================================
Dostlar,

Biz de şu katkıları koyalım :

Ve de yazalım :

  • Robotlar ve yapay zeka 2030’a dek 800 milyon kişinin işini elinden alacak!
  • Sürücüsüz hizmet verebilen otonom otomobilleri, otobüsleri görmeye başladık.
    Karada, havada ve denizde hareket edebilen dronları, robotları görüyoruz. 2
    yıl içinde, 47 milyar nesne internete bağlanacak,
  • IoT (Nesnelerin interneti) devrimi gerçekleşecek.
  • Karikatürde görüldüğü üzere fabrikalar artık insan işçi çalıştırmıyor. Yapay zekalı robotlar (MER) ve 1 mühendis! Çağın çarpıcı gerçeğini görelim!
  • Türkiye, anormal nüfus artışını hızla frenlemek zo – run – da! 2018 sonunda bu hız %1,47 ve Dünya ortalamasının (%1,1) neredeyse 1,5 katı..
  • Ekonomi küçülüyor, yoksullaştırma 2 eksende derinleşip yaygınlaşıyor, işsizlik çözümsüz… ama ölçüsüz – hesapsız çoğalıyoruz. Bu politika akıl ve bilim dışı ve asla sürdürülemez.
  • AKP = Erdoğan bu konuda da yanıldığını, kandırıldığını halka hemen söylemeli.
  • Yaradan rızkını da vermiyor! BM – FAO’nun resmi verilerine göre 821 milyon insan (her 9 kişiden 1’i!) AÇ ve %90’ı müslüman ülkelerde.. Müslüman Arabistan Müslüman Yemen’i acımasızca bombalıyor, çocuklar – insanlar açlığa mahkum edilerek öldürülüyor. Hani yaradılanın rızkı hatta yaşam hakkı??
  • Ya Türkiye’deki AÇLIK ve cinayetler sorunu??
  • AKP = Erdoğan dini siyasete alet etmekten artık vazgeçmeli. Halk uyanıyor, uyandı!
  • HER AİLEYE 1 ÇOCUK; BAŞKA HİÇ – BİR ÇÖZÜM YOK, YOK, YOK!

​Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​ Ankara Üniv. Tıp Fak.
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

KADIN CİNAYETLERİ TOPLUMSAL SORUNDUR

KADIN CİNAYETLERİ TOPLUMSAL SORUNDUR

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ülkemizde kadın cinayetleri, bir toplumsal sorun boyutuna ulaşmıştır. Son işlenen kadın cinayetine yorum yapmak veya henüz olay sıcaklığını koruduğu için yalnızca onun üzerinde durmak, artık ağır bir toplumsal sorun durumuna gelen olayda yaraya merhem olmaz.

Biz konuya genel bir bakışla, toplumsal yaramıza çare arayacağız. Geçmiş yılları bir yana bırakalım, salt bu yılın (2019) ilk yedi ayında kadın cinayeti sayısı 245’e ulaşmış. Bu tablo, tekil cinayet(ler) olmaktan öte açık vahşete dönüşmüştür. Bir de soruna şu yönüyle bakalım : Her dönemde kadın cinayetleri ülkemizde ne yazık ki olmuştur. Ama hiçbir zaman bu dönemdeki ölçüde yoğun olmadı. Neden(leri)  nelerdir?

Öncelikle kadın cinayetleri toplumsal ve kültürel bir olaydır. Bir erkeğin öfkelenerek ya da cinnet geçirerek kadını öldürdüğünü söylersek, soruna kökten çözüm bulamayız. Asıl sorun, oralara nasıl gelindiğidir. O altyapıyı neler oluşturmuştur? Trajedinin toplumsal ve psikolojik, ekonomik… boyutları üzerinde duralım; yarayı iyi tanılayalım ki neşter atacağımız yerde çözüm üretebilelim.

Sorunu salt daha da ağır cezalar hatta idam cezasını geri getirerek de başlıbaşına çözme olanağı yok. Öyle olsaydı, idam cezası uygulanan ülkelerde bu tür cinayetlerin olmaması gerekirdi. O toplumlarda kadın hor görülen, 2. sınıf insan konumundadır. Onun için, idam cezasının yürürlükte olduğu ülkelerde de bu cinayetlerde anlamlı bir eksilme yok. Demek ki salt ceza başlı başına çözüm değil. Olayın Sosyolojik, Ekonomik, Politik, Eğitimsel, Dinsel, Tarihsel… kökleri olduğunu yukarıda belirttik.. O halde çözümü de bu eksenlerde arayacağız.

Feodal kalıntıların yoğun olduğu, bizim ülkemiz gibi ülkeler, erkek egemen toplumlardır. Nazım bir şiirinde ülkemizdeki kadının durumunu Soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen..diye betimlemişti. Tam da feodaliteye özgü tipik bir tanımdır bu.

Erkek egemen toplumlarda erkek kışkırtılan – şımartılan, kadın susturulan – bastırılan konumdadır. Örneğin feodal kültürün yoğun olduğu yerlerde, yürürken kadınla erkeğin yolu kesişirse, kendinden yaşça küçük de olsa kadın durur, erkeğe yol verir. Sonra kadın geçer. Yine kadın, yolda eşinin önünde yürürse kınanır durumdadır. Eşinden en az iki adım geriden gitmelidir Sünni İslam gereklerine göre.

Feodal ve dinsel baskının yoğun olduğu toplumda erkek kuldur, kadın ise erkeğin kulu. Kısacası kulun kulu. Kadına böyle bakılınca, kadının geçinemediği eşine ayrılık (boşanma) davası açma hakkı da olamaz. Olursa bu hak, maço erkeğin onuruna, erkeklik gururuna dokunur! Erkeğin tüm olumsuzluklarına karşın kadının hiçbir hakkını savunma olanağı yok! Çoğu yerlerde kadın önemsenmediğinden,  anababa kalıtından (mirasından) bile yoksun bırakılır.

Kadının özgür – bağımsız olmasının ilk adımı, ekonomik özgürlüğünü kazanmasından geçiyor. Bu, öncelikli ve olmazsa olmaz koşuldur. Kadın ne yalnızca çocuk doğuran bir kuluçka makinesidir ne de salt mutfağa hapsedilmiş, bir mutfak robotu. O, erkeğin eşi ve eş olmaktan gelen eşitidir.

Feodal kültür artıklarından beslenen insanımız ve ona yön veren konumdaki üst düzey yönetici ve politikacıların yaklaşımına bakalım. Yöneten konumundaki politik anlayışa bakalım :

Açılım sürecinde Rize belediye başkanı ne demişti? Biz terörü bitirmek için Kürt kadınlarını 2. eş olarak alalım.” söylemi ile kadın bedeni üzerinden ilkel politika.

AKP Samsun il başkanı ise; “Başı açık kadın perdesiz eve benzer, ya kiralıktır ya satılık”  diye saçmalamıştı. İlginçtir, bir yargıç ise Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmemek gerekir” buyurdu! Şaşırmayın; evet evet, aynen böyle dedi!

Ayhan Sefer Üstün adlı AKP Milletvekili; “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran kadından daha masumdur.” diyebildi!

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu; “Bayanlara evdeki işler yetmiyor mu?” buyurmuştu.

Başbakan Yard. iken Bülent Arınç;“Kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak.” fetvası verirken;

Tasavvuf düşünürü olduğu ileri sürülen Ömer Tuğrul İnançer; “Hamile kadının sokakta gezmesi uygun değildir.” emir buyurmuşlardır.

Sağlık Bakanı Recep Akdağ; “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” vecizesiyle tarihte hak ettiği seçkin yeri almıştır.

AKP İl Genel Meclis Üyesi Erkan Ekmekci; ”Kızlar okuyunca, erkekler evlenecek kız bulamıyor.” denkleminin sahibidir.

AKP’li Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan; “Ben kadın – erkek eşitliğine inanmıyorum, kadına şiddet abartılıyor.” diye yüksek tepelerden gürlemiştir.

İ. Melih Gökçek; “Annesi tecavüze uğruyorsa çocuğun suçu ne? Annesi ölsün.”  kesin hükmünü koymuştur.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek; “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek..” önermesiyle İktisatta yeni bir çığır açmıştır.

Eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu; “Annelerin, annelik kariyeri dışında bir başka kariyeri merkeze almamları gerekir..” Sosyolojik yasasını koyuyor… 

****
Bu AKP feodalitesi – dinciliği ile ve kadını öteleyerek, örseleyerek erkeğin kulu görerek cinayetleri önleyemeyiz. Aileden başlayarak özellikle okulda ve toplumsal yaşamın tüm kesitlerinde kadın – erkek eşitliği eğitimi verilmeli, uygulamalı olarak yaşanmalı ve yetişecek kuşaklara olumlu rol modeli olunmalıdır.

Kadın anamızdır, ablamızdır, kardeşimizdir, babaanne, anneannemizdir, en önemlisi de eşimiz ve eşitimizdir. Aynen bir elmanın öbür yarısı gibi. Kadına toplumda hak etiği yeri sağlar ve insan olarak kadın – erkek eşitliğini içselleştirirsek, sorunlar da büyük oranda çözülecektir.
=========================
Dostlar,

Anayasaya açıkça aykırı olarak (md. 103/2; tarafsızlık yemini..) partili (AKP’li) Cumhurbaşkanı Erdoğan, fıtrat (yaradılış) ayrılığının eşitliğe engel olduğunu ileri sürmektedir. Oysa bu durum doğal – biyolojik ve zorunlu bir Evrimsel farklılaşmadır ki| üreme ve insanlığın sürmesi sağlanabilmektedir.

Kastedilen “toplumsal cinsiyet“ (gender) eşitliğidir. Bu yalın olgu bilinmiyorsa derin bir bilgisizlik (cehalet) kanıtıdır. Biliniyor ve anlaşılmak istenmiyor, görmezden geliniyorsa kasıtlı olarak; orada ilkel bir siyasal tercih – dinci dayatma, şeriat özlemi vardır ki; çağ, hukuk, demokrasi ve insanlık dışıdır!

17 yılı dolduran tek başına AKP iktidarında kadını hep önemsizleştiren, şiddeti açık – örtük teşvik eden, bu eşitliği çiğneyen erkek eylemcileri koruyup – kollayan bir politika açıktan açığa izlenmiştir. Milli Eğitim okullarında bu yönde açıkça laiklik çiğnenerek dinci eğitim yapılmaktadır.

Kadına yönelik şiddet ve erken yaşta evlilikler, çocuk annelik bu dönemde iyice artmış; 4+4+4 ucubesi ile kadınların okullaşma ve istihdam oranları iyice azalmıştır. Dünya Ekonomik Forumu Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre Türkiye, toplumsal cinsiyet (gender) eşitliğinde 144 ülke arasında 131. sıradadır. Son 14 yılda kadına yönelik şiddet 4 kat, % 392 artmış, genç kadın işsizliği % 23’e yükselmiş, kadınların istihdama katılımı ise %29-31 ile sınırlı kalmıştır. Son 10 yılda 500 bin kız çocuğu evlendirilmiş, son 6 yılda 142 298 kız çocuğu erken yaşta doğum yapmıştır! (Bkz. http://ahmetsaltik.net/2019/08/25/ emine-bulutun-katli-ve-egitimde-kadin -dusmanligi/ ve Eğitim’de Tarikat ve Medrese Gerçeği : 1 Milyon Öğrenci Tarikatların Elinde
Prof. Dr. Esergül Balcı..
)

6 (Altı!) yaşında kız çocuğu ile evlenilebileceğini sefilce, utanmadan TV’lerde dile getiren, Türkiye’yi dünyaya rezil eden sözde ulemalar Rektör bile yapılmıştır!

Sorun; özünde, son çözümlemede bir siyasal iktidar, AKP’den kurtulma sorunu-dur.

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 11 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​ Ankara Üniv. Tıp Fak.
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com

Kaz Dağları ve Knidos 

Kaz Dağları ve Knidos 

Selâm!...

 

Arzu KÖK
https://arzu-kok.blogspot.com/2019/09/kaz-daglar-ve-knidos-arzu-kok.html

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Yunanlı Coğrafyacı STRABON “Tanrı, sevdiği kulunun uzun ömürlü olmasını isterse DATÇA’ ya gönderir” der. Herkes de bilir ki yurdumuzda oksijeni bakımından en temiz yer Kaz Dağları’ndan sonra DATÇA gelir. 1857 yılında Datça’yı, şimdi de pek çok mitolojik olaya sahne olmuş Kaz Dağları’nı soyuyorlar. 

 

Nehirleri, yeraltı sularını zehirliyorlar. 195 bin ağacı kestiler. Geleceğimizi yok ediyorlar. Ve bu katliamı Türk işçileriyle yapıyorlar. Tıpkı, Knidos’u soyan Charles Newton gibi Kanada şirketi de Türk işçilerden çok memnun. Çünkü şirketin CEO’su John McCluskey geçtiğimiz günlerde Türk işçilerin çok iyi çalıştığını söyleyerek, onlardan övgüyle söz etti.

Charles Newton “Halikarnassos, Knidos ve Didima’da Keşifler Tarihi” kitabında çok güzel anlatır bu durumu. Biz biraz öyküleştirerek anlatalım.


“Yıl 1857..


Knidos açıklarına İngiliz Kraliyet Donanmasının “Supply” adlı bir savaş gemisi demir attı.


Gelen arkeolog Charles Newton’du.


Yanında 200 tayfa ve 2000 sterlin para vardı. Charles Newton, çift kürekli küçük bir keşif teknesiyle Knidos sahillerine çıktı ve kampı kurdu… Köylüler hemen Mehmet Ali Ağa’ya haber ulaştırdılar. Başka kime gitsinler. Belediye yok, kaymakam yok, jandarma yok. O yıllarda ağa demek devlet demek.


Ağa önce bir haberci gönderdi, Newton’a. Haberci yanında hediye olarak 10 tavuk getirmişti. Ardından Mehmet Ali Ağa ve adamları Knidos’a ulaştı.


Onların yanında da yine hediye olarak bir koyun, onlarca yumurta, bal ve incir vardı.

Hırsız, hediyelerle karşılandı.

Charles Newton derdini anlattı.


Kazılar için Mehmet Ali Ağa’dan 100 adam istedi.


Ağa, hemen kabul etti. Ancak, onun da Newton’dan iki isteği vardı.


Biri, Reşadiye’de yapacağı cami inşaatı için Knidos’tan çıkacak taşlar. Öbürü, düşmanı olan Muğla Ağası’nın İzmir paşası tarafından uyarılması için destek.


Newton “bakarız” dedi.


Birkaç gün sonra Mehmet Ali Ağa, Datça köylerinden iri yapılı 100 insanı Knidos kazılarında çalışmaları için Charles Newton’a verdi.


Newton işçilere çok düşük ücret veriyordu. Ancak, işçiler parayı aldıkları zaman şaşırıyordu.


Çünkü çoğu yaşamlarında ilk kez para görmüştü. Charles Newton bir ara 50 Datçalı işçiyi bir süreliğine Didim’deki kazılara götürmüş, o işçilerden çoğu yaşamlarında ilk kez yarımadadan dışarı çıktıklarını söylemişti.


Mehmet Ali Ağa’nın desteği ve onun emrine verdiği 100 Datçalı ile Newton 384 günde Knidos’u talan etti. 10 tonluk Knidos Aslanı ve Oturan Demeter heykellerinin çıkarılması ve 212 sandık tarihi eserin gemiye taşınmasında hep Datçalı köylüler çalıştı. Soyulduklarını bilmiyorlardı.


Devlet onları ağaya teslim etmişti.


Boğaz tokluğuna çalışıyorlar, İngilizler ne derse yapıyorlardı.“


Newton anılarında Datçalı işçilerin çok iyi çalıştığını söyleyerek, onlardan övgüyle söz ediyordu.


Aradan 162 yıl geçti.


Yıl 2019. Kanadalı maden şirketi Alamos Gold devletin verdiği izinle Kaz Dağları’nı yerle bir ediyor. Yüzlerce dönümü kazdılar, yıktılar. Siyanürle toprağı mahvedecekler ama bizim işçilerimizi övmeden geçemiyorlar: 
– “Türkler taş taşımakta çok iyiler!” 

Değişen bir şey yok değil mi? Bizim olanı almak, çalmak için yine bizim saf, masum insanlarımızdan yararlanıyorlar. Bu arada onlar bizim zenginliklerimizi çalıp gidiyorlar. Evet büyük bir tepki var şu an ama yazık ki durdurulup iptal edilmesine yetmiyor. Belki Türk işçilerimiz onlarla çalışmazsa… Bir umut işte…
===============================
Dostlar,
 

Biz ekleyelim; günler – haftalardır sitemizin manşetinde tutuyor ve AKP iktidarına soruyoruz ama tık yok!

Bu halkın hükümeti olsaydı bir açıklama yapar, kamuoyunu ikna eder ya da zulmü – yağmayı durdururdu değil mi?
Görüntünün olası içeriği: dağ, açık hava, doğa ve su

Kazdağı’na Zehir yağdıracaklar:
Tam 11 bin ton siyanür!

Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Kanadalı Alamos Gold şirketi tarafından Kirazlı bölgesinde yürütülen altın madeninde açıklandığı gibi 100-200 ton değil, tam 11 bin ton siyanür kullanılacağını açıkladı. Gökhan, “O ağır metaller yağmur suları ve öbür etkenlerle gün yüzüne çıkacaktır. Mücadeleye devam edeceğiz.” dedi. AKP iktidarı tüm direnmelere sağır.. Neden, neden?!
  • Hasankeyf, Munzur, Cerattepe, Ünye, Kaz Dağları, Salda Gölü ve daha nice doğa harikası yerlerimiz sizin babanızın malı değil! Bu ülkenin ortak tabiat varlıkları. Çekin ellerinizi oralardan. Torunlarınızın yüzüne bakacak yüzünüz olsun… 
  • Neden hatadan dön(e)miyorsunuz?
  • Emperyalizme bu kör tutsaklık neden?! Hani siz yerli ve milli idiniz ???!! 
  • AKP hala susuyor ve geri adım atmıyor.. Vatanın bağrı oyulmaya devam ediyor ve Erdoğan’ın deyimi ile atı alan Üsküdar’a geçiyor… mu acaba???? Niçin, niçin, niçin???!! 
  • Ülkemizde haraç – mezat satılmadık, yerli – yabancı yandaş sermayeye peş keş çekilmedik iktisadi kamu kurum – kuruluşu kalmadı. Yine de borca boğulduk özellikle son 17+ yılda AKP iktidarı ile. Yüzlerce milyar $ para nerede!?
  • Şimdi Türkiye’nin doğal yer üstü ve yer altı kaynakları, ormanları, madenleri, suları, kıyıları talan edilerek, gelecek kuşakların yaşam hakkı çalınarak sözde yeni kaynaklar yaratmaya çalışıyor AKP..
  • Böyle giderse çok yakında Türkiye yaşanılır bir ülke olmaktan çıkacak!
  • Müflis tüccar, kamu arazilerini = vatan topraklarını satıyor sıklıkla yabancılara! Yine de yandaşlara batık bütçeden 14 milyar TL peş keş!?
  • Türkiye sıcak işgal altında olsaydı, bunca ağır zarara – yıkıma uğrar mıydı!?

CHP, erken seçimin zamanı olmadığını söylüyor.
Tersine, ACİLEN ERKEN SEÇİM zorunludur bu iktidardan bir an önce kurtulmak için;
AKP ülkeyi batırıyor!

Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​ Ankara Üniv. Tıp Fak.
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

Örgüt (Nedir? Ne değildir?)

Örgüt
(Nedir? Ne değildir?)

Lütfü Kırayoğlu
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim kısa notumuz yazının sonundadır..)

Örgüt kavramı gerek ülkemizde, gerekse ADD örgütlenmesi içinde 12 Eylül sonrasında özellikle dış etkilerle bozulmaya uğramıştır. Bu nedenle örgüt kavramını yerli yerine oturtmak amacı ile böyle bir denemeye girişilmiştir. Kimi tanımlar yeniden yapılmış ve ilk kez denenmiştir. Bu nedenle bu deneme aynı zamanda tartışmaya açıktır. Umarız yararlı olur.

Örgüt: Ülkemizin son 50 yıllık tarihinin en tehlikeli sözcüklerinden biri. Ayrıca konuyu hiç bilmeyenler için bile çağrıştırdığı kavram anlamında dilimizin en güzel sözcüklerinden biri.

En genel olarak sözlüklerde “ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” olarak tanımlansa da bu tanım tarihin en büyük ve en güçlü örgütlenmesini dışta tutan bir tanımdır.

Devlet:

Kuşkusuz insanlık tarihinde var olmuş en köklü ve geniş örgüt devlet aygıtıdır. Bu aygıtın, güçlü, köklü ve yaygın olması o devletin sürekliliğinin de gerekli koşuludur. Yukarıdaki tanımı yapanlar son yıllarda dayatılan Sivil Toplum Örgütü kavramına takılmış olmalılar ki, Sivil Toplum Örgütü kavramının ne olduğu konusunu bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

İnsanoğlunun ayağa kalkıp ilk insan toplulukları içinde avcılar, toplayıcılar, saklayıcılar, pişiriciler, koruyucular gibi işbölümünün başlaması ile birlikte örgütlenme de başlamıştır. Bu çerçevede örgüt, adı konmadan işlev olarak ortaya çıkmış bir olgudur.

Mülkiyet kavramının gelişmesi, dış güvenlik yanında iç güvenlik gerekliliğini de ortaya çıkardı. Yani savaşçılar ikiye ayrıldı. Bu ikisi askerler ve polis örgütlenmesini getirdi. İstihbarat, adalet, vergi toplamanın zorunlu sonucu olarak, sağlık, eğitim, su, bayındırlık, ulaşım gibi örgütlenmeler ile günümüzün “modern” denilen devletleri ortaya çıktı.

İster günümüz “modern” devletleri olsun, ister eski çağlarda olsun, oluşan devlet aygıtını dengelemek için devlet içinde yaşayan insan topluluklarının örgütlenme gereksinimi doğdu. Bu anlamda köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da sosyalist toplumda da örgütlenme hep olagelmiş, örgütlenme gereksinimi ortaya çıktığında yasaların olması ya da olmamasının önemi kalmamış, insanlar gizli de olsa örgütlenmiştir. Bu uğurda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Devlet adına ortaya çıkan örgütler devlete adını veren egemen sınıfları desteklerken, devlete egemen olamayan ya da muhalefet eden insanlar bir başka örgütlenme yaratmanın yolunu bulmuşlardır.

Örgüt Gereksinimden Doğar

İster devlet örgütü olsun, ister bunun dışındaki örgütlenmeler olsun, tamamı bir ihtiyaçtan doğar. Tıpkı “İhtiyaç buluşların anasıdır” deyişinde olduğu gibi, ihtiyaç örgütlerin de anasıdır. İhtiyaçtan doğmayan hiçbir örgüt yaşayamaz. Dünya tarihini de bizim tarihimizi de örgüt açısından inceleyenler, ihtiyaçtan doğmayan örgütler mezarlığı ile karşılaşır.

Çatışma Alanları

……………………….
…………………….

NGO ya da Sivil Toplum Örgütü

İşte tam da bu kavram kargaşasının yaşandığı dönemde, batı merkezlerinden ileri sürülen yeni bir sözcük kalıbı “imdada” yetişmiştir: Sivil Toplum Örgütü. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist darbesinin şokunu atlatamayan ülkemizde faşist uygulamalardan doğan asker ve polis tepkisi Sivil Toplum Örgütü kalıbı içindeki “sivil” sözcüğü ile bir yaraya “ilaç” olarak piyasaya sürülmüştür.

Bu sözcük kalıbını ortaya atanlar o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan özel TV kanallarında sade vatandaşların şaşkın bakışları arasında “Enciyo” sözcüğünü kasıla kasıla söylemişlerdir.

Oysa “Enciyo” batılı kimi para babalarının da desteklediği ve İngilizcedeki Non Goverment Organisation sözcüklerinin baş harflerinden oluşan NGO kısaltmasından başka bir şey değildir. Ancak burada sorun sadece söz kalıbının yabancı kaynaklı olmasından ibaret değildir.

Non Govermental Organisation sözcüklerinin tam karşılığını, Hükümet Dışı Organizasyon olarak dilimize çevirebiliyoruz. Burada hükümet dışı olmak elbette “hangi hükümet” sorusunu da sordurmaktadır. Bizde ve başka ülkelerde hükümetlerin devlet organizasyonu dışında moda deyimle “çakma” örgütler kurdurduklarını biliyoruz. Son dönemde bu örgütlerin yüzlercesinin bir araya getirilerek yapay platformlar, federasyonlar oluşturduklarını da görüyoruz. Ancak bu tür örgütlenmelerin uzun ömürlü olmadığını da görüyoruz. NGO olarak tanımlanan bu türden dış destekli kuruluşların bizim hükümetlerimizin dışında olsalar bile başka, özellikle de emperyalist devletlerin hükümetleriyle iç içe olduklarını, güçlü mali destekler aldıklarını görüyoruz. Bu örgütlerin dönemsel olarak bizim hükümetlerimizle bağlantıları olsa da günün birinde emperyalizmin güdümünden sıyrılan hükümetlere karşı bu kuruluşların psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığını kendi deneylerimizden ve diğer az gelişmiş ülkelerden öğreniyoruz.

AB (Avrupa Birliği) Fonları, Kalkınma Ajansları, dolar milyarderi George Soros’un Macaristan’da kurduğu Açık Toplum Vakfı vb. kaynaklardan adı sanı duyulmadık kimi örgütlere hangi desteklerin yapıldığını sıklıkla yaygın basında olmasa bile sosyal paylaşım ağlarında görüyoruz. Bunların, ülkemizde desteklediği kuruluş olan TESEV’in içine aldığı ünlü siyasiler, bilim insanları, gazeteciler tarafından nasıl parlatıldığı biliniyor.

Soros Adlı Bir Adam

ABD dış politikasını yönlendiren örgütün (Council on Foreign Relations) üyesi olan George Soros, her yıl 400 milyon dolarla fonlanan Açık Toplum Enstitüsü adı altında Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika’da ve diğer bölgelerde toplam 60 ülkede 2000 kişilik ekibiyle çalışıyor. “Kadife” devrimleri destekliyor.

TESEV, Soros ‘un Türkiye’de desteklediği en önemli bir vakıf. Vakfın yıllık bütçesi 2 milyon dolar ve bunun sadece 400 bin doları Soros tarafından geri kalan kısım ise BM ve Dünya Bankası fonları tarafından karşılanıyor.

Yakın zamanda da önemli bir siyasi partimizde  siyaset yapan, milletvekili adayı olan  LGBT yöneticisi Öykü Evren Özen’in, “Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneğinin” AB fonlarından yalnızca 2013 yılında 11 milyon TL destek aldığını belgeleriyle göstermesi ve 2015 yılı başvurularında “Trans Savunuculuğu” ve “Trans Ofis Destek Programı” kapsamında toplam 27 milyon TL’lik AB fonlarının da ne denli önemli rakamlar olduğu mali sıkıntılar içinde boğuşarak çabalayan örgüt yöneticilerince unutulmamalı.

TESEV’in dışında AÇEV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tarih Vakfı, Türkiye Bilimler Akademisi, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turist Rehberleri Vakfı, Dev-Maden-Sen, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, Şizofreni Dostları Derneği, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakırlı Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Uçan Süpürge Kadın Derneği, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği, Açık Radyo, Medyakronik ve Beyoğlu Gazetesi Soros’ un dolaylı destek verdiği kuruluşlar.

Mustafa Yıldırım tarafından yazılan ve her baskısında ilginç eklemeler yapılan “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserde bizim hükümetlerimizle bağı olsun olmasın, emperyalist hükümetlerle bağlantılı örnekleri derli toplu olarak bulabiliyoruz.
……………………………..
……………………..

Kaç Türlü Örgüt Vardır?

Önem sırasına göre örgütleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Siyasal Partiler
  2. Sendikalar
  3. Meslek Odaları
  4. Kooperatifler
  5. Dernekler
  6. Spor Kulüpleri (Dernek statüsünde olmalarına karşın ayrı ele alınmalıdır)
  7. Vakıflar
  8. Yardım Sandıkları
  9. Okul Aile Birlikleri

…………………………
………………………………

2-Sendikalar

a-İşçi Sendikacılığı

Sendika kavramı işçi sınıfının örgütünü akla getirmekle birlikte ülkemizde uzun yıllardan beri işveren sendikacılığı kavramını da görüyoruz.

İşçi sendikaları işçi sınıfının ekonomik, siyasal hakları yanında çalışma saatleri, iş koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, sosyal haklar, yemek, aile yardımı, bayram ikramiyesi, tazminatlar, disiplin kurulları, mesai saatleri, fazla mesai ücretleri, ulaşım koşulları gibi pek çok konuda işveren ile işçi arasında çalışma barışını düzenleyen örgütlerdir. 1946 yılında sınıf esasına göre örgüt kurma yasağı kaldırılınca sendikacılık ayrı bir kanunla düzenlendi. Sendikacılık ülkemizde 1960 yılına kadar ABD ve işveren denetiminde gelişmiştir. Eğer sendika önderleri bu iradenin dışında ortaya çıkarsa denetim altına alınmış ya da sendikacılar doğrudan işveren tarafından seçilmiştir. İşçiler arasından doğan sendika önderleri ABD’ye götürülerek sıkı bir “eğitimden” geçirilmişlerdir.

Sendikaların bu çerçevenin dışına çıkabilmesi 27 Mayıs Devrimi sonrası yapılan 1961 anayasasında köklü değişikliklerin önünün açılması ile gerçekleşmiştir. 1963 yılında çıkarılan sendikalar yasası ülkemizde gerçek sendikacılığın başlamasını tetiklemiş, sendikal rekabet sarı sendikacılığı da zorlaştırmıştır. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bir anda işçiler arasında yükselişe geçmiş, ücret sendikacılığının da ötesine geçerek sınıf sendikacılığı kavramı gelişmiştir. Bu gelişme sonucu işverenlerin siyasal iktidarlardan en büyük talebi sendikalar yasasının değişmesi olmuş, nitekim, 274 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarının TBMM gündemine gelmesi ile 15-16 Haziran 1970 günleri Türk işçi sınıfı tarihinin en büyük eylemleri gerçekleşmiştir.

 “Sosyal Uyanış Ekonomik Gelişmeyi Aştı”

İşçi sendikacılığının bu yükselişi işveren sendikacılığının da örgütlenmesini hızlandırdı. 15-16 Haziran büyük işçi hareketinin üzerinden 9 ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi gündeme geldi ve darbenin gerekçesi, darbe önderlerinden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle açıklanmıştır. 12 Mart darbesi sendikalara da sendikacılara da ağır bir yumruk indirdi.

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru ilerlerken büyük işçi grevlerine de sahne oldu. Yıllar süren grevler, çatışmalar oldu. Sendikalar hatalar da yaptılar. Usta yazar Aziz Nesin, bu hataları eleştirdiği “Büyük Grev” adlı eseri nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. 1980 yılına gelindiğinde 40 milyon olan ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyonu aşarak tarihi bir rekora ulaşıyordu. Bu sayıya bir daha asla ulaşılamayacaktı. Bu arada bugün 80 milyonluk ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısının 2017 Temmuz ayında 1 milyon 423 bin olduğu açıklansa bile işçilerin 1’den çok sendikaya üye olabilme olanağı (!) getirildiğinden bu sayı da kuşkuludur. Bu sayı içinde 544 bin işçinin siyasal iktidarın rotasından ayrılmayan konfederasyonun üyesi olduğu acı bir gerçektir.

“Gülme Sırası Bize Geldi”

……………………..
……………………………….

4-Kooperatifler

Türkiye gibi kaynakları yetersiz, eğitim olanaklarının sınırlı, bilgiye ulaşmanın zor olduğu ülkelerde kooperatifçilik her alanda güçlerin birleştirilmesine, kaynak israfını önlenmeye yönelik özel bir ortaklık modelidir. Ancak her nedense ülkemizde “komünist işi” olarak görülmüş ve özellikle 1950 sonrası her türlü engel konularak önlenmiştir. Başta tarım olmak üzere üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, yapı kooperatifleri, okullarda eski yıllarda kantin kooperatifleri ve son zamanlarda kültür kooperatifleri ortaya çıkmıştır.

Son 20 yılda kooperatifçiliğin gerçek hedefi olan üretim ve tüketim kooperatifleri sessizce hayatımızdan çıkarken bunların yerini taşıma vb. yapay kooperatifler almakta, kooperatifler sessizce hayatımızdan çıkmaktadır. Var olan kooperatiflerin önemli bir kısmı kâğıt üzerinde olup faal değildir. Üretim kooperatifleri ile temin tevzi kooperatiflerinin üçte biri faal iken tüketim kooperatiflerinin beşte bir faaldir.

Atatürk çok genç yaşlarda kooperatifçilikle tanışmış, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı 27 Ekim 1913 ile 20 Ocak 1915 arasındaki 15 aylık süre içinde Bulgar köylüsünün kalkınmasını incelemiştir. Sofya’da bulunduğu süre içinde Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar köylüsünün kalkınmasındaki mucizede kooperatiflerin rolünü beynine kazıdı.

Atatürk, işte bu nedenle 1920’den ölümüne dek geçen süre içinde Türk kooperatifçilik hareketine öncülük etmiştir. Bu bağlamda, özellikle çiftçilerin kooperatifleşmesi konularında konuşmalar yaptığı, yasaların çıkarılmasında egemen rol oynadığı bilinmektedir. Atatürk bunlarla da yetinmemiş, eylemiyle de kooperatifleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin iki kooperatifin kurucu ortağı olmuştur. Bunlardan biri, tarımsal amaçlı bir kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifi’dir. Diğeri ise, Ankara Memurları Tüketim Kooperatifi’dir.

Atatürk’ün kooperatifleşme konusunda yaptığı kimi konuşmalar şunlardır:

“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat yapılmaz, el emeği güçtür, birleşiniz. böylece makine alınız” (24 Ağustos, 1925 Kastamonu)

“Mesela; Kooperatifler. Şurada burada halk ya da münevverlerin teşebbüsü ile fiili sahasına geçen kıymetli hasılalar görülmektedir. Hükümetimizin de bu gibi teşebbüsleri takviye etmesi lazımdır. Hükümeti Cumhuriyet bu lüzumu tabii idrak etmektedir” (27 Ocak 1931, İzmir Halk Fırkası Kongresi)

“Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır.  Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmek demektir. …Müstahsillerin birleşmesinden şahsi menfaatlerini haleldar olacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1 Şubat 1931, İzmir Ticaret Odası)

“Kooperatif teşkilatı, her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu gibi istihsal vasıtalarını öğretip kullandırmak için de kooperatiflerde istifayı mümkün görüyoruz” (1 Kasım 1936, TBMM Açış Konuşması)

“Köyde ve yakın köylerde müşterek harman makinelerini kullandırma köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline getirilmelidir. Zirai sanayi bilhassa üzerinde meşgul olacağımız mevzu olacaktır. Bu arada sütçülüğe, süt sanayine önem vermekteyiz. Sırasıyla; şehir ve kasabalarımızın temiz ve ucuz süt mamulatı ihtiyacını temin edecek fabrikalar tesisinse ve bununla ahenkli bir surette köylerdeki sütleri kıymetlendirecek ve satışı kolaylaştıracak kooperatifler teşkiline çalışılacaktır” (1 Kasım 1937, TBMM Açış Konuşması)
………………………….
…………………………….

KİTLELERİ BÖLMEK İÇİN KURULAN “KİTLE” ÖRGÜTLERİ

Ülkemizde 12 Eylül darbesi sonrası yaygınlaştırılan dernek türlerinden birisi de hemşeri dernekleridir. Bunun benzeri başka alanlarda da mevcuttur. Etnik kökeni ifade eden, inanç kökenini ifade eden, mezun olduğu okulları ifade eden, çıkarları aynı olduğu halde insanları bölen örgütlenmeler ne yazık ki hepimiz tarafından desteklenmekte bu örgütlere üye olmayanlar kınanmaktadır.

Ülkemizde kırsal kesimdeki kalabalık aileler, toprağın hızla bölüşülerek parçalanması, verimsizleşmesi sonucu köyden kente göçü zorlamış, 1960 sonrası hızlanan sanayileşme hatalı bir politika ile İstanbul, Kocaeli, İzmir, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde merkezileşmiş, bu çarpık gelişme ise kırdan kente göçün bu kentlere yönelmesine yol açmıştır.

Geldikleri bu kentlerde akrabalarının, köylülerinin, hemşerilerinin yakınındaki sağlıksız  gecekondulara yerleşen yarı köylü, yarı kentli insanlarımız, o yıllarda hızla yükselen işçi hareketi içinde sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu yolla büyük kentlerde yok olmaktan, yalnızlıklarından kurtulmuşlardır. Yaşanan grevler ve fabrika işgallerine varan olaylarda, fabrika yakınlarındaki gecekondularda oturan işçi aileleri ve onların yakın akrabaları bu direnişlere büyük destek vermişlerdir. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bu türden sayısız örnek yaşanmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül darbecileri bu durumdan kendilerine göre dersler çıkartmış ve bu fabrikalar sanayi bölgelerine ve Kalkınmada Öncelikli Bölge ilan edilerek desteklenen Bilecik, Bozüyük gibi yerleşimlere taşınmış bu arada Anadolu’dan göç eden bu insanlarımız kendi aralarında geldikleri illere göre örgütlenmeye yönlendirilmişlerdir. Bir süre sonra bu örgütlenmeler ilçelere, köylere kadar ayrılmışlar, her ilde bu türden dernekler boy göstermiş, belediyeler bu derneklere yer tahsis etmiştir. Öylesine ayrışmalar olmuştur ki kimi illerde göç ettikleri il ile ilgili kurulan dernek sayısı göç ettikleri ilin köy sayısını bile aşmıştır. Bu dernekler bir süre sonra siyasal partilerin temel ilgi alanı olmuş, seçimlerde en çok ilgi gören, ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. Aynı yöreden göç eden, aynı dertlerle boğuşan, hedefleri aynı olması gereken insanlar ayrıştırılmıştır. Siyasal iktidarlara yakın olan dernekler gelir getirici lokallere sahip olabilmişlerdir.

Öte yandan, daha eğitimli kesimler de mezun oldukları okullara göre örgütlenip kendilerine kimi ayrıcalıklar sağlama gibi seçkinci eğilimlere sahip olmuşlardır. Galatasaraylılar, Mülkiyeliler, İTÜ’lüler, ODTÜ’lüler, Kabataşlılar gibi… İyi niyetlerle başlanan bu örgütlenmeler hızla toplumda bölünmenin bir aracını oluşturmuştur.

Örgütsel parçalanma giderek etnik kökenleri ifade eden derneklerden, dinsel inançları, mezhepleri ifade eden derneklere dek ilerlemiş, burada da kalmayarak cemaatler, tarikatlar da örgütlenmiş kendilerine STK adını vererek yasal kılıf altına girmişlerdir (15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan da incelenmelidir).

Bunlar dışında seçkinler,  ayrıcalıklılar yaratmanın aracı olan masonik yapılar bulunmaktadır. Çok az sayıda üyeden oluşan bu örgütlere her isteyen giremez. Yüksek aidatlar, lüks yaşam biçimi, her derneğin üye üst sınırının belirli olması, başkanlığın seçimle alınmasına karşın yetenekten ziyade bir sıra ile gelmesi, dışa kapalı yapı aristokratik ritüeller gibi ayrılıklar ve ulus ötesi ilişkileri nedeniyle bu örgütler konumuzun dışındadır.

………………………………….
……………………………………..

Son Söz

Örgütsüz halk köle halktır.

Örgüt diye bizi köleleştirmek isteyenlerin dayattığı örgütleri kabullenmek köleliğin sürmesini gönüllü olarak kabullenmektir. Bizim gerçek gereksinimlerimiz ve çözümleri için kuracağımız örgütleri hedeflemeli, bizi köle yapmak isteyenlerin gereksinimleri ve çözümleri için kurulmuş örgütleri reddetmeliyiz. Örgütlenmek adına paramparça olarak mikro örgütlenmelere karşı uyanık olmalı, örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi için çaba harcamalıyız.

  • Örgütlerde demokrasi adına anarşiyi desteklememeli, devrimci bir disiplin ve örgüt ahlakı ile çalışmalıyız.

===============================

Dostlar,

Saygın dostumuz, eylem ve düşün insanı Lütfü Kırayoğlu, İTÜ’lü bir elektrik mühendisi olmasına karşın ilgi alanı çok geniş. Yaşamı boyunca örgütler – örgütçülük… çabası içinde oldu. Neredeyse 40 yılın birikimini bu yazısı ile kaleme (klavyeye!) almış. Bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Mülkiye eğitimi de alan bir hekim olarak biz, Sn. Kırayoğlu’nun Örgütler konusu hakkındaki deneyimlere de dayanan derin bilgisini saygı ile karşılıyor ve öğreniyoruz.

17 sayfalık kapsamlı çalışmanın önemli bölümlerini aktardık. Yazının tümü için lütfen tıklayınız

​Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​
Ankara Üniv. Tıp Fak. Öğretim Üyesi
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

VAN, MARDİN ve DİYARBAKIR BELEDİYELERİNE KAYYIM ATANMASI İŞLEMİNİN HUKUKSAL AÇMAZLARI

VAN, MARDİN ve DİYARBAKIR BELEDİYELERİNE KAYYIM ATANMASI İŞLEMİNİN HUKUKSAL AÇMAZLARI


Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Mülkiyeliler Birliği Üyesi, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Biz HDP‘nin politik görüşlerini benimsiyor değiliz, ancak HDP politik sistem içinde kurulu bir siyasal partidir ve 6 milyon dolayında oyu olan / oy alan meşru bir konumdadır. Ayrıca söz konusu 3 büyükşehirin (Van, Mardin ve Diyarbakır) seçilmiş belediye başkanları 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde YSK’nın incelemesinden geçmiş ve adaylıklarına yasal bir engel bulunmamıştır.

3. olarak, Anayasa md. 127/4 ile İçişleri Bakanına tanınan yetki gerçekte ayrık (istisnai) olarak uygulanabilecek bir önlem – güvenlik maddesidir :

  • “Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri, konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.“

Asıl olan seçmen istencine (iradesine) saygı ve onun korunmasıdır. İçişleri Bakanına tanınan yetki bir önlem (tedbir) niteliğindedir ve bu 3 büyükşehir belediye başkanının görev sanları (unvanları) halen saklıdır. Yukarıda aktarılan Anayasa maddesinin ilk tümcesinde, anılan sanların yitirilmesinin yargı kararına bağlı olduğu açıkça belirtilmiştir.

Yerel yönetim organları hakkında adli soruşturma açılması oldukça kolay bir işlemdir. Savcılığa verilecek bir dilekçe ile bu olanaklıdır. Günümüzde AKP iktidarının yargı üzerinde ne denli ağır bir baskı kurduğu – yönlendirme yaptığı tartışma dışıdır. İçişleri Bakanlığınca adı geçen 3 ilin Cumhuriyet Başsavcılıklarına veya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına verilecek bir dilekçe ile suç duyurusunda bulunulması ve kimi “belgeler” eklenmesi sıradan bir işlemdir. C. Başsavcılıklarının böyle bir durumda “soruşturmaya yer olmadığı” kararı (takipsizlik kararı) vermesi hiç de kolay değildir. Savcılığın adli soruşturma başlatması ise İçişleri Bakanının Anayasa md. 127/4 ile tanınan gerçekte açıkça anti-demokratik olan tedbir olarak görevden uzaklaştırma yetkisini kullanabilmesinin kapısını hemen açmaktadır. Yargılama uzarsa – uzatılırsa, doğası gereği kısa süreli olması gereken  önlem olarak görevden uzaklaştırma amacından saparak, saptırılarak ağır bir anti-demokratik yaptırım niteliği kazanabilecektir. Nitekim önceki uygulamalarda, İçişleri Bakanlığının kayyım atama gerekçelerinin yargıda 3 yıl sonra çöktüğü bilinmektedir. Ortaya, giderimi (telafisi) olanaksız bir zarar çıkmaktadır.

Bu Anayasa hükmü (md. 127/4), Demokles’in kılıcı gibi demokrasi için tehdit yaratan bir içeriktedir.. AKP yönetimleri de sıklıkla kötüye kullanmaktadır. İlk fırsatta, yerel yönetimler üzerinde ağır bir merkezi yönetim vesayet yetkisi tanıyan bu düzenleme değiştirilmelidir. İçişleri Bakanına tanınan yetki hiç olmazsa “Adli soruşturma” değil “Adli kovuşturma” koşuluna bağlanmalı, salt savcının inisiyatifi ile yetinilmeyip, mahkemenin davayı kabul etmesi koşulu aranmalıdır.

1982 Anayasasının bu düzenlemesi açıkça anti-demokratik olduğu gibi, AYYÖŞ‘e de (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı) aykırıdır. Türkiye’nin 21.11.1988’de Strasbourg’da imzaladığı AYYÖŞ, Anayasanın 90/son fıkrası uyarınca TBMM’de onaylanması yasa ile uygun bulunan bir uluslararası andlaşmadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, RG ile yayımı 21.5.1991, sayı 20877.

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.”

Anayasa md. 90/son fıkra devamla şöyle demektedir :

“Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Seçme ve seçilme hakkı Anayasamızda temel hak ve özgürlükler” kapsamındadır. Bu bağlamda, Türk hükmetince çekince konmayan AYYÖŞ hükümleri herhangi bir ulusal yasa ile çelişirse, öncelikle AYYÖŞ uygulanacaktır. Anayasa da özünde bir yasadır, AYYÖŞ ile çelişen hükümler içermemesi beklenir. Nitekim yine aynı Anayasa maddesi (90/son) ilk tümcesinde; “Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.”  kuralını getirmektedir. Bu bağlamda, AYYÖŞ hükümleri karşısında İçişleri Bakanı, Anayasa md. 127/4’te ve 5393 sayılı Belediye Yasasının 47 nci ve 45 inci maddelerinde düzenlenen yetkinin örtük olarak (zımnen) varolmadığını kabulle, söz konusu yönetsel (idari) işleme girişmemeliydi. Bu yönetsel işlem -3 BŞBB’nın önlem olarak görevden alınması- yasal dayanağı olmayan, açıkça hukuka aykırı bir idari işlem olup; aleyhine Yönetsel (İdari) yargıda (yerel İdare Mahkemeleri / Danıştay), kararın tebliğini izleyen 60 günlük hak düşürücü zamanaşımı süresi bitmeden yürütmeyi durdurma istemli iptal davası açılabilir.

AYYÖŞ’ün önsözünde örneğin;

.. Yerel makamların (yönetimlerin) her türlü demokratik rejimin ana temellerinden birisi olduğunu düşünerek,..” denilmektedir.

Andlaşma metnine dahil olan Önsözün öbür hükümleri de benzer nitelikte yerel yönetimleri özeksel (merkezi) yönetimin aşkın vesayetinden koruyucu içeriklidir. Öte yandan AYYÖŞ md. 11 (Türkiye çekince koymadı) çok nettir :

AYYÖŞ md. 11: Özerk yerel yönetimlerin yasal korunması
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirlenmiş olan özerk yönetim ilkelerine uymanın sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır.

Dolayısıyla, özünde kesin olarak bir yönetsel (idari) işlem olan 3 BŞB başkanının  önlem olarak görevden uzaklaştırılması ve yerlerine ilgili il valilerinin kayyım  atanması işlemlerine karşı Yönetsel yargıda (yerel İdare Mahkemeleri / Danıştay), kararın tebliğini izleyen 60 günlük hak düşürücü zamanaşımı süresi bitmeden yürütmeyi durdurma istemli iptal davası açılabileceğini bir kez daha yineleyelim. Savunmada Anayasa’nın ilgili maddesinin (127/4), yine Anayasanın md. 90/son korumasında olan Uluslararası Andlaşma hükümlerine -somut olayda AYYÖŞ- aykırı yorumlanamayacağı ileri sürülebilir. İçişleri Bakanlığının işlem gerekçesi olarak ileri sürdüğü;

“…Bakanlığımızca terör örgütleri ile iltisak-irtibatı olan, terör örgütlerine destek verdikleri yönünde tespit ve deliller bulunan belediye başkanları Anayasanın 127 nci maddesi ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 47 nci maddesine istinaden görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Belediye Kanununun 45 inci maddesi uyarınca belediye başkan vekilleri görevlendirilmiştir.”

5393 sayılı Belediye Yasasının 47 nci ve 45 inci maddelerinin, Anayasa md. 90/son güvencesinde olan AYYÖŞ hükümleri karşısında, yönetsel yargıda açılacak davalar sırasında Anayasaya aykırı oldukları ileri sürülerek iptallerinin istenebileceği de açıktır (Anayasa md. 152)

******
Öte yandan, 31.8.2019 günü partisinin Diyarbakır örgütünü ziyareti sırasında, İstanbul BŞB Başkanı E. İmamoğlu’nun sözleri oldukça uyarıcıdır :

“Seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atanması ne yazık ki gaflet ve dalalettir. Böyle bir ülkede, kendi iradesini milletin iradesinden üstün görme gafletine düşenler, bunun bedelini sandıkta en ağır biçimde öder.”

Sarayın bu kararı ayrıca, AKP tarafından çok ağır sorunlara sürüklenen ülkemizde ciddi bir gündem değişikliği operasyonudur ve ağır biçimde kutuplaştırıcı hatta tahrik niteliğindedir ki; sağduyulu bir siyasal iktidarın asla başvurmaması beklenir, gerekirdi.. AKP hala gerilimden medet ummakta ve ne yazık ki 7 Haziran 2015  genel seçimini yitirmesi nedeniyle Erdoğan’ın 45 gün içinde hükümeti kurdurmaması, ülkemizde birdenbire terörün tırmandırılması, halkın terörize edilmesiyle, 1 Kasım 2015’te yinelenen seçimlerin her nasılsa AKP tarafından kazanılması süreci akıllara gelmektedir.

Sonuç olarak; şimdi 3 BŞB başkanının yargılanmalarının hızla, açık, saydam ve adil biçimde sürdürülmesi gerekir. Anayasa md. 127/4 “kesin hükme kadar” koşulu koymaktadır ki, bu durumda adli yargı için İstinaf ve / veya Yargıtay ile yönetsel yargıda Bölge İdare Mahkemesi / Danıştay’da kesin hükme ulaşılabilecektir. Bu süreç birkaç yıl sürerse, seçim dönemi olan 5 yıl tüketilmiş olacaktır ki, geciken adaletin hiçbir anlamı olmayacaktır.

AKP, anayasal sistemi zorlamaktan artık kaçınmalı, hukuk içinde kalmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 01 Eylül 2019, Tekirdağ

30 Ağustos uyanışında FETÖ – PKK – IŞİD – PYD emperyal ürünleri

30 Ağustos uyanışında FETÖ – PKK – IŞİD – PYD emperyal ürünleri

Şükran Soner

Şaka değil genç kuşakların yaşam sü­reçlerini, bizlerin en baskın son 17 yılına el konulmuş olarak, “aç parantez, kapa parantez” olarak ilan edilmiş tüm değerle­ri, kazanımları ile yok sayılmaya çalışılan Cumhuriyet kazanımları söz konusu.. Za­fer Bayramı’nın çoğunluk yıllarda uyduruk gerekçelerle kutlanmaması adına yaşatıl­mış onca yasaklardan sonra, Türkiye’nin emperyal çıkarlar adına acımasızca sıkıştırıldığı bir süreçte, var olma, yaşam koşulları dayatmasında, en tepeden va­tandaşlık kimliği olan her bireye, dahası ülkemize sığınmış milyonlara.. zorunluluk olan değerlerimize sarılma günleri..
***
Gönüllülük üzerinden görkemli, anlamı­na uygun kutlama iradesi ile sokaklara, anlam katacak her etkinliğe dökülen mil­yonların 30 Ağustos’un anlamına ilişkin bilinçli duruşları, uyanışları çok daha de­ğerli. Kamerada söz hakkı yakalayanların 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın anlamına ilişkin uyanışları gerçekten muhteşem.. Diyanet’in yok sayması, hutbe yayımla­mayı atlaması öfkesiz, kinayeli serzenişle “unutmuş olabilirler, gecikmeden uyarıları dikkate alabilseler..” türünden cümlelerle uyarı konusu yapılıyor.. Kurtuluş Savaşı destanının yazılmasında en olumsuz ko­şullarda bu ülkenin tüm vatandaşlarının, en yoksul, en çaresiz koşullarda, kadınla­rı, çocukları ile, ırk, inanç ayırımcılığı ya­pılmaksızın, gönüllü katkıları, kahraman­lıklarından örneklerle sıralanıyor..
***
Daha da anlamlısı 30 Ağustos üzerin­den, günümüz gündemine geçişleri, uya­rıcı dersler çıkarabilme çabaları.. Ülke­mizin, kuşkusuz asla aynısı olamayacak koşullarda ama emperyalizmin günümüz gündemi, çıkarları üzerinden sıkıştırıldığı gelişmelere ilişkin, ulaşabildikleri doğru olduklarına inandıkları sonuçlara dönük görüşler açıklamalarındaki yarışları..
Elbette siyasal, toplumsal kimlikleri, örgüt sorumlulukları, aydınlanma bilinçleri olanlar için, eşyanın tabiatına, sorumlu­luklarına ilişkin bir durum, olması gere­ken bu. Sevindirici olanı, dikkatinize de sunmak isterim, en yandaş medyada var olma yarışındakilerin, örgütlenmelerin so­rumlu yöneticilerinin de, galiba ellerinde olmadan, gelişen yeni reflekslerine dikka­tinizi çekmek isterim. Sadakatinden kuş­ku duyulmaması adına bir sürü açıklama yaptıktan sonra, ellerindeki verilere dayalı konuşmak gereğini duydukları noktalar, boyutlar, satır araları arttıkça artar gibi bir durum söz konusu oluyor..
Ya işin içinde oldukları için söyleye­medikleri, bizden çok bildikleri ve kaygı duydukları gelişmelerde bir patlama var. Ya da sonsuza kadar yandaşlığın sürebi­leceği maddi koşullar tepetaklak. Kaçınıl­maz gelişmeler üzerinden verilen bilgilerin cümleleri ile saf değiştirmiş konumlara bile düşebiliyorlar.. Haydi Memur-Sen’in düştüğü acınılası  konumda, bir bir borç­lu olduğu örgütlülüğünün var oluşunun gerçekliğinde imzalayamadığı sözleşme masası metninin, aslında varılmış kimi çalışma koşulları iyileştirmelerini de yitirmiş olarak tahkim sisteminden çıkan sözleşme metni karşısında, “Biz imzala­yamazdık, yargı karar verdi..” demenin ötesinde bir çıkışı, çaresi yok.

Saraya en yakın uzman yorumcuların ağızlarından çıkan, “işin bu tarafı da var, o da çok doğru ve anlamlı sorun, gerçek..” cümlelerinin, bire bir işten, görevlerinden atılmalarına neden olmamak adına, ay­rıntılarına girmeden artık çok sık tanıklık etmekte olduğumuzu anımsatmakla ye­tinmeliyim..
Günümüzün sıcak ve bizi çok ilgilendi­ren gündemine ilişkin, sınır boyu güvenlik adına sıkıştırılmamızın, sıcak savaşın bataklığına çekilmemiz tuzakları üzerin­den ağızlardan artık çok sık çıkan sözler içinde, en çok duyulan örnekler içinde PYD-IŞİD, PKK-FETO ilişkilerinin kaçınıl­mazlığından somut örnekler, tahterevalli ilişkileri de var ki.. Önümüzdeki sıcak gelişmeler, gündemler üzerinden çok sık sorgulamak, tartışmak konumunda ola­cağız..
==================================
Dostlar,

Evet, artık ciddi bir uyanış gözlüyoruz toplumda..
Kitleler, somut biçimde, kendi yaşantılarında ve dayandıkları ölçütlerle ülkenin duvara dayandığını ve tıkandığını algılıyor.
Bu tablodan, 17 yıldır tek başına iktidar olan ve hiçbir özür üretemeyecek olan AKP = RTE‘nin doğrudan sorumlu olduğunu da..
Ne var ki iktidarın tepesinde iklim gene aynı iklim..
Erdoğan 26 Ağustos’ta Malazgirt’e gitmeyi ve halkın geçmişe, bin yıl önceye dönük gurur olaylarını sömürmeyi seçiyor..
Oysa 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’e Alpaslan ordularının kapılarını açtığı Anadolu bile Osmanlı’nın imzaladığı Sevr ile elden çıkıyordu..
Mustafa Kemal Paşa millete öncülük etmese idi..
İyi, güzel, Millet kahramanca dövüştü de onları bir araya kim getirdi, kim öncülük etti??

Bütün dünyanın gıpta ile andığı ve belirleyici rolünü kabul ettiği Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’yı görmezden gelmek niyedir?

  • Bu hastalıklı bir ruhsal durumdur.. davranış bozukluğudur, vefasızlık, nankörlük hatta tek sözcükle İHANETTİR!

Erdoğan, birlik – beraberlik nutuklarının içini doldurma istiyorsa, Malazgirt’ten 4 gün sonra 30 Ağustos’ta da Dumlupınar’a gitmeli idi..
Hala geç değil..
9 Eylül’de İzmir’e gitsin ve uygun bir konuşma ile birleştirici olsun..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Erdoğan’ın gizli mektubu!

Erdoğan’ın gizli mektubu!

Hasan DEMİR
Yeniçağ, 29..05.2013
Bugünleri anlamak için Erdoğan’ın 3 Kasım 2002’de, yani partisinin seçim zaferinden bir gün sonra Pentagon’a yazdığı gizli mektubu bilmek gerekiyor. İşte basına yansıyan ve bugüne kadar yalanlanmayan o mektup:

“Dr. Paul Wolfwitz, Savunma Bakan Vekili, 4 Kasım 2002

Değerli Dr. Wolfowitz,

Ülkelerimiz arasındaki tarihsel ortaklık ve dostluğun gelecekte de sürmesi ümidimi paylaşmak için, bu mesajımı ortak dostlar aracılığıyla doğrudan size ulaştırmak isterim. Seçim sonuçlarının bizim Genelkurmay saflarında biraz rahatsızlık yaratmış olabileceğinden, resmî konumunuz gereği, hiç kuşkusuz haberdarsınızdır. Bilmenizi isterim ki, onların müreffeh, seküler (çağdaş) ve birinci dünya topluluğunun güvenilir bir üyesi olması ümitlerini partim ve ben de payla-şıyoruz. Ve geçmişte hiç olmadığı kadar birleşmiş olan ülkemizin çıkarları için en iyi olacak şekilde birlikte çalışabileceğimiz kanaatindeyim.
Bu amaçla, Org. Özkök ile mümkün olduğu kadar kısa sürede mahrem, özel bir toplantı yapabil-meyi ümit ediyorum. Özel cep numaram şudur: 0533 7… Bu yardım ve ülkemize geçmişte gös-terdiğiniz dostluk için çok teşekkürler. Sizinle kişisel olarak görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Recep Tayyip Erdoğan
Genel Başkan
******

17 Ocak 2004’te Hayrullah Mahmut’un Star Gazetesi’nde yayınlanan bu mektubu o gün bu-gündür yalanlanmamıştır. Ne kadar iyi niyetle bakarsanız bakınız seçimden büyük bir zaferle çıkmış ve iktidar koltuğuna oturmuş bir partinin Genel Başkanı kendi Genelkurmay Başkanı’ ndan randevu alabilmek için  “ortak dostları” aracılığıyla ABD Savunma Bakan Yardımcısı’ndan yardım isteminde bulunuyor..
Çiçeği burnunda bir liderdir, bir acemiliktir yapmıştır, derseniz, yanılırsınız.. Erdoğan’ın bu tavrı Başbakan olduktan sonra artarak sürmüş ve sonç “BOP Eş Başkanlığı”  olarak tam bir  “El’e-Eldiven olma”  ilişkisine dönüşmüştür. PKK’nın terör örgütü listesinden çıkıp  “aktivist” konu-muna gelmesi ve Öcalan’ın bir devlet başkanı gibi Erdoğan’ı temsil eden devlet ve hükümet gö-revlileriyle aynı masayı paylaşması işte bu sürecin ve işte bu “ortak dostların” ürünüdür. O “or-tak dostların” Erdoğan’ın Washington’da, “Beni İshak Alaton’dan sorun” demesiyle kimler ol-duğunu anlıyoruz.
Bu ortak dostun epey zamandır işi gücü,  “Türkler Ermeni soykırımını kabul etsin”  türküleri söylemek.  Bu  “ortak dostun”  bir kimliği de TESEV’ci olması… Biliyorsunuz TESEV,  “Şehit-lik ve gazilik kavramlarının kaldırılması” tavsiyesinde bulunan bir  “sivil toplum kuruluşu” dur.
“Sivil” i tırnak içinde yazdık, çünkü TESEV’in arkasında onlarca Avrupalı ve Amerikalı teşkilât var ve bu kuruluşa milyonlarca dolar para aktarıyorlar. Bu paralarla Türkiye’de sosyal projeler destekleniyormuş, öyle diyorlar.
Bu sosyal projelerin neler olabileceğini bugün TESEV’in başında bulunan ve Erdoğan’ın  “Akil adamlarından” olan Can Paker’in, “Öcalan artık hapisten çıkartılsın, devletle aracısız olarak gö-rüşsün” talebinden anlayabilirsiniz…
Evet, bugünleri anlamak için partisi seçimleri kazanır kazanmaz Erdoğan’ın Pentagon temsilcisine yazdığı o mektubu hatırlamakta yarar var..
PKK’dan Suriye sorununa kadar başımızda kaç bin belâ var ve başımıza kaç çuval geçirildi de özür dilenmesi isteminde bile bulunulamadıysa, işte bu “duruş” nedeniyledir..
Elleri kan ve gözleri kin olan ABD Başkanlarının “sesini özlemek” de, Kırmızı odalarda  “Sev-mediğiniz Esad’ı sizin adınıza biz devirelim, amma siz de bize yardımcı olun” taleplerinde bulunmak da yine aynı nedenledir.
Şeker pancarı ekimine kota konurken ABD’nin bütün dünyada yasaklanan genetiği değiştirilmiş mısırından şeker üretimi payının yükseltilmesine; Bush’un, “Özelleştirilmesi cesaret ister”  de-diği Türk Telekom’un arkasında İsrail olan firmaya üç yıllık kârı karşılığı satılmasına kadar her ne var ise, evet, işte bu  “duruş”  yüzündendir…
Bunun adına AKP’liler,  “Dünya liderliği” diyor, Sayın Erdoğan da “inanmış gibi”  yapıyor. Zira o gerçeği biliyor. Dünya lideri Obama’dır. Dünyada O ne derse o oluyor.
Rumlar Akdeniz’in petrol ve doğal gazını zimmetlerine geçirirken Yunanistan sahipsiz Ege adalarına Yunan bayrağı çekmeye devam ediyor..
Yani…
“Dünya liderinin” yönettiği Türkiye’nin gücü, iflas etmiş Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’a bile yetmiyor.
================================
Dostlar,

Arşivler unutmuyor…
İyi ki varlar…
İyi ki, gerçeklerin bu vb. gerekçelerle beklenmedik zamanlarda ortaya çıkma huyu var..
Mazlum Türkiye’ni ahını alanlar elbet bir gün hukuk önünde hesabını verirler..
Dayan Türkiye’m, dayan..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı,
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

Ne Yersek O’yuz!

Biz Narlı köyü üstünde, Darıdere Tabiat Parkı’nda 21-25 Ağustos 2019 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz 2019 Kazdağı Ekofestivali katılımcıları olarak gıda konusunda aşağıda yer alan hususları kamuoyuyla paylaşıyoruz:

Adil ve ekolojik gıda yıllardır tasamız. 2004’de bir araya gelen GDO’ya Hayır Platformu’nun, 2006’dan bu yana süren Tohum Takas Şenliği’nin, 2013’te yayınlanan Bayramiç Gerçek Gıda Bildirgesi’nin, tüm bu süreçte ortaya çıkan gıda inisiyatiflerinin, üretici ve tüketiciyle iç içe olan gıda ve ekoloji hareketlerinin mirasını şükranla kucaklıyoruz.

  • Gıdamız, ulus ötesi örgütlenmiş şirket devletlerden oluşan bir sistemin sömürüsü altındadır.

Tüketimin oluşturduğu kâra bel bağlayan bu sistem gezegeni talan ederken gıdanın da içini boşalttı. Biz de yaşam uygulamalarımızla bu sömürünün bir parçası durumundayız!

Sağlık, kültür ve güven zedelenmesi sonucu tüm krizin bir parçası olan Gıda Krizi içindeyiz;

– Tarım toprakları ve su kaynakları kirlendi,
– Çiftçi tarımdan ve topraktan koparıldı, köyler boşaldı,
– Gıda üretimi şirketlerin eline geçti,
– Endüstriyel tarım ile ekolojik yıkım katmerlendi ve gıdanın besleyici niteliği kayboldu,
– Süpermarketler olgusu küçük üreticinin gıda pazarına erişimini kısıtladı,
– Aracıların hakim olduğu bir gıda dağıtım sistemi oluştu,
– Çiftçiler Tohum Yasası ile hibrit tohumlara mahkum edildi ve yerel ve atalık tohumlar unutturuldu.

Gıdayı dert eden bizler;
– Tohum Takas Şenlikleri yapmayı sürdürerek yerel tohumlarımızı yaşatacağız,
– Gıda topluluklarımızı ve kooperatiflerimizi çoğaltacağız,
– Adil ve sağlıklı gıda üretimini yaygınlaştıracağız,
– Aracısız ürün ağlarımızı geliştireceğiz,
– Gıdayı dert eden haysiyetli bilim insanlarımızla birlikte çalışmayı sürdüreceğiz,
– Bize dayatılan sömürü, istismar ve hak ihlali içeren gıdanın üretim ve tüketimini desteklemeyecek ve kabul etmeyeceğiz,
– Toprağımızın, havamızın, suyumuzun kirlenmemesi için mücadelelerle dayanışmaya devam edeceğiz.
– Başta Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere, seçtiğimiz yerel yönetimlerin ekolojik tarımı ve küçük çiftçiyi destekleyen, üretim ve tüketim kooperatiflerinin yaygınlaştırılmasını kolaylaştıran gıda politikaları üretmesini isteyecek ve izleyeceğiz.

Ekosistem içindeki tüm canlıların sınıfsız, cinsiyetsiz, ikili kutuplaştırmaların ötesinde ve ayrıcalıksız, insanın egemen olmadığı, ötekisiz ve sömürüsüz bir düzende var olmasını istiyoruz.

Adil ve ulaşılabilir bir gıda temel haktır!
Gıda egemenliği hemen şimdi!

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ-2019 KATILIMCILARI
=============================

Dostlar,


Bu önemli girişime öncülük eden ve Bildiriyi (Manifesto) paylaşan dostumuz Sn. Prof. Dr. Tayfun Özkaya‘ya teşekkür ederiz.

Prof. Özkaya Ege Üniv. Ziraar Fak. Tarım Ekonomisi öğretim üyesi.
YURT Gaztesinde düzenli ve çok değerli makaleler yayınlıyor..
Çok sık olmasa da bu makalelere biz de web sitemizde yer veriyoru..

Payaşılmasını, izlenmesini ve Prof. Özkaya gibi yetkin ve yurtsever bilim insanlarının önerilerine iktidarların kulak vermesini dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE…

AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE

– Barış Akademisyenleri Davası, Bireysel Başvurular Nedeniyle –

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr
Gemlik, 18.08.2019’da güncellenmiş biçimi

(AS: Bizim güncelleme öncesi katkımız yazının altındadır.)

Anayasa Mahkemesi (AYM), 11.01.2016 tarihinde “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” başlığını taşıyan bir metni imzalayan akademisyenler hakkında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesinde yazılı ‘Terör Örgütünün Propagandasını Yapmak’ suçundan yerel mahkemelerce verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmesinden sonra, hükümlülerin bir bölümü tarafından değişik tarihlerde yapılan Bireysel Başvuruları birleştirerek karara bağlamış ve hukuksal gerekçelerini de 30.07.2019 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır.

Yüksek Mahkemece yapılan inceleme sonunda; yerel mahkemece başvurucuların mahkumiyetine karar verilmesinin Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlali (çiğnemi) niteliğinde olduğu gibi, demokratik toplumsal düzenin gereği ile  de bağdaşmadığı kabul edilerek Hak İhlaline; ayrıca başvurucuların her birine 9.150 TL manevi tazminat ödenmesine ve kararın birer örneğinin yeniden yargılama yapılması için yerel mahkemelerine gönderilmesine; Başkan ve yedi üye dışında kalan sekiz üyenin -ihlale ilişkin karşı oyu- ve 8/8 oy oranı ile 26.7.2019 tarihinde karar vermiştir.

AYM’nin tarihsel nitelikteki bu kararının gerekçelerinin kamuoyuna açıklandığı 30.07.2019 tarihinde Sayın Prof. Dr. Ahmet SALTIK da bu Açıklamayı, medyaya yansıdığı biçimi ile kendi sitesinde (http://ahmetsaltik.net/2019/07/30/ aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/) paylaşmakla kalmayıp; aynı gün sıcağı sıcağına kaleme aldığı irdeleme yazısında; açıklamaya ve medyadaki olumsuz tepkilere ilişkin eleştirilerini, kararı veren yüksek yargıçları bile kıskan-dıracak bir yetkinlikle dile getirmiştir. (AS: Sn. Urunga bizi utandırıyor…)

Biz de adaletin mumla arandığı bugünkü karanlık ortamda, insanlığın onuru ve erdemi sayılan hak ve özgürlüklerimizin en büyük güvencesi olan yüksek yargı organları arasında hala hak ve adalet için direnen cesur ve aydın insanların bulunduğunu görmenin coşkusu içinde, anılan karara ilişkin daha önce sosyal medyada paylaştığımız kimi konuları, bu site (www.ahmetsaltik.net) okurları için yeniden ele alıp genişleterek paylaşmak gereğini duyduğumuzu belirtmek isteriz.

Genel Değerlendirme

– Öncelikle belirtelim ki bu Karar, siyasal iktidarın öteden beri ayrımcılığı körük-leyen, ulusal ve demokratik olmayan dinci politikaları yüzünden, bir karpuz gibi ikiye ayrılan Türk toplumu arasındaki bölünmüşlüğün, AYM üyeleri ile akademisyenler arasında da var olduğunu ortaya koymuştur.

– Yine bu kararda, amaca ulaşmak için her şeyi ve mubah ve meşru gören, ulusal egemenliği ve güçler ayrılığını dışlayan bir yönetimin hükümranlığı altında bulunan ülkemizde yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ile hukukun üstünlüğü ilkesinin tek adamın insafına bırakılmasına karşın; Yüksek Mahkemenin bize eski günleri anımsatan hukuksal gerekçelerle adil bir sonuca varması; 8/8 sınır oyla da olsa, geniş kesimlerce sevinçle karşılanmasına neden olmuştur.

– Keza kararda yer alan ve yedi sayfayı bulan “AYM’nin Değerlendirmeleri” bölümünde (syf. 25); olay, suç ve sanıklarla ilgili nesnel olgu ve hukuksal kavramların çağdaş ve bilimsel bir yaklaşımla ele alınıp değerlendirilmesi sonunda, Hak İhlaline ilişkin gerekçede göreceli esasta hakça bir sonuca varılmıştır. Bizim de kimi çekincelerle olumlu bulduğumuz bu karara karşı yandaş medyada; hukuksal eleştirilerden daha çok siyasal tepkilerin öne çıktığı, hatta YÖK Başkanının karara tepki gösterilmesi için tüm Üniversitelere çağrıda bulunacak ölçüde ileri gidip haddini aştığı da görülürken; her nedense yansız hukuk çevrelerinden görebildiğimiz ölçüde –Yargıtay Onursal Daire Bşk. Sn. Hamdi Yaver AKTAN dışında– bir ses çıkmamıştır. (Bkz. 06.08.2019 tarihli Cumhuriyet)

– Ancak kararın “Nihai Değerlendirme” bölümünde (syf. 32) ise, Yüksek Mahkeme kararlarında daha önce hiç rastlamadığımız ve sanki birilerine diyet borcu varmış da hesap veriyor gibi; “AYM’nin hiçbir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de ifade özgürlüğü kapsamında olabilir.. Bu bildirinin, Anayasanın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünün korumasından yararlanması gerektiği yönündeki yorumları, AYM’nin bildiride suç olan (!) düşünceleri paylaştığı ya da desteklediği anlamına gelmez” yönünde yanlış algılara neden olabilecek gereksiz açıklamalara üç sayfa boyunca yer verilmesi; kamuoyunda merakla beklenen kararın değerini hafifletmiş, saygınlığına gölge düşürmüştür.

Oysa bir yargıç için bağlayıcı olması gereken tek şey, kararının başkaları üzerinde yaratacağı etki ya da tepkiler değil; özgür istencine ve hukukun üstünlüğüne dayanan vicdanıdır.  Mitolojide, Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri kapalı olarak betimlenmesiyle de yargıçların, birilerine bağlı olmadan ve kimsenin etkisi altında kalmadan tam bir yansızlıkla karar vermelerinin adalet için önemi vurgulanırken, korkak ve edilgen yargıçlarla adaletin asla tecelli edemeyeceği, yerini bulamayacağının da anlatılmak istendiği unutulmamalıdır.

Hukuksal Değerlendirme

Bütün bunlar bir yana, yerel mahkemesinin akademisyenler hakkında sübuta erdiği kabul edilen suçun, 3713 sayılı Yasanın 7/2. maddesinde yazılı tipik bir propaganda suçu ve ifade özürlüğü ile bitişikliği, moda deyişle iltisaklı olduğu konusunda bir kuşku yoktur. Ancak AYM’nin yaptığı değerlendirmede; yüklenen suça ilişkin nesnel öge ve kavramların ayrı ayrı ele alınıp hukuksal tanımı da yapılarak geniş ve ayrıntılı biçimde açıklanmasına karşın; her nedense ifade özgürlüğü ile doğrudan ilgisi bulunan ve suçun olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu niteliğinde sayılan “propaganda” kavramının hukuksal tanımı yapılmayıp boş (meskut) geçilmesinin, akla uygun bir açıklaması olmadığı için önemli gördüğümüz bu noksanlığın üzerinde kısaca durmak isteriz.

Propaganda ve Tanımı

Bilindiği üzere, 1990’lı yıllarda suç sayılan Komünizm propagandası bağlamında karşımıza çıkan ve hukukçular arasında yoğun tartışmalara neden olan ‘propa-ganda’ kavramının; “Bir görüş ve düşüncenin, taraftar kazanmak için söz, yazı, resim vb. gibi araçlarla sürekli ve sistematik olarak yapılan fiiller” şeklinde tanımının, 2004 yılında çıkarılan yasalarla TCK ile CMK’nın sil baştan değiştirilmesinden sonra da geçerliğini koruduğuna, akademisyenlerin önceden hazırlanan bildiriye imza atmaktan ibaret bulunan eylemlerinin süreklilik arz etmediği ve kişileri ikna/razı edecek yoğunlukta da bulunmadığına göre suçun öbür ögelerinin varlığı şöyle dursun, salt propagandanın varlığından bile söz edilemez. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 1990/336 Esas Sayılı Kararı)

Gerekçedeki Yanılgı

Bu durumda yerel mahkemece, propaganda tanımına uygun düşmeyen ve ceza yasalarında başkaca bir suçu da oluşturmayan tek bir eylem nedeniyle, 5271 Sayılı CMK’nin 223/9. maddesi gereğince derhal beraat kararı verilmesi gereği gözetilmeden mahkûmiyet kararı verilmesi, Anayasanın 38 ve TCK’nin 2. maddesinde yer alan “suç ve cezaların yasallığı” ilkesine açıkça aykırı düştüğü için, AYM’nin de bu gerekçeye dayanarak hak ihlaline karar vermesi gerekirken, daha hafif bir ihlal olan ‘suç ögelerinin oluşmadığı’ gerekçesi ile aynı kararın verilmesi, şeklen doğru olsa da, yerindelik ilkesine ve hukuka aykırı düşmüştür.

Çünkü Yüksek Mahkemece, başvurucuların eylemi ceza yasalarında suç olarak tanımlanmadığı için, evrensel nitelikteki suç ve cezaların yasallığı ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, doğru olarak hak ihlaline karar verilmiş olsaydı eğer; başvurucular hakkında hükmolunan manevi ödence (tazminat) miktarının da ölçülülük ilkesi doğrultusunda hakkaniyete uygun ve daha yüksek bir düzeyde olacağı gibi, yeniden yargılama aşamasında aleyhe sonuç doğurabilecek olası uygulamaların da önüne geçilmiş olacağı yadsınamaz.

SONUÇ

Yukarıda açıklanan nedenlerle AYM’nin, somut olayda yerel mahkemelerce sanıkların beraatları yerine mahkumiyetlerine karar verilmesinin hak ihlali niteliğinde olduğunun gerekçesinde yanılgıya düşerek, değişik gerekçe ile yazılı olduğu şekilde karara varmasının; salt bu yönden hukuka ve hakkaniyete aykırı bulunması nedeniyle, başvurucular aleyhinde yeni bir hak ihlalinin bu kez AYM tarafından yapılmış olduğunu üzülerek söyleyebilsek de, “Özgürlüğün yanında ödencenin sözü mü olur?!” diyenlere, söyleyecek bir sözümüz yoktur.  

=======================================
Dostlar,

(E) Yargıç Albay Sayın Urunga’nın irdelememize ilişkin övücü sözlerine teşekkür borçluyuz..

AYM kararının tümünü gerekçeleri ile okuyarak yazmış değildik o yorumumuzu (http://ahmetsaltik.net/2019/07/30/aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/).

Ancak Sn. Urunga oldukça önemli bir belirleme yapmakta :

Terör örgütünün propagandasını yapmak gibi bir suç tanımının olmamasına dayanılması gerektiğini vurguluyor. Oysa AYM’nin, suçun yasal tanımının yapılmamış olmasını geçip, yapılmayan tanımın nesnel ögelerinin gerçekleşip gerçekleşmediği irdelemesine dayalı hüküm kurduğunu öne çıkarıyor.

Yargılamanın yenilenmesinde umarız bu yanılgı yeni hak çiğnemlerine yol açmasın. Bu arada salıvermelerin başladığını sevinerek izliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 15 Ağustos 2019, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com